
“O gece ve ondan sonraki günler hep ağladım. Sen fark etmedin ama benim içim kan ağlıyordu. Yüzümün gülümsemesi, ruhumun da gülümsüyor olduğunu göstermezdi. Bana bu kelimelerle nasıl gelebildin, hâlâ anlayamıyorum. Benim sizlerden başka kimim vardı ki? Yıllarca beni arayıp sormayan babam, bu saatten sonra bana sahip mi çıkacaktı? Yıllarca ‘baba’ dediğim adam artık bana ‘kızım’ diye seslenebilecek miydi? Yapamazdım, tekrar oraya dönemezdim. Benim ailem sizlerdiniz. Her şeyden ölesiye korkan ben, yalnızlığa tekrar koşamazdım; koşsam bile kimse bana kollarını açmazdı.
Bir gece keskin kokun tüm vücuduma yayılarak beni mest etti âdeta. Ağlamanın verdiği şiddetle o gece iyi değildim. Bir uyanıyor, bir uyuyordum. Bana arkadan sarılışını, beni sımsıkı sahiplenişini kıskandım. Bizi kıskandım. Sana sarılmak istedim ama gücüm, takatim kalmamıştı. Göz kapaklarım büyük bir hünerle gözlerimi aralamama direniyordu. Sabah gözlerimi açtığımdaysa sen yoktun, yanımda değildin. Oysaki çok isterdim bu anın gerçek olmasını; bir rüya olmamasını. Gözlerim kurumasına rağmen gözyaşlarım tekrardan akmaya başlamıştı. Dinmek bilmeyen bir ırmak gibi.
O gece bana gelişin, beni kollarına alışın sesliydi; etrafımda göremediğim, baştan aşağı yankılanan bir ses vardı ve ben bunu çok geç fark ettim. Piyanonun üzerinde gezinen parmaklarım sessiz bir şarkı çalarken daha çok yalnızlığın girdabına saplandım. Yalnızlık beni içine sarmalarken soğuk tavrından, donuk duruşundan ve en önemlisi beni değerli kılan varlığını çok geç fark ettim. Meğersem ben sevgiye muhtaçmışım yalnızca; bu dünyada küçük bir şefkate. Senin bana olan davranışlarından sonra daha iyi anladım her şeyi. Hiçbir şey senin suçun değildi, bizim suçumuz değildi. Suç sadece onundu; babamındı. Çok geç fark ettim, bunu biliyorum.
Özür dilerim, Selim.
Bu kelimeleri gelip sana bizzat söyleyemem ama eğer olur da bir gün eline bu defterim geçerse o zaman özrümü kabul edersin umarım. Üç yıl boyunca biriktirdiklerim sana, hiç görmediğin bir kapıyı aralarken orada benim dünyamı, ruh halimi tüm çıplaklığıyla görebilirsin ve umarım beni anlarsın.
Belki de o gün her şeye rağmen gitmeliydim. İkimize bir şans vermek acıdan başka bir şey değildi ama bu, o gündü. Kendimi avutarak sana bir şans verdiğimi söylemiştim. Halbuki bu beyaz bir yalandı; cesaretim yoktu gitmeye. Kalacak bir yerim bile yoktu. Ve artık seni istesem de bırakamam. Her ne kadar bana soğuk davransan da, beni görmezden gelsen de sonsuza kadar böyle sürmeyecek, biliyorum. Gözlerindeki sevgi tekrardan ışıl ışıl parıldarken kalbin tekrar atmaya başlayacak ve ben o gün senin yanında olacağım.
Şu an bu satırları yazarken ağlamamam gerekiyor ama yine ağlıyorum. Ağlamaktan tükendi artık bedenim. Her sayfaya ıslak imzamı bırakırken küçük bir umut ışığı bekliyordu kalbim. Bu sayfalar artık gözyaşıyla değil sevgiyle doldurulmalıydı ama doldurulmuyor; yalnızca bekliyorlardı.
