5. Bölüm

Bölüm 4

Ceren Su Karadağ
karadagceren

Selammm!

Nasılsınız? Ben çok iyiyim, umarım sizde iyisinizdir.

Bölüme başlamadan önce lütfen oy verip satır aralarına yorum bırakalım.

---

"Vatan için can veren bütün şehitlerimizin anısına. Saygı ve rahmetle anıyoruz..."

---

Hissediyordum. Ölüm bana yakındı. Azrail, karşımdaydı ve ecelim olmak için saniyelerini bekliyordu.

Harp Akademisinde yaptığımız öğrencilik yıllarımızda bize her gün öleceğimizi söylerlerdi. Her gün bizim ölüm günümüzdü. Çünkü biz; milletimiz daha çok yaşasın diye canını hiçe sayan askerlerdik, savaşçılardık.

Bizim için her gün, ölüm tarihimizdir.

Sabah göreve çıkmadan önce başımızı yastığımızdan kaldırdığımızda 'Dün ölmedik ama bugün ölüm günümüz' derdik kendimize.

Her gün, her sabah bunu der ve tekrar ederdik. Akşamları ise başımızı yastığa koyarken bir kez daha Allah'a şükrederdik.

Herkesin bir hikayesi vardır ve her hikayenin bir sonu vardır. İyi veya kötü. Ama bir son mutlaka vardır.

Ben kendi hikayemin son cümlelerini yazıyordum şuan.

Korkuyor muydum peki? HAYIR.

İçimde zerre kadar korku yoktu. Ne saniyeler aktıkça başıma daha fazla baskı uygulayan namludan, nede ölümden korkuyordum.

Çünkü biliyordum; Biz ölmezdik, şehit olurduk.

Biliyordum, bu bir son değildi. Şehitlik, bizim inancımıza göre bir bitiş değil, bir başlangıçtı. Biz ölmezdik; biz, Allah katında ölümsüzleşirdik. Bu yüzden Azrail'in varlığı, korkutucu bir tehdit değil, kutsal bir görev gibi hissediliyordu. Görev tamamlandığında, ruhumuz Allah'a kavuşacaktı.

Zihnimde, Harp Akademisi'ndeki eğitim anılarımız canlanıyordu. Komutanlarımızın sert yüzleri, ama bir o kadar da içten gelen sözleri kulaklarımda çınlıyordu:

"Asker, korku nedir bilmez. Korku, düşmanındır. Eğer korkarsan, milletin arkanda duramaz. Sen önde yürü, milletin sana güvensin. Ve unutma, bu bayrak yere düşmeyecek! Gerekirse canını siper edeceksin ama bu bayrağı namerdin eline bırakmayacaksın! Yerlere düşürmeyeceksin!"

İşte o günlerde anlamıştım, korkunun bir seçenek olduğunu. Bugün de aynı şekilde dimdik duruyordum. Zincirlerle bağlanmış olabilir, bedenim kan içinde olabilir, ama ruhum özgürdü. Ve bu özgürlük, hiçbir şeyle kıyaslanamazdı.

Gözlerimdeki kararlılık silinmemişti. Hâlâ aynı kendine güvenen bakışlarla ekrana bakıyordum.

Şehadet şerbetini içmek bugüne kısmetmiş demek ki Asos.

"Korkuyor musun, Kızıl Komutan?" Hâlâ canlı yayındaydık. Beni öldürmeden son kez milletime ve komutanlarıma karşı rezil edebileceklerini düşünüyorlardı.

Onlarla alay edercesine güldüm. "Korkmak mı? Hemde sizden?" Gülüşüm kahkahaya dönüştü. "Benim milli marşım Korkma! Diye başlıyor, adi herif! Biz sizin aksinize Allah'tan başka kimseden korkmayız! Biz ölümle cirit adan bir milletiz. Ne ölüm bize ar; ne kara toprak dar gelir! Şehitlerimizin kanıdır bizim bayrağımıza renk veren!" Başımın arkasındaki silahın baskısı arttı.

Başımın arkasındaki namlunun soğuk baskısını hissediyordum ama bu, içimdeki cesareti zerre kadar sarsmıyordu. Beni susturacaklarını, bu sözlerimle milletimin gözündeki gücümü kırabileceklerini sanıyorlardı. Ama yanılıyorlardı. Bu millet, korkunun değil, cesaretin ve imanın destanını yazmış bir milletti.

Sesim yükseldi, daha da kararlı bir tonla devam ettim:

"Beni öldürmekle ne kazanacağınızı sanıyorsunuz? Ben öleceğim, ama bu bayrak, bu millet, bu vatan ebediyen yaşayacak! Şehitlerimizin kanıyla sulanmış bu topraklarda, binlerce Asel doğacak! Ve siz... Siz korkaklar, adınızı bile tarihe yazdıramayacaksınız!"

Oda sessizleşmişti. Sadece benim yankılanan sesim ve nefes alış verişleri duyuluyordu. Karşımda duranların yüzünde, içlerinde büyüyen öfkeyi ve çaresizliği görebiliyordum. Onların silahları vardı, ama bizim imanımız, inancımız ve ardımızda duran bir milletimiz vardı.

Silahı tutan adam, sinirle bağırdı: "Sus! Konuşma artık!"

Ama ben susmadım. Daha da bağırarak devam ettim:

"Konuşacağım! Çünkü ben bu milletin bir neferiyim! Biz susarsak vatan susar, biz susarsak bayrak susar! Sık hadi tetiği, adi korkak! Bakalım bir şehidin son nefesiyle ne kadar yaşayabileceksiniz!"

Bu sözlerim, onların ellerini titretmişti. İçlerinden biri bir adım geri çekildi. Onların gözündeki korkuyu görmek, benim zaferimdi.

Başımdaki baskı daha da arttı, ama ben başımı dimdik tutmaya devam ettim. Gözlerimi ekrana dikip milletime son bir mesaj verdim:

"Unutmayın! Biz ölürüz, ama bu bayrak yere düşmez. Bu vatan bizimdir ve sonsuza dek bizim kalacak!"

Son nefesimi vermeye hazırdım. Ama bu, onların değil; Allah'ın takdiriydi. Eğer bugün şehadet şerbetini içeceksem, onurumla, şanımla içecektim.

"Son sözlerini söyle, Kızıl Komutan."

Kalkan Timi'nin bu yayını izlediklerini biliyordum. Onları hatırlayınca içim burkuldu. Kalbim ilk defa sıkıştı. Hepsinin ekran başındaki durumlarını tahmin edebiliyor, tahmin etmekten çok emindim.

Benim için olmayan öz abim gibi olan Kürşad abi... Allah'a sığınarak dualarını okuyordur ama o da gerçeği biliyor. Yıkılmıştır.

Yıllar önce kaybettiği kız kardeşi gibi benim ölümünü ona izletiyorlardı.

Bir derdim olduğunda iki eli kanda olsa bile yardımıma koşan Koray... Yanındaki komutanları umursamadan saydırdığı bütün küfürlerini duyabiliyordum.

Her yarama merhem olan Uras... Gözündeki yaşlar ile ekrana bakıyor ve intikam yeminleri ediyor.

Beni bir abla, bir anne olarak gören yetim kardeşim Baran... Şimdi yetimliğine bir yetimlik daha ekleniyordu.

Şu birlikte geçirdiğimiz yıllarda hepsi ailem, kardeşim olmuşlardı. Hayatım olmuşlardı. Son kez onlar için içimden dua ettim; Allah'ım, kardeşlerimi koru. Onlar önce sana, sonra birbirlerine emanetler.

Son kez konuşmak için dudaklarımı araladım; "Kalkan Timi, birbirinize sahip çıkın. Ben olmasam bile bir arada kalın. Benim arkamdan üzülmeyin. Sizi önce Allah'a, sonra birbirinize, sonra Türk Milleti'ne emanet ediyorum. Hakkınızı helal edin."

Derin bir nefes aldım. Son kere kendimden emin bir şekilde kameraya baktım. Ve sonra... bir ses yankılandı. Bir silah sesi... ve onu takip eden başka bir silah sesi.

Ama... ama ölmemiştim.

Sesin geldiği yöne baktığımda bir kadın ve bir erkek, üzerlerinde asker üniformaları ve ellerindeki silahları ile kapının orada duruyorlardı. Omuzlarındaki Türk Bayrağı, ilk dikkatimi çeken şey olmuştu.

Türk Askeri, gene askerini tek bırakmamıştı.

Vücudumdaki dehşetli bir sızıyla dişlerimi sıktım. Benim başıma silah dayayan terörist ölmüştü ama başka bir adamın sıktığı kurşun bana isabet etmişti.

Omzum ve kalbim arasında çok yakın bir mesafede olan yaramı fark ettim ama tepki veremiyordum. Başım dönüyordu. Görüşüm bulanıklaşıyordu.

Kapıdaki iki asker hızlıca yanıma koştu ve bileklerimdeki zincirleri çözdüler.

"Bulduk seni, Yüzbaşı Sönmez."

☪☪☪

"Orada ne yaşandı az önce öyle?" Diye mırıldandı Gökhan. Alayın harekât merkezinde bulunan herkes büyük bir şaşkınlık içerisindeydi. Herkes beyninden vurulmuş gibiydi.

Ölen kişi Yüzbaşı Asel Sönmez değildi. Ölen kişi; ona silah tutan ve saniyeler sonra onu öldürecek olan o düşmandı.

Harekât merkezinde bir anlık sessizlik hakimdi. Herkes ekrandaki görüntülere kilitlenmiş, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gözler şaşkınlık ve hayretle dolmuştu.

Bir süre sonra ekranda iki kişi belirdi; Yüzbaşı Alpay Yenilmez ve kız kardeşi Teğmen Senem Yenilmez. Ellerindeki silahları ile ikisi de ekranda gözüktü.

Yüzbaşı Alpay, Yüzbaşı Asel'i vurmak üzere olan adamı öldürmüştü ama başka bir silahtan çıkan kurşun Yüzbaşı Asel'e isabet etmişti.

Harekât merkezindeki sessizlik, ekrandaki yeni görüntülerle birlikte yerini yoğun bir gerilime bıraktı. Gözler, ekranda beliren Alpay ve Senem'e çevrilmişti. Yenilmez Kardeşler, tıpkı isimlerinin hakkını verircesine düşmanların arasına dalmış, Asel'i kurtarmak için hayatlarını ortaya koymuşlardı.

Ancak bir şey herkesin yüreğini sıkıştırıyordu: Yüzbaşı Asel Sönmez, vurulmuştu.

Alpay'ın yüzündeki öfke ve kararlılık, ekranın diğer tarafında bile hissediliyordu. Silahını sıkıca kavramış, önüne çıkan herkesi tek tek etkisiz hale getirirken, gözleri Asel'den bir an olsun ayrılmıyordu. Yanında ilerleyen Senem, ağabeyine uyum sağlayarak düşmanların dikkatini dağıtıyor ve aralarındaki eşsiz koordinasyonla birden fazla noktaya saldırıyordu.

Senem, hızlı bir hamleyle Asel'in bağlı olduğu zincirlere yöneldi. Kısa bir süre içinde zincirleri çözmeyi başardı.

"O ikisinin orada ne işleri var?" Bu sorunun cevabını kimse bilmiyordu.

Harekât merkezinde herkesin aklında aynı soru yankılanıyordu: "Yenilmez Kardeşler nasıl oraya ulaştı? Ve neden emir gelmeden harekete geçtiler?"

İshak Albay, sessizliği bozarak keskin bir emir verdi:

"Şimdi zamanı değil! Durumu kontrol altına alın, herkes görevine odaklansın!"

Ancak bu soru, özellikle merkezdeki subayların zihinlerinde dönüp duruyordu. Yenilmez Kardeşler'in harekâta katılmaları ne bir planın parçasıydı ne de Albay'ın emriyle gerçekleşmişti.

☪☪☪

Yanıma gelen kadın asker arkamdaki zincirleri çözerek beni kaldırdı. "Komutanım, iyi misin? Cevap verin komutanım!"

Kendimi zorlayarak kesik kesik nefesler aldım. "İ-iyiyim," kelimesi ağzımdan yuvarlanarak ve titreyerek çıkmıştı.

Kadın askerin sesi endişeyle titriyordu, ama gözlerindeki kararlılık da görülmeyecek gibi değildi. Zincirlerimin çözülmesiyle bileklerimdeki acıyı daha fazla hissetmeye başladım. Derim, zincirlerin baskısından yara içinde kalmıştı.

Ayağa kalktığım anda dengem sarsıldı. Yalpalayarak öne doğru düşecektim ki diğer asker beni tuttu ve son anda yakaladı. Zihnim giderek bulanıklaşıyordu.

