
Hastanenin koridorları soğuktu. Buz gibi bir sessizlik, ameliyathanenin kapısına asılıydı; içeriden gelen metalik cihaz sesleri ve uzaktaki adımların ritmi dışında dünya orada durmuş gibiydi. Asena sedyenin başında diz çökmüş, elleri titreyerek bir dua mırıldanıyordu. Yüzünde umutla korkunun iç içe geçtiği o ifade vardı.
Yaman, telefonu başucunda olduğu halde bir an durup gözlerini kapadı. Emre’nin künye düşmüştü aklından; eline aldığında hâlâ soğuktu ama anlamı sıcaktı. "Söz verdim," dedi içinden. "Annesinin gözleri yerde kalmayacak." Söz, bir omuzda ağır bir yük gibiydi.
Doktor dışarı çıktı. Yüzü yorulmuş ama ifadesi kontrol altındaydı.
— “Durum stabil değil ama müdahaleye cevap veriyor. Kan gerekirse haberdar edin.” dedi kısa, sonra Asena’ya baktı: “Güçlü tutun.”
Asena, dudaklarını ısırıp başını salladı. Bir parça umut yavaşça içini ısıttı.
Tam o sırada Yaman’ın telsizi öfkeyle ötüştü; karargâh kanalı. Sesi, hastanenin koridorundaki o kırılgan sessizliği yırtarcasına geldi.
— “Aslan-1, burası Kartal. Acil toplantı. Konum ve rapor sizde mi? Bekleyemeyiz.”
Yaman telefonu cebine sokup doğruldu. Gözlerinde ani bir karanlık belirdi. Doktorun yüzüne bakmadan, gözleri Asena’ya takıldı. Asena, Yaman’ın bakışını okudu; içindeki umut bir kıvılcım daha parladı.
— “Gidin,” dedi Yaman, kısık bir sesle. “Ben... ben geliyorum.”
Doktor başını salladı, Yaman hızla cep telefonunu kapattı ve odadan çıktı. Adımları ağır ama kararlıydı. Koridorun sonunda durdu; derin bir nefes aldı. Bir asker, bir komutan ve şimdi bir emanetin bekçisi olarak içinde iki ağırlık vardı; biri görev, biri vefa.
Karargâhın koridorları lambaların soluk huzmeleriyle çizgilenmişti. Emre’nin bayrağa sarılı tabutu, özel odada titrek ışıkların altında duruyordu. Etrafında nöbetçiler, meslektaşları, gözlerinde utançsız bir hüzün taşıyan gençler… kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Herkesin içinden aynı soru geçiyordu: Ne kadar adaletle doludur bir vatan?
Yaman kapıdan içeri girdiğinde herkes ona baktı. Yüzünde askerî soğukkanlılık; ama gözleri yangınlıydı. Hızla durumu aldı, Emre’nin tabutuna eğildi, elini nazikçe bastırdı bayrağın üzerine. Ardından ayağa kalktı ve odadaki en yaşlı çavuşa dillendirdiği emri verdi:
— “İki nöbetçi burada kalacak. Cenaze defnedilene kadar buradan ayrılmayacak. Emanet bizim. Anlaştık mı?”
Çavuş başını önüne eğip “Emredersiniz,” dedi. O an kolektif bir sırt dönme hissi belirdi — bir kısmı geleceğe, bir kısmı toprağa bakacaktı.
Telsiz yine çaldı; bu sefer üst kademeden, net bir emir: düşman hattında beklenmedik hareketlenme, hemen kısıtlı bir müdahale. Harekat emri hazırdı. Yaman derin bir nefes aldı. Emre’nin yüzünü bir kez daha süzdü; gözleri Emre’nin dudaklarındaki yarım gülümsemeyi aradı. Buldu mu? Belki. Bulduysa da bulduğu huzur, yerini ihmale bırakmıyordu.
— “Timin yarısını burada bıraktım,” dedi Yaman. “Diğer yarısıyla gidiyoruz. Bayrağı yere koymayın. Annen gelene kadar o burada bizimle.”
Gençlerden biri, Fırat’ın arkadaşlarından, sordu: “Komutanım, bizi bekleyebilirler mi? Daha yeni...”
Yaman gözlerini söndürür gibi hayata çevirdi, bir asker ağabeyin sert ama sıcak sesiyle:
— “Vatan bekleyemez evlat. Emre’nin kanı kurumadan... görev biterse geriye gurur kalır. Görev biterse annesine hesap verecek yüzümüz olur.”
Gözlerinde bir kıvılcım daha belirip karardı. Herkes emri anladı. Hazırlıklar başladı.
Yaman helikoptere binmeden önce Asena’yı gördü. Hızlıca odanın kapısına yöneldi; doktorlar içeri giriyordu. Asena’nın gözleri kırmızıydı ama direnişçiydi. Yaman diz çöküp Asena’nın elini tuttu.
— “Durum ne?” diye sordu, sesi bir fısıltı.
Asena başını yukarı kaldırıp, gözlerinde bir şeyler kırılarak: “Müdahale ediyorlar… Kan gerekliydi, verdim. O… o bakışını hâlâ unutamıyorum. Fırat beni gördü, abim dedi.”
Yaman sertçe başını salladı. Bir an durdu, sonra göz göze geldiler. İçinde hem bir komutanın soğukkanlılığı hem de bir insanın zavallı duygusu vardı.
— “Ben geri döneceğim,” dedi Yaman, kelimeleri ağır. “Söz. Söz verme değil, yine de söz. Buna inan. Seni burada bırakıyorum, Asena
— ona iyi bak. Senin ellerinde biraz daha umut var.”
Asena dudaklarını ısırdı, gözlerinden ince çizgiler aktı. “Gitme...” demek istedi ama söyleyemedi. Yaman ayağa kalktı, siluetini kapı eşiğinde bir an durdurdu; ardından başıyla selam verdi.
— “Emre’nin emanetiyle gidiyorum. Senin de duasını alıyorum.”
Helikopterin motor sesi içerinin tüm seslerini yutarken Yaman, bir komutan gibi emirleri verdi, tim harekete geçti. Bazıları hala yüzlerindeki taze çöküntüyle, bazıları gözlerinde yanan bir alevle. Hepsi aynı yolda yürüdü: görev.
Karargâhın avlusunda helikopter pervaneleri dönüyordu. Geceyi kesen ses, asıl acının üzerini örtmek istercesine gürledi. Emre’nin tabutu ayrı odada bekliyordu, nöbetçiler onun etrafında. Zehra Hanım’ın adını taşıyan bir not, askeri bir işlem dosyasında duruyordu — komutanın işaretlediği bir köşe: “Annenin haberi verildi, cenaze beklemekte.”
Helikopter göğse yaslandı, askerler içeri doluştu. Yaman son kez geriye baktı: şehit odasının penceresinden sızan sarı ışık, bayrağın kırmızısıyla bir an göz göze geldi. Kısa bir selam, kısa bir dua.
Pervaneler yükseldiğinde, hastanenin camından Asena bir siluet gibi göründü. Elinde ince bir mendil vardı; iki parmağı arasında biraz kanlı, biraz Asena’nın umudu. Gözleri helikoptere değil, havada kaybolan karanlığa bakıyordu. İçinde hem bir çığ hem de bir dua vardı: “Yaşat, ya Rabbi. Bana abimi geri ver.”
Helikopter karanlıkla birleşirken Yaman, telsizden son kez emirleri tekrarladı. İçinde Emre’nin sesi belirdi bir fısıltı gibi: “Gururla dik dur.” Yaman omuzlarına yükledi o gururu ve karanlığa doğru yürüdü.
Yaman, gözleri hâlâ hastane koridorunun beyaz duvarlarında asılı kalmışken ani bir emirle karargâha çağrıldı. Gözlerinde uykusuzluk, kalbinde Emre’nin ateşi ve Fırat’ın kanı vardı. Masanın başında albay oturuyordu, yüzü gergin, sesi sertti:
“Yaman, timin toparlanıyor. Dün geceki çatışma bitti sanma. Teröristler geri çekildi ama dağılmadılar. Tekrar vuracaklar. Emri aldınız: Şafakla birlikte operasyon!”
Yaman yutkundu. Gözlerinin önüne Emre’nin son anı geldi, alnına koyduğu o soğuk künye. Ama askerdi, gözyaşını içine gömdü.
“Emredersiniz komutanım,”
Gece yarısı tim, sessiz adımlarla sınırı geçti. Ay ışığı puslu bir perde gibi dağın sırtında yayılıyordu. Rüzgâr, kurumuş kan kokusunu bile taşır gibiydi.
“Gözler dört açılacak,” dedi Yaman fısıltıyla.
Her biri siper aldı, eller tetikteydi.
Derken...
Bir roket sesi geceyi yardı. Gökyüzü kızıl bir yara gibi açıldı. Ardından makineli sesleri, kurşun sağanağı.
“Temas var!” diye haykırdı Yaman.
Toprak sıçradı, ağaç gövdeleri parçalandı. Mehmetçikler yan yana, omuz omuza karşılık verdiler. Silah sesleri geceyi yutuyordu.
Emre’nin yokluğu daha da hissediliyordu timde. Sanki herkes bir kurşunu onun hatırasına sıkıyordu.
Bir an, bir er paniklemeden sipere çöktü. Yaman hemen fark etti:
“Kalk oğlum! Burada korkuya yer yok. Hedefini bul, nefesini ayarla, vur!”
Er silahını doğrulttu, tetiği çekti, düşman mevzi sustu. O an gözlerinde korkudan çok kararlılık vardı artık.
Çatışma kızışıyordu. Roketler yeniden patladı. Yer sarsılıyor, gökyüzü alev alev yanıyordu.
Birden telsiz cızırtıyla doldu:
“Komutanım, sol kanat düşüyor!”
Yaman dişlerini sıktı. Gözünde tek bir şey vardı:
“Kimse geri adım atmayacak! Bu toprakta biz varız!”
Ve öyle bir hücum verdi ki, tim bir bütün halinde ayağa kalktı.
Kurşunlar geceyi deldi, dağ yankılandı.
Geceyi yaran kurşun sesleri arasında Yaman’ın sesi gürledi.
‘Korkmayın! Bu dağ bizim, bu gökyüzü bizim! Birimiz düşerse, onun yerine binimiz kalkar! Emre düştü belki, ama adıyla biz buradayız. Kurşun bedenimizi yarsa da, yüreğimizi yaramaz. Çünkü vatan bir tek bedende değil, milyon yürekte yaşar!
Unutmayın kardeşlerim… Bizim ardımızda annelerimizin duası, şehitlerimizin hatırası ve bayrağımızın gölgesi var. Korkmayın! Bu geceyi biz aydınlatacağız!’
“Şehitlik, bir anın değil; bir davanın sonsuzluğudur. Onlar yalnızca düşmezler, düşerken milletin onurunu omuzlarında yükseltirler. Ve her şehit, bayrağın gölgesinde ebediyete yazılmış bir destandır.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 114.45k Okunma |
12.09k Oy |
0 Takip |
95 Bölümlü Kitap |