Telefonuna gelen mesaj sesiyle irkilen Zehra, defterinin deri kapağını kapatarak çekmecesine koydu ve gözyaşlarını elinin tersiyle silerek telefonu eline aldı. Gelen mesajlardan biri bilgilendirme amaçlıydı, biri abisindendi; yakında buraya geleceğinden bahsediyordu. Hızla cevap verdi. Diğeri ise Enes’tendi.
Mesajın üzerine baş parmağını değdirip açarken beklemediği bir mesaj olduğunu fark etti. Kaşları çatılırken şaşkınlıkla baktı telefon ekranına.
“Evinizin yanındaki parktayım, seni bekliyorum.”
Henüz yeni atılmıştı bu mesaj. Zehra pencerenin önüne geçip perdeyi aralarken Enes görüş hizasına girdi. Henüz parka gitmemişti. Selim’in onu görmemesi için telaşlanırken çevik bir şekilde, “Gelemem,” diye yazıp gönderdi. Gerçi Selim odasından dışarı çıkmazdı ama yine de ne olacağı belli olmazdı.
Birkaç saniye sonra mesaj sesi geldi; hızla baktı.
“Sadece bir şey söyleyip gideceğim.”
“Buradan yaz,” diye diretti genç kız; yatağına şiddetle otururken. Bu Enes’in derdi neydi ki?
“Seni görmek istiyorum, eğer gelmezsen ben gelirim.”
Son mesajı okurken gözleri kocaman açıldı. Buraya gelemezdi. “Tamam, tamam, geliyorum,” diye yazdı. Hızlıca üzerine uzun bir şey alıp aşağıya indi; hızlı adımlarla. Çıkarken kimsenin onu görmesini istemiyordu ama arkasından seslenen kişiyle başını korkuyla çevirmek zorunda kaldı.
“Nereye gidiyorsun, Zehra?” Sevim Hanım’ı karşısında görünce rahatlarken bir yalan uydurmak zorunda kaldı hemen. Eğer ona bir erkekle buluşacağını söylerse kötü bir şeyler olabilirdi.
“Şey… Ceren’i tanıyorsunuz değil mi? Mahallede tanıştığım arkadaşım.” Sevim Hanım başıyla onaylayınca devam etti: “Açık öğretim sınavlarına beraber hazırlanıyoruz. Şimdi de gidip kayıt için gerekli olan evrakları soracaktım.”
“İyi, git ama geç kalma,” dedi; gitmesine izin verirken daha fazla sorgulamadı. Zehra’ya güveniyordu çünkü.
“Merak etmeyin, yarım saate gelirim ben,” dedi, gülümseyerek kapıdan çıkarken. Hızlı adımlarla dışarıda yürürken bir yandan da Selim’in odasından dışarı çıkmaması için dua ediyordu. Gerçi Ceren’e gideceğini bildikleri için sorun yoktu ama yine de şüphe duygusu içini kemirip duruyordu.
Parka vardığında, bankta oturan Enes Zehra’yı görür görmez ayağa kalkıp yanına yaklaştı. Enes, her zamanki gibi güler yüzlü değildi; sinirliydi bu sefer. Zehra bu haline şaşırırken belli etmemeye çalıştı.
“Neden işi bıraktın?” diye sordu. Soru karşısında afallayan genç kız cevap vermedi; sessiz kaldı. Enes’in bu itirafından sonra orada çalışmak yalnızca azap olurdu. Kendisine bakan haram gözlerden nefret ederdi ve Enes de onlardan birisi olmuştu. Onu doya doya izleyebilecek tek bir kişi vardı; o da Selim’di. Hem ona neydi ki işi bırakıp bırakmamasından?
“Neden işi bıraktın, Zehra?” diye diretti Enes; ses tonu oldukça sinirliydi.