Bir kere daha adım atmak istediğimde uzun süre boyunca bağlı olan bacaklarım dengesini sağlayamadı ve yaramdan dolayı dengemi iyice kaybederek büyük bir hızla yere yığıldım.

Kadın asker hızla yanımda belirdi ve beni yeniden kaldırmaya çalıştı. Ancak vücudum ağırlığıma ihanet ediyordu; sanki her adımda bacaklarımın altında zemin kayıyordu. Yara aldığım yerden yayılan sıcaklık ve ağrı tüm bedenimi sarmıştı.

Arkamda kalan asker silahını hızlı bir hareketle yanındaki kadına verdi ve bir kolunu bacaklarıma bir kolunu da sırtıma doğru sararak beni kucağına aldı.

Yüzüm, göğsüne doğru düşerken nefes alışverişlerim kesiliyordu. "Dayan yüzbaşı. Seni daha yeni bulmuşken kollarımda ölmene izin vermem." Sözlerini duyuyordum ama bilincim giderek kapanıyordu.

Yaramdan akan kan beni taşıyan askerin üniformasına bulaşıyordu.

Asker beni taşıdığı sırada adımlarını hızlandırdı. Nefes alışverişlerindeki belirgin ritim, hem yorgunluk hem de endişeyi ele veriyordu. Yüzümü kaldırmaya çalışsam da, her denemede başım yeniden göğsüne düşüyordu.

"Anne, baba... yanınıza gelsem bana çok kızar mısınız?" Bilincim kapanıyor, ne dediğimi bilmiyordum.

"Ben... ben sanırım yanınıza geliyorum. V-vatan... vatan sağ... olsun..."

Bilincim tamamen kapanmadan önce son hatırladığım şey beni taşıyan askerin kulağıma eğilip fısıldamasıydı; "Daha şehit olmak için çok vaktin var, yüzbaşı. Dayan."

☪☪☪

"Komutanımızın durumu nasıl, Doktor Bey?" Boğazımda hissettiğim yakıcı bir his ile gözlerimi zorlukla olsa bile aralamayı başardım. Etrafımdaki sesleri duyuyordum ama ne olduğunu algılayamıyordum.

"Hayati tehlikeyi atlattı, şuan endişenmemizi gerektirecek bir durum yok. Uyanması an meselesi olabilir."

Gözlerimi aralamaya çalışırken başımda yoğun bir baş ağrısı vardı, ama her geçen saniye biraz daha netleşen bir gerçek vardı; kendimi yoğun bir karanlığın içinde, bir yerlerde kaybolmuş hissediyordum. Etrafımda konuşan sesler netleşmeye başladı, ama bir türlü kim olduklarını seçemiyordum. Hissedebiliyordum, ama sanki her şey çok uzaktı.

Boğazımdaki yakıcı his ile ani bir öksürüğe yakalandım ve odada bulunan herkesin bakışları bana döndü.

"Komutanım, iyi misiniz?"

"Su..." Bana taktıkları oksijen maskesini çıkartarak derin bir nefes almaya çalıştım. Öksürüklerim hâlâ devam ederken Baran hızlıca sürahiden bana bir bardak su doldurdu.

Kürşad abi, bir elini sırtıma koyarak doğrulmama yardımcı olurken Baran suyu içmemde bana yardımcı oldu.

Su, boğazımda yankı yaparak geçti ve biraz rahatlamıştım. Öksürüklerim azalmıştı ama hâlâ bedenim zayıftı. Yavaşça başımı kaldırarak etrafıma baktım, her şey bulanık ve karmaşıktı. Kürşad abinin elleri sırtımda güven verici bir dokunuşla sabırla beni destekliyordu.

Baran, suyu bir an olsun elimden bırakmadan gözlerimle bana odaklandı, sanki bir şeyler söylemek istiyordu ama sustu.

"Teşekkür ederim..." dedim, boğazımda kalan tıkanıklık hissiyle. Yavaşça gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kendimi daha güçlü hissetmeye başlamıştım ama hâlâ her şeyin farkında değildim, sadece etrafımdakilerin varlığı bana bir şekilde güven veriyordu.

"İyi misiniz komutanım?"

