

Selamlaaar, ehehehheh.
Son bölümden bu yana benim kim olduğumu unutmuş olabilirsiniz ama ben size söylemiştim düzenli bölüm yazamam diye 🌚
Aslında düzenli yazıyor sayılırım, iki ayda bir bölüm geliyor sonuçta?
Tamam, siz beni vurmadan ben bölümü salıyorum, iyi okumalar...
Ama lütfen önceki bölümlerden oy kullanmadığınız yerleri tamamlayın, oy ve yorum falan işte siz anladınız ya!
(Siz yorum yapmayınca ben azıcık üzülüp nereyi yanlış yazdım diye elli kere tekrar okuyor olabilirim.)
Hadi bakalım!
-0-0-0-0-0-0-0-
İnsanlar her yeni günün yeni bir umut olduğunu düşünüyorlardı. Gün doğmadan neler doğar diyorlardı ancak değil bir gün, bin gün de geçse hiçbir şeyin değişmeyeceğini onlar da biliyorlardı.
Umut iki kelam lafın arasına gizlenmiş sahte bir ışıktı. Karanlıkta kalanların serabı, aydınlıkta olanların alışkanlığıydı. Herkesin kendine ait bir güneşi vardı, kişiden kişiye değişirdi. O güneş döndüğünde insanlar umutların sahte, ümitlerin bizsiz olduğunu anlardı.
Unut ve ümit arasındaki ince çizginin üstündeydim. İki tarafım da yalanlarla dolup taşıyordu, ne tarafa düşeceğimi kestiremiyordum.
İrkilerek uyandığımda hava henüz aydınlanmamıştı. Oda havasızdı, hemen pencereyi ve balkon kapısını açtım. Terlemiştim, içeri giren hava sıcak terlerimi soğuttu. Yavaşça balkona çıkıp kenardaki sandalyeye yerleştim.
Aslında tam sigaralık ortam vardı ama içmeyecektim. İçime derin nefesler çektim. Ensem yanıyordu, saçlarımı açıp çok da yukarıdan olmayacak şekilde bir topuz yaptığımda enseme de hava çarpmaya başladı. Çok serin değildi ama ben öylesine sıcaklamıştım ki iyi gelmişti.
Kabustan hallice rüyalarıma konuk olanların kellesini almaya ant içmiş birisiydim, üstümde onun harareti vardı.
Kim güne maymun yüzlü orospu çocuklarını görerek başlamak ister ki zaten...
Ben artık orada değildim, uykularıma rahat vermeyen yüzler çok uzakta, o kampta kalmıştı. Bunu kendi kendime kabullenebildiğim gün eminim ki her şey daha güzel olacaktı.
Bir beş dakika kadar daha hava aldıktan sonra içeri girdim ve balkon kapısını kapattım. Şipşak bir duş alıp salondaki kurumuş kıyafetlerimden birkaçını üstüme geçirdim, terli olanları kirlilere attım. Telefonuma baktığımda saatin henüz altıya gelmek üzere olduğunu gördüm. Ceketimi giyip cüzdanımı ve telefonumu da yanıma alarak evden çıktım. Silahım her zamanki gibi belimdeydi.
Evin yakınındaki büyük benzinlik yedi yirmi dört çalışan bir yerdi. Oraya gidip ufak tefek ihtiyaçları giderip sonrasında da denk gelirse eve yemeklik alacaktım. Mesai saati başlamadan bunlar hallolsa güzel olurdu ama kimsenin sabahın altısında dükkan açacağını sanmıyordum. Neyseydi, en kötü bugünü çıkaracak kadar soğuk sandviç alıp akşam dönerken alışveriş yapardım.
Benzinliğe geldiğimde yavaşça içeri girdim. Buzdolabının olduğu yerden üç tane soğuk sandviç alıp son kullanma tarihlerini ve içindekileri kontrol ettim. Yediğim takdirde beni öldürme olasılıklarının olmadığına ikna olduğumda onlarla beraber yürümeye devam ettim. Yandaki dolaptan bir litre ayran alıp onu da koltuğumun altına sıkıştırıp kasaya doğru ilerledim. Yol üstünde gördüğüm kağıt bardakları da alma ihtiyacı hissettim.