“Öyle gerekiyordu,” dedi Zehra kestirip atarken. Ona gerçekleri söyleyemezdi.
“Benim yüzümden mi? Beni kötü biri olarak mı gördün? Şu ana kadar sana bir zararım dokundu mu?”
Duyduğu sözler karşısında aklını okuyan adama baktı bomboş bir şekilde.
“Hayır,” dedi rutin bir sesle.
“Yoksa o herif mi çalışmanı istemedi?”
Zehra, Selim’i duyar duymaz bedenini bir adrenalin işgal ederken âdeta güç patlaması yaşayacaktı. Her seferinde konuyu oraya getiriyordu Enes. Selim’i tanımadan konuşuyordu yalnızca. Halbuki onu tanısa severdi, biliyordu.
“Onunla bir ilgisi yok!” dedi; bağırıp ellerini yumruk yaparken.
“Belli ki var! O adamı gözüm hiç tutmamıştı zaten. Bak, eğer seni tehditleriyle korkutuyorsa—”
“Kaç kez diyeceğim, öyle bir şey yok. Neden anlamıyorsun?” dedi; sözünü kesip elini çaresizce iki yana açtı ve bir anda yere bıkınca düşürürken. Enes gerilerek Zehra’ya daha çok yaklaştı. “O iyi birisi, anla artık!”
“Eminim ki öyledir. Yanına bile yakışmıyor. Büyük duruyor senden.”
“Kimin yanıma yakışıp yakışmayacağına sen mi karar vereceksin?”
Enes çenesini sıvazladı bu soru karşısında; cevap vermeyerek sessizliği tercih etti. Kısa bir süre sonra başka bir soru ortaya serdi.
“Onu seviyor musun?”
Zehra bu soru karşısında daha çok afalladı; gözlerinin dolmasına mâni olamadı. Sahi seviyor muydu onu? Yoksa yalnızca yalnız olduğundan mı Selim’in varlığına ihtiyaç duyuyordu?
“Seni ilgilendirmez, Enes! Konuşman bittiyse gidiyorum ben,” der demez arkasına döndü gitmek için ama Enes ona arkadan sarılırken olduğu yerde kala kaldı, bir heykel edasıyla; kıpırdayamadı. Âdeta şok olmuştu. İlk kez böyle bir şey başına geliyordu; ilk defa bir erkek ona arkadan sarılıyordu.
“Keşke,” dedi, kollarını daha çok sıkarken. “Keşke o kalbin benim için atsaydı.”
“Bırak beni!”
“O adamla geçirdiğin güzel günlerden yalnızca birini bana ver,” dedi Zehra’nın kulağına fısıldarken.
“Asla!”
Duyduğu kelimeyle Zehra’yı kendisine doğru çevirip yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Zehra bu hareketini idrak etmeye çalışırken umutsuzca çırpındı.
“Ne yapıyorsun sen, ben evliyim. Bırak beni!” dedi; Enes’in kollarında çırpınırken, ama Enes onu bırakmıyor; zorla kendine yaklaştırmaya devam ediyordu. Zehra bir an da ne yapacağını şaşırırken aklına gelen ilk hamle ile ayağıyla genç adamın dizine sertçe bir tekme vurup kendisini onun kollarından kurtardı ve geri çekildi. Enes, dizinin acısıyla tek bacağı üzerinde Zehra’ya baktı; sinirli bir ifadeyle.
“Evliyim ben, anlamıyor musun? Yalnızca Selim bana dokunabilir,” dedi kendini şiddetle gösterip göğsüne vururken; dolan gözleriyle Enes’e baktı. “Nefret ediyorum hepinizden de bu sapıklığınızdan da.” Tüm gücüyle bağırırken Enes’in şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Şu an bu adamı iyice tanımadığı için o kadar çok pişmandı ki kendisinden utandı. “Eğer bir daha karşıma çıkarsan, yemin ederim seni öldürürüm ya da işi kanun yoluyla hallederim; seni polise şikâyet ederim.”
