55. Bölüm

54. Bölüm

Zeynep
kelebekruhhu

Nalin'den devam:

Canım bile bu sefer hangisine acıyacağını bilemiyordu. Daha ne kadar bedel ödeyecektim. Bu sefer ki çok ağır bir bedeldi, ödemek zorunda bırakıyordu; öldürmek yerine...

İçimde derin bi’ korku vardı. Bu sefer tüm ağlamalarım kendime... Ölmek neden bu kadar zordu, yaşamak için inat nedendi?

Yalnız kalmak istediğim için kimse yoktu yanımda. Usul usul ağlıyordum. Boynumu hareket ettiremiyordum, bacaklarımı oynatamıyordum. Öylece duruyordum, boş tavanı izleyerek mi geçecekti, ömrüm? Biri kapıyı açtı. Yanı başımda durdu, hemşire.

“Daha iyi hissediyor musunuz Nalin hanım?” diye sordu.

İçimden kahkaha atmak geldi, bu durumda biri kendini nasıl iyi hissedebilirdi?

“Anlıyorum, kolunuzda ki serumu çıkartacağım şimdi.” Dedikten sonra sol kolumdaki serumu çıkardı.

Ağzını açtı, konuşacağı sırada koşarak bir hemşire içeri girdi.

“Figen, aşağıda kıyamet koptu resmen, neredesin sen?” dedi, soluk soluğa.

Figen, heyecanla “N’oldu?” diye sordu.

“Mardin’in meşhur aşiretlerinden Karabağ ailesi geldi. Ölen Boran Karabağ için.” Dedi...

O an volkanlar içimde patladı, ateşi sonsuza dek benimle küllenip alevlenecek.

Boran, benim kollarımda can vermişti, insanları yaşatacağıma dair yemin etmiştim ama sürekli birilerinin ölümüne şahit olup, hiçbir şey yapamıyordum.

Onlar koşarak çıktılar ve kapı açık kaldı. Aşağıdaki kıyameti tahmin edebiliyordum.

Benim burada olduğumu da bilecek kadar da eli kolu uzundur Karabağ aşiretinin. Dememe kalmadan Boran’ın annesi Ayşe yengemin çığlık çığlığa yaklaştığını duyuyordum. Boynumu zar zor oynatmaya çalıştım fakat ağzımda sadece acı ile “ah!” çıktı. Pes etmedim ve boynumu hareket ettirdim, kapıya doğru baktım. Ayşe yengenin gözleri kan çanağı gibiydi. İlk göz ağrısını kaybetmişti. Ardından amcam ya da dayım artık fark etmiyordu. Bana sadece nefretle bakmıyordu, katil benmişim gibi bakıyorlardı. Bu gözlerin ardındaki acıyı hissedebiliyordum, herkesin acısını hissederken neden kimse benim acımı anlamıyordu?..

“Seni katil!” diye üzerime doğru geldi. Eşi tuttu.

“Senin yüzünden oğlum öldü, sen bu aileyi mahvettin herkesi sen mahvettin...” diyerek haykırıyordu.

Neden kimse benimde mahvolduğumu göremiyordu? Neden, herkes sadece ‘ben!’ deyip duruyordu? Kalbim paramparçaydı.

“Sen hak ettiğini yaşadın, ölüm bile kabul etmiyor seni, burada böyle sürüneceksin!”

Duymak istemiyordum, her sözü kalbime bıçak saplar niteliğindeydi.

Doktorlar, hemşireler; Mardin’den gelenlerin hepsi dizi izler gibi izliyordu. Gözümden yaşlar eksik olmuyordu. Bende hesap sormak istiyordum. Neden, beni de sevmediniz? Demek istiyordum ama dil susuyordu...

“Bırak beni! Erdem, benim oğlum gitti o da nefes almayacak, almayı hak etmiyor.” Diyordu, eşine.

Ne acınası, kendi acısını yaşamak yerine saldırgan tavırlarıyla küçülüyordu.

“Bittiyse gidin!” dedim, gözyaşlarıma rağmen, soğukkanlılığımı koruyarak!

“Sen ölmeden bitmeyecek,” dedi ve tam bana vuracak iken yüzümü sola döndüm ve gözlerimi sıkıca yumdum vurmasını beklerken vurmadı. Gözümü açtığımda Araf, elini havada yakalamıştı.

“Siz ne halt ediyorsunuz lan benim karıma...”

“Karıma!” kelimesi kulağımda çınlayıp duruyordu.

“Bu burada bitmedi bitmeyecek!” dedi, Erdem amca. Eşini de alıp çıktı.