Geçen seferkinin aksine kasiyer kendindeydi, uykulu gözükmüyordu. “Hoş geldiniz,” dediğinde kucağımdakileri kasaya bıraktım. Hemen yan taraftaki küçük elektronik bölümünden telefonuma uygun bir adaptör ve kabloyu da gözüme kestirip alacaklarımın yanına ekledim.
“Üç yüz yetmiş üç lira kırk sekiz kuruş.”
Yuh!
Ben galiba bu fiyatlara asla alışamayacaktım.
Burası bizi kazıklıyor, değil mi?
Değildir ya. Yani, umarım.
Bu saatte başka açık hiçbir yer bulamayacağım için paşa paşa cüzdanımı çıkartıp ödemeyi yaptım, aldığım fişi cüzdanın içine atıp elimdeki poşetle beraber ortamı sessizce terk ettim. Galiba kazık yemiştim.
Pek de aceleci olmayan adımlarla lojmana doğru ilerledim. Güvenlikten geçip apartmana girdim, merdivenlerde fazla ses çıkartmamaya özen gösterip kendi katıma geldim. Anahtarı deliğine oturtup kilidi açtım ve içeri girip yine sessizce kapıyı kapatıp kilitledim. Ayakkabılarımı yerine koyup mutfağa girdim.
Elimdeki poşetin içindekileri boşaltıp sandviçleri ve ayranı buzdolabının içine atıverdim, şarj aletinin paketini yırtıp adaptörü mutfaktaki prize taktım ve telefonumu şarj olması için bıraktım. Evin henüz çok eksiği vardı. Çatal kaşık falan eksikti mesela. Artık aklıma geldikçe tamamlamaya çalışacaktım, yapacak bir şey yoktu. Tencere de almam lazımdı, aklıma not aldım.
Tuvalete gidip lavabonun altındaki dolaptan henüz paketinde duran bir bezi çıkartıp mutfağa döndüm. Bezi tezgahın altından bulduğum bulaşık detarjanıyla köpükleyip masanın ve tezgahın üstünü sildim. Tekrardan yıkayıp öylesine bir ocağı da silerken yaptığım tek şey zaman öldürmekti.
Bezi son olarak bir daha yıkayıp tezgahın kenarına kuruması için bıraktıktan sonra kağıt bardakları açıp bir tanesini çıkardım. Buzdolabından bir tane sandviç alıp yanına da ayran doldurdum. Aslında ayranı kafama dikmekten hiç çekinmezdim ama olurdu ya, birisi gelirse ikram edebileceğim şey şu anlık sadece buydu ve maalesef ki bu nedenle kafama dikme opsiyonum ortadan kalkıyordu.
Dağda kala kala mağara adamı oldun başıma, medeniyetsiz kadın!
Şişeler kafalar dikilmek için vardı, bu böyle bilinmeliydi.
Yeni yeni aydınlanmaya başlayan günü izleyerek sakince kahvaltımı yaptım. Her ne kadar gün içinde hayvan gibi yesem de sabahları kahvaltı yapmayı sevmiyor, tercih etmiyordum. O yüzden bu yediğim bile çok gelmişti, doymuştum. Kalan ayranın dibini dikip yemeğimi bitirdim.
Ayağa kalkıp aheste hareketlerle yediklerimin çöplerini benzinlikten aldığım poşetin içine doldurup poşeti de tezgahın üstüne koydum. Bu poşet şimdilik benim çöp kovam olma görevini devralması için tarafımca atanmıştı. Çalışsındı.
İçmediğim ayranı dolaba koyup masanın üstündeki kırıntıları şöyle bir sildim ve yatak odama gittim. İçeri girebilen az miktar ışık önümü görmem için yeterli olmayınca lambayı yaktım. Dolabın içinden giyeceğim üniformalarımı özenle çıkartıp yatağın üstüne bıraktım. Dolabın kapağını kapattığımda kapaktaki boy aynasında kendimle göz göze geldim. Boş bakıyordum, bir amacım yokmuş gibi.
Her şeyi elinden alınan bir kadının gözleri gibi.
Bu durumun üstünde çok durmayıp perdelerin tamamen kapalı olduğundan emin oldum. Üstümdekileri çıkartıp uzun kollu olan yazlık gömleği ve pantolonumu giydim. Gömleği pantolonun içine sokup palaskayla onu iyice sabitledim. Silahımı belindeki yerine yerleştirip öylesine toplu olan saçlarımı açtım. Banyoda biraz su yardımıyla sıkı bir at kuyruğu yaptım ama tokanın ahı çıkıp vahı kalmasına pek bir zaman kalmamış gibiydi, o işe de el atacaktım.
Tekrar odama dönüp aynada kendimi kısaca süzdüm. Gözlerim önce apoletlerime, oradan da soyadıma kaydı.
Bir şey eksikti.
Yatağımın üstündeki bordo bereyi alıp özenle başıma geçirdim. Dokunmaya kıyamadım, layık değilmişim gibi hissettim.
Tekrar kendime baktım.
Başımda bordo bere, omuzlarımda üçer yıldız ve göğsümde “Belemir” yazısı vardı.
Hâlâ yarımdım ama bu da kabulümdü, hiçlikten kopup gelenler yarım olanı eksikten saymazdı.
-0-0-0-0-0-0-0-
Askeriyeye giriş yaptığımda mesai vaktine henüz iki saat vardı, etrafta yalnızca gün başlamadan önce temizlik yapmakla sorumlu olan birkaç er ve nöbetçi subaylar bulunuyordu. Alışkanlıktan mıdır yoksa can sıkıntısından mı bilinmez, bir yere oturmadan önce içimde etrafı kolaçan etme isteği belirdi. Aceleci olmayan adımlarla askeriyeyi dolaşmaya başladım.
Beni gören subaylar pek istiflerini bozmuyor olsalar da kendilerini toparlıyorlardı, bu iyiydi. En azından kadın olduğum için terbiyesizlik etmek gibi bir gaflete düşmeyeceklerini bana göstermiş oluyorlardı. Zaten öyle bir şey yapsalar ağızlarına sıçardım da, neyseydi.
Gazinonun çevresini kontrol ettikten sonra onun arkasında kalan misafirhaneye doğru ilerledim. Misafirhanedeki lambaların hiçbiri açık değildi. Bu saatte açık olmaması da normaldi.
Misafirhanenin etrafında yürürken kulağıma kısık bir ses çalındı, adımlarım yarıda kesildi. Olduğum yerde çıt bile çıkarmadan sesleri anlamaya çalıştım. Burası askeriyenin bu saatlerde tenha olduğu bir yerdi, sıkıntı çıkabilirdi. Elbette buraya girmek her götü yiyenin yapabileceği bir iş değildi ama ne yapayım, şüphe etmeden duramıyordum.
Elim belimdeki tabancama giderken postallarım yerde ses çıkarmasın diye oldukça yavaş hareketlerle duvarın dibinden yürümeye başladım. Tanıdık birisine ait olmadığından emin olduğum sesler binanın arka cephesinden geliyordu, net duyabilmek için biraz daha yaklaşmam lazımdı. Çok değil, yalnız on iki adım daha attıktan sonra duvarın bittiği köşeye gelmiştim. Kısa bir süre sessizlik oldu, beni duymamış olduklarını düşünerek nefesimi tuttum.
"Ya birader saat kaç oldu amına koyayım... Gidip yatsak çavuş yakalar mı?”
“Saçmalama anasını satayım, ebemizi tersten gösterir sonra görürsün çavuş yakalıyor mu yoksa yakalamıyor mu...”
Elimi silahımdan çekip duvarın kenarından göz ucuyla onlara baktım. Sırtları bana dönüktü, önlerinden dumanlar yükseliyordu. Sakince sola doğru bir adım atıp tam arkalarının hizasında, onlardan beş altı metre kadar gerideyken durdum. Umuyordum ki o dumanlar soğuktan dolayıydı, ki yaz ayında bu pek mümkün görünmüyordu, yoksa onlara yapacağımı iyi biliyordum.