“Ben,”
Zehra, devamını dinlemeden hızlı adımlarla ayrıldı parktan. Gözyaşlarını gözlerinde hapsederek emin bir şekilde yolu yarıladı. Karşısında Ceren’i görmesiyle duraksamak zorunda kaldı. Sanırım artık yalan değildi; en azından Ceren ile karşılaşmıştı.
“Nereden geliyorsun bakalım?” diye sordu merakla Ceren. Hava kararmak üzereydi ve Zehra bu saatlerde dışarı çıkmazdı, biliyordu.
“Öyle bir hava almaya çıkmıştım sadece,” dedi, hafifçe tebessüm ederken. Halbuki sesi titremişti ama Ceren anlayamamıştı.
“Anladım canım. Bu arada kayıtlar başladı biliyorsun değil mi?”
“Evet,” dedi başıyla onaylarken.
“Beraber yaparız artık kaydımızı. Yüzün sanki solgun gibi; ne oldu, bir şey mi oldu?”
“Yo, hayır, yok bir şey.” Zehra ellerini olumsuz anlamda salladı iki yana. Şu an Ceren’e bir şeyler anlatmakla uğraşamazdı.
“Yalan söyleme, Zehra; az önce parkta olanları gördüm. O adam…”
Zehra hızla ellerini genç kızın dudaklarına kapadı. “Sessiz ol, bir şey söyleme sakın. Ya birisi duyarsa…” dedi fısıltıyla, ardından parmaklarını usulca çekti.
“Sen de haklısın tabii; gençsin, güzelsin, bu yaşta evlenmek büyük bir yük. Hayatını yaşamak istiyorsun.” Ceren kendini beğenmiş bir tavırla uzun siyah saçlarını geriye doğru atıp Zehra’yı baştan aşağı süzdü.
“Ben hayatımdan gayet memnunum, Ceren.”
“Tabii, tabii, neyse…” dedi; inanmadığını belirten bir ses tonuyla. “Bu akşam arkadaşlarla bir bara gideceğiz; sen de gelmek ister misin diye soracaktım?”
“Saçmalama, Ceren; ne işim olur benim öyle yerlerde.”
“Valla kızım çok salaksın,” dedi, gözlerini kısıp Zehra’ya acır gibi bakarken. Bu bakış Zehra’nın yüreğini parçalasa da aldırmadı. Ceren her zamanki Ceren’di işte. Yine aynı sözleri dile getirecekti. “Gençsin, güzelsin ve hele de bu güzellik bende olacakta ben yerimde asla durmam. Hatta okumaz oturduğum yerden para kazanırdım.” İş çığırından çıkarken Zehra oflayarak Ceren’e baktı.
“İyice saçmaladın, Ceren. Günaha teşvik etme beni. Ben evliyim kızım, anlamıyor musun?”
“İyi tamam be, otur kocanla evde; pişti oynarsınız artık,” dedi küçümseyici bir tavırla evine doğru yol alırken. Zehra’da sabır dilenir gibi ellerini gökyüzüne açtı. Ceren aslında iyi bir kızdı ama hayatı çok boşveren bir cinstendi. Sadece kendi istediğine göre yaşamak isterdi. Sadece hayat ona güzel olsun isterdi. Başka hiçbir şey umurunda olmazdı. Halbuki gençliği de bir gün yok olup gidecekti, yaşlanan her insan gibi.
Eve girdiği an hazır, kurulu sofrayı gördü. Gizem ve annesi sofrada; Selim ve Zehra’yı bekliyorlardı. Gizem, Zehra’ya bakarak, “Abimi çağırır mısın, Zehra?” diye sordu. Gizem’in bu davranışının amacını çok iyi anlamıştı genç kız. Arayı biraz yumuşatmak için konuşmaları gerekiyordu; herhangi bir konu hakkında. Gizem’e olanları tam olarak anlatmasa da küçük bir tartışma yaşadıklarını anlatmıştı ve Gizem o günden sonra hep barıştırmaya çalışmıştı onları.