Kapı eşiğine baktığımda babaannem sandığım, anneannem bize bakıyordu, hayal kırıklığı bir şekilde. Oysa ki ben çok özlemiştim nenemi ve o’nun da bana hasret olduğunu biliyordum. Bir süre sonra, Boran’ın kardeşi Sıla nenemin koluna girdi ve gittiler. Arkalarından bakakaldım. Ne ayağa kalkıp hesap sorabildim ne de şu kapıyı kapatamadım; yeterince rezil olmuştum, herkes bizi gördü, duydu. Araf, aklımı okumuş gibi, hemen herkesin suratına sertçe kapıyı kapattı.

Yanıma geldi, elimi öptü; şakağıma öpücük kondurup, “Geçti güzelim,” dedi. Gerçekten de geçiyor muydu?

“Yalnız kalmak istiyorum.” Dedim ve boynumu diğer tarafa çevirdim.

Derin bi’ soluk aldı. Eliyle çenemden tutup, kendini doğru döndürdü ve öpmeye başladı. Öyle narin, kırmaktan korkar gibi, sakince öpüyordu. Her nefesi içinde saklar gibi.

“Dur!” dedim ve ittim.

“Yalnız kalmayı istediğimi söyledim sana!” diye bağırdım ve anında pişman oldum. Ama bu durumda iken, zorla yanımda tutuyormuşum gibi hissediyorum. Mecbur değil.

Araf, ne olduğunu anlayamamıştı. Bana tuhaf bi’ şekilde bakıyordu.

Tekrardan elimi tuttu. “Sövsen de, kovsan da artık hiçbir yere gitmek yok. Anlıyor musun? Yalnız bırakmayacağım bir daha!” dedi.

Ben hep o’na hasrettim. Ama nasıl olacaktı? Gözlerimizi bi’ an olsun ayırmadık birbirimizden. Bunu bozan ise kapı tıklama sesi oldu.

“Gel!” dedi, Araf.

İçeri, Hollanda’da ki iş arkadaşlarım geldi. En son içeri Berke’nin annesi Julia girdi.

“Tatlım,” deyip, sarıldı.

Sıkıca sarıldım ve ağlamaya başladım.

“Şştt, bak senin için buradayız artık her şey geçti.” Dedi.

“Geçmiyor,” dedim.

“Bebeğim, sen hep pozitif enerji veren, yayan kişiydin bu olumsuz cümleler sana hiç yakışmıyor.” Dedi.

“Hadi ama Julia bize de izin ver!” diyen Milan’dı en iyi fizyoterapist doktorudur.

Julia kenara çekildi ve Milan sarıldı. “Özledim seni!” dedi.

Bunu duyan Araf, bizi ayırdı. İnanamıyorum ya böyle durumda bile kıskanır mı?

“Bu kim?” diye sordu.

“Mijn man!” dedim.

Herkes şok olmuş şekilde bana baktı. O bana karım diyorsa bende kocam derdim!

“Ne dedin?” diye sordu Araf.

“hiç!”

“wanneer ben je getrouwd? (Ne zaman evlendin?” diye sordu Milan.

Başımı iki yana sallayıp, gülmeye başladım.

“We vergeleken je met Berke, ik was hierdoor verrast. (Seni Berke ile yakıştırıyorduk, buna şaşırdık.)” dedi.

Julia ise hayal kırıklığına uğramış gibiydi.

“Berke mi?” diye sordu Araf, kaşlarını çatarak. Hiç beklemediğim anda “Nalin, mijn vrouw! (Nalin, benim karım!)” diyerek Felemenkçe konuştu.

Ağzım açık o’na baktım. O ise göz kırptı.

Julia “Detayları müsait olunca konuşuruz, biz şimdi bizim için ayrılan eve yerleşmeye gidelim.” Dedi.

“Tamam!” dedim ve çıktılar.

“Bu şov neydi?” diye sordum.

“Yabancı dil bilmek şov mu?”

Dudaklarımı büzdüm. Gözleri dudaklarıma kaydı. Araf’ın her bir dokunuşunu özlemiştim. Ama olmaz be kara gözlüm.

Yavaşça yaklaştı, “Git!” dedim.

“Nalin, yeter! İkide bir git deyip durma!” diye bağırdı.

“Araf!” diye güçlü bir şekilde bağırdım.

“Zorunda değilsin tamam mı? Kendini suçlu hissettiğin için yanımda durmayı kes!”

“Sana inanamıyorum! Lan, bunu nasıl düşünürsün?”

“Çünkü öyle tamam mı? Herkes bana acıyarak bakacak, herkes kendini sorumlu tutacak. Bana her baktığınızda bunu aklınızdan geçireceksiniz.” Dememle içeri geldiler.

Herkes şok bi’ biçimde bana bakıyorlardı.

Ada “Bunu, nasıl düşünürsün?” dedi, hayal kırıklığı sesine yansıyordu.

Arslan “Dışarı çıkın!” diye emretti.

Araf, öylece yanımdan geçip gitti.

“Yalnız kal ve nasıl telafi edeceğini düşün!” dedi abim ve çıkıp, gitti...

Düşünmek istemiyorum ki. Eğer düşünürsem, ağlayacağım pişmanlıktan... Vurdum dibe bu sefer en derine doğru batıyorum.

1 Hafta sonra:

Milan “Hadi, az kaldı yapabilirsin.” Dedi, bilmem kaçıncı kez beni buna inandırıp, sonucu asla değişmeyen... Olmuyordu, bacaklarımda hiç gelişme yoktu. Boynum daha iyi durumdaydı fakat ömür boyu yürüyemeyecektim...

“Olmuyor, inat etmeseniz mi?”

“Olacak! Sende buna inan artık.” Diye azarladı, ekibimden Anna.

Julia “Başaracaksın!” diyerek beni inandırmaya çalıştı fakat beynimin içindeki ses “olmayacak! Rüya aleminde yaşama.” Diyordu. Psikolojik olarak o kadar bitmiş bir haldeyken hak vermemek olmuyordu. Mental açısından iyi değildim.

Ve sanırım bizimkileri çok özledim, inat uğruna kimseyi görmüyordum. Bir hafta çok uzun bir süre, beni bu kadar çabuk unutmuş olamazlardı.

“Fıstığım,” diyerek içeri girdi abim.

“Abi?”

“Güzelim.”

“Abiiii?”

“Ne oldu yine başımın belası?”

“Hastaneden çıkmak istiyorum, bir haftadır aynı şeyi senden isteyip durmaktan sıkıldım.”

“Düşüneceğim, bunu. Şimdi.” Elindeki poşetleri havaya kaldırdı.

“Ne?”

“Bunları giyin akşam dışarı çıkacağız.”

“Hayır, gelmiyorum ben evime dönmek istiyorum, mümkünse Hollanda’ya!”

“Wow! Çok yaratıcısın yine, bu enerji nereden geliyor?”

“Dalga geçmenin sırası değil, ciddiyim.”

“Bu enerjini akşama sakla, o aklından bile geçirme gitmeyi.” Diye tehdit ettikten sonra, poşetleri yatağa bırakıp gitti.

“Öyle bakmayın, gitmeyeceğim.” Dedim.

.....

Sözümün eriyim! Ah, cidden olamaz Julia ve Anna’nın yardımı ile hazırlanmıştım.

Çok güzel, tek omuz askılı spazio kısa bi’ mor renkte olan bir elbiseydi. Bunu neden yaptığını, anlayamıyordum. Yemeğe çıkartacak ve herkes bana acıyarak bakacak! Olacak olan bu!

Gitmek hiç istemiyorum, bunu nasıl iptal edebilirdim, bilmiyorum.

Ve sanırım artık çok geçti, abim içeri girdi. Islık çaldı.

“Fıstık gibi olmuşsun, seni paylaşamayacağım galiba,” dedi.

“Ne diyorsun abi?”

“Boş ver, gitme vaktimiz geldi.”

Tekerlekli sandalyeye oturttu ve çıktık.

“Nereye gidiyoruz?”

“Çok konuşuyorsun kızım, bi’ sus!”

Kollarımı kavuşturdum ve yolu izledim. Ama bu yol o kadar tanıdıktı ki, neden gidiyoruz?

“Ama?”

“Sadece beni dinle. Bak güzelim senin mutluluğun benim için dünyadaki her şeye bedel. Her doğrunda her yanlışında senin yanında olacağımı bil.”

“Anlamıyorum,” dedim ve durduğumuz yer bizim eskiden hep geldiğimiz kayalıktı. Ve çok güzel bi’ ambiyans vardı, herkes orada bizi bekliyordu; Araf hariç...

Abim, aşağı indi, kapım açıldı ama karşımda Araf vardı. Yüzümde tebessüm oldu. Kucağına aldı.

“Ne oluyor?” diye sordum.

“Bizden kurtulmak öyle kolay mı?”

“Bi’ yanım hep eksik siz olmayınca!”

“Biliyorum ve bu yüzden hiç ayrılmayacağız.”

Güven veren konuşması, çok etkiliyordu. Gözlerim hemen doldu.

“Hoş geldin!” Dediler hep bir ağızdan.

“Hoş buldum, bu neyin kutlaması böyle.”

“Senin için ufak bir sürpriz” dedi Ufuk.

“Beni sandalyeye bırak,” dedim, Araf’a.

Sandalyeye oturdum.

“Senin güçlü olduğunu biliyordum.” Dedi Tekin.

Ayaklarıma baktım, cidden ben güçlü müydüm bu halimle bile mi?

Cevap vermedim, o kadar güçlü değilim. Beni buna inandırmak zorunda değiller.

Eski günlerdeki gibiydik. Bu olanların hiçbirini yaşamamış gibi hissediyordum.

“Yemek faslı bittiğine göre, yıllar önce gömdüğümüz şişeleri açacağız.” Dedi, Ada.

“Bu nereden çıktı?” diye sordum.

“Beş yıl önce açacağız diye söz vermiştik, aradan yedi yıl geçtiğine göre geç bile kaldık canım.”

Ufuk ve Ada şişeleri getirdi. Ben ve Araf’ın şişesini ise Araf kendi elleriyle kazdığı yerden çıkarıp getirdi.

“Of! Çok cringe olacak!” dedim.

“Buraya ne yazılır, kim çıkardıysa bunu! Diyorum çıkaran kişi ile göz göze geldim. Nalin! İyi ki hayatımıza girdin. Zorlu bi’ savaş olacak ama hep birlikte olunca hallolur her şey. Bence yeterli bu kadar!” utanarak okudu Tekin.

“Buraya ne yazılır. Güzel anılar biriktireceğim dostlara sahip olduğum için çok şanslı hissediyorum. Ne beş yıl ne yedi yıl.. hiçbirini önemi yok, birlikte olunca hallolmayacak bir şey yok.” Diye okudu Ufuk.

“Aynı şeyleri yazdığınıza inanamıyorum. Bu nasıl bi’ manifesto yedi yıl sonra araya geldik.” Dedi Ada.

“Yazdıklarıma bakmış kesin!” dediler aynı anda. Herkesi gülme tuttu.

“Kendimi nerede görmek ya da beş yıl sonra ne olacağını istemek bana göre değil. Dilek yerine; burada şu an olduğumuz gibi olalım her zaman.” Diye devam etti Deniz.

“Sıra bende!” dedi, sevinçle.

“Abicim, özür dilerim hayatımda biri var. Biliyorum erken olduğunu düşüneceksin ama beş yıl sonra bi’ önemi olmayacak. Ve burada olmaktan çok mutluyum hep birlikte olalım. Son olarak beş yıl çok ya hemen yarın okuyalım, lütfen!!!” Ada’nın heyecanla okuması, ve hepsinin tek amacı beraber olmak iken; ben bunu mahvetmiştim.

“Kız kardeşe sahip olmak çok güzelmiş! Eğer izin verirse hep onunla olup koruyacağım. İzin vermezse de olur hep koruyacağım seni... Bu ekibe hoş geldin kardeşim.” Diye okudu abim. Yanımda bulunuyordu, ellerini tuttum. Dediğini de yaptı her zaman korudu.

“Evettt, sıra kimde?” diye bağıran Ada’dan başkası olamazdı!

Kağıdımı şişeden çıkardım. Katlanan kağıdı açtım, önce gözlerimle okudum ve gözlerimden yaşlar akmaya başladı.

“... Hepinizden özür diliyorum, yarın uyandığınızda hayatınızdan çıkmış olacağım umarım beni kötü hatırlamazsınız. Sizleri çok sevdim... Birinizi daha çok ama sonumuz yok be kara gözlüm...”

“Yok öyle mi?” diye sinirle sordu Araf.

“Araf, buraya kendimi iyi hissetmem için getirdiniz ve hayatınız boyunca da hep ben iyi hissedeyim diye bir şeyler yapacaksınız. Ben size bu halimle sadece yük olurum.” Diye tartışmaya girdim ama Ufuk araya girdi.

“Ama ben Araf’ın ne yazdığını merak ediyorum.” Dedi.

“Sus! Ufuk, sus!” dedi Tekin.

“Bende merak ediyorum,” deyince Ada.

Önce bana sonra da şişeden kağıdını çıkardı. Okumak istemiyor gibiydi.

“İstemiyorsan, okuma.” Dedim.

Kağıdı açtı ve “Benim güçlü kızıma; beş yıl sonra benimle evlen!” dedi.

Herkes şaşkındı, Araf ve evlilik mi?

“Duydun işte...” dedi ve ayağa kalktı.

Sandalyeyi itip önümde diz çöktü. Bunu şu an yapmamalı...

Ellerimi tuttu, “Evlen benimle!” diye tekrar etti.

Soru sormuyor odun ya! Evlilik böyle mi teklif edilir.

Cebinden yüzük çıkardı. Bu biraz farklı bi’ evlilik teklifi oldu, yüzük teklif ile birlikte olması gerekirken, sonra çıkarması...

Ben ne diyeceğimi bilemiyordum.

“Hadi “evet!” de!” dedilerse de ben kara irislere odaklanmıştım. Nasıl olur? Diye düşünmekten cevap veremiyordum.

“Yavrum, bir şey diyecek misin?”

“Özür dilerim ama...”

.....

 

Bölüm : 10.02.2025 01:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...