Başımı sallayarak Baran'ı onayladım. "Ne zamandır buradayım?" Bakışlarım hepsinin yüzünde gezindi. Odanın içerisinde Kalkan Timi'nin dışında beni kurtarmaya gelen iki asker ve tanımadığım bir asker daha vardı ama çok umursamadım.

"Yaklaşık üç gün oldu komutanım."

Bütün vücudum sızlıyor Asos.

Yanıma doğru yaklaşan doktor başımda dikildi ve elindeki dosya ile birkaç inceleme ve kontrol yaptı. "Ne zaman çıkabilirim?"

Dosya ile ilgilenen doktorun bakışları bana döndü. "Yaranız oldukça riskli bir yere denk gelmiş, yüzbaşım. İyileşme süreciniz biraz ağrılı ve zorlu olacak. Bu süre boyunca sizin kendinizi zorlamamanız lazım. Aksi takdirde iyileşme süreniz uzayabilir veya tamamen sakat kalabilirsiniz. En az iki hafta hastanede, kontrolümüz altında olmalısınız."

Bütün vücudum sızlıyordu, ama en çok başımın, omuzlarımın ve sırtımın acı çektiğini hissediyordum. Sözleri duymama rağmen, her şeyin ne kadar zorlayıcı olacağını zaten tahmin edebiliyordum. Yaranın riskli olduğu ve iyileşme sürecinin uzun olacağına dair doktorun söylediklerine tam anlamıyla katılıyordum, ama bunu kabul etmek kolay değildi.

"İki hafta mı?" dedim, sesimde biraz güçsüzlük vardı ama içinde bir kararlılık da saklıydı. "Hastanede kalmam mı gerekiyor?"

Doktor, gözlüklerinin üzerinden bana bakarak, dosyasını biraz daha inceledi ve sonra gözlerini kaldırıp doğruca bana odaklandı. "Evet, yüzbaşım. İyileşme sürecinizi burada denetleyeceğiz. Şu anda vücudunuzun toparlanması, düzenli dinlenmeye ihtiyacı var."

"Doktor Bey, siz ne diyorsunuz Allah aşkına? Ne sakat kalması? Ne iki haftası?" Diyerek hiddetle konuştuğumda doktor iç çekti. "Aldığınız kurşun göğsünüz ve omzunuz arasındaki bütün doku kaslarınıza zarar vermiş. Tam olarak iyileşmeden kendinizi zorlarsanız tamamen oluşacak bir kas kaybı söz konusu. Bu sizin meslekten erken emekliliğinizi bile isteyebilecek, ciddi bir risk."

Doktorun sözleri, içimde bir şeyleri parçaladı. Kendi vücudumu dinlerken, hissettiğim acı her şeyin farkında olduğumu anlatıyordu, ama bir meslekten erken emeklilik... Bu düşünce, her zaman savaşa atılmanın getirdiği o istekle çelişiyordu.

"Anladım... sağ olun." Doktor, gülümseyerek odadan çıktığında sinirle bir nefes aldım. "Sakat kalacakmışım! İki kurşun yedim diye gelmiş bana sakat kalacaksın diyor lan!"

Koray, "Komutanım, sakin olun." Diyerek yerinden kalktı ve yeniden uzanmamda bana yardımcı oldu ama içimdeki öfke dinmiyordu.

"Ben sakinim, Koray!"

Belli Asos. Sakinsin. Sen hiç sinirli olur musun? Sen ve sinir... aynı cümlede bile kullanılamaz.

"Geçmiş olsun, komutanım." Karşımda duran sarışın kadın askeri inceledim. Mavi gözleri yorgun olduğunu belli edercesine kızarmıştı ve beni inceliyordu.

"Sağ ol?"

Kadın asker oturduğu refakatçı koltuğundan kalkarak karşımda hazır ol duruşuna geçti. "Teğmen Senem Yenilmez," Selamına baş selamı ile karşılık verdim.

Ardından diğer asker girdi görüş açıma.

Kumral ve ela gözlü bir adamdı. Boyu epey uzundu. Bir doksan sekiz civarında olabilirdi. Belki de daha uzun.

İki metreden fazla bile olabilirdi.

Asos, bak Asos! Analar, babalar neler doğuruyor? Anacım!

Bayan Çok Bilmiş, şuan çapkınlığın sırası değil. Lütfen susar mısın?

Nasıl susayım Asos? Yalan mı ayol? Baksana şu meteorun endamına, duruşuna... yemin ederim eridim, bittim!

"Geçmiş olsun, Yüzbaşım." Gözlerim üzerindeki üniformanın sağ omzundaki üç yıldızla karşılaştı. O da yüzbaşıydı, benim gibi.

"Sağ olun, Yüzbaşım."

Yüzbaşının postalları zeminde ses çıkartarak yanıma geldi. "Yüzbaşı Alpay Yenilmez."

Bu ismi daha önce duymuştum. Yüzbaşı Alpay Yenilmez, Özel Kuvvetler'in en iyi askerlerinden biriydi.

Yüzbaşı Alpay Yenilmez'in adı, bana hemen bir şeyler hatırlatmaya başladı. Özel Kuvvetler'in en iyi askerlerinden biri olduğunu biliyordum, ama adının ardındaki başarılar, kahramanlık hikayeleri hep bir yerde kulaklarımda yankı yapmıştı. Bir süre, tanıştığım ilk anda yaşadığım küçük şoku atlattım.

Yüzbaşı Yenilmez, omzundaki yıldızlarıyla daha da belirginleşen, oldukça etkileyici bir duruşa sahipti. O kadar kendine güvenen bir adamdı ki, odaya girdiğinde, ortam bir anda değişmiş gibiydi. Bakışları, sanki bu anı yıllarca beklemiş gibi soğukkanlıydı.

"Alpay Yenilmez," diye tekrarladım, hafifçe gülümsediğimde. "İyi askerlerden olduğunuzu duymuştum."

Yüzbaşı, sessizce başını sallayarak bir adım daha yaklaştı. "Bunu duymanız önemli değil, Yüzbaşım. Bizim görevimiz her zaman ülkemizin güvenliği. Bu da işin bir parçası."

Bir an için bir meslektaş olarak, askeri disiplinin ve kendine güvenin verdiği o sert ama doğru tavırları gördüm. Özel Kuvvetler'in seçkin kadrosunun bir parçası olarak, her adımında bir amaç vardı.

"Size yardımcı olabileceğim bir şey var mı, Yüzbaşım?" diye sordu, sesi net ve kararlıydı.

"Şimdilik, sadece toparlanmam gerek," dedim. "Ama ileride bir şey olursa, belki."

Yüzbaşı Yenilmez, odadaki havayı bir süre inceledikten sonra, başını hafifçe eğdi. "İhtiyacınız olduğunda buradayım, Yüzbaşım."

Sözleri hem destekleyici hem de profesyoneldi. Yüzbaşı Yenilmez, kendisini zaten ispatlamış biri gibi duruyordu. Birlikte aynı çatıda, aynı hedefe doğru yürüdüğümüzü hissedebiliyordum.

"Rütbeden çıkabilir miyiz?" Koray'a gülerek başımı salladım. Anında yanıma oturarak beni kendisine çekti ve sıkıca sarıldı.

"Aklımız çıktı Asel..." Koray, dağılan kızıl saçlarımı okşarken yüzümdeki tebessümle başımı omzuna yasladım. "Yapma be Koray. O kadar eğitim aldık, iki üç orospu çocuğunun elinde ölecek değilim ya?"

Kürşad abi, hafifçe öksürdüğünde bakışlarım ona döndü. "Hiç öksürme sende Kürşad! Din dersine de başlama lütfen. O herifleri doğuran anaların ayakları altında Cennet falan olamaz!"

Kürşad abi, bu konularda -özellikle din konusunda- çok hassastı. İçimizde dinine en bağlı yaşayan kişi oydu. Bugünden bugüne ağzından küfür değil, tek bir beddua bile duymamıştım. Namazını kılar, orucunu tutar ve Kur'an'ını sürekli okurdu.

Koray, hafifçe gülerek başını salladı ve ardından gözlerinde bir parıltı belirdi. "Asel, ciddiyim. Bu işin sonunda bizim için sadece bir yol var: ya ölüp ya da gerçekten bu pisliklerin üstüne gideceğiz. Ve ben ölmeyi hiç sevmem, biliyorsun."

Gözlerimi kısarak Koray'a bakarken, içimdeki sertliği gizlemeye çalıştım. Bu işin sonunda nasıl bir yol çizileceğini hepimiz biliyorduk. Ama onun söyledikleri, kalbime dokunan bir hüsrana yol açıyordu. Aklımın ucundan geçen, bu dünyadan tamamen çıkıp gitme fikriydi. Artık bu kadar yıkılmışken, ölüm bana bir çıkış gibi görünüyordu.

Kürşad abi, orada oturan ciddiyetiyle bir anlığına sustu ve derin bir nefes aldı. "Bizi ne öldürür, ne de kurtarır Asel. Sadece bizim kararlarımız şekillendirir bu yolu. Gerisi boş."

Koray'ın gülümsemesi kayboldu, yerine hiddetli bir soğukkanlılık geldi. "Her zaman aynı şeyi söylüyorsun. Ama hala dışarıda bir dünya var, bekleyen. Hedeflerimiz var. Eğer orada da hayatı alıp almayacağımızı düşüneceksek, bu kadar uğraşmamıza ne gerek var?"

Kürşad abi, bir an derin bir sessizliğe büründü. Sonra yavaşça, kelimeleri seçerek konuştu. "O heriflerin bizi ne zaman bitireceğini kimse bilemez. Ama biz Allah'a sığınırsak, her zaman bir ihtimal vardır. Bir yolu buluruz, her durumda. Ama insan her zaman, ne olursa olsun kendi doğrularına sadık kalmalıdır."

Koray'ın gözleri, Kürşad'a takıldı ve sonra başını çevirdi. Bir süre sessiz kaldık. Herkesin içindeki düşünceler birbirine karışırken, dışarıdaki gece, bir adım daha yakınlaşmış gibiydi.

"Yalnız size bir şey diyeceğim, ben çok açım." Odadaki herkes bu dediğime kahkaha attı. "Ben hemen sizin için hasta bakıcılardan yiyecek bir şeyler isteyeyim, komutanım."Gökhan selam vererek odadan çıktı.

Yaklaşık on dakika sonra Mert elindeki tepside bir kase çorbayla geri döndü. "Henüz yaralarınız taze olduğu için katı gıda yiyemeyeceğinizi söyledi doktorlar."

Tepsiyi yatağıma bırakmak istedi. Uras hemen yanıma bir masa çekince, Mert tepsiyi masaya koydu.

Elimi kaldırıp yemek istediğimde bana taktıkları serumlar buna engel oldu. Bunu hepsi fark etmişti. Alpay, hemen baş hareketiyle Senem'e komut verdi.

Senem hemen yanıma gelerek kaseyi önüne çekti. "İzninizle komutanım." Başımla müsaade ederek bana çorbayı içirmesine izin verdim.

Albayın odaya girmesi ile herkes ayaklandı. "Geçmiş olsun, yüzbaşım."

"Sağ olun, komutanım." Albay beni inceledi. "Doktorunla konuştum, yaraların için en az iki hafta hastanede kalman lazımmış. İki ay izinlisin, görevlere gelme, dinlen biraz." Anında gözlerim büyüdü. "Komutanım, yapmayın. Tamam, iki hafta hastanede kalayım, kabulümdür ama iki haftanın sonunda izin verin görevime döneyim." Albayın yüz hatları keskindi.

"Emir kesin, yüzbaşı. İki ay izinlisin. Taburda kalabilirsin ama görevlere ve talimlere katılmayacaksın. Zaten sonrasında timinizi çok ağır bir süreç bekliyor." Emir buydu. Yapacak bir şeyimiz yoktu. "Emredersiniz, komutanım."

Albay, Alpay'a döndü. "Tim Komutanlığı istemediğini biliyorum. Asel, göreve dönene kadar Sönmez Timi senin komutanlığında. Sonrasında komutanlık tekrardan Asel'e geçecek. Ardından Kor'u son hızla arayacağız."

Anlamayan bakışlarım Albayın ve Alpay'ın arasında mekik dokudu. "Biri bana ne olduğunu anlatabilir mi?"

Baran öne atladı. "Komutanım, siz esir alındıktan sonra, sizi bulmak için kurulan timin adı Sönmez oldu. Alpay Komutan ise Tim Komutanı."

-Bölüm Sonu-

Selamlaarrr!

Bölüm nasıldı canlarım??

Umarım beğenmişsinizdir, sonraki bölümde görüşmek dileği ile,

Kalpli öpücüklerle kalın! <3

 

Bölüm : 25.09.2024 19:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...