Zehra gülümseyerek başıyla onaylarken doğruca yukarı kata çıkıp Selim’in odasının kapısını çaldı. İçeriden gelen “gel” sesini duyar duymaz içeri girerek arkasına dönük, her zamanki gibi ders çalışan adamla karşılaştı. Bir insan bu kadar çok ders çalışabilir miydi her zaman? İnsan hiç mi sıkılmazdı? Ve gözünden kaçmayan diğer bir detay kül tablasında biriken sigara izmaritleriydi. Son zamanlarda çok sık içerdi Selim. Bunun kendisi yüzünden olduğunu ise çok iyi biliyordu genç kız.
“Yemek hazır,” dedi, güçlü çıkarmaya çalıştığı sesiyle Zehra.
Selim, Zehra’nın sesini duyar duymaz bir an donsa da cevap vermedi. Paketinden bir sigara daha alarak yaktı. Sanki bu anı ona göstererek, kendini zehirlemeye çalışırken Zehra’nın acı çekmesini ister gibiydi.
Her şey senin yüzünden böyle oldu, der gibiydi.
“Yemek hazır diyorum; duymuyor musun beni?” Zorlukla gözyaşlarını tutmaya devam ediyordu genç kız ama daha fazla tutamazdı onları. Kaçacak bir delik aramaya başlamışlardı bile. “Artık benimle konuşmayacak mısın?” dedi, ağlamaklı çıkan sesiyle. Yanına giderek dudaklarına götürdüğü sigarasını hızla çekip aldı. “Yeter artık içme. Benden nefret et ama kendini zehirleme.” Sigarayı kül tablasının içinde ezerken odada yürümeye başladı. Tam odadan çıkacağı sırada “Beni önemsiyor musun?” diyen sesi duydu.
Sessizlik…
“Cevap vermediğine göre önemsiyorsun,” dedi; sandalyesini çevirip Zehra’ya doğru dönerken ama Zehra sırt çevirmişti bu sefer ona. “Boşanma davasını ne zaman açıyorsun peki?” diye sordu, alaycı çıkan sesiyle. Şu an Zehra’nın ağlamaklı çıkan sesi umurunda bile değildi. Yaptıklarından pişman olana kadar onu affetmeyecekti.
“Hiçbir zaman,” dedi genç kız; önüne dönüp Selim’in gözlerinin içine umutla bakarken. Selim, çatılan kaşlarıyla Zehra’ya baktı. “Gidecek bir yerin bile yok değil mi? Ah! Doğru, unutmuşum,” dedi; kafasına hafifçe birkaç kez vurup yüzünü buruştururken.
Zehra tekrardan dolan gözleriyle Selim’e baktı. Selim bunu fark etmişti ama aldırmadı. Şu ana kadar bu kızı alttan almıştı ama artık canına tak etmişti. “Senin bir ailen yoktu, doğru.”
“Benim ailem sizlersiniz,” dedi, çatallaşmış sesiyle, bakışlarını hüzünle yere doğru sabitlerken.
“Öyle mi?” dedi umursamaz bir tavırla genç adam. “Göster o zaman.” Zehra’nın önünden geçerek aşağıya indi; yüzüne dahi bakmadan. Genç kız derin bir nefes vererek güç toplamaya çalıştı. Selim’in bu yaptıklarına karşı sabredecekti yalnızca. Sonuçta bunca zamandır o da Zehra’nın bu yaptıklarına sabretmişti. İç çekerek aşağıya indi ve yemek masasında Selim’in karşısına geçerek oturdu. Mavilerini, yeşilin daha fazla hâkim olduğu ela gözlere dikti ama tek bir kıpırtı yoktu içinde. O gözler yalnızca önündeki yemek tabağına bakıyordu; boş boş.
“Tuzu verir misin, Gizem?” diyen sesi duyar duymaz eline tuzluğu alarak Selim’e doğru uzattı; çünkü tuzluk Zehra’ya daha yakındı. Zehra kolunu öylece öne doğru uzatıp beklerken Selim dönüp bakmadı bile.
“Abi, kız uzatıyor işte, alsana,” Gizem ve annesi şaşkınca Selim’in bu yaptığını izlerken, Gizem konuşmadan edememişti.
Selim almadı; cevap vermedi. Zehra umutsuzca Selim’in önüne koyarken çatalını bıraktı. Tüm iştahı kaçmıştı birdenbire.
“Ben hiç anlamadım bu işten. Bir gün sen öylesin, bir gün Selim. Allah aşkına, derdiniz ne sizin?” Sevim Hanım söylenirken bir yandan da yemeğini yiyordu.
“Derdimiz yok anne,” Selim durgunça konuşurken Zehra sessizliği tercih etmişti.
“O zaman ne bu tavır?”
“Her karı-koca tartışır. Önemsiz bir şey,” dedi; sahiden önemsiz bir şeymiş gibi ama değildi. Zehra ve Selim için önemliydi bu konu.
“O kadar çok önemsiz ki, ikinizin de yüzünden düşen bin bir parça,” dedi, feryat edercesine.
“Neyse, bu konuşma uzar… Size afiyet olsun,” diyerek kalktı masadan. Bacağına dolanan Felicità’yı görür görmez onu da alarak odasına çıktı; tekrar derslerine devam etmek için. İlerde büyük bir doktor olmak kolay değildi. Herkesin parmakla gösterip, tercihin başında gelen bir doktor…
“Yemekten sonra film izleyelim mi?” diye sordu Gizem, Zehra’nın kafasını dağıtmak için. Zehra gülümseyerek başını salladı. Bu fikir iyi gelmişti; film izleyerek kafasını dağıtabilirdi.
“Çok güzel bir film var. Belki bilirsin… 7. Koğuştaki Mucize ismi.”
Zehra olumsuz anlamda başını salladı. “Bilmiyorum maalesef.”
“O zaman kesin onu izlemeliyiz,” dedi, içini kaplayan heyecanla.
“Peki,” dedi onaylayarak.
Yemekten sonra Gizem koltuğa, Zehra da kanepeye yerleşti. Işıkları kapatıp filmi açtılar. 7. Koğuştaki Mucize, Kore yapımı bir filmdi. Bir baba ve kızının birbirlerine olan ölümsüz sevgisini konu alan, unutulmaz filmlerden biriydi. Herkesin izlemesi gereken muhteşem filmlerden biri…
Bir süre izlediler.
“Bu filmi çok severim,” dedi Gizem birdenbire ağlamaklı çıkan sesiyle. Zehra şaşkınlıkla ona baktı. “Babam da bizi çok severdi ama bir gece bizi bırakıp gitti, birden öldü.” Zehra, Gizem’in şimdiden gözyaşlarını akıttığına emindi.
Kuru bir şekilde, “Çok üzüldüm,” dedi genç kız, üzgün olduğunu belirtirken. O sırada yanına çöken ağırlık ile yanında oturan kişiye refleks olarak bakmak zorunda kaldı. Sadece televizyondan gelen ışık huzmesiyle birbirlerinin gözlerinin içine baktılar uzun bir süre. Ela gözler sakindi, mavi gözler ise korkaktı. Gözlerini ilk çeken Selim oldu. Filmin henüz yirmi dakikası geçmesine rağmen Selim filmi durdurdu.
“Ne yapıyorsun abi?” diyen sese sertçe cevap verdi.
“Bu film size göre değil.”
“Saçmalama, istersen abi; +18 bir film falan değil,” dedi Gizem yerinde doğrulup abisine karşılık verirken.
“Bana karşı gelme, Gizem; izlemenizi istemiyorum.”
“Ben izlemek istiyorum, sonunu merak etmeye başladım.” diyen sese kulak kesildi Selim; bu ses Zehra’ya aitti. Her ne kadar izlemesini istemese de o izlemek isterse açardı.
“Bu film çok hüzünlü bir film ve bunu izlersen çok üzülebilirsin.”
“Yine de izlemek istiyorum. Kızın babasına neler olacağını merak ettim.”
“Bak, sonra ağlayınca yanıma gelme.”
Zehra umursamazca, “Gelmem merak etme.” dedi haykırırcasına.
Selim omuz silkerken sessiz kalmayı seçerek filmin oynat tuşuna bastı. Eliyle çenesini sıvazlarken filmi izledi onlarla birlikte. Bu filmin sonunda Zehra’nın çok ağlayacağını biliyordu ve bu durumda onu yalnız bırakamazdı asla. Her ne kadar dili bu kelimeleri söylemiş olsa da kalbi bunu yapamazdı.
Ara ara gözlerini Zehra’da gezdirirken tek bir kıpırtı olmadığını fark etti, sessizce filme odaklanmıştı. Gizem ise filmin yarısından itibaren ağlamaya başlamıştı bile. Onun hıçkırıkları Zehra’yı daha çok ağlamaya teşvik ediyordu ama genç kız gözyaşlarını bastırıyordu; şimdi onları akıtmanın zamanı değildi.
Filmin bitimine çok az bir süre kala Zehra’nın küçük bir hıçkırığı sonucu Selim ondan tarafa baktı. Hıçkırıklar büyüdü ve arttı. Elini omzuna koyup onu sakinleştirmek istedi ama yapamadı. Ona hâlâ kızgındı ve filmi izlemek isteyen kendisiydi.
“Babam neden beni hiç sevmedi? Ben ona bir kötülük mü yaptım?” dedi sessizce, eliyle yüzünü kapatırken. Gizem ona doğru dönerken birden yaptığı hatayı anladı. Bu film yalnızca acıları tazeletirdi ve geçmişte kalanları canlandırmaya yarardı. Gözyaşları daha da hızlanırken kendine hâkim olamayarak salonu terk etti. Baba ve kızın sevgisini, baba sevgisi olmadan yaşayan bir kıza nasıl izlettirebilmişti, hiç düşünememişti.
“Yalnız kaldım,” dedi Selim’e yaklaşıp başını omzuna yaslarken. Selim geri çekilecekken, “Lütfen,” diye yalvardı. “Şu an varlığını hissetmeye ihtiyacım var.” Fısıltıyla çıkan sesi Selim’in hareket etmesine mâni olmuştu.
“Sana hâlâ kızgınım, ağlarsan yanıma gelme demiştim.” diye karşılık verdi genç adam, boğazındaki yumruyla.
“Biliyorum. Şu ana kadar hep sen vardın ama ben bunu çok geç fark ettim. Özür dilerim.” dedi, hıçkırıkları sessiz iç çekişlere dönüşürken. Sonunda özrünü dileyebilmişti; bu sözler birden ağzından kaçmış, onları durduramamıştı. Gözleri kapalı, başı Selim’in omzunda bekledi. Tükenmişti bedeni artık, bir damla da olsa sevgiyi istiyordu tir tir titrerken.
Selim elini titrekçe saçlarına götürdü ama saçlarına dokunamadı, geri çekti. “Seninle ne yapacağım ben?” dedi fısıltıyla iç geçirirken. “Ben senden daha çok yalnız hissediyorum kendimi.”
“Keşke,” dedi, sustu ve içinden geçirerek devam etti Zehra. “Keşke seninle daha farklı şartlar altında karşılaşsaydık. O zaman her şey daha farklı olurdu.” Zehra uykuya dalarken, Selim televizyonun ışığının Zehra’nın yüzünü aydınlatmasıyla baş parmağını yanağına götürerek bir damla gözyaşını titrekçe sildi.
“Seni mutlu etmeme izin vermiyorsun. O kadar inatçısın ki ikimizi de mutsuz ediyorsun.” dedi, Zehra’nın güzel yüzünü seyre dalmışken. Zehra bunları duymadı ama Selim duymasını o kadar çok isterdi ki… Genç adam Zehra’nın güzel yüzüne baktı uzun uzun. Hüzünlenen gözleriyle göz kapaklarını kapatarak bir süre öylece kaldı. Sanki şu an huzur uğramıştı onlara…
Yavaşça ayağa kalkarken eliyle Zehra’nın düşen başını hızlıca tuttu ve çevik bir hareketle kucağına aldı hızla. “Göründüğün kadar zayıf değilmişsin.” diye söylendi, Zehra’yı aldığı an düşecek gibi olurken. “Ne ara bu kadar kilo aldın sen?” dedi merdivenlerden yukarı çıkıp Zehra’yı odasına götürürken.
Göğsünde olan başına bakarak içten bir şekilde tebessüm etti. Yavaşça yatağına yatırırken, önüne düşen hafif dalgalı sarı saçlarını yüzünden çekti. Zehra kıpırdanıp gözlerini aralarken, yanını işaret ederek yatağa birkaç kez hafifçe vurdu.
“Yanımda yat.”
“Anlamadım,” dedi Selim kaşlarını çatıp şaşırırken. Kalbi ise hızla atmaya başlamıştı.
“Rüyamdaki gibi bana sımsıkı sarıl.” Uykulu uykulu söylediği sözler Selim’i şaşkınlıkta bırakmıştı ama şaşkınlığı yavaş yavaş gidip yerini mutluluğa bırakıyordu.
“Rüyandaki gibi mi?” dedi anlamamazlıktan gelip muzdarip bir şekilde gülerken. Ağırlığını yatağın diğer tarafına bırakırken alnını Zehra’nın alnına yaklaştırdı. “Rüya olduğunu sanıyorsan yanılıyorsun, güzelim.” dedi fısıltıyla, nefesi genç kızın alnına değecek şekilde. Kolunu üzerine atarken daha çok kendisine doğru çekti ve çenesini genç kızın başına dayadı.
“Selim?”
“Efendim, güzelim?”
“Bana yalnızca sen dokunabilirsin, biliyorsun değil mi?” Selim şaşırırken istifini bozmadı. Bu sözler de nereden çıkmıştı böyle ama bu sözlere içten içe sevinç duyuyordu. Karısına ondan başka kimse dokunamazdı asla ve bunu bizzat söyleyen kişi de kendi karısıydı.
“Tabii ki biliyorum.” dedi sevecen ve hoşnut çıkan ses tonuyla.
“Başka kimsenin beni incitmesine de izin vermezsin, değil mi?”
“Asla.” dedi net ve gür çıkan sesiyle ve başına yumuşak bir öpücük kondurdu sevdiği kadının. “Benim karımı hiç kimseler üzemez.” Ve sonra duraksayarak ekledi derin bir iç çekerken, “Keşke farklı şartlar altında karşılaşsaydık, o zaman her şey daha farklı olurdu.”
“Tam da içimden geçenleri tekrar ettin.” Gözleri hâlâ kapalıydı; açarsa bunun da bir rüya olmasından korkuyordu Zehra ama değildi, gerçekti.
Birlikte gülümsediler.
“Bu arada,” dedi Selim, Zehra’ya şaşkınlıkla bakarken, “Yıllardır ben kendimi sana affettiremiyorum ama sen bir haftada affettirdin. Çok kurnazsın.” dedi alayla gülerken ama genç kız çoktan uyumuştu.
Son zamanlarda ilk kez güzel bir uykuya dalmışlardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |