42. Bölüm

Bölüm 40

Ceren Su Karadağ
karadagceren

Selamlar hepinize! Nasılsınız?

Umarım hepiniz çok iyisinizdir.

---

Gözlerimi açtığımda her şey bulanıktı. Soğuk bir rüzgâr yüzümü keserken etrafıma baktım. Tanıdık olmayan bir ormanın içindeydim. Ağaçlar devasa ve ürkütücüydü; dalları, sanki üzerime eğilmiş, beni tutup çekmek üzereymiş gibi hareket ediyordu. Her adımda kuru dalların çatırdaması yankılanıyordu. İçimde tarif edilemez bir huzursuzluk büyüyordu.

Birden, uzaktan ince bir fısıltı duydum. Ses, tanıdık ama bir o kadar da korkutucuydu. Geri dönmek için hamle yaptım ama ayaklarım yerden kalkmıyordu, sanki toprağa yapışmış gibiydim. Kalbim hızla çarpmaya başladı; ne kadar zorlasam da hareket edemiyordum. Arkama dönüp bakmak istedim ama bir şey beni sabit tutuyordu.

Fısıltılar giderek yaklaştı. Artık tanıyordum bu sesi. "Kaçamazsın..." diye bir ses yankılandı karanlığın içinden, neredeyse kulağımın dibinde. Dönüp bakmaya çalıştım, ama hiçbir şey göremiyordum. Sadece karanlık ve gittikçe artan o fısıltılar.

Aniden yerin altından soğuk, kemikli eller çıktı ve ayak bileklerimi kavradı. Bir çığlık atmak istedim ama sesim çıkmıyordu. Her yanımı bir korku sarmıştı. Eller, beni toprağa çekmeye başladı. Çırpındım, bağırdım ama kimse duymuyordu. Toprak giderek üzerime kapanıyordu. Gözlerim kararmaya başlarken bir başka ses duyuldu, bu sefer alaycı bir kahkaha... Tanıdık biri... Ama kim olduğunu çıkaramadan, her şey tamamen karardı.

Sadece karanlık ve boğucu bir sessizlik kaldı.

Rüzgar esti. Esen rüzgar serinletmekten çok bütün vücudumu yakmıştı. Her taraf sis ile kaplıydı. Sesler duyuyordum ama ne olduğunu çözemiyordum...

Sisin arasında iki siluet belirdi. Bu siluetler çok tanıdıktı; Annem ve babam.

"Anne, baba?" Diye mırıldandım kısık bir sesle. Elimi uzattım onlara tutmaları için. Ama ikisinin gözlerinde nefret vardı.

"Bize ihanet ettin!" Diye bağırdı babam kuvvetli bir şekilde. "Bizi öldürenlerin çocuğu ile birlikte oldun!" Diye devam etti sözlerine.

"Alpay... onlar gibi değil..." Diyebildim sessizce. Değildi. Alpay onlardan değildi. Alpay terörist değildi.

"Terörist çocuğu! Bizi öldürenlerden birinin oğlu!" Diye bağırdı annem bu sefer. "Astsubay Kıdemli Başçavuş ve Astsubay Başçavuş'u öldüren teröristlerden birinin soyundan!" Diye bağırdı.

Gözyaşlarım benden bağımsız akıyordu. "O da asker, o da asker... o terörist değil, o sizi öldürmedi... o yapmadı... o da asker..."

Gözyaşlarım sessizce akarken, elim hâlâ onlara uzanmıştı, ama hiçbir şey değişmiyordu. Annem ve babamın gözlerindeki nefret beni adeta bir ok gibi delip geçiyordu. Her nefesim boğazımda düğümleniyor, sözcükler ise birer zehir gibi ağzımdan çıkıyordu.

"Terörist değil..." diye tekrarladım çaresizce. Sanki bunu ne kadar söylersem, gerçek değişecekmiş gibi. "O da sizin gibi asker, Alpay da sizinle aynı safta savaştı. O sizin kanınızı taşımıyor, ama sizin yolunuzu izliyor."

Babam gözlerimin içine bakmadan bir adım geri çekildi. "Bizim gibi mi? Biz kanımızı bu topraklar için verdik. Sen ise bizi öldürenlerin çocuğuna gönlünü verdin. Nasıl olur da bunu anlamıyorsun? Bizi hiçe saydın, bizi öldürdün sen!"

Annemi duydum, ama başımı kaldırmaya cesaret edemedim. "Sen de artık bizim kızımız değilsin," dedi karanlık bir soğuklukla. O an içimde bir şeyler kırıldı, daha önce hiç hissetmediğim bir yalnızlıkla karşı karşıya kaldım.

"Alpay sizin düşmanınız değil," dedim, kelimeleri güçlükle çıkararak. "Onun ailesi... o değil. Siz de olsanız onun yerinde, ne yapabilirdiniz? O ailesinin günahını taşımıyor. Sizi sevdiğim gibi onu da seviyorum."

Ama gözlerindeki nefret, söylediklerimi duymuyordu. Adeta bir uçurumun kenarındaydım, elim hâlâ havadaydı ama artık tutmalarını beklemiyordum.

"Asel, Asel uyan güzelim. Uyan." Hızlıca yerimden fırladım. Alpay yanımda, bana endişeli gözlerle bakıyordu.

"Kabustu," Dedi yatıştırıcı bir sesle. Alpay'ın sesini duyduğumda, karanlık rüyadan uyanmıştım ama kalbim hâlâ hızla atıyordu. Alpay'ın endişeli bakışları, kabusun etkisini biraz olsun hafifletmişti.

"Alpay..." dedim, sesim titrek ve hafif korkulu. O an rüyada yaşadıklarımın etkisiyle soluklanıyordum. "O kadar gerçekti ki..."

Alpay, yatıştırıcı bir şekilde elini omzuma koydu ve beni göğsüne doğru çekti. "Tamam, güzelim. Sakin ol sadece bir rüyaydı."

Gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım. Alpay'ın varlığı, bana bir güven duygusu veriyordu. Yavaşça, kalp atışlarımı kontrol altına almaya çalışarak, gözlerimi tekrar açtım.

"Ne gördün de bu kadar etkilendin?" Dediğinde ona bakamadım. Her ne kadar kabusta olsa bunu ona söylemem onu üzerdi. "Ailemi," Dedim sadece.

Konuşmak istemediğimi anlamış olacak ki kolumdan tuttu ve beni yattığım taştan kaldırdı. Yola devam etmek için bir tepede geceyi geçirme kararı almıştık.

Alpay, beni tutup kendine çekti ve saçlarımdan öptü. "Ben her zaman buradayım." Dedi yatıştırıcı bir sesle. Elimden tutarak diğerlerinin yanına ilerlediğinde sadece Ozan'ın uyuduğunu gördüm.

"Senem aradı mı?" Senem hâlâ izinli olduğu için bu göreve katılamamıştı. Başını salladı Alpay.

"Komutanım, çay demledik. İster misiniz?" Baran, elindeki karton bardağı bana uzattığında sesimi çıkarmadan aldım o bardağı.

Çaydan bir yudum aldığımda şekersiz, acı çayın tadı damağıma geldi. Çayımda şeker sevmezdim. Çayın kendi tadını öldürüyordu ve ben o çayın tadını almak istiyordum. Baran bunu bildiği için şekersiz ve demli yapmıştı çayımı.

İlerideki küçük tüpün üzerinde yumurta ile uğraşan Kürşad, hâlâ sessizdi ve Senem ile aralarını henüz düzeltememişlerdi.

Bizimkilerin içinde Murat'ı göremeyince kaşlarımı çattım. "Murat nerede?" Diye sorduğumda Koray, esneyerek bana cevap verdi. "İlerideki taşın orada komutanım." Ayağa kalktım sessizce.

Yavaş adımlarla ilerlerken bir kez daha esneyen Koray'ın ensesine bir şaplak geçirdim. "Ağzını kapa lan, sinek girecek."

"Sinek yerine başka şeyler de girer komutanım." Diye mırıldanan Baran'a en ters bakışımı attığımda sustu.

Yavaşça Murat'ın olduğu yere doğru adımladığımda kulaklığını takmış ve bir kasetten bir şeyler dinlediğini gördüm. Omuzları her zamanki gibi dik değil, düşüktü. Elinde bir resim tutuyordu.

Yavaşça yanına oturduğumda o geldiğimi fark etmedi ama ben çoktan onun yanına oturmuştum. Bakışları beni görünce hemen kulağındaki kulaklığı çıkardı ve kamuflajının cebine koydu.

Ben ise elindeki resmi inceliyordum. Resimde kahverengi saçlı, yeşil gözlü bir kadın asker üniformalarının içinde gülerek kameraya bakıyordu.

Kucağında bir bebek vardı ve kucağındaki bebek elindeki sopa benzeri olan şeyi kadına doğru uzatmıştı ama kadın gülerek başını hafif yana yatırmıştı.

"Komutanım," Dediğinde sesi her zamanki gibi kuvvetli değildi. "Kim bu?" Dedim gözlerimle resmi işaret ederek.

"Karım Ceylan, yanı karımdı..." dediğinde, sesi içindeki acıyı derinden hissettiriyordu. Gözlerindeki hüzün ve boşluk, beni de derinden etkiledi. "Bu time gelmeden üç ay önce, gittiğimiz görevde yapılan bir baskında şehit düştü." Dediğinde benimde içim parçalandı.

"Bu bebek, sizin bebeğiniz mi?" diye sordum, resmi dikkatlice incelediğimde.

Başını hafifçe salladı. "Gittiğimiz bir köydeki bir bebekti ama Ceylan'ı çok sevmişti. Onlar kendi aralarında oynarken resimlerini çekmiştim bende."

Bir süre aramızda sessizlik oluştu. "Şehit düştüğü zaman bir aylık aylık hamileydi. Onunla beraber bebeğimi de kaybettim..." Dediğinde sanki ben kendi bebeğimi kaybetmişim gibi canım acıdı.

Murat, benden bir cevap beklemeden anlatmaya devam ediyordu. "Baskın çok şiddetliydi, art arda sayısız bomba atılmış. Ben o sırada dağın aşağısında çevreyi kontrol ediyordum. Ama Ceylan oradaydı... Saldırı bittiğinde her yerde Ceylan'ı aradım ama etraf kıyamet gibiydi. Şehitlerin hiç bir uzuvları bir bütün halinde değildi... kafası başka, bacağı başka yerdeydi..."

Sesindeki titremeyi bastırmak için yutkundu Murat, sonra devam etti. "Ben şehit olmalarına üzülmüyorum komutanım, askeriz, hepimizin sonu şehadet. Benim içimi parçalayan şey karımın tek bir parçasına bile ulaşamamış olmam..." Dediğinde Murat'ın gözünden yaşlar düşmeye başladı.

Murat'ın sesindeki titreme, sözlerinin ağırlığını ve acısını daha da derinleştiriyordu. Her bir kelime, içindeki büyük acıyı yansıtıyordu ve ben de bu acının ağırlığını hissetmekten kendimi alamıyordum.

Bomba sesleri ve şiddetli saldırılar arasında Ceylan'ı araması, bir insanın yaşadığı derin kaybı ve umudu tasvir ediyordu. Murat'ın anlattıkları, savaşın sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal boyutunu da ne kadar yıpratıcı olduğunu gözler önüne seriyordu.

"Bir mezarı var ama o mezarın içine koyacak bir cesedi bile yoktu komutanım..." dediğinde, gözlerinden düşen yaşlar, yüreğindeki acıyı ve üzüntüyü bir kez daha açığa çıkardı.

Rütbeyi bir kenara bırakarak bir dost gibi Murat'a sarıldım sıkıca. "Acını hafifletemem, bu acı geçmez biliyorum... ama sen onların intikamını almak için ayakta durmalısın. Attığın her bir kurşun, aldığın her bir leş onların intikamı demek Murat. Bunu unutma." Dediğimde Murat elindeki resme bakmaya devam ederek başını salladı.

Sessizce onu tek bırakarak yanından ayrılırken Murat'ın söylediği şarkı sözlerini duyabiliyordum.

"Ne yalnızlık ne hüzün ne o eski şarkılar

Hiç biri dokunmuyor senin yokluğun kadar

Gece yağmur ve soğuk şehrin caddelerinde

Gözlerimde hayalin hasretin yüreğimde."

Sonra titrek bir sesle nakarata devam etti.

"Gurbette yorgun düştüm be Ceylan

Hasret tüketti, bittim be Ceylan

Gurbette yorgun düştüm be Ceylan

Hasret tüketti, bittim be Ceylan."

"Yeniden düştüm yollarına

Vardım geldim ellerine

Yitik buruk bir çocuğum ben

Koyma beni hasretine."

Diğerlerinin yanına geldiğimde Kürşad abi çoktan yumurtayı pişirmişti. "Yumurtaları nereden buldunuz?" Diye sordum Alpay'ın yanına otururken.

"Siz uyurken su bulmak için köye indiğim zaman bir tane yaşlı amca verdi, komutanım." Dedi Ozan. Başımı salladım.

Telsizden sesler gelince kulağımı oraya verdim. "Yüzbaşı Sönmez?" Diyen Albayın sesini duyduğumda elimdeki ekmeği bıraktım. "Emredin komutanım?" Dedim Albaya karşılık.

"Dağdan ayrılmayacaksınız. Yeni bir göreviniz var." Dedi Albay. Başımı salladım. "Görev nedir komutanım?"

Albay'ın sesindeki ciddi ton, etraftaki sessizliği daha da belirgin hale getirdi. Telsizden gelen bu ani emir, hepimizin dikkatini çekti ve herkes ellerindeki yiyecekleri bırakarak, konuşmayı dinlemek için dikkat kesildiler.

"Yüzbaşı Sönmez," dedi Albay, "Hedeflerimiz arasında yer alan kritik bir noktaya, dağ bölgesine yakın bir köydeki bilgi sızıntısını tespit ettik. Bu bilgiye göre, düşman burada önemli bir lojistik merkez kurmuş olabilir."

"Anlaşıldı, komutanım," dedim, başımı sallayarak. "Görevi daha detaylı açıklar mısınız?"

"Tabii," diye yanıtladı Albay. "Ekip olarak, bu köydeki sızıntıyı doğrulamak ve düşmanın olası hareketlerini izlemek için görevlendirileceksiniz. İki hedef var: birincisi, köydeki yerel halkla temasa geçerek bilgi toplayacak ve ikincisi, bu bilgilerin doğruluğunu ve düşmanın bu bölgedeki faaliyetlerini rapor edeceksiniz. Unutmayın, dikkatli olmalısınız. Köydeki yerel halkın bazıları işbirlikçi olabilir."

"Anladım, komutanım," dedim. "Hemen hazırlıklara başlayacağız."

"Ekibinle koordine olun ve planınıza sadık kalın. Yoldaşlarınızın güvenliği her şeyden önce gelir. Raporlarınızı zamanında ve eksiksiz gönderin. Başarılar dilerim."

Telsiz sesi kesildiğinde, diğerlerinin gözleri üzerimdeydi. "Görünüşe göre, büyük bir işimiz var," dedim. "Yola çıkmadan önce gerekli hazırlıkları yapmalıyız. Düşman hakkında bilgi edinmek ve bu köydeki durumu netleştirmek, görevimizin en önemli parçaları olacak."

Alpay, "Hemen hazırlanalım. Geceyi burada geçireceğimizden eminim, ama bu görevi başarıyla tamamlayıp geri dönmeliyiz," dedi, gözlerinde kararlılık ve ciddiyetle.

Kürşad ve Ozan da başlarını sallayarak onayladılar. Bir an önce köydeki durumu anlamak ve bu kritik görevi tamamlamak için hazırlıklara başladık. Her birimiz, bu görev için gerekli olan ekipmanı ve bilgiyi gözden geçirdik ve son hazırlıkları tamamlayarak yola çıkmaya hazırlandık.

"Murat, hadi kardeşim." Diyerek Murat'a da seslendiğimde Murat, elindeki resmi kamuflajının sol tarafındaki cebine koydu. Bu küçük hareketi fazla anlamlıydı.

Karım şehit oldu ama hâlâ kalbimde...

Şimdi fark ediyordum da bu timde hepimizin küçük yada büyük bir yarası vardı. Sanki bir birimizin yaralarını sarmak için bir araya toplanmış gibiydik.

Alpay, asker olmasına rağmen terörist bir ailede doğmuştu ve bu yüzden çok sevdiği mesleğinde iki kere açığa alınmıştı.

Ben, on iki yaşımda ailemin şehit olduğu anı görmüştüm.

Senem, ailesini öldürdüğünü sandığı zamanlarda bile ailesi ölmemişti ve günlerce onların elinde kalmıştı.

Kürşad abi, gözünün önünde Kübra'ya işkence ederek kardeşinin ölümünü izletmişlerdi.

Koray, annesi ve babası tarafından terk edilmişti.

Poyraz'ın babası gaziydi. Bacakları yoktu ve annesi ölmüştü.

Uras, bu meslek uğruna annesini karşısına almıştı.

Baran'ın kardeşi Yaren ile birlikte yetimhanede büyümüştü.

Murat, eşini ve daha anne karnındaki evladını kaybetmişti. Üstelik hiç bir parçasını bile bulamamıştı... Boş bir mezarı ziyaret ediyordu...

Bu yaraların her biri, bizi birbirimize daha da yakınlaştırıyordu. Birbirimizin eksikliklerini tamamlayarak, hem fiziksel hem de manevi olarak destek oluyorduk. Herkesin bir şekilde yaralı olduğu bu birlikteliğin, güçlü bir takım olma potansiyelini taşıdığını fark ediyordum. Her bir yarayı sarmak, her bir acıyı paylaşmak ve bir araya gelmek, bizleri sadece ekibin üyeleri değil, bir aile yapıyordu.

"Komutanım," Diyen Ozan'a baktım. "Söyle, Ozan?" Dedim sakince yürürken. "Eğer içimizden birisi şehit düşerse, kalanlarımız ne yapar?"

Ozan'ın sorusu, içimde bir kıvılcım gibi yayıldı. Bu tür konuşmalar genellikle görev sırasında düşünülmeyen ama içte var olan korkularla ilgili olurdu. Yavaşça adımlarımı durdurdum ve Ozan'ın yüzüne baktım, gözlerindeki ciddiyetin ne kadar derin olduğunu fark ettim.

"Eğer içimizden biri şehit düşerse, kalanlarımız ne yapar?" sorusu, kolay cevaplanacak bir şey değildi. Cevapsız bırakılacak bir soru da değildi; ancak, böyle bir konuşmanın ortamı şu an uygun değildi. Derin bir nefes aldım ve sessizliği bozan ilk ses olmak zorundaydım.

"Nereden çıktı bu soru, Ozan?" dedim, sesimi olabildiğince sert tutarak, ama aynı zamanda içindeki endişeyi anlamaya çalışarak. "Bunu şu an konuşmanın bir anlamı yok. Bizim görevimiz, önümüzdeki zorlukları düşünmek ve mümkün olan en iyi şekilde başarmak."

"Bu bir cevap değil komutanım." Dediğinde ona döndüm.

"Benim ne yapacağımı soruyorsan söyleyeyim Kalay," Dedim ve sertçe bir adım attım ona doğru.

"İlk yapacağım şey o kardeşimin şehadetini engellemek olur. Biri ona kurşun mu sıktı? O kurşunun önüne ben atlarım. Gerekirse ben şehit olurum ama o askerimin kılına zarar gelmesine izin vermem. Bunu yapamazsam, onu şehit eden herkesi anasının rahmine düştüğü güne lanet ettiririm. Ona bu dünyayı öyle bir dar ederim ki dünyada cehennemi yaşatır, gece gibi üzerine çökerim. Benim askerime bir zarar verene ben bin zarar veririm."

Ozan, cevabını almış olacak ki sessizce ilerlemeye devam etti.

☪☪☪

"Pusu! Yere yatın! Herkes mevzi alsın!" Diye bağırdım var gücümle. Herkes silahları ile mevzilenirken bende hızlıca ilk bulduğum yere konuşlandım.

Allah kahretsin ki pusuya düşmüştük. Teröristler etrafımızı sarmışlardı.

Kalbim hızla çarparken etrafıma bakındım. Her şey bir anda olmuştu; bir anda her şey sessizken, şimdi silah sesleri yankılanıyordu. "Pusu! Yere yatın!" diye bağırmıştım, ama o an anladım ki bu çığlık bile yeterli gelmemişti. Teröristler etrafımızı sarmıştı, ateş çaprazdan geliyordu.

Nefesimi kontrol etmeye çalışarak, ilk bulduğum yere sürünerek mevzilendim. Toprağın kokusu ve kurşunların ıslık sesi arasında hızlıca ekibi gözlerimle aradım. Hepsi de profesyonelce pozisyon almışlardı, ama pusuya düşmek moral bozucuydu. Kurşunlar sağımızdan ve solumuzdan geçiyordu; her an bir yerden saldırıya uğramamız mümkün görünüyordu.

İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalışarak telsizi elime aldım. "Herkes durum bildirsin!" dedim, sesimdeki kararlılığı koruyarak.

"Herkes mevzilendi, komutanım!" Dedi Alpay ama arka planda patlama sesleri net duyuluyordu. Anlaşılan düşman ağır silahlarla da saldırıyordu.

Ateşin yoğunluğu artıyordu, gözlerim bir yandan önümüzdeki teröristlerin nereden saldırdığını çözmeye çalışırken, diğer yandan ekibimin güvenliğini sağlamak için ne yapmam gerektiğini hesaplıyordu. "Mermi tasarrufu yapın," diye talimat verdim. "Kafalarını kaldırmalarına izin vermeyin, ama dağılmayın."

Derin bir nefes aldım. Pusuya düşmek her zaman kötü bir durumdur, ama bir yolunu bulmalıydık. "Geri çekilmek için bir açık arayın, mümkünse," dedim. Bu anlarda panik yapmak felakete yol açardı. Sakin olmalı, durumu değerlendirip karşılık vermeliydik. Düşman sayısı bizden fazlaydı, ama bu mücadeleyi kaybetmeye hiç niyetim yoktu.

"Gözler dört açın! Hepimiz birbirimizin arkasını kollayacağız!"

Durum gittikçe ciddileşiyordu. Uras'ın şarjörünün bittiğini duyduğumda içimdeki gerginlik bir kat daha arttı. "Komutanım, şarjörüm bitti!" diye bağırması, her şeyin daha da zorlaştığının bir işaretiydi. Küfürler ağzımdan döküldü, çaresizliğin getirdiği öfkeyle.

"Siktir!" dedim dişlerimin arasından, elim hemen cebime gitti. Son bir şarjörüm kalmıştı, ama bunu düşünmenin zamanı değildi. Birlikte hareket etmek zorundaydık. Ne gerekiyorsa, yapacaktım.

"Al şunu, Uras!" diye bağırarak son şarjörümü ona doğru fırlattım. Zaman kaybetmeden yakaladı, hızla silahına yerleştirirken gözlerim etrafı tarıyordu. Siper aldığımız alan daralıyor, kurşunlar her yerden geliyordu. Gözlerimi bir an kapatıp, düşmanın mevzilerine odaklanmaya çalıştım.

"Bu son şarjörle işlerini bitireceğiz," dedim kendi kendime, ama aynı zamanda ekip için de bir uyarı gibiydi. Artık kaçacak bir yerimiz yoktu, ya bu pusudan çıkacak, ya da burada kalacaktık.

"Nefes alın ve hedefinizi iyi seçin!" diye seslendim ekibe. "Her kurşun önemli!"

Mermiler etrafımda vızıldarken bir yandan silahımı ateşliyor, bir yandan da Alaydaki Albaya bağlanmaya çalışıyordum. Telsizi güçlükle kulağıma yaklaştırdım. "Ne oldu, Sönmez?" diye sordu Albay. Ama mermi seslerinden konuşmak imkansız gibiydi; her yerden gelen ateş sesleri beynimi zonklatıyordu.

"Komutanım, pusuya düştük!" diye bağırdım sonunda, sesim yükselirken boğazımda patlayan acıyla. "Ağır silahlarla saldırıyorlar! Teçhizatımız bitmek üzere!" Dediklerim neredeyse mermilerin yankısında kaybolmuştu. O an, telsizin öteki ucundan gelen Albay'ın küfrünü bile net duyabildim.

Daha durumun ciddiyetini kavrayamadan, nereden geldiğini bile fark edemediğim bir noktadan iki el ateş sesi geldi. Omzumda aniden alev gibi bir acı patladı, vücuduma iki kurşun saplanmıştı.

"Sikeyim!" diye acı içinde haykırdım, silahım elimden kayıyordu ama kendimi zorlayarak kontrolümü kaybetmemeye çalıştım. Omzumdan kan süzülürken dizlerimin üstüne çöktüm, ama savaş henüz bitmemişti. Gözlerim bulanıklaşıyor, fakat ekibi tehlikeye atmamak için odaklanmam gerekiyordu. Yardım gelene kadar hayatta kalmalıydık.

"Kendinizi koruyun!" diye bağırdım boğuk bir sesle, kanın ıslattığı kolumu siper alırken. Bu pusudan çıkmak için hala bir şansımız vardı, ama bu şansı kullanmamız gerekiyordu.

"Asel!" Diye bağıran Alpay, hızla mevzilendiği çatıdan inerek yanıma koştu. Telaşlı gözleri hızlıca bana döndü. "Siktir, omzundan vuruldun!" Boynundaki fuları çıkartıp omzuma sardı.

"Alpay, yerine geç." Dedim ve silahımı tekrardan elime aldım. Şimdi duramazdık. Yaramı umursayacak bir vakit yoktu.

"Asel, kanaman çok!" Diye bağıran Alpay'ı duymadım bile. Bir el daha ateş etmeyi planladım ama silahın boş mermi sesi kulağıma geldi.

Şarjörüm bitmişti.

"Alpay," Dedim bakışlarım onun yüzünü bulurken. "Alpay, şarjörüm bitti." Dediğimde yüzünde korku dolu bir ifade oldu.

"Siktir, siktir!" Dedi hızla. Hemen elinden tuttum. "Diğerlerine bir şey deme. Beni kafalarına takmasınlar bu durumda." Dedim sadece.

Alpay'ın omzuma sardığı yeşil fuları kanamamdan dolayı kıp kırmızı olmuştu.

Bitiyor galiba Asos...

Evet, Bayan Çok Bilmiş. Bitiyor.

Destek ekibi geleceğini biliyordum ama kanamam ciddiydi ve şehit olmam çok yüksek bir ihtimaldi.

"Alpay," Dedim yaramdan dolayı çatallı çıkan sesimle. "Şafağım," Dediğinde bir eli yüzümü okşadı. "Seni seviyorum," Dediğimde gözleri doldu.

"Bende seni seviyorum, çok seviyorum... bırakma kendini ne olur..." Dedi çaresizce. Hızlıca eğilip dudaklarıma saniyelik bir öpücük kondurdu.

"Asel," Dedi mırıltılı şekilde. "Hı?" Diyerek ona karşılık verdim bende.

"Evlenelim mi biz?" Diye birden pat diye sormasıyla gözlerim yuvalarından çıkacak gibi kocaman oldu.

Şokla ona baktım, gözlerim büyümüş, kalbim hızla atıyordu. "Alpay," Dedim bende aynı şekilde. "Savaştayız, çatışmadayız, ben yaralıyım, şarjörüm bitmiş, düşman ağır silahlarla saldırıyor ve sen... sen bana evlenelim mi diyorsun?" Diye sorduğumda başını salladı.

Başını ciddiyetle salladı, bakışları sabit ve içtendi. Kafasında her şey netti. "Buradan şehit olarak da çıkabiliriz Asel, ben senle evlenmeden ölmek istemiyorum," dediğinde ise sesindeki kararlılık ve o derinlik gözlerimi doldurmuştu.

Kolumdaki iki kurşunun yapamadığını, Alpay'ın sözleri başarmıştı. Savaşın ortasında bir anda hayatın en önemli sorularından birine maruz kalmıştım. Bir yanda ölümle burun buruna gelmişken, diğer yanda hayatın anlamını bulmuş gibiydim.

Gözlerimde biriken yaşları görmemesi için hızlıca kafamı çevirdim. Alpay'ın cesaretinin ve duygularının ortasında, savaşın ortasında bile gerçekleri yüzüme vurması beni hiç beklemediğim bir yerden vurmuştu.

"Seni adi manyak," dedim hafif bir gülümsemeyle, ama boğazım düğümlenmişti. "Şimdi bu an mı gerçekten mi, Alpay?" Dedim omzuna vurarak.

"Aptal herif! Bu anı mı buldun? İlla ölmem mi lazım evlenme teklifi etmen için? Pislik herif! Manyak!"

Alpay ise hiç oralı değildi.

Birden havadan gelen mermiler ile bakışlarımız gökyüzüne döndü. Türk Hava Kuvvetleri, üzerimizden destek oluyordu bize.

Bizimkiler geri çekilmişti. Tam o sırada beni fark ettiler. "Asel!" Diye hepsi rütbeyi bırakarak bana koştular.

"Asal, iyi misin? Allah kahretmesin!" Diyen Kürşad abiye baktım sadece. "Abi," Dedim ona doğru. Hemen bana döndü. "Söyle kardeşim, söyle?" Dedi büyük bir şefkatle.

"Bizim Alpay ile dini nikahımızı kıysana?" Dediğimde donup kaldı.

"Af buyur?" Dediğinde diğer herkes şaşırmıştı. "Asel, manyak mısın? Kızım çatışma ortasındayız! Yaralısın! Ne nikahı? Delirtme beni!" Diye beni azarladı. Güldüm.

"Abi, lütfen..." Dedim kısık sesle. Kullandıkları mermiler kesinlikle normal mermi olamazdı. Çünkü normalde bu iki kurşun beni böylesine savunmasız bırakmazdı. Muhtemelen ilaçlıydılar, zehirli yani.

Duman, barut ve ölüm kokusu etrafımızı sarmıştı. Mermilerin yankısı, patlamaların ardı arkası kesilmiyordu. Savaşın tam ortasında olmamıza rağmen, ölümün gölgesinde bile yaşamın en kutsal anını arzulamıştı.

Kürşad abi yüzünde derin bir hüzün ve şaşkınlıkla bana bakıyordu, ama sözlerimi geri almayacaktım. "Abi, bu savaş bitse de bitmese de... biz burada, şimdi evlenmek istiyoruz."

Alpay yanı başımdaydı, gözlerinde hem sevgi hem de sonsuz bir kararlılık vardı. Silahını hala elinde tutuyordu, ama bana bakan o gözler, savaştan değil, sonsuzluktan bahsediyordu. "Asel, buradan çıkamayabiliriz," diye fısıldadı, sesi boğuk ama derindi. "Ama ne olursa olsun, seninle sonsuza kadar kalacağım."

Kürşad abi bir an sustu, derin bir nefes aldı. Etrafımızdaki çatışmaların ortasında bir anlığına dünya durmuş gibiydi. Silah sesleri uzaktan bir uğultu gibi duyuluyordu artık. "Tamam," dedi en sonunda, sesi yumuşak ama ciddi. "Allah'ı şahit tutarak, dini nikahınızı kıyacağım. Ama... eğer nasılsa nikah kıyıldı diye şehit olursan seni diriltirim gerekirse ve seni gebertirim Asel."

Alpay elini sıktı, parmakları titriyordu ama yüzü kararlıydı. Bana dönüp, gülümsemesi sıcak ve içtendi, ama gözlerindeki duygusallık kalbimi paramparça ediyordu.

Kürşad abi ellerini önünde birleştirdi. "Şahitlik eder misiniz?" diye sordu, yanımızda duran tim arkadaşlarımıza. Hepsi gözleri dolu, savaşın ciddiyetini ve bu anın kutsallığını hissederek başlarını salladılar.

Kürşad abi derin bir nefes aldı, her sözcüğü yavaş ve dikkatlice söyledi: "Alpay, Asel'i eşin olarak kabul ediyor musun? Allah'ı ve burada olanları şahit tutarak, onunla ölene kadar beraber olacağına söz veriyor musun?"

Alpay'ın sesi titremedi bile. "Evet, kabul ediyorum. Ölene kadar, ve sonrasında da..."

Sonra bana döndü. "Asel, Alpay'ı eşin olarak kabul ediyor musun? Allah'ı ve bu şahitleri huzurunda, onunla son nefesine kadar beraber olacağına söz veriyor musun?"

Gözlerimdeki yaşları silmeden, savaşın ortasında bile, o an içimdeki tüm korkuyu ve acıyı geride bıraktım. "Evet," dedim titreyen bir nefesle. "Kabul ediyorum. Ölene kadar ve sonra da..."

Kürşad abi ellerini göğe kaldırdı, o an savaşın tüm çılgınlığından uzakta, sadece biz vardık. "O zaman, Allah'ın izniyle, nikahınız kıyılmıştır. Hayırlı olsun."

Gözlerim doldu ama gülümsemek zorundaydım. Alpay'ın eli benimkini kavradı, ve o an savaş, ölüm, tehlike... hepsi arka planda kalmıştı. Biz, bu kargaşanın ortasında bile birbirimize sonsuza kadar bağlıydık.

-Bölüm Sonu-

-Bölüm nasıldı?

-En sevdiğiniz sahne neydi?

Bölüm : 10.03.2025 20:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...