“Hep şu cephanelik nöbetlerini de bize yazıyorlar ya, sinir oluyorum yavşaklara. Sıçtığımın binasını koymuşlar koca askeriyede Allah’ın unuttuğu yere, dikil önünde sabaha kadar dikilebilirsen.”
Onu sol elinde tuttuğu sigara ile çok güzel dikecektim.
"Oğlum geçen sigaraları yakalatmasak iyiydi, çavuş onu gördü ya daha siksen salmaz bizi.”
Gözlerimi dikmiş sırtlarını izliyordum. Soldakinin elinde bir sigara vardı ve kısa aralıklarla tüttürüyordu beyefendi. Cephanelik denilen yer buraya çok uzak olmasa da kesinlikle burası değildi. Bunlar buradaysa cephaneliğin önü boş kalmış demekti.
Cephanelik bir askeriyenin kalbiydi ve bu iki salak orayı bırakmış burada keyif yapıyorlardı. Yüzüne doğru yükselen ateş zannediyorum ki sinirdendi.
Bunlara ne yapsan müstahak.
Sağdaki devam etti. “Ben çok mu meraklıyım sanki birader... Bitir artık elindekini de gidelim, yokluğumuzu fark ederlerse ağzımıza sıçarlar.”
Sabırla dinlemeye devam ettim. Konuştukları her kelime, kurdukları her cümle onların askerlik hayatlarına doğrudan etki edecekti ancak henüz bunun farkında değillerdi. Olsundu, fark ettirirdim.
“Ya ben onların da amına koyayım... Git üstlere sinirlen sonra gel bize kız, ne âlâ memleket!” Kollarımı bağlayıp dinlemeye devam ettim. Anladığım kadarıyla paşam nöbetten önce yürek yemişti, onun bağırsaklarını düğümleyip kabız etmek de bana düşüyordu. “Zaten anca gel Remzi, git Remzi, nöbet tut Remzi. Varsa yoksa Remzi. Remzi kadar taş düşsün başınıza, rahat rahat bir sigara içirtmiyorlar adama.”
O sigarayı münasip bir yerlerine monte edip hayatında iz bırakacak adımlar atmam konusunda beni fazlasıyla tahrik ediyordu. Artık götündeki sigara yanığını gelecekteki karısına açıklamak da onun üstüne düşerdi.
Remzi bey sigara keyfini sonlandırmış olacak ki izmaritini yere atıp postalıyla üstüne bastı. Yerdeki izmariti almadıkları gözümden kaçmazken yavaşça arkalarını döndüler.
Emindim ki hiç dönmemeleri, hatta ve hatta doğrudan evrenden silinip gitmeleri onlar için daha hayırlı bir yol olurdu. Ama bir kere olan olmuştu, gerisi boştu.
Beni gördüklerinde gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Onların yerinde olmak istemezdim çünkü baktıkları yerde bulunan kişi o çekindikleri çavuş değil, bizzat bendim ve söyledikleri her harfi onlara yedirirken hiç üşenmeyecektim.
Yerdeki izmariti yedirmediğime şükrettirecektim.
-0-0-0-0-0-0-0-
Toprak Bertuğ Altay’ın ağzından...
Uyandığımda saat yediyi on geçiyordu. Bizim timin mesaisi sabah sekizde başlıyordu, lojman karargaha yakın olduğu için bu saatlerde uyanmam pek bir sorun teşkil etmiyordu.
Elimi yüzümü yıkayıp hızlıca tıraş oldum. Banyoda işim bittiğinde mutfağa girip buzdolabından bir şeyler çıkardım. Masaya koyduğum peyniri ve domatesi bir tabağın içine dilimleyip ekmeğin arasına koydum. Selçuk henüz uyanmamıştı. Uyandığında yesin diye onun için de bir yarım ekmek yaptım. Çaydanlığı su koyup kaynaması için altını yaktıktan sonra mutfaktan çıktım.
Hava çoktan aydınlanmıştı. Balkona çıkıp biraz temiz hava almak istedim. Yatak odasından balkona açılan kapıyı Selçuk uyanmasın diye dikkatli davranarak araladım. Dışarı çıkıp sandalyeye oturduğumda masanın üstündeki sigara paketi bana göz kırptı. Canım çekmiyordu, içmeyecektim. Başımı kaldırıp etrafa bakmak istedim ama ne mümkündü, yandaki binanın gri duvarı tüm heybetiyle karşımdaydı. Eh, manzaramız pek albenisi olan bir şey olmasa da balkon balkondu işte, arada çıkıp oturuyordum. Gözlerim sağ taraftaki balkona kaydığında oradaki sandalyenin yerinin düne göre hafifçe değişmiş olduğunu gördüm. Anlaşılan yüzbaşı güne benden önce başlamıştı.
Kısa bir süre orada oturduktan sonra tekrar mutfağa döndüm ve çayı demledim. Salonda oturup sesini kapattığım televizyonda biraz haberlere göz attım. Çaydanlığın fokurdayan sesini duyunca televizyonu da kapatıp yatak odasına gittim. Kapıda durup “Selçuk!” diye seslendim.
Benim seslenmemle beraber anında gözleri açıldı ve yatakta doğruldu. “Buyur abi?”
“Mutfağa gel.”
Ayağa kalkıp ellerini saçlarının içinden geçirdi. Önce lavaboya gidip bir süre oyalandı ancak beni çok bekletmedi. O esnada iki tane büyük çay bardağı çıkartıp masaya koydum, şeker zaten masanın üstündeydi. Çay kaşıklarını da çıkartıp oturduğum esnada Selçuk mutfağa girdi. Demlemiş olduğum çayı fark edip hemen ona yöneldi, bardaklarımızı doldurdu.
Sessizce yemeğimizi yiyip çaylarımızı içtik. Son lokmamı ağzıma atarken duvardaki saati kontrol ettim, evden çıkmak için on dakikamız vardı. Kalan çayı kafama dikip elimdeki kırıntıları masanın üstüne silkeledim. Selçuk da yemeğini bitirmişti, ben tabakları sudan geçirirken o da bardakları makineye koydu ve masayı sildi.
Hızla yatak odasına ilerleyip dolaptan üniformalarımızı çıkardık. Ben banyoya doğru ilerlerken Selçuk odada kalmıştı. Elimden geldiğince hızlı bir şekilde üstüme yazlık kısa kollu gömleği ve altıma pantolonu giyip gömleği pantolonun içine soktum. Pantolonun düğmesini kapattıktan sonra palaskamı takıp iyice ayarladım. Zaten hangarda ne olur ne olmaz diye yedek üniformam vardı, bunlar beni böyle idare ederdi. Koluma saatimi de takıp saçlarımı bir tur taradım. Hazırdım.
Banyodan çıkıp yatak odasının kapısını tıklattım, Selçuk anında kapıyı açtı. Gördüğüm kadarıyla o da hazırdı. Çoraplarımı da giyip telefonum, cüzdanım ve silahım gibi gerekli olan şeyleri ceplerime attım. Beremi de kafama geçirdiğimde evden çıkmak için kapıya yöneldik.
Postallarımızı giyip çok da hızlı olmayan adımlarla askeriyeye doğru gitmeye başladık. Buraya yakındı, arabaya gerek yoktu.
Yürüdüğümüz o beş dakikalık dilim sırasında ikimiz de konuşmadık. Yolun sonuna geldiğimizde nöbetçi askerlere kimliklerimizi gösterip içeri girdik.
Hangara gitmek için sağa doğru döneceğimiz zaman Selçuk duraksadı. İleride bir yere bakıyordu, şüpheli bir sesle “Komutanım?” dedi.
Kaşlarım kuşkuyla çatıldı. “Söyle Selçuk.”
Başıyla arkamdaki bir yere gösterir gibi bir hareket yaptı. “Baksanıza.” Gözlerinde hayret vardı.
Arkamı dönüp büyük bahçede gösterdiği yeri görmek için gözlerimi gezdirdim. Etrafta gezinen, çardaklarda oturan askerler vardı. Selçuk eliyle karşıda bir yeri gösterdiğinde oraya baktım. Bahçenin köşesinde iki tane er olduğunu tahmin ettiğim asker şınav çekiyordu, başlarında birisi vardı.
Kim olduğunu çıkarabilmek için gözlerimi kısarken buna gerek kalmadı, Umay yüzbaşı “Kalk!” diye bağırdı. Daha doğrusu kükredi falan diyebilirdim çünkü bizden azımsanamayacak kadar uzak oldukları halde sesi çok net gelmişti.
“Komutanım, Umay yüzbaşı izinli dememiş miydiniz?”
“Demek ki iznini kafasında bitirmiş, Selçuk.”
Askerlerin haşatlarının çıktığı buradan bile belliydi. Zorlukla ayağa kalktılar, yüzbaşı onlara yaklaşıp bir şeyler söyledi ve solda olanı sertçe geriye doğru itti. İtilmenin etkisiyle er geriye doğru yalpaladığında yüzbaşı onun üstüne yürüdü, bu iş hiç iyi yerlere gitmiyordu.
Bize yakın çardaklardan birine doğru yürüdüğümde Selçuk da benimle beraber geldi. Yanlarına vardığımızda çardaktakiler ayağa kalkıp bize selam verdi. Hemen konuya daldım, Umay yüzbaşıyı ve diğer askerleri gösterip “Ne bok yemişler?” diye sordum. Teğmen hızlıca cevap verdi. “Cephanelik nöbetleri varmış ama yüzbaşı onları misafirhanenin arkasında sigara içerken basmış komutanım.” Bir astsubay ekleme yaptı. “Ayrıca birilerine iyi sövmüşler komutanım, yüzbaşı onları da duymuş. Ben sabah 5-7 nöbetindeydim, nöbet bitiminde bütün nöbetçi erleri koğuşa yollamadan önce dizdi buraya ip gibi...” Eliyle bahçenin ortasını gösterdi. “Bu ikisi hepsinin elini öpüp nöbeti astıkları, üstlerine saygısızca sözler söyledikleri ve cephaneliği tehlikeye attıkları için özür diledi.”
Yüzbaşı erlere nöbetlerini düzgün tutan diğer erlerin ellerini öptürerek aslında en büyük dersi vermişti, şimdi biraz burunlarını sürtüyordu. Çatık olan kaşlarım yavaşça gevşerken dudaklarım hafifçe iki yana doğru kıvrıldı. Yanımdan Selçuk’un “Naneyi yediler desenize...” diyen kısık sesi yükseldi.
Arkamı dönüp hangara doğru ilerlemeye başladım. “Bu durum üstlere bildirilmiş olsa iş askeri mahkemeye kadar uzanırdı, askerliği bırak hayatları kökünden kayardı Selçuk...”
“Sonuçta üstlere saygısızlık var komutanım.”
“İşte yüzbaşı ondan böyle yapıyor. İyi de yapıyor aslında, iyice derslerini alsınlar. Şurada alt tarafı birkaç ayları kalmışken kendilerini yakacaklar.”
“Haklısınız komutanım.”
Hangara yaklaştıkça içerideki Yiğit abi ve Mete görüş açımıza girmişti. Yanlarına gittiğimizde ayağa kalkıp beni selamladılar. “Günaydın komutanım.”
Bir sandalye çekip oturduğumda onlar da yeniden oturdular. “Günaydın beyler.” Kolumdaki saati kontrol ettim, mesai an itibariyle başlamıştı ve Sarp ile Çağlar hâlâ ortada yoktu. Anlaşılan yine uyuyakalmışlardı. “Bundan sonra ben bu Sarp ve Çağlar’ı şu köşede yerde yatırsam hakkım değil mi?” dediğimde hafifçe güldüler.
“Umay komutanı gördünüz mü komutanım?”
“Gördük abi.”
Yiğit abinin yüzünde adeta vatan gülüşü belirdi. “Biz bu kadına bir şey çaktırmayalım, hiçbir şey olmamış gibi davranıp görmezden gelelim dedik de... Komutan fena çıktı he komutanım.”
“Abi bence o yüzbaşının kafa hafif gidik.”
Yiğit abi şaşkınlıkla yanındaki Mete’ye döndü. “Niyeymiş lan o?”
Mete arkasına yaslanıp kollarını bağladı. “Dosyasını hatırlamıyor musun abi? Tabii orada yazanlar ne kadar doğru bilemeyiz sonuçta görev için de düzenlenmiş olabilir ama... Biraz sadist gibi geldi bana. Lui’ye yaralıyken iyi çaktı şimdi Allah var.”
“Kaç kere yemeğe çağırdık, biz zorlamadığımız halde konuşmadı bile. Günahını alma oğlum komutanın.”
Selçuk olaya başka bir yerden girdi. “Ben hâlâ anlayabilmiş değilim... Bir kadın Türk olduğu bilindiği hâlde nasıl onların arasına sızıp Lui’ye söz geçirecek kadar yükselmiş olabilir?”
“Ah onu bir anlasak...”
“Acaba Lui’yi kendine çekip ona aşıkmış gibi davranmış olabilir mi? Böyle deyince de kulağa mantıklı ge-“
“Beyler!” diye çıkıştığımda hepsinin sesi kesildi. “Tamam üç beş laf edilir anlarım da kadının dedikodusunu yapıyorsunuz anasını satayım.”
Yiğit abi hemen sağ elinin tersiyle ağzını sildi. “Tövbe komutanım, yakışmadı bize de böyle...”
“Mete ara şu zibidileri, ‘On dakika içinde hangarda olmazsanız Bertuğ yüzbaşı ebenizinkini tersten yüksek çözünürlüklü gösterirmiş.’ de.”
Mete zevkle yapacağını belli eden bir sırıtış ile elini cebine atıp telefonunu çıkardı. Birkaç saniye oyalandıktan sonra telefonu kulağına götürdü. Telefon yirmi saniye kadar çalmaya devam etti ancak açan olmadı. Tam ben aramam için hareketlenecektim ki hangarın açık kapısından içeri iki tane saf salak girdi. Nefes nefeselerdi.
“Günaydınlar Türkiye’nin en gözde timi, günaydınlar o timin pek kıymetli komutanı...” Ayağa kalkıp kendisine yaklaştığım için Sarp’ın sesi sonlara doğru biraz kısıldı. “Gün ne güzel aydı, değil mi komutanım?”
“Mete sen söyle, ben şimdi ne yapacağım?”
Çağlar ve Sarp gözlerinde ufak bir dehşet ile bana baktılar. Gelecek olanı biliyorlardı.
“Günlerini aydınlatacaksınız komutanım, daha iyi ne olabilir ki?”
-0-0-0-0-0-0-0-
“Koşun lan!”
Ellerimi arkamda birleştirip önümde haşatı çıkmış olan ikiliye baktım. Tüm tim olarak eğitim alanındaydık. Ben, Sarp ve Çağlar hariç herkes kenardaki çardakta oturmuş burayı izliyordu.
Nefesi kesilmek üzere olan Sarp bana melül melül bakarak yanımdan geçse de pek oralı olmadım. Onun önündeki Çağlar da onun kadar olmasa da yorgun görünüyordu.
Onları tam teçhizat koşuyla baş başa bırakıp çardağa yöneldim. Güneşin altında koşsunlardı ki akılları başlarına gelsindi.
“Komutanım yazıktır günahtır çocukların başına güneş geçecek.”
“İyi de geç kalmamayı ne zaman öğrenecekler abi? Yeter bu bir değil iki değil...”
“Valla komutanım haklı Yiğit abi, koşsunlar koşabildikleri kadar. Yorulurlarsa akşam erken yatar sabah vaktinde gelirler herhalde.”
Selçuk sesini çıkarmasa da paşamın gözleri konuşuyordu. Koşan ikiliye bakıp keyifli bir şekilde çayından yudum aldı. Benim de canımı çektirmişti. Masanın üstündeki bardağımı kavrayıp dudaklarıma götürdüm. O sırada karşıdan gelen Umay yüzbaşı göründü. Kaşları hafif çatık, önüne bakarak yürüyordu. Sarp ve Çağlar’ı koşarken gördüğünde duraksayıp etrafa göz gezdirdi. Bizi fark etti, ellerini cebinden çıkardı. Yanımıza gelmek veya gelmemek arasında gidip geliyor gibiydi.
Bir şey söylemeden çayımı içmeye devam ettiğimde bu bekleyişi daha fazla sürdürmemeye karar vererek ellerini tekrar ceplerine attı ve başı dik bir şekilde adımlarına devam etti. Kendisine en yakın olan, bizimkinin sağında kalan üçüncü çardağa geçip oturdu. Aramızda hayli mesafe vardı.
“Komutanım...”
“Söyle Mete.”
"Çağırmayacak mıyız?”
Elimi yakmaya başlayan bardağı tabağına bırakıp arkama yaşlandım. “İstese zaten gelirdi.”
“İyi de komutanım olmaz ki böyle...” Yiğit abi sıkıntılı bir yüz ifadesine bürünmüştü.
“Ne yapayım abi? Ayağına kadar gidip niye gelmiyorsun mu diyeyim?”
Selçuk küçük bir fikir belirtti. “Komutanım haklı abi, hem kadın gelmek istesem gelirdim zaten deyip siktiri de çekebilir yani.”
“Valla komutanım, vallaha diyorum bak ben bu kadına vicdan yapmaya başladım. Kadını vurduğumuz yetmedi bir de ilk geldiğinde düzgün muamele de etmedik... Hangarda biz sohbet ederken o köşede tek başına bilmem kaç sayfa rapor yazdı ben gördüm. Keşke çağıraydık da aklım böyle kalmayaydı.”
“Onu telafi edelim diye yemeğe çağırdık ya?”
“Yemek de yemek olsa, gönlünü alalım diye çağırdığımız kadının ağzından iki cümle zor çıktı.”
“Hata mı ettik dersin?”
Yiğit abi bu noktada susup söylediklerinin devamını getirmek yerine kendi kendime cevap vermemi istedi. Aslında biraz düşününce hakkı yok değildi. Kadının omzunda Sarp’ın sebep olduğu bir sargı, alnında ise benim sebep olduğum birkaç dikiş vardı.
Konvoya baskın yapmaya gittiğimizde atılan roket bilerek hedeften uzağa atılmış gibiydi. Eminim ki bunun arkasında da o vardı. O roket bize denk gelseydi cesetlerimizin birer parçası dahi Türkiye’ye dönmezdi.
Lui’yi öldürmeden önce sıktığı mermiler bilerek bizden uzağa düşmüştü. Tam Lui kaçmak üzereyken kulağımın yanından geçen mermi yüzünden yavaşladığımı, onun Lui’ye yetişmesine fırsat verdiğimi anlayalı da çok uzun zaman olmamıştı. Bilerek Lui'ye kaçmasını söylemiş, bizimle çatışmasını ve hatta belki de bizden birisinin yaralanmasını önleyip işi bitirmişti.
Normalde hiçbir kadına yapmayacağım şeyleri kendisini terörist sandığım için ona yapmıştım. Kafasını masaya vurmak ne demekti? Pek tabii o hasarla ölebilirdi de. Belki de benim vicdan yaptığım konu da buydu. İyi ki ciddi bir şey olmamıştı. Şimdi şimdi fark ediyordum, o gün istese benim zayıflıklarımdan çok rahat faydalanabilirdi, istese zarar da verebilirdi ama yapmamıştı. Benim ciddi bir zarar görmemdense o dayağı yemeyi tercih etmişti.
Başka birisinin canını kendi canının önüne koyan bir kadından bahsediyorduk. Timden birisi yaralanmasın diye vurulmayı göze alıp elebaşını vuran birinden.
Evet, hata etmiştik. Şimdi aynı hataları yapmamak gerekirdi.
“Mete, git çağır. Pusat’tan olanın bizden ayrı işi yok.”
-0-0-0-0-0-0-0-
Kelime Sayısı: 3161
Lütfen yıldızımızı parlatmayı unutmayın, kendinize iyi bakın!

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.68k Okunma |
1.52k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |