37. Bölüm

Bölüm 36

Ceren Su Karadağ
karadagceren

Selamlar hepinize! Nasılsınız?

Umarım hepiniz çok iyisinizdir.

---

Kürşad Türkmen...

Hastanın kalbi durdu.

Hastanın kalbi durdu.

Hastanın kalbi durdu...

Hastanın... kalbi... durdu...

Her şeye hazırlıklı olun.

Her şeye hazırlıklı olun.

Her şeye hazırlıklı olun...

Her şeye.... hazırlıklı... olun...

Sesler zihnimde yankılanıyor, susmuyordu. Kalbi durdu, her şeye hazırlıklı olun...

Sesler bir uğultu gibi kafamın içinde dönüp duruyordu, her biri diğerinden daha ağır, daha boğucu. Gözlerim, önümdeki tabloya kilitlenmiş, hareketsiz duruyordu. Senem'in Kalbi durmuştu... Daha ne kadar bekleyebilirdim? Ne kadar çaresizce bir mucizeyi umabilirdim?

Monitördeki dümdüz çizgiye bakarken, derin bir nefes almak bile imkansızdı. Elim istemsizce titredi, göz kapaklarımın ardında saklanmaya çalışıyordum ama saklanacak hiçbir yer yoktu. Odadaki herkes aynı şeyleri duyuyordu, ama kimse benim gibi hissedemezdi.

Bir hemşirenin eli omzuma dokundu, ama sanki kilometrelerce uzaktan gelmiş gibiydi. "Hazırlıklı olun," demişti. Nasıl hazırlanabilirdim ki? Bu anı durdurmak, geri almak mümkün müydü?

Başımı hafifçe kaldırdım. Senem... Onu burada bırakamazdım. Bunu kabullenemezdim. Bunu kaldıramazdım.

"Bir şey yapmalısınız," diye fısıldadım, neredeyse kendime. Doktorlar harekete geçmişti, odadaki gerginlik daha da yoğunlaşmıştı. Kalp masajı yapıyorlardı, ama ben... Ben hiçbir şey yapamıyordum.

Her saniye bir saat gibi geliyordu. Zihnimde yankılanan kelimeler boğazıma düğümlendi.

"Dayan," dedim içimden, "Dayan." Ama artık sesim bile ona ulaşmıyordu.

Dizlerim titredi ve beni taşıyamaz hale geldi. "Allah'ım... sen onu koru. Ona bir şey olmasın lütfen..." Tüm gücüm çekilmiş gibiydi, ayakta kalmanın imkânsızlığını hissederek yere çöküverdim. Soğuk zeminin sertliği bedenime çarpıyordu, ama içimdeki acı bundan çok daha büyüktü. Gözlerim bulanıklaşmıştı, duvarlar üzerime kapanıyor gibiydi. Bir boşluğa bakıyordum, ama zihnimde fırtınalar kopuyordu.

Bunun sorumlusu sensin.

O ses... Acımasızca yankılanıyordu kafamda. Kendimden kaçamıyordum. Kaçmayı denesem bile peşimdeydi. Sensin, diye tekrar ediyordu. Senin hatan... Eğer ona inanıp onu zayıf halkasından vurmasaydın bunlar hiç olmayacaktı..

Düşünceler boğuluyordu. Boğazıma düğümlenen hıçkırıklar nefes almamı zorlaştırıyordu. Her şey bulanıklaştı. Bir şeyler yapmak, durdurmak için elimden gelen her şeyi yapmamış mıydım? Ama yeterli olmamıştı. Sensin. Daha hızlı olmalıydın, daha dikkatli, daha güçlü...

Yumruklarım sıkılı halde yerde duruyordu. Yürek parçalayan bir çaresizlik... Sanki içimden kopan bir fırtına beni tamamen dağıtıyordu. O an, her şeyin sona erdiği an, zihnime kazınmıştı.

Sessizlik... O korkunç, ağır sessizlik... Zihnimde yankılanan kendi sesimden bile korkuyordum.

Kalbi durdu.

Bir damla yaş, gözümden süzülüp yere düştü. Bunu geri almanın bir yolu yoktu. Senem... Eğer onu kaybedersem, kendimi asla affedemeyeceğimi biliyordum.

Karşımdaki Asel başını iki yana sallayarak ağlamaya başladı. Koray dolu gözlerle camdan Senem'i izliyor, ardı arkası gelmeyen küfürlerini sıralıyordu. Baran tepkisiz bir şekilde duruyor, Senem için uğraşan doktorları izliyordu.

Poyraz ve Murat yan yana çökmüş duruyordu. Uras sessizce oturmuş ağlıyordu.

Koridorda adım sesleri duyuldu. Bu seslerin kime ait olduğunu biliyordum.

Alpay'ın adımlarını duyduğumda içimde tuhaf bir sessizlik oluştu, ama dışarıda kaos hâlâ sürüyordu. Herkes bir köşeye çekilmiş, kendi acısında kaybolmuş gibiydi. Ama Alpay'ın hali... Gözlerinin içine baktığımda, tüm dünyanın onun omuzlarına çöktüğünü görebiliyordum. O güçlü, dimdik duran adam gitmişti; yerine sanki bir enkaz kalmıştı.

"Ne... ne oldu?" Sesi neredeyse bir fısıltıydı, kırılgan ve güçsüz. Onu bu halde görmek, hepimizi daha da yıkmıştı. Alpay'ın böyle konuştuğunu hiç duymamıştım. Her zaman her şeyin kontrolündeydi, her durumun üstesinden gelebilecek bir adamdı. Ama şimdi... karşımdaki adam paramparçaydı.

Senem'in kaldığı yoğun bakım odasına doğru baktı. Camın arkasındaki o küçük yatakta Senem'in nefes alıp almadığını kontrol eder gibi gözlerini dikip kalmıştı. Doktorların acelesi, makinelerin sesi, her şey bulanık bir kabus gibi görünüyordu onun için. Gözlerindeki o bakış... Alpay'ın gözlerinde bir daha onarılmayacak bir yıkım vardı. O an, ne kadar çaresiz olduğunu gördüm.

Bir süre sessizlik içinde durduk. Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Koray arkasını dönüp lanetlerini fısıldarken, Alpay bir adım atıp cama biraz daha yaklaştı. Elleri titriyordu. Daha önce hiç bu kadar acı çekmiş olduğunu görmemiştim. Her nefesinde acı vardı, her adımında kaybetme korkusu.

"Onu kaybetmeyeceğiz... değil mi?" Sesi titredi. Bu sefer soru sormuyordu, kendini inandırmaya çalışıyordu. Bir yanıt beklemiyordu. Ama gözlerindeki o soruyu herkes görüyordu. Ve hiç kimse ona cevap veremiyordu.

Alpay dizlerinin bağı çözülmüş gibi yere çöktü. Elleri başının arasında, başını eğdi. O güçlü adam artık sadece bir ağabeydi. Kaybetmekten korkan bir adam... Sessizce orada oturdu, tıpkı geri kalanımız gibi. Kimse hiçbir şey söylemedi. Herkes kendi acısında boğulurken, Alpay da o an tek bir şeyle savaşıyordu: çaresizlik.

Daha fazla duramadım orda. Gözümden akan yaşları umursamadan hastane koridorunda sert adımlarla ilerleyerek hastaneden çıktım.

Hastanenin soğuk koridorlarında yankılanan adımlarım, içimdeki karmaşanın dışa vurumu gibiydi. Gözlerimden akan yaşlar, içimdeki öfkeyi ve çaresizliği saklamıyordu. Hiçbir şey umurumda değildi. Kimseyi dinlemiyordum. Peşimden gelenlerin sesleri havada asılı kaldı, ama hiçbirine dönüp bakmadım. Adımlarımı hızlandırdım, sadece kaçmak istiyordum.

Senem'in sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. "Uzak dur benden!" diye bağırmıştı. O an yüzünde gördüğüm nefret ve öfke, kalbime bıçak gibi saplanmıştı. Saatler geçmişti, ama sanki o an hâlâ oradaydı. Odaya her döndüğümde, her yüzüne baktığımda... O kelimeler içimde yankılanıyordu. Beni istememişti. Beni hayatından, dünyasından, her şeyinden çıkarmamı söylemişti.

Hastanenin kapısından dışarıya adım attığım an, yüzüme çarpan serin hava bile içimdeki acıyı hafifletemedi. Nefes almaya çalıştım, ama göğsümdeki ağırlık daha da büyüyordu. Sanki her nefesimle biraz daha batıyordum. Ellerin titrediğini fark ettim, parmaklarım kontrolsüzce kasılıp gevşiyordu.

Durdum. Ayaklarım sanki yere çivilenmişti, yürümek istemiyordum. Kaçmak istiyordum ama nereye? Her yer Senem'le doluydu. Onun sesi, onun gözleri, onun acısı... Düşüncelerimin merkezinde o vardı. Ama o, beni istemiyordu. Kalbime her seferinde biraz daha sert çarpan gerçeği kabul etmem zorunluydu.

Derin bir nefes almaya çalıştım, ama ciğerlerim sanki havayı kabul etmiyordu. İçimde boğuluyordum. Yollar bulanıktı, dünya karmaşık ve anlamsızdı. Senem'i kaybetmiş miydim? Yalnızca fiziksel anlamda değil, duygusal olarak da... Gözlerimi kapattım. Ne yapacağımı bilmiyordum. İçimdeki boşluk, bir uçurum gibi büyüyordu.

Dışarıda yağmur yağıyordu. Yağmurun soğuk damlaları tenime çarpıyor, her biri vücuduma işliyordu, ama hissettiğim acının yanında bu sadece hafif bir sızıydı. Sokaklar sessizdi; insanlardan, gürültüden uzaktaydım. Tek duyduğum, kendi adımlarımın ıslak kaldırımlarda çıkardığı yankı ve arada bir uğuldayan rüzgârın sesi.

Boş bir park gördüm, ve başka hiçbir şey düşünmeden kendimi oradaki bir bankın üzerine bıraktım. Hava soğuktu, üşüyordum ama bu da umurumda değildi. Yağmur üzerime boşalırken, gözlerim boşluğa daldı. Saçlarımdan süzülen her damla, yüzümü yakıyor gibiydi. Her biri, içimdeki yangına birer katkıydı. Belki de dışarıdaki soğuk, içimdeki kavurucu acıyı dengelemeye çalışıyordu. Ya da yağmur, gözyaşlarımı saklamanın bir yoluydu; bilmiyordum.

Oturduğum yerde tamamen hareketsizdim. Sadece nefes almaya çalışıyordum, ama her nefesim daha da zorlaşıyordu. Yağmurun altında, sırılsıklam olmuş bir halde otururken içimdeki boşluk büyüyordu. Sanki bu parkta yalnız değildim; düşüncelerim, anılarım, pişmanlıklarım her yanda yankılanıyordu. Senem'in yüzü... Gözlerinin içindeki acı... Onun beni istemeyişi... Hepsi zihnimin içinde dönüp duruyordu.

"Her şeyi nasıl düzelteceğim ben şimdi?" diye mırıldandım, sanki cevap verecek biri varmış gibi. Ama sadece yağmurun sesini duyabiliyordum. Kafamı geriye yasladım, gözlerimi kapattım. Soğuk damlalar yüzümü yıkarken, zihnimdeki karmaşa bitmek bilmiyordu. Kendimi kaybolmuş, yapayalnız ve paramparça hissediyordum.

Zaman durmuş gibiydi. Parktaki sessizlik içimi daha da ağırlaştırıyordu. Hangi noktada her şey bu kadar yanlış gitmişti? Ne zaman Senem'i kaybetmeyi göze alacak kadar kendimi kaybetmiştim? Sorular cevapsız kalıyordu. Tek bildiğim, her damlayla içimde bir şeylerin yavaş yavaş yok olduğuydu.

Telefonumu çıkartıp Uras'ı aradım. Birkaç kez çaldıktan sonra telefon açıldı. "Nasıl?" Diye sordum sadece. Nasıl olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı.

"Doktorlar son anda kurtardık dedi. Şuan durumu stabil ama her an her şey olabilirmiş." Duyduklarımda boğazımdaki yumru daha da arttı.

Başımı eğdim, ellerimin arasına aldım ve derin bir nefes almaya çalıştım ama boğazımdaki düğüm izin vermiyordu. Uras'ın söyledikleri bir yandan rahatlatıcı, bir yandan da korkutucuydu. "Son anda kurtardık." O kelimeler beynimde yankılanıyordu. Senem, ince bir çizgideydi. O çizgiyi geçip geçmeyeceğini kimse bilmiyordu.

Kalbim daha da ağırlaştı, her nefes acı veriyordu. Bir yanım, o odada olmak istiyor, kardeşimi yalnız bırakmak istemiyordu. Diğer yanım ise Senem'in beni istemediği gerçeğiyle boğuşuyordu. "Uzak dur benden," demişti. O kadar öfkeliydi ki gözlerinde sadece nefret görmüştüm. O anın ağırlığı, yağmurla karışıp üzerime daha da yoğunlaşan bir yük gibi bastırıyordu.

Telefon hâlâ elimdeydi, ama artık ne arayacak ne de mesaj atacak gücüm kalmıştı. Sadece sessizce durdum, ellerim titrerken kendimle savaşıyordum. Nasıl bu hale geldik?

Yağmur daha da hızlanmıştı. Üzerime çarpan damlalarla sanki dünya bana bir şey anlatmaya çalışıyordu, ama ne olduğunu anlayamıyordum. Her şeyin boşlukta asılı kaldığı bir an yaşadım, içimdeki çığlığı bastırmaya çalışırken...

Bir süre öylece kaldım, kafamda dönüp duran düşüncelerle. Zaman durmuştu, ama içimdeki karmaşa hız kesmeden devam ediyordu. Senem hayattaydı, ama ne kadar sürecekti? Ya o beni affetmeden giderse? Ya son anlarımız böyle olursa?

Derin bir nefes aldım, ama bu sefer içimdeki korku ve pişmanlık daha da ağırlaştı. Tek başıma bu karanlıkta yolumu bulmaya çalışıyordum, ama ışık giderek sönüyordu.

Telefon tekrardan çaldığında arayan Koray'ın ablası Suna Abla'ydı. Aramayı açtım. "Efendim abla?"

Suna ablanın sesi duyuldu telefondan. "Kürşad, hastanedesiniz biliyorum ama Kübra durmuyor, babamı istiyorum diye ağlıyor. Yemek de yemedi hiç. Bir yarım saat gelsen, uyuduğunda geri gidersin, olur mu?" Diye sordu.

Derin bir nefes aldım. "Geliyorum abla." Oturduğum yerden ayaklandım. Tam telefonu kapatacakken Suna abla konuştu. "Senem nasıl?" Dediğinde adımlarım durdu.

"Kalbi durdu, doktorlar son anda kurtarmış. Stabil şuan."

Suna Abla'nın sessizce derin bir nefes aldığını duydum telefondan. O an her şey daha da gerçek geldi. "Kalbi durdu," dediğimde bile inanamıyordum. Bir saniye bile, Senem'in kalbinin durduğunu kabullenememiştim. Suna Abla'nın birkaç saniyelik sessizliği, sanki o gerçeği de kabullenmeye çalışıyordu.

"Allah şifa versin, Kürşad. İnşallah toparlar..." Sesi titriyordu ama güçlü kalmaya çalışıyordu. Bir abla, bir anne şefkatiyle konuşuyordu benimle. O an onun sesi bile içimde bir sıcaklık yaratamadı. O an, dünyada hiçbir şey Senem'in hayatından daha önemli değildi.

"İnşallah abla," diye fısıldadım. Sesim kırılmıştı, boğazımdaki yumru hâlâ duruyordu.

Suna Abla yeniden söz aldı, ama bu sefer sesi biraz daha sakindi. "Kübra seni bekliyor."

Kübra'nın minik yüzü gözümün önüne geldi. Onu o halde bırakmak bana ağır geliyordu, ama o da bana ihtiyaç duyuyordu. O an bir kez daha fark ettim, bir hayat için de sorumluydum. İçimdeki fırtınayı bir kenara itip görevime dönmem gerekiyordu.

"Tamam, abla. Geliyorum," dedim sakin bir şekilde.

Telefonu kapatıp derin bir nefes aldım. Bir an daha durup bu yağmurun altında kendimi kaybetme lüksüm yoktu. Senem'in durumu her an değişebilirdi, ama şu an yapabileceğim tek şey Kübra'yla ilgilenmekti. Adımlarımı hızlandırdım, içimdeki tüm karmaşaya rağmen ona doğru gitmek için hazırdım.

Suna Abla'nın evine geldiğimde zile bastım. Dakikalar sonra kapıyı Suna abla açtı. "Kürşad, bu halin ne? Sırılsıklam olmuşsun."

Suna Abla'nın endişeli bakışlarını gördüğümde, üzerime yapışan sırılsıklam kıyafetlerimin ağırlığını fark ettim. Yüzümden süzülen yağmur damlalarıyla karışan yorgunluk, gözlerimdeki ifadeyi daha da ağırlaştırmıştı. Suna Abla, her zamanki gibi şefkat dolu bir ses tonuyla konuşuyordu, ama bakışlarındaki kaygıyı gizleyemiyordu.

"Bir şeyim yok abla," dedim, dudaklarım titrerken. "Kübra nerede?"

Suna Abla kapıyı araladı ve beni içeriye buyur etti. "Odada, seni bekliyordu. Hiç durmadan ağladı. Babasını sordu hep." Sesi alçaldı, yüzünde tarifsiz bir hüzün vardı. İçeriye adım attım, sıcak hava yüzüme çarptı, ama içimdeki soğukluk dinmek bilmiyordu.

Ayakkabılarımı çıkardım, üzerimdeki ıslak montu kapının yanına bıraktım. "İyiyim, merak etme," dedim tekrar, Suna Abla'nın beni süzdüğünü fark edince. Sırılsıklam olmam umurunda değildi, tek düşündüğüm Kübra'nın beni bekliyor olmasıydı.

Sessizce Kübra'nın yattığı salona yöneldim. Kapının aralığından baktığımda, küçük kızın koltuğa uzanarak gözlerindeki yaşlarla duvara baktığını gördüm. Gözlerinin içi kırmızıydı, yanağında kurumuş gözyaşlarının izleri vardı.

Sessizce içeri girdim. Kübra'nın bakışları anında bana döndü. "Baba," Diyerek koltuktan indiği gibi bana doğru koştu. Minik bedeni ile bacağıma sıkıca sarıldığında bende dizlerimin üzerinde eğilip ona sarıldım.

Üzerimdeki ıslak kıyafetlerin soğuğunu hissedince irkilerek ayrıldı ve bana baktı. "Çok ıslanmışsın," Dediğinde parmakları ıslak kazağımdaydı.

O sırada Suna abla bana eşi Ege abinin kıyafetlerinden getirdi, koltuğun başlığına koyarak tekrardan mutfağa yöneldi.

Suna ablanın getirdiği kuru giysileri giydim ve koltuğa oturarak Kübra'yı kucağıma aldım. "Niye ağlamış benim bebeğim?" Diye yumuşak sesimle konuştum, bir yandan saçlarını okşarken.

"Kötü rüya gördüm baba, çok korktum." Dediğinde sesi sanki o rüyayı hatırlamış gibi titrek ve kırılgandı. Saçlarının tepesinden derince öptüm. "Nasıl bir rüya gördün, anlat bakalım." Başını göğsüme yasladı.

"Sen ölüyordun baba, üzerinde asker kıyafetlerin vardı ama hepsi kan olmuştu. Gözlerin kapalıydı. Sarıldım ama bana sarılmadın, ağladım ama uyanmadın." Sözleri yüreğime bir hançer gibi saplandı.

Kübra'nın sözleri, sanki içimdeki boşluğu daha da derinleştirdi. Küçük kızın anlattığı rüya, belki de yaşadığımız gerçeğin bir yansımasıydı.

Yavaşça, ona daha sıkı sarıldım. "Kübra, o sadece bir rüya güzelim. Gerçek değil, tamam mı?" dedim, sesim titrerken. "Ben buradayım, senin yanındayım. Hiç merak etme."

Kübra başını göğsüme yasladı, derin bir nefes aldı ve sanki rahatlamış gibi göründü. "Ama o kadar korktum ki baba," dedi. "Rüyam çok gerçek gibiydi."

"Biliyorum babacım," dedim, onun saçlarını okşayarak. "Ama ben buradayım. Senin yanındayım."

Kübra'nın gözlerinde hâlâ endişe vardı ama bana sıkı sıkı sarılarak biraz daha sakinleşti. Bu anlarda, onun yanında olmak ve ona güven vermek benim için her şeyden önemliydi. İçimdeki kargaşa, onun güven arayışını desteklemek için bir kenara itildim.

"Sen niye üzgünsün." Yanağından öptüm. Ne zaman üzgün olsam hissederdi. Çocukların hisleri kuvvetlidir derlerdi ama inanmazdım.

"Babam, ne oldu?"

"Bir şeyim yok bir tanem, sen yat bakalım hadi." Onu koltuğa geri yatırmaya çalışsam da yatmadan bana baktı. Kaşları çatıktı.

"Bir şeyin yoksa neden üzgünsün?" diye sordu, gözleri endişeyle parlıyordu. Hemen yanına oturup elini tuttuğumda, başını kucağıma doğru eğdi.

"Yok bir şey, sadece biraz yorgunum," dedim, sesimdeki yorgunluğun farkına vararak. Elinin sıcaklığı, ona ne kadar kıymetli olduğunu anlatma çabamda bana yardımcı oluyordu.

"Neden yorgunsun?" Diye yeni sorusunu sordu. "Sadece... yorgunum işte babacım." Diyerek kısa kestim.

"Telefonundaki o prenses abla ile mi küstün?" Bunu demesini beklemiyordum. Onun yanında olduğum her zaman telefonumdaki oyunları ile oynardı ama kılıfımda onun resmi ile birlikte taşıdığım Senem'in resmine dikkat edeceğini düşünmemiştim.

Bir an sessizlik çöktü. Kalbim hızla atmaya başladı. Ne diyeceğimi bilemedim. Küçücük bir çocuk, böyle bir şeyi nasıl fark eder?

"Prenses abla mı?" diye sordum, sesim kısılmıştı.

Ellerini kucağında birleştirip, kaşlarını biraz daha çattı. "Evet. O çok güzel bir abla. Tıpkı masaldaki Rapunzel gibi, sarı saçları var. Sen ona bakınca hep gülümsüyordun. Ama artık bakmıyorsun... Üzgün olduğun zaman da telefonunu hiç açmıyorsun."

Birden, boğazıma kocaman bir yumru oturdu. Senem'in fotoğrafını telefondan kaldırmamıştım. Ama her bakışımda, kaybettiğim her şeyin yükünü sırtımda hissetmekten korkuyordum. O fotoğraf, aramızdaki her anın, yaşadıklarımızın ve onun yokluğunun ağırlığını taşıyordu. O yüzden artık bakamıyordum.

"Evet babacım, prenses abla ile küstük..." Dedim hiç lafı evirip çevirmeden. Kübra'nın dudakları büzüldü. "O zaman özür dile, hemen barışırsınız. Bende bir arkadaşımla küstüğümde özür diliyorum, barışıyorum."

"Şuan... özür dileyemem..."

Kübra'nın yüzü iyice buruştu, sanki bir şeyleri anlamaya çalışıyordu. "Neden özür dilemezsin babam? O seni affeder. Sen prenses ablanın prensisin, değil mi?" diye sordu, sesi umutla doluydu.

Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapatıp toparlanmaya çalıştım. Küçük kızımın gözünde dünya bu kadar basitti, her şey affedilebilirdi, her şey düzeltilebilirdi. Ama bazen, ne kadar istersen iste, bazı şeyler geri alınamıyordu.

"Keşke bu kadar kolay olsaydı, güzelim," dedim, elini nazikçe tuttum. "Ama bazen özür dilemek yeterli olmaz. Bazen... bazı şeyler o kadar incitir ki, özür bile acıyı hafifletmez."

Kübra bir an duraksadı, sonra başını yana eğip bana baktı. "Peki, o prenses abla da mı özür dileyemiyor? O da mı üzgün?"

Bu soru beni darmadağın etti. Bir an gözlerim doldu ama toparlamaya çalıştım. Senem'in yaşadıkları, onun kayboluşu, söyledikleri, her şey içimde derin bir yara açmıştı. Ona ulaşamıyordum, özür dileyemiyordum, çünkü ortada ne affedilecek bir şey vardı, ne de gidilecek bir yer.

"Belki o da üzgündür," dedim kısık bir sesle. "Belki o da benim gibi hissediyordur. Ama bazen, bazı prensesler ve prensler birbirini bulamaz. Ne kadar isteseler de..."

Kübra, kaşlarını çatarak düşündü. Sonra yanıma gelip, kucağıma tırmandı ve başını göğsüme yasladı. "O nerede peki şuan?"

Zorlukla bir kez daha yutkundum. "Hastanede." Kübra, beş yaşında olmasına rağmen her şeyi bilen bir kızdı.

"Yanına gidelim mi? Ben konuşursam belki uyanır ve seni affeder?" Diye umutla sordu.

Kübra'nın küçük elleri göğsüme sıkıca sarılıyken, onun masumca sorusu içimdeki tüm duyguları daha da ağırlaştırdı. Bir yandan, onun bu saflığı ve umudu bana güç verirken, diğer yandan ne kadar çaresiz olduğumu bir kez daha hatırlıyordum. Senem'in durumu, sadece bir masaldan çıkmış bir prensesin uyanacağı kadar basit değildi. Onun gerçek dünyasında yaralar çok derindi, belki de asla kapanmayacak kadar.

Derin bir nefes aldım, gözlerim dolu dolu Kübra'ya bakarken, başını okşadım. "Tatlım, keşke öyle kolay olsaydı," dedim. "Ama prenses abla, çok derin bir uykuya daldı. Öyle bir uyku ki, onu bizim sevgimiz bile hemen uyandıramaz. Ama senin gibi güçlü bir kalbin var... ve belki o da bunu hisseder."

Kübra, gözlerini kocaman açıp bana baktı. "Onun yanında olur, elini tutarsak uyanmaz mı? Masallarda prens, prensesi hep öpünce uyanıyor. Sen de öpersin babam, olur mu?"

Bir an kelimeler boğazımda düğümlendi. Küçük kızımın dünyasında her şey mümkün olabilirdi; bir öpücük, bir dokunuş her şeyi değiştirebilirdi. Ama gerçekler o kadar acımasızdı ki, ona bunu anlatmak zorundaydım. Yine de, içimdeki sevgi ve umut, onun bu sorusunu nazikçe yanıtlamamı gerektiriyordu.

"Belki," dedim, hafif bir gülümsemeyle. "Babam, lütfen gidelim yanına! Ben görmek istiyorum, hem korkmam ki ben, seni de gördüm öyle."

Geçen yıl bir görevdeyken yaralanıp yoğun bakımda kalmıştım... onu Kübra görmüştü. O günden beri benimle korkmadan konuşuyordu bu konuları. Beş yaşına göre fazla olgun ve cesur bir kızdı.

"Tamam," Diye mırıldandım usulca. "Ama orada sessiz olacaksın ve benim dediklerimi yapacaksın, tamam mı?"

Kübra hevesle başını salladı. Hemen koltuktan inerek kapıya koştu. Bende yorgun adımlarla onun peşinden yavaşça ilerledim. Suna abla mutfak kapısından çıktığında ona döndüm. "Sağ ol abla, Kübra'ya sürekli baktığın için."

Suna abla gülümsedi. "Ben zevk alıyorum Kübra'ya bakarken. Çok tatlı bir kız. Hem Eylül ile de birlikte oynuyorlar."

Kübra'nın üzerine montunu giydirdim ve kafasına pembe şapkasını taktım. Pembe eldivenlerini de eline geçirdiğimde elinden tutarak bir taksi ile tekrardan hastaneye geldik.

Hastanede durum aynıydı. Herkes bitik durumdaydı. Bizi görenler ilk önce bana, sonra Kübra'ya bakıyordu.

Hastaneye geri gelmemle birlikte gözlerim tekrardan dolarken kalbim bir kez daha sıkıştı.

Hastaneye adım attığımızda, içeri dolan steril kokuyla birlikte yüreğimdeki acı tekrar ağırlığını hissettirdi. Kübra, küçük adımlarıyla yanımda yürüyordu, elimi sıkı sıkıya tutuyordu ama gözleri etrafta olan biteni dikkatle inceliyordu. Küçük bedeniyle, hastanenin ağır atmosferini anlamaya çalışıyordu, ve ben onun bu olgunluğu karşısında hem gururlu hem de içten içe kırgındım. Bir çocuğun bu kadar şeyi anlamak zorunda kalması, hayatın ne kadar adaletsiz olduğunu gösteriyordu bana.

Bizimkilerin yanına yaklaştığımızda, içimde bir düğüm daha sıkılaşıyordu. Hemşireler bizi görünce gözlerinde şaşkınlık belirdi, ama kimse bir şey demedi. Hastanede herkes acıyla iç içeydi, bu yüzden bir çocuğun burada bulunması bile sorgulanmıyordu.

"Kübra, şimdi sessiz olacağız tamam mı?" diye fısıldadım, başını aşağı yukarı sallarken ciddiyetle bana baktı. "Evet babam, söz."

"Abi..." Baran, yorgun sesindeki şaşkınlığı gizleyememişti. Bizimkiler Kübra'yı tanıyordu ama Alpay ve yeni gelenler tanımıyordu.

Alpay'a ve Senem'e bahsetmiştim ama hiç canlı tanışmamışlardı. "Kübra, durmadı da evde..." Diye mırıldandım sandalyelerden birine otururken.

Hepsinin şaşkın bakışları altında Kübra'yı kucağıma alarak sandalyeye oturdum. Kübra, yanımdaki yabancı yüzleri inceliyor, ama hala sessiz kalıyordu, söz verdiği gibi.

Küçük kızı getirdiğim için bir yandan içimde suçluluk vardı; bu ortam ona göre değildi. Ama Kübra, sanki yaşından daha büyük biriymiş gibi durumu kavrıyordu. Yabancılara bakıp gözlerinde bir merak parıldasa da, soru sormadı.

"Kızın, Kübra mı?" diye sordu Alpay, kısık bir sesle. Sesi bile duygudan arınmış, acı içindeydi. Başımı salladım. Kübra, Alpay'ı uzun uzun inceledi.

Sonra yavaşça beni dürttü. Ona doğru eğildiğimde kulağıma fısıldadı. "Çok üzgün, yanına gidebilir miyim? Sarılırım ona, sen hep sarılmanın iyi olacağını derdin bana." Dediğinde acı içinde gülümseyerek başımı salladım.

Kübra, yavaşça kucağımdan inerek minik adımlar eşliğinde Alpay'ın yanına gitti.

Alpay, başını hafifçe kaldırıp Kübra'nın ona yaklaştığını fark ettiğinde bir an afallamış gibiydi. Gözlerinde, onun varlığına anlam vermeye çalışan bir ifade vardı. Kübra'nın minicik adımları ve yüzündeki saf masumiyet, bu kasvetli ortamda alışılmadık bir sıcaklık getiriyordu. Küçük kız, tam Alpay'ın yanına geldiğinde, tereddüt etmeden ona doğru uzandı.

Alpay, şaşkınlıkla bakarken, Kübra'nın ince kolları onun boynuna dolandı. Küçük kız, sımsıkı sarıldı. "Üzgün olduğunu biliyorum," dedi Kübra, Alpay'ın boynuna yaslanarak. "Babam hep der ki, sarılmak insanı iyileştirir. Belki seni de iyileştirir, prenses abla da sen iyileşirsen iyileşir."

Alpay'ın gözleri doldu. Bir an kaskatı kesilmiş gibiydi ama sonra içindeki tüm o acı, küçük kızın şefkatiyle bir nebze olsun hafifledi sanki. Elleri yavaşça Kübra'nın sırtına dokundu. O küçük bedene sarılmak, uzun zamandır içinde tuttuğu tüm o kederi biraz olsun hafifletiyordu.

Kübra'nın bu kadar masum ve içten bir şekilde sarılması, Alpay'ın gözlerindeki soğukluğu çözüyor, o kadar derin bir acının ortasında bile insanlığı hatırlatıyordu.

"Prenses abla kim?" Diye sordu Alpay. Kübra eli ile pencerenin ardında makinalara bağlı olan Senem'i gösterdi. "Babamın telefonunda gördüm prenses ablayı, Rapunzel gibi, çok güzel. Prenses gibi." Dediğinde herkesin yüzünde bir tebessüm oluştu.

Alpay, bir elini uzatıp Kübra'nın beresinden çıkan siyah saçlarını arkaya attı. "Sende çok güzelsin." Diyerek bir kez daha sarıldı Kübra'ya. Sanki... Senem'e sarılır gibi.

"Yanına girebilir miyiz?" Alpay, yutkunarak ona baktı.

Alpay, Kübra'nın sözleriyle derin bir nefes aldı, bakışlarını pencerenin ardından Senem'e çevirdi. Onu o halde görmek içini daha da burkuyordu, fakat Kübra'nın masumiyetinden gelen sorunun karşısında, bir an için bile olsa umutla dolmuştu. Kübra'nın "prenses abla" dediği Senem'in güzelliği, masallardaki gibi bir kurtuluşu olmasa da, o küçük kızın gözünde hâlâ büyülüydü.

"Yanına girebilir miyiz?" Kübra'nın sorusu Alpay'ı bir an sessizliğe gömdü. Yutkunarak derin bir nefes aldı ve gözlerini babasına çevirdi, sanki ondan bir cevap arar gibi. Babasının onayıyla, kararlı ama içi kırık bir şekilde başını salladı.

"Önce doktor abla ve abilere sormamız lazım" diye fısıldadı Alpay, bir yandan da kendi içinde bu anı nasıl taşıyacağını düşünüyordu. Kübra başını sallayıp, minicik elleriyle Alpay'ın elinden tuttu. Birlikte doktorun yanına ilerlediler.

Doktordan izin almış olacaklar ki ikisi birlikte içeri girdiğinde hemşireler hastanın mikrop kapmaması için ikisini hastane kıyafetlerinin içine soktu.

☪☪☪

İlahı Bakış Açısı...

Kapı açıldığında, odanın içindeki o soğuk ve ağır hava onları karşıladı. Senem'in hareketsiz bedeni, ona bağlı makinaların ritmik sesleriyle yaşıyordu sanki. Kübra, babasına ve Alpay'a dönüp gözlerinde büyük bir merakla ama bir o kadar da dikkatle yürüdü, Senem'in yanına kadar geldi.

Küçük kız, Senem'in eline uzandı, parmakları minik ellerinin arasında kaybolurken, fısıldar gibi konuştu. "Merhaba prenses abla... Kübra ben. Seni uyandırmaya geldim..." Senem cevap vermedi.

Odanın içerisinde sadece Senem'in bağlı olduğu makinaların sesleri vardı. Alpay, kardeşini yakından görmeye dayanamamış gibi sessizce ağlamaya başlamıştı.

Kübra, yavaşça eğilip Senem'in soğuk ve bembeyaz olan yüzünde yanağına küçük bir öpücük bıraktı. "Masalda prenses öpülünce uyanıyordu, sende uyan olur mu? Dışarıdaki bütün abiler çok üzgün. Uyan sende, masallar hep mutlu sonla biter."

Kübra'nın küçük öpücüğü, odadaki ağır havayı bir anlığına bile olsa hafifletmişti. Herkes derin bir nefes aldı ama hiç kimse Kübra'ya bu masumane inancın, gerçeklerle çarpıştığını anlatacak gücü bulamıyordu.

Alpay, gözyaşlarını durduramıyordu. Kübra'nın masumiyeti, kardeşini böylesine hareketsiz görmekle birleşince, tüm duyguları kontrol edilemez bir hâl almıştı. Küçük kızın sözleriyle içinde yıllardır taşıdığı acı bir kez daha açığa çıkmıştı. Sessizce yere çöküp ellerini yüzüne kapadı.

Kübra, onu elini tuttu. "Masallar her zaman mutlu biter, prenses abla uyanacak." Doktor, artık çıkmaları gerektiğini söylediğinde ikisi de sessizlik içerisinde yoğun bakımdan çıkıp boş sandalyelere oturup beklemeye başladılar.

Aradan gene saatler geçti, her geçen saat Sönmez Timi'nin ömründen azap gibi azalıyordu.

Yoğun bakım odasında zaman adeta durmuş gibiydi. Makinaların ritmik ve düzenli sesleri odayı dolduruyor, her nefes alış verişi, her kalp atışı teknolojinin soğuk denetimi altında kontrol ediliyordu. Sessizlikle harmanlanmış bu steril atmosferde, her şey durağan görünüyordu, ama bekleyenler için her an bir ömür kadar uzundu.

Senem'in bedeni hareketsizdi, yüzü solgun ve ifadesizdi. Makinalara bağlı incecik kablolar, onun yaşadığını hatırlatan tek şeydi. Oda dışında bekleyenlerin duaları ve gözyaşları arasında zaman yavaşça ilerliyordu.

Sonra, o an geldi.

İlk önce çok hafif bir kıpırtı oldu, neredeyse gözle görülmeyecek kadar belirsizdi. Senem'in parmakları hafifçe titredi, ardından göz kapaklarının altında minik bir hareketlenme oldu. Kalp monitöründeki ritim bir an için hızlandı, hemşirelerin gözleri hemen ekrana kaydı.

Senem'in kirpikleri titredi, göz kapakları ağır ağır aralandı. Önce sadece ışığı hissetti, odanın beyaz ışıkları gözlerine dolarken gözleri birkaç kez açılıp kapandı. Sanki tüm bu süre boyunca bir rüyanın içindeymiş gibiydi, ama şimdi, yavaş yavaş gerçekliğe dönüyordu. Kafasında bir uğultu, bedeninde bir ağırlık vardı. Fakat nihayet, gözleri tamamen açıldı ve odayı bulanık bir şekilde görmeye başladı.

İlk nefesi daha derindi, derin ve sarsıcı. Makinalar yeniden bir değişim kaydetti, monitörlerde yeni bir dalgalanma belirdi. Hemşireler hızla hareket etmeye başladı, ama o anın mucizesi Senem'in yüzüne yavaşça yerleşen farkındalıkla birlikte herkesin yüreğini doldurdu.

Senem, dudakları kurumuş olsa da hafifçe kıpırdandı, sanki bir şey söylemek istiyordu ama sesi çıkmadı. Gözleri yavaşça odada dolaştı, henüz bilinci tam olarak yerine gelmemişti ama varlığını hissetmeye başlıyordu. Yaşıyordu.

O anda, bekleyenlerin dünyası değişti. Dışarıdaki umutlar yeşerdi, gözyaşları sevinçle karıştı. Senem'in yavaşça ama kesinlikle gözlerini açması, bir mucizenin gerçekleştiği o nadir anlardan biriydi.

Sönmez Timi, camın ardından sevinç gözyaşları akıtırken ve birbirine sarılırken Senem tepki veremedi. Oysa iki kelime de olsa bir şeyler demeyi çok isterdi ama ağzına takılı maske buna engel oluyordu.

Sönmez Timi için azap gibi bir bekleyiş daha son buldu.

Senem Uyanmıştı.

-Bölüm Sonu-

-Bölüm nasıldı?

-En sevdiğiniz sahne?

-Sizce Senem ve Kürşad'ın arası bundan sonra nasıl olacak?

 

Bölüm : 20.02.2025 20:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...