6. Bölüm

AĞRI DAĞI EFSANESİ

Kevser Uzun
kevserolojiii

Merhabaaa Ankalarım😊.Bölüm bir kaç gün gecikti kusura bakmayın lütfen. Haftada bir bölüm atmaya çalışıyorum. Umarım bu bölümü de beğenirsiniz.

Keyifli okumalarrr 😘😘

*****

Leyla’nın Ağzından:

 

Asu ve Ömer’in nikâhından sonra hemen yola çıkmıştım. O herifin evine gitmek şöyle dursun yüzünü görmek bile istemezdim ancak ben meraklı bir insandım. Nasıl böyle gizlenebildiğini merak ediyordum. Benim bile sızamayacağım bir sisteme sahipti. Ki bu oldukça güçlü olduğunu gösterirdi.

Hem gitmemin tek sebebi buda değildi, bu adamın evinde veya şirketinde dönen oyunları Asu ve Ömer’e iletmeliydim. Yani evet, bir nevi ajan sayılırdım. Ama bize tuzak kuran kişiyi ancak bu yolla bulabilirdim. O ağa bozuntusunun ruhu bile duymadan bu işi halledebilirdim.

Araba nihayet durduğunda sabah olmuştu, oldukça büyük bir konağın önündeydik. Kızılcahan Konağı. Farkında bile olmadan burada uzun bir süre geçirecektim.

Demir giriş kapı gürültüyle iki yana açılınca araba tekrar hareket etti. Bu kez evin avlusundaydık. Yusuf denen ağa bozuntusu arabanın tam karşısında durmuş inmemi bekliyordu. Tam kapı koluna uzanacakken korumasına bir baş işareti yaptı. Koruma hızlıca kapımın yanına gelip benim için kapıyı açtığında oldukça şaşkındım. Bu adamda ince ruh mu varmış? İlginç.

Kapı açılınca olabildiğince zarif bir şekilde arabadan indim. Güneş gözlüğümü kafamın üzerine kaydırdım. Ve karşımda bana şaşkın bakan adama baktım. Üzerimde siyah ve hafif yırtmacı olan bir elbise vardı. Elbise vücudumu tamamen sarıyordu. Elbisemin üzerine de deri bir ceket giymiştim. Ayağımdaysa siyah topuklularım vardı.

Ben Yusuf Ağa’nın yanına ilerlerken korumalarda arabadan valizlerimi indirmekle meşguldü. Tam karşısına geldiğimde durdum. Boyu benden bir hayli yüksekti onu görmek için başımı hafifçe yukarı kaldırdım.

“Hoş geldin minik kedi. İnşallah gerçekten bu tuzağı kuranları bulabilirsin.” Diyen adama dalga geçer gibi baktım.

“Hoş bulmak isterdim Serdar… Pardon ağız alışkanlığı, Yusuf Ağa. Hoş bulmak isterdim ama beni buraya getirme sebebiniz pekte hoş değil. O yüzden hoş bulamadım. Tuzak kuranı bulmaya gelince de elimden geleni yapacağım. Sistemin kurulu olduğu odam hazır mı?” Dedim tek nefeste. Korumalar oldukça şaşkın bir şekilde bana bakarken Yusuf denen ağa bozuntusu gülmeye başladı.

“Senle işimiz var desene minik kedi.” Taktı buda minik kediye be! Adım var benim yahu!

“Leyla! Adım Leyla. Minik kedi değil.” dedim üstüne basa basa. Ama o bunu pek takmışa benzemiyordu. Eve doğru yürürken bende peşinden gidiyordum.

“Odan hazır. Benim odamın yanında kalacaksın. Kedilerin huyudur, kaçmak isterler. Sende kaçmak istersin falan o yüzden bana en yakın yerde olacaksın.” Dedi. Yemin ederim ben bu adamın yanında gerçeklik algımı yitiririm. Ben kedi değilim!

“Ben kedi değilim! Şunu söylemeyi keser misiniz?” dedim ama yine takmadı. Ayrıca bu adamın yan odasında kalmak isteyen kimdi tam olarak. “Hem kaçacak olsaydım en başından gelmezdim. O yüzden başka odada kalmak istiyorum.” Bu noktada dönüp bana baktı.

“Olmaz, o odada kalacaksın. Bekir! Bavulları odaya götürün!” diye seslendi korumaya. “Burada kalıcısın galiba minik kedi. Bu kadar çok bavulla geldiğine göre.” Dedi memnuniyetsiz bir sesle. Ay ben çok meraklıydım sana ağa bozuntusu seni.

“Giyimime önem veren biriyim diyelim iki hafta için gerekli olan her şeyi getirdim. Ayrıca şu kedi demeyi bırakır mısınız? Aksi takdirde benimde size başka bir isimle hitap etmem gerekecek.” Dedim. Her şey karşılıklı olmalıydı bu hayatta. O bani kediye benzetiyorsa bende onu vampire benzetiyordum. Bende Drakula derdim.

“Çok merak ettim minik kedi, nasıl hitap edecekmişsin?”

“Drakula.” Dedim hızlıca. Anlamaz gözlerle bana baktı.

“Ne? Ne Drakula’sı?” dedi şaşkın çıkan sesiyle.

“Siz bana kedi derseniz bende size Drakula derim. Drakula Ağa.” Diyerek açıkladım. Bir süre düşündü.

Sonra sorun olmayacağını düşünmüş olacak ki bana tam olarak aynı şekilde seslendi. “Haydi minik kedi. Daha çok işimiz var.” Diyerek merdivene yöneldi. Evet, konuşurken içeriye çoktan girmiştik.

“Oda üst katta mı Drakula Ağa?” Dedim bende ona kendi içimden geldiği gibi seslenerek.

“Evet, ikinci katta. Üçüncü kata çıkmak yasak! Sen sadece bir ve ikinci katta kalabilirsin.” Dedi kesin bir dilde.

“Tamam, benim için fark etmez. Zaten sadece iki hafta buradayım.” Dedim içimden geçenleri söyleyerek. Benden sonra ağzının içinden bir şeyler mırıldandı ama tam anlayamadım. İkinci kata çıktığımızda burada oldukça fazla oda olduğunu gördüm. Bence buradaki diğer odalardan birinde de kalabilirdim.

“Odan burası. İçinde her şey var. Banyo, tuvalet, giysi dolapları, ve ihtiyacın olan sistem. Başka bir şey istersen Bekir’e seslenirsin. Sakın yan odaya girme. Orası benim odam.” Hani ilk iki kat bana serbestti. Hayır, odasını merak ettiğimden değil öylesine yani.

“Merak etmeyin Drakula Ağa, odanız pek ilgimi çekmiyor.” Dedim iğneleyici bir tonda.

“Memnun oldum. O zaman kedicik sen yerleşmene bak. Bu evde sadece hizmetliler ve korumalar var. Bir de biz. Dediğim gibi bir şeye ihtiyacın olursa Bekir’e ya da korumalardan birine söylemen yeter.” Diyip gidiyordu ki aklına bir şey gelmiş gibi geri dönüp, “Ha bir de, dışarı çıkman yasak sadece avlu.” Dedi ve hızla gitti. Nasıl ya? Ağrı’ya gelmiştim ve gezemeyecek miydim?

Aslında gezmek eğlenceli olabilirdi ama buraya geliş sebebim daha önemliydi o yüzden ses çıkarmadım. Yani şimdilik.

Odaya girip kapıyı arkamdan kapadım. Biz konuşurken korumalar valizlerimi odaya koymuşlardı. Yani altı üstü 7 tanecik valizimi getirmiştim. Bence iki hafta için az bile. Dediğim gibi görünüşüme oldukça önem veren biriyim.

Odaya kısaca göz attığımda oldukça genişti. Açıkçası bir köşede ki uçak biblolarıyla karşılaşmayı beklemiyordum. Bilgisayarları sevdiğim kadar uçmayı da seviyordum ama bunu bir süre ertelemek zorunda kalmıştım. Aslında yalan yok çok özlemiştim uçaklarla haşır neşir olmayı. Bu ağa bozuntusu bibloları bilerek mi koymuştu bilmiyorum ama hoşuma gitmişti.

Odaya ihtiyacım olan bilgisayarlar kurulmuştu. Fazla bir yer kaplamıyordu çünkü oda oldukça büyüktü. Hatta küçük bir kitaplık bile sığdırmışlardı. Pek büyük değildi ama 50 ye yakın kitap vardı. Bazılarını okumuştum. Okumadıklarıma göz gezdirirken birisi gözüme çarptı. Ağrı Dağı Efsanesi. Okumak isterdim ama şuan odayı gezmek daha cazip geldi. O yüzden akşam okumaya karar verdim.

Dediği gibi odada her şey vardı. Banyo ve tuvalet, oturma grubu, televizyon, giysi dolabı, çalışma masası, sistemi koydukları alan, kitaplık, yatak. Neredeyse küçük bir ev gibiydi. Hakkını yememek lazım Drakula Ağa oldukça iyi ve şaşırtıcı bir şekilde ince düşünmüştü.

Fazla vakit kaybetmek istemiyordum. Bu yüzden eşyalarımı dolaba yerleştirmeye başladım. Ama Drakula Ağa biraz haklı olabilirdi. Eşyalarım fazla olduğu için bu iş çok uzayabilirdi. Bende hizmetli ablalardan bir kaçından yardım istedim. Başta biz yaparız siz oturun dediler ama tabi ki kabul etmedim bende onlarla birlikte eşyaları yerleştirdim.

Aslında bu gün başlayacaktım çalışmaya ama canım Türk kahvesi çektiği için alt kattaki mutfağa girip kendime kahve yapmak istedim ama hizmetli ablalar burada da zorluk çıkarttılar.

“Ya Bilge Abla bırak ben yaparım. Elime mi yapışacak? Hem ne zamandır yapamıyorum özledim bende.” Diyerek cezveyi elinden kurtarmaya çalışıyordum.

“Olmaz Leyla Hanım siz oturun lütfen. Bizim işimiz bu. Hallederim ben.” Diyerek diretti al al olmuş tombik yanaklarla Bilge Abla.

“O Drakula Ağa mı söyledi bunu yapmanızı? Bakın ben sizin hanımınız değilim, kendi işimi kendim yapabilirim. Hem sizde gördünüz ihtiyacım olduğunda söylüyorum zaten.” Diye haklı isyanımı sürdürdüm. O despot Drakula bu konuda onlara emir verdiyse geri çekebilirdi.

Korumalar ve hizmetliler önce gülüşüne engel olamadı sonradan Bilge Abla söze girdi. “Yok, Leyla Hanım Yusuf Ağa herhangi bir emir vermedi. Ama bu bizim görevimiz. Bırakın işimizi yapalım.” Dedi ama bir anlık boş bulunduğu için cezveyi hızlıca çekip aldım.

“Artık çok geç. Ee kimler kahveleri nasıl içiyor bakalım?” dedim mutfakta bulunan herkese tek tek bakarak.

Kimseden ses çıkmıyordu. İçlerinden adı Bekir olan konuşmaya başladı. “Valla Leyla Hanım oldukça şaşkınız. Yalan yok biz sizi ilk gördüğümüzde biraz tırsmıştık.” Dedi elindeki kahveyi yudumlarken. Zorla hepsine kahve yapmıştım. Şimdide kahve eşliğinde oturmuştuk.

“Neden ki? Çok mu süslü geldim?” dedim kıkırdayarak. Beni ilk gören herkes aynı şeyi düşünürdü genelde.

“Estağfurullah, ama biraz öyle oldu.” Dedi adı Ferhat olan koruma çekinerek.

“Sorun değil. Beni yeni gören herkes aynı düşünür. E Bilge Abla o kadar itiraz ettin. Nasıl, güzel yapabilmiş miyim bari?” dedim kendimden emin ve memnun bir sesle.

“Yani Leyla Hanım, mahcup oldum size. Niye bırakmadınız ki? Ama elinize sağlık çok hoş olmuş kahve.” Dedi gerçekten mahcup çıkmıştı sesi tontişimin.

“Afiyet olsun. Ama bana hanım demeseniz olmaz mı? Leyla yeterli.” Dedim beklentiyle.

“Üzgünüm ama bu mümkün değil Leyla Hanım.” Diyen hizmetlilerden Ceyda’yla yüzümü astım. Tahmin etmiştim zaten ama bir şansımı deniyim dedim.

Biz sohbet ederken Ceyda içeriden çay ve birkaç atıştırmalık getirmişti. Onlar arada bir işlerine dönüp çalışıyor ve bitirir bitirmez yanıma geliyorlardı. Gün boyu onlarla oldukça eğlenmiştim. Hatta onlara yardımda etmiştim. Yoğun itirazlar eşliğinde tabi ki.

Ceyda çayları tazeleyip yanımıza oturduğunda gözü arkamdaki kapıda oyalandı. Sonra mutfaktaki herkes sessiz bir şekilde çıkmıştı. Yanlış bir şey mi yaptım acaba diye düşünürken arkadan o Drakula’nın sesi geldi.

“Ben çalışmaya başlamışsındır diye düşünmüştüm. Ama sen burada hizmetlilerle vakit mi öldürüyordun?” diyen adama döndüm.

“Evet bir sakıncası mı var? Çalışmaya yarın başlayacağım. Hizmetlilerle konuşmam da mı yasak? Onlar insan değil mi?” diyerek isyan ettim. Herkes insandı sonuçta. Onlarda evlerini geçindirmeye çalışan insanlardı. Anlaşamayacağım dilde konuşan ya da farklı cinsten değillerdi ki.

Önce bana garip bir bakış attı. Bir şeyleri çözmek ister gibiydi. Dik duruşumu hiç bozmadım. “Hayır, yasak değildir. Şaşkınım sadece. Senin gibi süslü bir kedinin hizmetlilerle sohbet etmesini değil onlara emirler yağdırmasını beklerdim. Şaşırttın beni minik kedi.” Şu kedi olayını çözmemiz gereken konular vardı. Ben kedi değilim!!!

“Herkes göründüğü gibi değildir Drakula Ağa.” Dedim. O kedi dediği sürece bende ona Drakula demeye devam edecektim.

Tebessüm eder gibi oldu ama hemen toparladı kendini. “Öyleymiş.” Dedi kısaca ve üst kattaki odasına çıktı. Bende bardağımdaki kalan çayımı içip avluya çıktım. Pek incelememiştim burayı ama anlatacak pek bir şeyi de yoktu. Sıradan konaktı işte. Geniş avlulu üç katlı kocaman evlerden birisiydi.

Korumalar bahçenin dört bir yanına dağılmıştı. Kapının önünde 3 kişi, ağaçlık kısımda 4 kişi, arkada 6 ve son olarak konağın büyük demir kapısında 2 iri koruma vardı. Her birinin kulaklığı ve en az ikişer silahı vardı. Evin içinde de Drakula Ağa’ya en yakın olduklarını düşündüğüm iki koruma yani Bekir ve Ferhat vardı. Onları evde bırakmasının sebebi büyük ihtimalle bendim.

Bahçede dolaşmayı bırakıp odama geçtim. Şu Ağrı Dağı Efsanesi kitabını merak etmiştim. Kitabı alıp tekli koltuğuma yerleştim. Sonradan orası çok bunaltıcı geldiği için odanın balkon kısmına geçip oradaki salıncak koltuğa oturdum. O Drakula bunu da iyi akıl etmişti. İçeride sıkıldıkça buraya çıkabilirdim.

Kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başladım. İlk paragrafı bitirmiştim ki balkon kapısının çalınmasıyla durdum. Çalışanlardan biridir diye düşünüp gelmesini söyledim. Ancak gelen kişi çalışanlardan biri değildi.

“Minik kedi, ne o Ağrı’yı çok mu merak ettin? Kitaplarını okuyorsun.” Dediğinde sesin sahibi Drakula Ağa’ya döndüm.

“Sayılır. Odada kitaplık bulunca biraz bakınayım dedim. Bu kitapta gözüme çarptı. Ağrı Dağı’nın efsanesi olduğunu bilmiyordum.” Dedim kısaca açıklayarak.

“Nasıl beğendin mi bari hikâyesini?” dedi. İzin verseydi bunu bende öğrenecektim.

“Bilmem, daha yeni başladım. İlk paragrafı okudum sadece.”

“Daha bir şey okumamışsın o zaman. Ben anlatsam benden dinler misin minik kedi?” dediğinde minik kedi kısmına takılmamaya çalışıyordum.

“Olabilir aslında. Kitabı okumaya pek vaktim olmayacak. Dinlemek daha kısa sürebilir.” Doğruyu söylemiştim. Okumak uzun sürmezdi belki ama buna vakit bulamayabilirdim.

“Ama bu burada anlatılmaz. Yarın hazırlan seninle Ağrı Dağına gidelim. Ne dersin?” dediğinde gözlerimin parladığına yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Bunu çok isterdim. Yani Drakula’yla değil tabi ki ancak başka şansım yok gibiydi. Hem dışarıya çıkmam yasakken bu iyi bir fırsattı Ağrı’yı görmek için.

“Olur!” dedim heyecanla ama sonra aklıma gelenlerle yüzüm düştü. “Olmaz, çözmem gereken bir problem var biliyorsunuz ki.” Dedim. Gidemezdim. Buraya geliş amacım bu değildi. İki haftada işimi halledecek ve buradan gidecektim.

“Bir gün daha bekleyebilir bence. İki haftalık süren yarından sonra başlar. Kabul mü?” dediğinde boynuna atlamak istedim. Ama yapmadım tabi ki.

“Kabul! Nasıl bir şey giymeliyim peki? Yani şuan yaz ama Ağrı dağı soğuk mudur?” dedim meraklı çıkan sesimle. Ufak bir tebessüm yakaladım o esnada.

“Yok, kış ayında çok soğuktur, yazında çok sıcak. Yani demem o ki minik kedi, rahat ve yazlık bir şey giyin. Bunun için süslenmene gerek yok.” Dediğinde kafa sallayıp onu onayladım.

Ben gider diye beklerken salıncağın yanındaki sandalyeyi yanıma çekip oturdu. Benimle birlikte manzarayı izleyen adama baktım. “Başka bir şey daha mı var?” diye sordum.

“Yok, odaların balkonu ortak. Şuan kendi odamın balkonundayım yani.” Dedi pişkin pişkin. Ne demek balkonlar ortak!

“Nasıl? Nasıl? Ne demek balkonlar ortak?” dedim şok içinde.

Bu sorumu pek kaâle almamıştı. “Bu balkonu çok severdi. Senin oturduğun salıncağı da öyle.” Dedi dalgın bir biçimde. Ölen nişanlısından bahsediyor olmalıydı. Sesimi çıkarmadan dinlemeye devam ettim.

“Hep bu manzarayı izlerdi. Ağrı Dağını. Elindeki o kitabı okurdu. Diğer elinde de kahvesi olurdu.” Dedikleriyle aklıma başka bir şey gelmişti. Beni eski nişanlısının odasına mı yerleştirmişti? Bu kadarını içimde tutamazdım. Bu hem bana hem de ölmüş nişanlısına hakaret demekti.

“Üzgünüm bölmek istemezdim ama bunu sormam lazım. Siz beni eski nişanlınızın odasına mı yerleştirdiniz?” dedim böyle olmamasını dileyerek.

“Hayır, o bu evde kalmıyordu. Bazen geldiğinde hep buraya çıkardı. Aslında başlarda onu sana benzetmiştim yalan yok. Senin gibi süslüydü. Ve bir süslüden beklendiği gibi burada olduğu her gün korumalara ve hizmetlilere emirler yağdırırdı.” Dediğinde şaşkındım. Gerçekten böyle bir kadın mıydı? Anladığım kadarıyla insanları gelir seviyelerine göre ayırıyordu.

“Beni bu yüzden mi seçtiniz? Yoksa hacker olduğum için mi?” dedim gerçekten merak ederek.

Sessiz kaldı bir süre, çok sonradan “Benim sistemime sızmaya bu kadar yaklaşan ilk kişi olduğun için seni seçtim minik kedi.” Dedi. Mantıklıydı.

“Anladım, o halde ben sizi anılarınızla baş…” lafım yarım kalmıştı.

“Otur şuraya minik kedi. Daha senin anlatacakların var.” Dedi kesin bir dille. Ben ne anlatacaktım ki?

“Benim sizin ki kadar ilgi çekici bir geçmişim yok ama.” Dedim.

“Ben öyle duymadım ama minik kedi. Halil’i anlatmak istemez misin yani? Şu sanal piçi?” dediğinde buz kestim. O tacizci pisliği nereden öğrenmişti ki?

“O konuda anlatacak bir şey yok. Nereden öğrendiniz bilmiyorum ama bu benim meselem.” Dedim aksini kabul etmeyecek bir tonda.

“Bulamamışsın hala. Onu bulmam bir günümü alır. Sistemi sende gördün. Onu bu sistemle sende bulabilirsin.” Dedi ama benim buraya geliş amacım bu değildi.

“Hayır, istemem. Buraya bunun için gelmedim. Onu kendi çabalarımla bulup leşinin köpeklere yem olduğunu görmek istiyorum.” Dedim.

“Eyvallah. Sen bilirsin.” Dedi.

“Peki ben bu tuzağı kuranları bulamazsam. O zaman ne olacak?” dedim.

“Seni rehin alacam. İstersen şimdi vazgeçebilirsin.” Dedi, ama sesinde sakın vazgeçme der gibi bir tını vardı.

“Hayır. Ne pahasına olursa olsun buradayım. Arkadaşlarıma bunu yapanları bulacağım. Onlar yüzünden benim arkadaşım ölümden döndü.” Dedim kararlı bir şekilde.

“Buna da eyvallah o zaman minik kedi.” Dedi ve ayaklandı. “Bana müsaade o zaman. Unutma kitabı okumak yok. Yarın ben anlatacağım.” Dedi ve kapıya ilerledi.

Bende arkasından kalkıp onunla birlikte kapıya ilerleyip onu geçirdim. “Okumam merak etmeyin lütfen. İyi geceler Drakula Ağa.” Dedim kibarca.

“İyi geceler minik kedi.” Garip bir bakış atıp çıktı. Bende kitabı kitaplığa geri bırakıp yatağa geçtim. Oldukça yorgun hissediyordum. Yarın oldukça yoğun geçecekti. Dinlenmeliydim.

 

 ***

 

Asu’nun Ağzından:

 

Alacaklı gibi çalınan kapıyla uyandık. İkimizde uyku mahmuruyduk. Şaşkın şaşkın birbirimize baktık. Ne oluyordu sabah sabah böyle!

“Özgür’ler olabilir mi?” dedim yataktan kalkmaya çalışarak.

Oda benim gibi toparlanmaya çalışıyordu. “Sanmam, evimin kapısını böyle çalmaya kıçı yemez.” Derken hızla üzerimize bir şeyler geçirip kapıya yöneldik. Korumalarda haber vermemişti. Gerçi Ömer yalnız kalalım diye korumaları yollamış olabilirdi.

Kapıyı açtığımızda görmeyi beklediğimiz son kişiler bile değillerdi. İstanbul’da ne işleri vardı ki?

“Gülcan, Burak?” dedim sorgularcasına. Burada ne arıyorlardı?

“Asu, enişte. Ev ziyaretine gelelim dedik.” Dedi Gülcan bir solukta.

“Kimin leşiyle oynadınız? Kimden kaçıyorsunuz siz?” diye sordum. Bir bakışından anlardım ben onun. Önce ikisi de birbirine bakıp kaş göz yaptılar. Sonra tedirgince aynı anda cevap verdiler.

“Kobra!” dediler. Bir dakika ne? Bu iki deli çift Kobrayı öldürmüş olamazlardı değil mi?

“Ne! Kobrayı mı öldürdünüz?” dediğimde kafalarını olumsuz bir biçimde iki yana salladılar.

“Hayır! Ama ramak kalmıştı. Kobra olduğunu bilmiyorduk ki! O piç yüzünü herkesten gizliyor! Bizim suçumuz değildi!” diyerek savunmaya geçti Burak. Haklıydı Kobra yüzünü kimseye göstermezdi. İrem’in baş düşmanlarından biriydi. Sağlam bir mafyaydı.

“Geçin içeri. Neler oldu tek tek anlatın. Altı üstü üç gündür yoktuk ya üç gün!” dedim sitem ederek. Hani yeni evli çiftler rahat bırakılıyordu.

İçeri geçip oturduk Ömer somurtarak karşımızdaki ikiliye bakıyordu. Seni çok iyi anlıyorum kocam.

“E haydi, anlatın.” Dedi daha fazla sabrı kalmamış gibi.

“Ya sizin düğünden birkaç gün sonraydı. O ana kadar bir şey yoktu. Sonra evdeyken bize bir telefon geldi…” diyerek anlatmaya devam etti.

 

Birkaç Gün Önce Burak ve Gülcan:

Çalan telefonla ikisi de ayaklanmıştı. Bu sesi tanıyorlardı, daha birkaç gün önce evlenen arkadaşlarının kuzeniydi bu. İrem’di. Onlara bir konum söylemiş ve hemen oraya gitmelerini istemişti. Orada birinin zorla tutulduğunu ve yardım edebilecek kimsenin olmadığını söylemişti.

İkili sorgulama fırsatı bulamadan hazırlanıp çıkmışlardı. Ne olduğunu çözmeye çalışıyorlardı ancak hiçbir şey akıllarına gelmiyordu.

Söylenen konuma gittiklerinde ortalıkta kimse görünmüyordu. Geldikleri yer eski bir inşaatın önüydü. Arkadan birkaç ses duyduklarında oraya sessiz adımlarla ilerlediler. Sadece 10 kişiydiler. Sandalyede biri oturuyordu ama yüzündeki çuval yüzünden kim olduğu anlaşılmıyordu.

İrem’e güvenerek silahlarını çıkartıp oradaki adamlara ateş açtılar. Adamlar ne olduğunu anlayamayıp arkasını dönmeye çalışıyordu ama onlar daha Burak ve Gülcan’ın yüzlerini göremeden beyaz ışığı görmüştü.

Gülcan öldürmezdi evet ama şuan öldürmesi gerekliydi. Ve öylede yaptı. Kafasında çuval olan adamın yüzünü açtıklarında bocaladılar çünkü adamın suratı tanınmayacak haldeydi. Oldukça hırpalanmıştı. Ve bilinci kapalıydı. Uyanması için Burak yanda duran su kovasını alıp adamın kafasına boşalttı.

Adam birden gözlerini açtı ve öksürmeye başladı. Yüzü gerçekten berbat haldeydi. Normal halini görseler bile tanıyabileceklerini düşünmüyorlardı. Yüksek ihtimalle onu kaçırtan kişi bu adamları başına onu dövsünler diye bırakılmıştı. Ve her an buraya geri gelebilirdi.

Burada neler döndüğünü hemen öğrenmelilerdi. “Kimsin sen? Neden kaçırıldın? Anlat!” diyerek adamı sorgulamaya başladı Burak.

Adam nihayet nefes alabildiğinde kesik kesik konuşmaya başladı. “Be-ben Rus İstihba-barat ajani. Beni kaçıdıla, ben bilmiyo onlar kim. Çok bilgi biliyo ben. Ama anlatmadı.” Dedi bozuk bir Türkçeyle. Arkadan gelen silah sesiyle adamı alıp hızla oradan uzaklaştırdılar. Çok kan kaybetmişti. Hızlı olmalıydılar. Kimin kaçırdığını öğrenmeleri gerekiyordu.

Oraya geri döndüklerinde, maskeli bir adamın herkese öfke kustuğunu gördüler. Gülcan onları oyalamanın iyi olacağını düşündü. Çünkü adamlar etrafı aramaya başlamıştı. Saklandığı yerden liderleri olduğunu düşündükleri adamın koluyla kalbi arasındaki boşluğa nişan aldı ve ateş etti. Tam isabet. Ancak adamın korumalarından birisinin “Kobra vuruldu!” diye bağırmasıyla ikisi de şok içinde kaldı. Gülcan Kobrayı mı vurmuştu? Oradan topuklamak için sadece birkaç dakikaları vardı. Adamı bıraktıkları yere gittiğinde adamın bilinci kapanmıştı. Burak nabzını kontrol ettiğinde artık çok geçti çoktan ölmüştü.

Adamın cesedini orada bırakıp hemen arabaya atladılar ve kaçtılar. Kobranın onları görmemesini umuyorlardı. Eğer Van’da kalırlarsa Kobranın onları bulması çok kolay olurdu. İkisi de aynı anda “İstanbul!” dedi. Asu, İrem, Ömer ve Özgür oradaydı. En azından yakalansalar bile güç birliği yapabilirlerdi.

Burak hemen en yakın saate bir uçak bileti aldı. Ve iki saat sonra uçağa bindiler.

 

 

Şimdi:

 

“İrem bana böyle bir şeyden bahsetmedi. Emin misiniz o olduğuna?” dedim.

Ömer sıkılmış gibi konuştu. “Ses taklit sistemi. Bu aralar herkes kullanıyor. İrem’in sesini taklit etmişler.” Dediğinde yeni nesil teknolojiden korkmaya başladım.

“Adam Rus İstihbarat ajanıydı. Kobranın onunla ne işi olabilir ki?” dedi Burak düşünceli bir sesle.

Ama ben başka bir kısımdaydım. “Sizi fark etti mi peki?” dedim ikisi de olumsuz anlamda başlarını salladı. Rahat bir nefes verdim. Ama bulmaları uzun sürmezdi.

İrem’i arayıp sesi dışarı verdim. Olanları kısaca ona da anlattığımda arkadan Özgür’ün sesi de geldi. “Oha Kobrayı mı vurmuşlar? Lan Doktor kafayı mı sıyırdınız siz. Bir de tek gitmişler.” Dedi sesinin hafif endişeli çıktığından habersiz.

“Korkma bir numaralı hastam. Beni kimse öldüremez.” Dedi alayla. “Hem siz niye bir aradasınız?” diye hepimizin merak ettiği soruyu sordu.

“Benim sesimi kim taklit etmiş olabilir? Yusuf Ağa?” diye bir öneri sunmuştu. Ama o olamazdı, Leyla oradaydı mutlaka bize haber verirdi. Ayrıca Burak’ın sorusundan kaçtığı da anlaşılıyordu.

“Hayır o olamaz. Ama bizi birbirimize kırdırmaya çalışan kişiler olabilir. Bu her kimse sağlam saklanıyor.” Dedi kocam bey.

“Kim bunlar bir öğrenebilsek. Leyla ne yapıyor acaba şuan? Bulabilmiş midir dersiniz?” dedi Gülcan. Bende merak ediyordum.

“Bilmiyorum ama uğraşıyor olmalı. Arasak mı ne dersiniz?” dedim. Ama kocam bey kafasını olumsuz anlamda salladı.

“Olmaz, Yusuf işkillenebilir. Bir ara boşluk bulunca ben yoklarım onu.” Dedi. İstemsiz onayladım onu.

“Kobra olayını nasıl çözeceğiz peki? Var mı fikri olan?” diyerek Burak konu başlığımıza değindi.

“O iş bende. Kobrayla zaten husumetliyiz. Adamı sana bırakmak istemedim, sana ötmediğini öğrenince öldürdüm derim. Biraz zor inanır ama çözerim.” Dedi İrem kuşum. Mantıklıydı bu işi halletse halletse İrem hallederdi.

“Eyvallah baldız. O yanındaki Özgür denen herifi yanıma yolla işimiz var onunla.” Dedi Ömer imayla. Herkes bıyık altından gülüyordu.

“Ne oldu abi? Bir sorun mu var?” diye sordu arkadan Özgür.

“Sen gelince anlayacağız bakalım. Var mı yok mu?” dedi aynı imayla.

“Hastam, istersen yardımcı olabilirim. Bu kıyağımı da unutmazsın.” Dedi Burak alaya alarak.

“Kes lan deli doktor. Sen git başka hastalarınla ilgilen. Kobrayla falan!” dedi kıskanç çıkan sesle.

“Aa olur mu hiç. Benim bir numaralı hastam sensin. Senden başkasıyla ilgilenemem.” Dedi Burak açıklayarak. Baya baya aşk yaşıyordular.

Ömer ve ben gülerken Gülcan ve İrem şaşkınlıktan konuşamıyordu.

“Az önce bir numaralı hastam demedin ama hastam dedin.” Diyerek sitemine devam eden Özgür’le biz gülmeye devam ederken kızların şaşkınlığı giderek artıyordu.

“Yahu bakma sen ona en sevdiğim hastam sensin. Başka hastaları gözüm görmez benim.” Dedi işin boku çıkmak üzereydi.

“İyi bakalım öyle olsun.” Dedi tripli bir sesle. Şuan Ömer ve bende şaşırıyorduk. Cidden bunu yaşadığımıza inanamıyorum.

“Burak! Sen bana bile böyle kur yapmıyorsun! İnanamıyorum sana!” diyip şokunu Burak’a da yansıttı Gülcan.

“Hayatım, senin ihtiyacın yok ki sen benim seni ne kadar çok sevdiğimi, en kıymetlim olduğunu biliyorsun zaten.” Dedi tatlı tatlı.

“Tamam, haklı olabilirsin ama bu beni yemeğe çıkarmayacağın anlamına gelmiyor.” Dedi Gülcan süzülerek.

“Bende sana bunu söyleyecektim. Akşam yemeğe çıkalım mı ömrüm?” dedi Burak son derece karizmatik bir sesle.

“Kabul edildi!” dedi Gülcan. Özgür’den hiç ses çıkmıyordu sanırım arkada bayılmış falan olmalıydı.

“Arkadaşlar ben kapatıyorum. Burada teselli etmem gereken koca bir Demir çocuk var.” Dedi İrem halen şaşkınlığını korurken.

“Kapat şu telefonu mafyacık daha fazla o yalancı deli doktorun sesini duymak istemiyorum.” Dedi sitemli sitemli. Ardından telefon kapandı. Hepimiz şaşkınken Burak’ında hafif dertlendiğini gördüm. Bunlar çok garipti doğrusu.

“Ben alırım onun gönlünü bir şekilde.” Dedi derdini arka plana atarak.

“Her neyse hadi sizde bir otele gidin. Baş başa bırakın bizi karımla.” Dedi Ömer daha fazla katlanamayacağını belli eden bir sesle.

“İlahi enişte. Bu kovduğun iki oldu alınıyorum ama.” Dedi Burak.

“Lan sende hep en olmaz zamanda geliyorsun. Adam gibi geldin de biz mi ağırlamadık?” dedi Ömer. Haklı olabilirdi.

“Tamam tamam, gidiyoruz. Rahatınıza bakın siz.” Dedi Gülcan anlayışlı bir sesle.

“Kusura bakmayın. Ömer Ağa ve muhteşem misafirperverliği. Yine gelin olur mu?” bu kısmını kısık sesle Gülcan’ın kulağına söyledim. “Bizim yazlık evlerden birine geçin.” İrem’le buraya geldiğimizde birkaç tane ev satın almıştık.

“Tamamdır, güzelim bende. Hadi görüşürüz.” Dedi ve Burak’ın elinden tutarak çıktı.

“Misafir onlar. Hiç öyle denir mi Ömer!” dedim kızdığımı belli ederek. Ayıp yahu!

“O da zamanlamayı iyi tuttursaymış. Ben karımla baş başa kalamayacak mıyım?” dedi ve ayağa kalkıp kollarını belime doladı.

“Bir ay burada değil miyiz? Onlar mutlaka gidecek, yine baş başa kalırız merak etme.” Dedim ve uzanıp dudağına minik bir öpücük kondurdum. Ama o bunu yetersiz buldu ve beni daha sert öpmeye başladı.

Elleri tişörtümden içeri sızıyordu ki çalan telefon bu girişimi yarıda kesti. Yani ben öyle umuyordum ama Ömer hiç kesmeden devam ediyordu kavurucu dokunuşlarına. Telefon kapanıp tekrar çalmaya başladığında önemli olabileceğini düşünüp bana mıknatıs gibi yapışan kocamdan uzaklaştım.

“Aç şu telefonu Ömer Ağa. Önemli olmasa bu kadar çalmazdı.” Dedim kesin bir sesle.

“Özgür arıyordur kesin. Boş ver sen onu Devran’ın kızı kendi işini kendi halledebilir o piç.” Dedi ve yeniden bana sırnaşmaya çalışacaktı ki telefon yine çalınca yoğun bir küfür seliyle telefonu açtı.

“Ne var lan ne?! Karımla baş başa kalamayacak mıyım ben şerefsiz herif?” dedi sinirli sinirli.

“Abi ne kızıyorsun ya! Sen demedin mi yanıma gel diye? Bizim mekândayım sende gel diyecektim. Sen açmayınca da başına bir şey geldi sandım.” Dedi hala kırgın çıkan bir sesle. Burak işini çok ciddiye almış olmalıydı.

“Of! Özgür of! Adamı delirtirsiniz siz. Bekle beni trafik olmazsa yarım saate ordayım.” Dedi kocam istemeyerek.

“Tamam abi bekliyorum.” Diyip kapadı.

Küçük adımlarla yanına gidip yanağına derin bir öpücük kondurdum. “Hadi git. Arkadaşının sana ihtiyacı var sanırım. Koruman olabilir ama anladığım kadarıyla kardeş gibisiniz. Yalnız bırakma onu.” Dedim. Özgür’e karşı düşüncem değişmişti evet ama bunu belli etmeyecektim.

“Çok geçe kalmamaya çalışacağım. Dikkat et kendine.” Dedi ve üst kata çıkıp üzerini değiştirdi. Yine siyah takımlarını giyip çıkmıştı. Bu renk ona yakışıyordu ama beyaz daha çok yakışıyordu. Bir gün ona bu rengi sevdireceğime inanıyordum.

Çıkmadan önce son kez beni öpüp öyle gitti. Bende tek kalmayayım diye İrem’i arayıp yanıma çağırdım. Neyse ki Özgür gittiği için o da yalnızdı. Geliyorum diyip telefonu kapatmıştı. Şu Giresunlu işini çözmüş olmasını umuyordum.

Birkaç saat sonra kapı çalınca gidip kapıyı açtım.

“Hoş geldin. Hadi geç konuşmamız lazım.” Dedim ve onu beklemeden geri salona geçtim.

“Sorun ne? Kobraysa o işi hallettim bile. Biraz kudurdu ama sorun yok.” Dediğinde bu konu için rahatlamıştım ama aklımda başka bir şey vardı.

“Güzel, ama benim sorum başka. Giresunlu işini halledebildin mi?” diyerek aklımdakini sordum.

“Hallettim merak etme. Kabul etti ama dediğim gibi para ya da herhangi bir karşılık beklemedi.” Bir anda rollenerek, “Bacisi bacimdur, Asu kaptan telaşe etmasun. Dedi.” Giresunluyu taklit etmesi hoşuma gitmedi diyemem. İkimizde gülmeye başladık.

“İstediğim telefon yanında mı? Şu adamla bende bir konuşayım.” Dedim. İçimin rahat olması gerekiyordu.

“Yanımda ama ev güvenli mi?” dedi. Haklı olabilirdi. Ama bahçe uygundur herhalde. Bahçede de dinleyebileceklerini düşünmüyorum.

“Bahçede konuşurum sadece giriş kapısında korumalar var arkada konuşabilirim.” Dedim o da onaylayıp telefonu verdi.

“Numara kayıtlı zaten sadece o ve Sertap Hanım’ın numarası var.” Dedi. Telefonu alıp hemen çıktım.

Giresunluyu arayıp beklemeye başladım. İkinci çalışında telefon açıldı.

“Ula Dursun emice, bir dur da ha bu meret çalay gene ona bakayum. E tamam dedik ya emice bekleyesunda. Alo!” dedi. Dursun emice kim be!

“Giresunlu sen misin?” dedim

“He benum, sen kimsun? Reyisun telefoninun sende işi nedur?” dedi dolu dolu şivesiyle.

“Ben Asu Şahin Seymen. Senin reyisin kuzeni.” Diye kendimi tanıttım.

“Ha sen şu Asu Gaptansun. Buyur Gaptan isteğun nedur? Diyerek nihayet istediğim yere geldi.

“İsteğimi İrem sana iletti. Ben sadece teyit etmek amaçlı arıyorum. Kardeşimin konuşamadığını biliyorsun değil mi?” dedim. Sertap Hanım’ı henüz bilmiyor olabilirdi.

“He biliyrım Gaptan, reisim anlatmişidu. O iş için yanunda bir hanum abla gelecek dediydi ama.” Dedi. İrem Sertap Hanım’dan da bahsetmişti. Bu işime gelirdi.

“Güzel bende bunu söyleyecektim zaten. İletişim işini Sertap Hanım halledecek. Sen sadece koruma işini yapacaksın. Kimse bu konuda hiçbir şey bilmemeli, sana sağda solda soran olursa da bul bir yalan.” Diye istediklerimi dile getirdim.

“Sorun yokidur Gaptan. Biz reyisimlan bu goniları konuştuk. Kimsecikler ilişemez bacimun yanina. Gırtlaklaruni söker ellerune verirum Allah’uma.” Dedi son derece samimi bir sesle. İrem sağlam arkadaşlar edinmiş.

“Eyvallah, Giresunlu. Amma benim aklıma başka bir şey takıldı. Karşılık istememişsin, öyle olmaz. İste benden bir şey ki bende kendimi rahat hissedeyim.” Dedim. Bu şekilde ona borçlu hissediyordum.

“Yok Gaptan o iş yaş. Ben heç bişe istemam. Ben para biriktirmem Gaptan. Ha bu uşağun tek kazanci dostlarudur.” Dedi yine samimiyetle.

“O konuda aklın kalmasın. Bu günden sonra sende benim dostum kardeşim sayılırsın. Ama en azından evin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar para göndereyim. Kardeşim için olduğunu varsay.” Dedim, geri çevirmemesini umarak.

“Ee şimdi ayup etdun Asu Gaptan. Ben senun bacina bakamayacak gadar çulsuz değilumda. Tüm masraflari bana aittur. Para gönderirsan hakaret sayarum bilesun.” Dedi kesin bir sesle. Adamda Karadeniz inadı vardı galiba.

“Eyvallah. Sen bilirsin madem. Kardeşim sana emanet Giresunlu. İyi bak ona, yarın yanına gelecektir. Elinde ki en değerli mücevhermiş gibi sakla.” Dedim.

“Bacin bacimdur Gaptan. Aklun kalmasun. Hayde selametle.” Dedi.

“Selametle Giresunlu.” Dedim ve kapattım telefonu. İçim rahatlamıştı. Bu adam kardeşimi koruyabilecek en sağlam adamdı. İrem bu adam hakkında haklıydı. Yamuk yapacak bir tipe benzemiyordu. Kardeşim emin ellerde olacaktı.

Eve geri döndüğümde İrem dalgın bir biçimde camdan dışarıyı izliyordu. Bu kızın dalgınlıkları başına bela olacaktı bir gün.

“Bu aralar fazla düşünüyorsun İrem Reis.” Dedim Giresunlu gibi. Bana kaptan İrem’e de reis diye hitap ediyordu. Hoşuma da gitmişti açıkçası.

“Bilmem, bende farkındayım ama önüne geçemiyorum Asu. Eskiden de böyleydim hatırlıyor musun?” dediğinde başımı salladım. Evet eskiden de böyleydi. 20li yaşlarına gelene kadar hep böyle dalıp giderdi ama uzun süredir bu kadar dalmıyordu.

“Bir ara bırakmıştım fazla düşünmeyi. Ama şu sıralar bırakamıyorum. Dedem öldü biliyorsun. Tüm işler benim kontrolümde, o kadar çok birikmiş ve hallolması gereken iş var ki. Hepsini düşünmek zorunda kalıyorum.” Dedi bıkkın bir şekilde.

“Deden ölmeden önce de tüm işlere sen bakıyordun. Dedenin ölmesi neyi değiştirdi? Sadece varlığı kayboldu.” Dedim. Dedesi hayattayken de her şeyi İrem’e yaptırırdı. Şuan pek bir şey değişeceğini düşünmüyorum.

“Öyleydi evet, dedem varken de böyleydi. Ama dedem ölünce beni küçümseyen yeni düşmanlar türedi.” Dedi yine düşünceli bir sesle.

“O halde sende onlara kimin küçük kimin büyük olduğunu göster.” Onlara İrem Şahin’in kim olduğunu öğretmesi gerekiyordu. Bir süre dediklerimi düşündü.

“Yine haklısın kuzen. Sanırım ne yapacağımı biliyorum.” Dedi tatmin olmuş bir şekilde. Güzel!

“Evlilik nasıl gidiyor Asu Şahin Seymen? Ömer Ağa çok yormuyordur inşallah.” Eski soyadımı çıkarmamıştı. Bu bir nevi senin aslın Asu Şahin demekti.

Havada kaptım sorusunu. “Sıradan, desem saçma olacak. Gördüğün gibi balayındayız sözde ama doğru dürüst baş başa kalamıyoruz.” Salın bizi be!

Önce güldü sonrada cevap verdi. “O halde ne mutlu sana. Yarın ekibi toplayıp Van’a dönüyorum. Gülcan, Burak ve Demir’i de yanımda götürüyorum.” Diyerek beni mutlu ve de mesut etti.

“Neden yarın? Şu az önceki sebepler için mi?”

“Sayılır. Sen bunları kafana takma. Keyfine bak, babanın sonuna az kaldı. Eminim o herifin sonu senin elinden olacak. Çünkü en çok sen hak ediyorsun.” Bundan hiç şüphem yok!

“Öyle olmasını umuyorum diyelim. En son yaptığımız hamleden sonra bir şey yapmadık. Sanırım balayından dönünce devam ederiz.” Dedim. O herif için bu güzel günlerimi heba edemezdim.

“Yardım gerekirse haber ver. Ama Demir’siz bir şey isteyin benden Asu Allah aşkına.” Orasını Allah bilir.

“Bakarız, sen her duruma hazırlıklı ol yine de. Cansu’dan haber var mı? En son bıraktığımda Kadir’le yakın dövüş tekniklerini geliştiriyordu.”

“Bak sen. İddiayı kim kazandı?” dediğinde gülmeye başladım. Ve ardından gördüklerimi anlattım. O da oldukça şaşırmıştı.

“Ne! Yok artık. Kadir bizim Cansu’ya mı tutuldu?” diyince kafa sallayıp onayladım.

“Cansu’da boş değil gibi. Ama uzak durmaya çalışıyor. Geçmişi yüzünden sanırım.” Dedim. Eh Kadir Ağa’nın geçmişi pek te hoş değildi.

“Bende diyorum bu küçük ağa niye birden uslandı.” Dedi aydınlanır gibi.

“Cansu onu değiştirmeye başlamış.” Dedim memnun çıkan bir sesle.

“Hayırlısı diyelim o zaman.” Dedi. Biraz daha sohbet ettikten sonra İrem yarın için hazırlanmam gerek diyerek ayaklanmaya başladı.

“Kendine dikkat et kuzen. Neyden bahsettiğimi biliyorsun.” Dedi gitmeden önce. Gayet iyi biliyordum.

“Ben ederim de asıl sen dikkat et. Aklım sende kalmasın üzümlü kekim benim.” Bu kelimeyi ona kullanmayı çok seviyordum ama sorun şu ki o pek sevmezdi.

“Asu ya! Üzümlü kek ne? Kullanma şu kelimeyi demiyor muyum ben sana?” diye diklendi.

“Tamam reis tamam kizma da. Şaka ediyrum.” Diyerek Giresunlu taklidi yaptığımda dayanamayıp güldü.

“Her neyse. Görüşürüz.” Dedi

“Görüşeceğiz.” Dedim kesin çıkan sesle.

“Baldız, sen ne ara geldin?” diyen ses kocam beye aitti.

“Enişte, geldim işte bir ara. Yarın gidiyorum da kuzenimi bir kez daha göreyim dedim.” Makul bir açıklamaydı.

“Sonunda.” Mı dedi bana mı öyle geldi? Bu adam iflah olmaz.

“Duyamadım Ömer Ağa, bir gün daha bizim evde misafirimiz olun mu dedin?” diyen İrem’le ben de şaşırdım.

Ömer de dut yemiş bülbüle dönünce İrem gülmeye başladı. “Şakaydı şaka. Gidiyoruz, senin KORUMAN ve Kobrayla taşak geçen ikiliyi de götürüyorum.” Diyince Ömer rahat bir nefes verdi. Ayrıca koruma kısmını vurgulamasını da fark etmiş olmalı ki. Başını iki yanına sallar gibi yapmıştı. Ama çok hafifçe.

İrem gidince Ömer de içeri geçti. Birlikte yemek hazırlayıp yedik. Daha sonrada her çiftin balayında yaptığı şeyleri yaptık. Mükemmel bir ay bizi bekliyordu. Yani öyle olmasını umuyordum.

 

  ***

 

Ağrı, Leyla’nın Ağzından:

Sabah kalktığımda saat çoktan 10 olmuştu. Drakula Ağa’nın verdiği Ağrı Dağı sözü için çıkacağımız zamana 2 saat kalmıştı. O saatte oranın anlamı daha da artıyor muymuş neymiş. Umarım hemen hazırlanabilirdim.

Tam dolaptan elbisemi çıkaracaktım ki aklıma rahat bir şeyler giymem gerektiği geldi. Hemen yandaki bölmeyi açıp siyah tayt üzerime sporcu atletim onun üzerine de bol pembe tişörtümü geçirdim. Saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yapıp makyaj masamın başına geçtim. Dağa gidiyor olmamız kötü gözükeceğim anlamına gelmiyor.

Yine de pek bir şey yapmadım. Sade bir makyaj yapıp dudaklarıma pembe bir ruj sürdüm. Parfümümü de üzerime sıktığımda hazır sayılırdım. Bu parfümü özel hazırlatmıştım. Şuan Dünya üzerinde bu kokuya sahip tek insan bendim.

Makyajım pek uğraştırmamıştı ama bu bile bana oldukça zaman kaybettirmişti. Kapım çalınca içeri girmesi için seslendim.

“Hazır mısın süslü kedi?” diyen Drakula Ağa ile yönümü ona döndüm.

“Hazırım. Çıkıyor muyuz?” dediğimde. Neredeyse gülecekti.

“Evet, çıkacağız şimdi. O yüzünde ki boyaların gereği yoktu. Dağa taşa çıkacağız sonuçta.” Dedi despot Drakula.

“Makyaj her yerde önemlidir. Siz sakallarınızı dağa çıkıyoruz nasılsa diyip kesmeye çalışıyor musunuz Drakula Ağa?” dedim. Benim makyajım onun tabiriyle boyalarımsa onunkilerde sakalları olmalıydı.

Yüzüme bakakaldı birkaç saniye. Hemen sonra, “İyi iyi nasıl istersen öyle yap. Haydi, hazırsan çıkalım artık.” Dedi hafif dalgın bir sesle.

“Hazırım zaten.” Dedim ve kapının yanında duran adamın yanından geçtim. Kapının dibinde durduğu için kolum biraz çarpmış olabilirdi.

“Hi! Kusura bakmayın. Yanlışlıkla oldu. Alan dar diye.” Diye açıklamaya başladım.

Ama o donakalmış gibi bana bakıyordu. Yanlışlıkla dur tuşu falan vardı da ona mı bastım acaba?

“Drakula Ağa! İyi misiniz? Abartmayın isterseniz, o kadar da sert çarpmadım.” Dediğimde nihayet kendine geldi.

“Bu koku... Ne bu?” dediğinde bunu neden sorduğunu anlamadım.

“Parfüm. Özel yapım, sadece bende var.” Diyerek şaşkın bir şekilde açıkladım. Garip doğrusu, evet bu parfüm sadece bende vardı ama kimse fark etmemişti. Çok fazla aynı ortamda kalırsak anca fark ediyorlardı.

Kendine gelerek, “Anladım, gidelim.” Dedi ve beni beklemeden hızlı adımlarla aşağı indi. Ne oldu ki şimdi?

Aşağı kata indiğimde Bilge abla kahvaltı sofrasını hazırlamakla meşguldü. Ama sanırım kahvaltı yapmadan çıkacaktık.

“Kahvaltı etmeyeceğiz. Dışarda yeriz, sofrayı kaldırabilirsin.” Dedi despot bir sesle çalışanlara.

“Evet, biz yapmayacağız ama siz yapabilirsiniz. O kadar hazırlamışlar. Lütfen siz oturun Bilge abla. Dışarıdaki çocukları da çağır onlarda yesinler.” Dedim sevecen bir sesle.

“Olur mu öyle şey Leyla Hanım? Burası Ağa sofrasıdır. Bize oturmak düşmez.” Tam karşı çıkacaktım ki Drakula Ağa engel oldu.

“Ne diyorsa yapın Bilge.” Dedi benim kadar samimi çıkmıştı sesi. Dalga geçiyor olabilir mi acaba?

“Ama ağam siz demiştiniz ki…” sözü yarım kaldı.

“Ne diyorsa o dedim.” Diyince çok şaşırmıştım. Benim sözlerimi emir olarak mı görüyordu bu despot?

“Nasıl isterseniz ağam.” Dedi Bilge abla. O da benim kadar şaşkındı.

Beni şaşırtmaya devam ederek. “Ne de olsa misafirimizsin. Burada kaldığın sürece hizmetliler senin istediğini yapacak.” Dedi. Ama sanki bu sözü kendine söyler gibiydi.

“Teşekkür ederim.” Halen şaşkındım doğrusu.

“Saat geçiyor minik kedi.” Dedi, geç kalmak istemezdik.

“Tamam, çıkalım hadi.” Spor ayakkabılarımı da giyip çıktık. O da altına siyah bir eşofman ve üstüne de gri bir tişört giymişti, ayaklarına spor ayakkabılarını geçirmişti. Her zaman giydiği takımları olmayınca garip hissetmiştim doğrusu.

Arabaya binip konaktan çıktık. Peşimizde de bir koruma konvoyu oluşturmayı ihmal etmedik tabi ki. O kadar insanı yormaya ne gerek vardı. Altı üstü bir hikâye dinleyip gidecektik. Ve normalde 12 de çıkmamız gerekmiyor muydu? Neden yarım saat erken çıktık ki?

“Neden erken çıktık, 12 de çıkmayacak mıydık?”

“Önce kahvaltı ederiz diye düşündüm.” Biraz daha böyle davranırsa gerçekten düşünceli biri olduğuna inanacaktım.

“Anladım.” Anlamıyordum, neden böyle davrandığını anlamıyordum. Ne planlıyordu ki acaba?

Araba durduğunda bir restoranın önündeydik. Oldukça şık görünen bir restoran!

“Drakula Ağa?” dediğimde cevap niteliğinde bir mırıltı çıkardı. “Lütfen bana kahvaltıyı burada yapacağız demeyin?” dedim sakin çıkartmaya çalıştığım sesimle.

“Burada yiyeceğiz.” Dedi acımadan.

“O halde size afiyet olsun.” Hiçbir güç beni buradan kaldıramazdı.

“Sen neden gelmiyorsun?” dedi. Şaka mı bu despot?

“Beni bu kıyafetlerle hiç kimse oraya, o insanların içine sokamaz.” Hiç uygun değildim. Duyduklarıyla gülmeye başladı.

“İyi madem sen bilirsin minik kedi.” Dedi ve bayağı bayağı çıkıp gitti. Ama umursamayacaktım çünkü oraya bu kıyafetlerle gireceğime en sevdiğim öğünümden vazgeçmeyi yeğlerdim.

“Elveda, en sevdiğim öğünüm.” Diye dışımdan da isyan ettim.

Beş dakika falan geçmişti. Ses seda yoktu ama bir anda restorandan herkes çıkmaya başladı. Tek tek hepsi çıkıyordu. Neler olduğunu düşünürken Drakula Ağa’da çıktı ve kapımı açtı.

“Haydi, minik kedi.” Dedi. Anlamamam normal mi?

“Anlamadım?” dedim gerçeği söyleyerek.

“Sen demedin mi bu kıyafetlerle insan içine karışamam diye? İçeride ki tek insanlar korumalar ve aşçılar aşçılarda dışarı çıkmayacak. Getir götürü bizim adamlar yapacak.” Dediğinde bu gün şok geçirmekten bayılmak üzereydim. Benim için restoranı mı boşaltmıştı?

“Sırf ben kahvaltı yapayım diye mi?” dedim hala şaşırırken. “Neden?” gerçekten neden bu kadar önemsiyordu ki?

“Nedeni yok. Misafirsin sonuçta. Sonra gider Ömer Ağa’ya bana bakmadı diye şikâyet edersin.” Neden yalan söylediğini düşünüyordum?

“Demezdim. Ama madem uğraştın gidelim.” Diyip arabadan indim.

İçeriye girdiğimde gerçekten de oldukça şık bir yerdi. İyi ki bu halde buraya o kadar insanın içine girmemişim. Tamam, kabul o kadar kötü giyinmemiştim ama buraya uygun değildi işte.

Herhangi boş bir masaya oturacakken Ağrı Dağı’nın çok net göründüğü pencere kenarındaki bir yere yöneldim. Ve o masaya oturdum. Drakula Ağa kapıda beni izliyordu. Ben oturunca nedendir bilmem oldukça gergin görünüyordu.

“Siz gelmiyor musunuz?” diye sordum. Oturduğum masa biraz otantik duruyordu diğerlerinin yanında ama manzarası harikaydı.

Önce gözlerini sıkıca kapadı ve açtı. Sonra cevap verdi. “Geldim, geldim minik kedi.” Dedi ve yanıma gelip karşıma oturdu.

“Burada ki işim bittiğinde Ağrı’ya tekrar gelip daha çok gezeceğim. Artık buna eminim. Buranın büyüleyici bir havası var.” Dedim hayran bir sesle.

“Öyledir de, cidden böyle mi düşünüyorsun sen?” niye yalan söyleyeyim canım.

“Evet, ben severim böyle yerleri özelliklede zirvesi yüksek olan yerleri.” Dedim, uçak biblosu aklıma gelince onu da sormak istedim ama o başka bir soru sordu.

“Neden böylesin sen?” dedi bir anda. Nasıldım ki?

“Anlamadım, nasılım?”

“Boş ver. Bekir! Oğlum getirin yemekleri.” Diye geçiştirip Bekir’e seslendi. Onun sözünden sonra önümüze koca bir kahvaltı sofrası oluştu. Hadi ama bu kadar şeyi kim yiyecek? Safi israf canım bu adam!

“Biz bunları bitiremeyiz biliyorsunuz değil mi?”

“Merak etme israf olmayacak. Sokaktaki hayvanlara gidecek.” İyi bari içim rahatlamıştı. Kahvaltımızı yapıp oradan ayrıldık.

Ağrı dağının eteklerine geldiğimizde arabayı durdurup indik. Sanırım buradan sonrasını yürüyecektik.

Yürürken çıt bile çıkarmıyorduk.

Hadi ama bu şaka olmalıydı. 4.200 metre tırmanacağımız bana söylenmemişti. Evet, cidden 4.200 metre tırmanmıştık. Ve halen yürüyorduk. Oldukça yorulmuştum.

İlerledikçe çok hoş bir kaval sesi duymaya başlamıştım. Bu ses benim yorgunluğumu unutturacak cinstendi. Yürüdüğümüz 4 saate değer gibiydi. Ve yine evet, dinlene dinlene 4 saat yürümüştük. Nasıl oldu bilmiyorum ama yol boyunca çıtım bile çıkmamıştı. Ve buraya sadece ikimiz çıkmıştık. Dağın çeşitli yerlerinde adamları bırakmıştık.

Oldukça güzel bir sesti ama isyankâr bir havası vardı. Biraz daha ilerlediğimizde ses arttı. Ve bir gölün kıyısına geldik. Gördüklerimle nutkum tutulmuştu.

En az 30 çoban gölün etrafına dizilmişti ve az önce duyduğum şeyi kavallarıyla çalıyorlardı. Gölün tam ortasında ise bembeyaz bir güvercin dönüp duruyordu. Bu da neydi böyle?

“Drakula…” eliyle ağzımı kapatınca sözüm yarım kaldı. Elini indirdiğinde gel işareti yaparak onu takip etmemi istedi. Göl’ün görünür olduğu uzak bir noktada durduk.

“Bu, bu çok güzel.” Dedim hayranlıkla.

“Nasıl yani? Bunca yol çıktık, 4 saat sürdü, o kadar zaman susup hiç kızmadın üstüne birde… Neyse?” dedi, o benden de şaşkın duruyordu.

Bir süre kavalların sesini dinledikten sonra anlatmaya başladı.

“Bir zamanlar bu dağlarda Ahmet diye bir çoban yaşarmış. Günün birinde kapısına bir at gelmiş böyle kıp kır bir at. Pek güzelmiş ama Ahmet bu atın kendine geldiğini düşünmemiş. Oralarda inanç oymuş ki bir at kapına geldiğinde üç kez bırakılmasına rağmen geri dönüp senin yanına gelirse o at senin kısmetin, Allah’ın verdiği hediye sayılırmış. Ahmet’te öyle yapmış üç kez ata gitmesi için yol vermiş ama at dönüp dolaşıp yine Ahmet’in kapısına gelmiş.”

Bölmek istemezdim ama yorum yapmak hoşuma gidiyordu. “O halde o at artık ona ait değil mi?” dedim bana baktı.

“Öyle, yani öyle olması gerekirdi. Ama atın eski sahibi Osmanlı Beyazıt paşası Mahmut Han geleneği hiçe sayıp atını geri istemiş.”

“Vermiş mi?” diye sordum.

“Vermemiş elbet. İstese de veremezmiş. Eğer verirse tüm Ağrı Dağı’nın öfkesini üzerine çekermiş. Ama Mahmut Han da durmadan atı istemiş. Haberci göndermiş vermemiş, Kürt Beylerini yollamış vermemiş. Bakmış olacak gibi değil toplamış askerlerini dağa çıkmış. Tüm Ağrı Dağı’nı dolaşmış ama yalnızca Ahmet’in yakın dostu yaşlı Sofi varmış. Tüm halk saklanmış. Çünkü Mahmut Han atı alırsa Ağrı Dağı yalnız Ahmet’e değil tüm halka öfkelenirmiş.”

“Bulabilmiş mi peki halkı?”

“Yok, bulamamış. Ağrı Dağlısı çok iyi saklanırmış. O da sadece Sofi’yi alıp gitmiş. Ahmet’e yine bir şekilde haber yollamış, eğer atla birlikte gelmezse Sofi’nin kellesini vuracağını söylemiş. Ama Ahmet yine atı vermeye razı olmamış. Mahmut Han bakmış dürüstlükle olmuyor aklına bir hinlik gelmiş.”

“Ben bu Mahmut Han’ı hiç sevmedim.” Dedim dürüstçe.

“Halk ta sevmezmiş zaten. Bu Han gitmiş hatırı sayılır Kürt Beylerine Ahmet’i getirin atımın hangi yiğidin kapısına dayandığını merak ederim onu görmek isterim demiş. Beylerde inanmış. Gitmişler Ahmet’e anlatmışlar. Ahmet’te bir Han’ın sırf bir at için tuzak kuracak kadar küçüleceğini düşünmemiş ve kabul etmiş. Ama atı yine de götürmemiş.”

“Hi! Yakalamış mı Ahmet’i?”

“Yakalamış, atmış onu da zindana. Ahmet çok öfkelenmiş tabi. Sofi’den kavalını alıp Ağrı Dağı’nın Öfkesini çalmaya başlamış. O kavalı çalarken Mahmut Han’ın kızlarından güzeller güzeli Gülbahar’ın kulağına sesi gitmiş. Çok hoşuna gitmiş Gülbahar’ın. Zindana indiğinde Kaval çalan Ahmet’e aşık olmuş. Onu görmek için kendisine sevdalı olan zindancı başı Memo’dan anahtarı istemiş. Memo istemeye istemeye vermiş. Ama Han’a da bir şey anlatmamış. Sevdiği kadın ölmesin diye.”

“Nasıl yani öğrenmemiş mi Han?”

“Şimdilik öğrenmemiş. Amma Han eğer atı gelmezse Ahmet’i idam edeceğini salık verince Gülbahar çok korkmuş. Memo’ya yalvarmış yakarmış ne olur Ahmet’i salıver diye. Memo bir şartla salarım demiş. Bir tutam saçını ve bu geceyi hiç unutmamasını istemiş.”

“Kabul etmiş mi?”

“Etmiş, sevdiği adamın ölümünü görmektense bunu kabul etmiş. Memo istediğini alınca Ahmet’i salıvermiş. Ahmet kaçmış dağına saklanmış. Olanları öğrenen Han, kızı Gülbahar’ı idam ettirmek için zindana kapatmış. Memo’da kaçarken uçurumdan bir elinde saç tutamıyla düşüp ölmüş.”

“Han kendi kızını mı öldürecekmiş? Bu bana bir yerden tanıdık geldi.” Dedim mırıltıyla.

“Evet, kendi kızı ona ihanet etmiş o da idam edilecek demiş. Köylü bunu duyunca galeyana gelmiş. Han korkmuş tabi attan vazgeçmiş bu iki aşığa bir şans vermiş. Eğer Ahmet Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkıp ateş yakıp geri dönebilirse kızını vermeyi kabul etmiş.”

“Ahmet ne yapmış?”

“Sevdası için çıkmış dağın zirvesine. Daha önce oraya çıkıp sağ dönen olmamış. Halk yine sinirlenmiş. Eğer bu iki aşık kavuşamazsa halkın ona karşı ayaklanacağını anlamış korkmuş. Ama Ahmet olmazı başarmış ateşi yakıp geri dönmüş. Gülbahar’ı da alıp bu gördüğün Küp gölüne getirmiş. Ama aklına bir şey takılmış. Nasıl çıktığını merak etmiş. Gülbahar’a zindancı Memo’ya ne verip de kendini çıkarttığını sormuş. İlk başta bir şey anlatmamış amma sonradan her şeyi anlatmış. Ahmet yıkılmış tabi. Sonra kıyamet gibi bir şey olmuş dağ gürlemiş yer yerinden oynamış. Her yer kararmış Gülbahar can havliyle hançerini çıkarıp sağa sola savurmuş. Meğer bıçağını savurduğu, kestiği Ahmet’miş. Sonra rüyaya dalmış Gülbahar. Ahmet’i görmüş hep, her gördüğünde Ahmet Küp Gölü’nün yamacına gelip kendini suya bırakmış. Gülbahar seslenmiş arkasından Ahmet gel gitme diye ama dinletememiş. Ahmet kaybolmuş, sonra Gülbahar’da kaybolmuş. En son bembeyaz küçük bir kuş gelmiş kanadını üç kez suya değdirip uçup kaybolmuş sonra kara bir atın gölgesi suyun üzerinden koşup kaybolmuş.” Bu noktada bakışlarını yine bana çevirdi.

“O günden beri Ağrı Dağı’nda her çiçekler açıp gün doğmaya başladığında Ağrı Dağı’nın çobanları dört bir yandan gelip bu Küp Gölü’nde toplanır Ağrı Dağı’nın Öfkesini çalarlar. Gün batmaya yakın beyaz bir kuş gelip kanadını üç kez göle sokup gider.” Dediğinde bu gün her yerin çiçeklerle dolu olduğunu ve günün neredeyse batmak üzere olduğunu far ettim.

Ona dönük olduğum için elleriyle omzumdan tutup Küp Gölü’ne çevirdi. “Bak.” Dedi ve vücudumdaki tüm tüylerimin diken diken olmasına sebep olan o şeyi gösterdi. O gölün üzerinde dönen beyaz kuş geldi kanadını göle üç kez değdirip çıkardı sonrada uçtu gitti. Kavallar sustu, çobanlar ayaklandı.

Çobanlardan biri ayaklanmadan önce bizi gördü. Buruk bir gülümseme sundu bizlere sonra diğer çobanlarla beraber o da gitti.

  ***

Van, Şahin Ağa Konağı:

 

Devran Ağa hala sinirli ve öfke doluydu. Kara kara düşünüyordu. Seymenlerin sonunu nasıl getireceğini düşünüyordu ama kendisi batmak üzereydi. O paralara ihtiyacı vardı. O piç kızı en başından öldürmemek büyük hataydı. Onları bulmaya uğraşmıyordu çünkü Ömer Seymen çok iyi saklanırdı.

“Azad! Buraya gelesin!” Azad hızla babasının yanına geldi.

“Buyur ağam.” Dedi. Bu adama ağa demek hiç içinden gelmiyordu.

“Raşit’i bul bana. Dediğim işi hallederse Asu olacak o orospuyu alsın diğer karılarının yanına katsın. Bari bu boka yarasın o şirret.” Dediğinde Azad buz kesti. Kardeşini, biricik Asu’sunu pazarlayacak mıydı? O halde önce Azad’ın canını almalıydı.

“Ömer Ağa buna izin verecek mi? Karısını başkasına vermek şöyle dursun yan gözle bakanın gözünü oyar diye bilirim.” Dedi. Ömer kardeşi Asu’yu gerçekten seviyorsa asla bırakmazdı.

“Raşit o işi halledecek. Elde para kalmadı. O orospu hepsini yaktı! Bir müddet hesaplarınıza para gelmeyecek. O sebepten Raşit Asu’yu kaçıracak.” Kesin öyle olur diye geçirdi içinden Azad.

“Emrin olur Ağam. Ben hemen Miraç’a haber edeyim. Raşit’i en iyi o bulur.” Dedi. Miraç’ın Ömer’in adamı olduğunu biliyordu. Miraç bunu duyar duymaz Ömer’e yetiştirirdi.

“Eyi eyi. Nasıl halledersen hallet. Amma sakın bir sıkıntı çıkmasın.” Kesinlikle büyük bir sıkıntı çıkacaktı. Azad kardeşini bir kez daha koruyacaktı. Ve bu son olmayacaktı.

“Ben gidip Miraç’ı bulayım ağam müsaadenle.” Dedi sanki saygı duyuyormuş gibi. İyi ki ona benzememişti.

“De hayde get!” dedi baskın sandığı sesiyle.

Azad hemen Miraç’ı bulup sanki gerçekten emir veriyormuş gibi her şeyi anlattı. Miraç istenileni yapacağını söyleyip oradan ayrıldı. Hemen Ömer’e anlatacaktı.

Arabaya biner binmez etrafını yokladı, kimseyi bulamayınca hemen Ömer Ağa’sını aradı. Arama ilkte açılmadı, Miraç önemli bir konu olduğu için tekrar aradığında telefonu Asu Hanım Ağa’sı açtı.

“Söyle Miraç, önemli bir şey mi oldu?” dedi merakla.

“Hanım Ağa’m, Ömer Ağa’m yok mu?”

“Başlatma ağana anlat. Uyuyor o.” Diyerek üsteledi. Bu bilgiyi yengesine verse mi vermese mi bilemedi.

“Miraç anlatacak mısın? Ben başka yollardan mı öğreneyim.” Bu kadının dik duruşuna ve kendinden emin oluşuna hayrandı. Ömer Ağa’sı olmasaydı büyük ihtimalle Asu Hanım’a çalışırdı. Yıllardır onun tüm çalışmalarını izliyordu. Yengesi bilmese bile onun hakkında Ömer Ağa’sından daha çok şey biliyordu. Onu bir kardeşi gibi görüyor koruyup kollamak istiyordu. Ömer Ağa’sı ondan bunu istemişti zaten evet ama istemese de zaten korurdu. Ömer Ağa ile evlendiğine göre artık ona Hanım Ağa diyebilirdi. Bu hitabı hak eden tek kadın oydu.

“Hanım Ağa’m baban, Raşit denen herifi seni kaçırması için ayarlayacakmış.” Deyiverdi.

“Nasıl yapacakmış onu? Raşit parasız çalışmaz.” Hanım Ağa’sı haklıydı ama daha tamamını duymamıştı.

“Karşılığında seni diğer karılarının yanına ekleyebileceğini söylememi istemiş şerefsiz herif.” O puştu kendi elleriyle boğabilirdi.

“Kimse bana böyle bir şey yapamayacak. Tamam Miraç, sen sana ne söylendiyse aynen yap. Gerisi bende. Raşit teklifi kabul ederse beni bilgilendir. Ömer’e ben anlatırım.” Diyen Hanım Ağa’sını onaylayıp telefonu kapattı. Hanım Ağa’sı en doğrusunu yapardı. Ne de olsa bunca yıl bu günler için hazırlanmıştı.

Arabasını Raşit piçinin inine sürdü. Bu işi hemen halledip geri konağa dönmeliydi. Aksi takdirde Devran şerefsizi bir oyun döndüğünü anlayabilirdi.

 

  ***

 

Asu’nun Ağzından:

Babamın yaptıklarına artık şaşırmıyordum. Uzun bir süre önce bunu bıraktım. Beni pazarlamaya çalışması bana yabancı değildi. Daha 13 yaşımdayken de bunu yapmaya çalışmış ancak beklenmedik bir şekilde sattığı adamlar beni eve geri bırakmıştı. Ancak şimdi beni o Raşit denen herife satmaya kararlı gibiydi.

Olsun bakalım. Ben artık başkasının yardımına muhtaç olan Asu Şahin değildim. Ben artık Asu Şahin Seymen’dim. Böyle bir şeye asla izin vermeyecektim. Ömer’e anlatmalıydım, planımı uygulamak için onun bilmesi daha iyi olurdu.

Aslında uyumuyordu, duş alıyordu ama Miraç’a uyuyor demek daha cazip gelmişti. Buraya gelmemizin üzerinden yaklaşık bir hafta geçmişti. Duştan tamamen çıplak çıkan adama baktım. Bu adam iflah olmazdı. Yanıma gelip yine beni baştan çıkarmayı planlıyor olmalıydı ama bunun için uğraşmasına gerek yoktu çünkü ben onu görünce bile rotadan şaşıyordum.

Ancak şuan konu önemli olduğu için ve gözlerimin son zamanlarda çok haşır neşir olduğum o malum yeri görüp de aklımın karışmaması için yatağın üzerindeki havluyu alıp onun beline doladım. Yaptığım şey hoşuna gitmemişe benziyordu. Bende yarı çıplaktım ama onunda iyiliği için üzerime bir şeyler geçirdim. Bu hareketimle daha da yıkılmıştı sanki. Ama bunları düşünmemeliydim.

“Gözlerimin bayramını neden bitirdiğini öğrenebilir miyim?” dediğinde neredeyse gülecektim. Üzgünüm kocam ama eğer sen bayramını şimdilik bitirmezsen başkaları senin karını kaçıracak.

“Devran Ağa uslu durmak istemiyor.” Dedim son derece dürüst olarak. Şuraya geleli bir hafta olmuştu ama biz yalnızca bir iki gün balayı yapabilmiştik.

“Hiçbir halt yapamaz o şerefsiz. Bir kuruş parası kalmadı. Kalan son adamlarını da düğün gecesi temizledim.” Dedi rahat bir sesle.

“Daha bir şey anlatmadım ki. Raşit Zerda’ya beni kaçırtacakmış. Karşılığını öğrenmek ister misin?” dediğimde aklına bir şeyler gelmiş olacak ki sinirlenmeye başlamıştı.

“Neymiş?” diye sordu sinirle.

“Ben. Beni diğer karılarının yanına katmakmış karşılığı. Miraç’ı bunun için görevlendirmiş. Gidip o pezevenke bu teklifi sunacakmış.” Dedim oldukça rahat bir tonda. Ama benim canım kocamın tepesinde tüten dumanları görebiliyordum.

“Bak sen. Benim karımı benden alacak bir de başkasına mı satacakmış? Yürek mi yemiş?” dedi öfkeli bir sesle.

“Sanırım amacı buymuş. Bende Miraç’a ne diyorlarsa aynen yap dedim.” Dedim yine sinir bozucu bir sakinlikle.

“Ne dedin? Ne dedin!?” deliriyor sanırım.

“Ne istiyorlarsa yap dedim. Ama bir sor niye dedim.” Dedim. Halen sakindim.

“Niye!?” şimdi de burnundan solumaya başlamıştı.

“Vuracağım darbe daha büyük olsun diye.” Dudağımın bir köşesi yapacağım şeyden alacağım zevk aklıma gelince memnun bir şekilde yukarı kıvrıldı. Ömer de rahat bir nefes aldı. “Bırak gelsin. Onun için çok iyi bir sürprizim olacak.” Dedim zevkle.

“Seviyorum lan seni!” dedi bir anda coşkuyla. Adama sabah sabah bir ton duygu yaşatmıştım.

“Bende kocam. Bende beni seviyorum.” Dedim oldukça kibirli bir sesle. Bu halime gülüp yanıma geldi. Sıkıca sarıldı bana.

“Seni sevmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim.” Dedi kendinden emin bir sesle. “Anlat bakalım Asu Seymen, neymiş senin şu dâhiyane planın?” Dedi meraklı ve oyunbazdı sesi. Çok eğlenceli bir oyun oynayacağımıza göre bu çok normaldi.

“Bana bir mekân ayarlar mısın kocacığım. Birde birkaç oyuncak istiyorum.” Cidden çok eğlenecektim. O pezevenk yapacağım şeyi çoktan hak etmişti. Kendi malzemelerim olsa daha çok eğlenirdim ancak şimdilik kocamın bulduklarıyla yetinecektim.

Bana gülümseyip, “Oyuncakların ismini söyle yeter mekân işi kolay.” Dedi.

Her söylediğim isimle biraz daha şaşırdı. Ne yani oyuncaklarım biraz ağır ve maliyetliyse ne olmuş? Altı üstü demir piramit kazık, parmak kıran, Moğollara özgü mankurtlaşma töreninde kullanılan eşyalar ve Çin işkencesinde kullanılan su işkencesi için küçük bir sistem istedim.

İlk su işkencesini kullanacaktım, psikolojisi bozulma noktasına gelirken onu bırakıp parmak kıranı kullanacaktım. Ama bu parmak kıran öyle kolay iş bitiren bir şey değildi. Büyük ihtimalle acıdan bayılabilirdi. Bahsettiğim bu şeyin üzerinde ince sivri ve oldukça sağlam iğneler vardı. Kadınlara yaşattığı tüm zulümlerin mimarı olan o parmaklara tek tek bunu yapacaktım. Bu işi halledince en sevdiğim kısma geliyorduk.

Mankurtlaştırma sistemi. Bu sayede bırakın o kölesi yaptığı kadınları kendi adını dahi unutup benim kölem olacaktı. Bu sistemde önce kurbana Moğollara özgü bir buhar koklatılır bu buharın özelliği insana çoğu şeyi unutturmasıdır ancak bu unutkanlığın kalıcı olması için kafa derisi yüzülür kurban acıdan bayılacaktır bu sırada kafa derisi yerine ceylan derisi koyulur. Bir süre baygın kalır uyandığındaysa karşısında gördüğü kişi ona ben senin efendinim ben ne dersem yapacaksın dediğinde ona inanır ve ne derse yapar.

Bu kıvama geldiğinde ondan kendine yapabileceği en acılı şeyi isteyeceğim. Demir piramit kazık. Ondan kendini o aletin üstünde duran kısma bağlamasını ve bırakmasını isteyecektim. Oraya oturduğunda acı çekeceğini bilmediği için dediğimi aynen yapacaktır. Kendini kazığın üzerine bıraktığındaysa tarifsiz bir acıyla kendi hayatına son verecekti.

Ah ne diyebilirim ki işkence yöntemlerimi çok seviyorum. Ömer benden tırsmış olamaz değil mi? Hadi ama o benim kocam yahu! Ona bunlardan yapacak değilim.

“Ne? Neden öyle bakıyorsun? Getirtemezsen ben bendekileri İrem’e göndertirim.” Dedim sakin sakin.

“Yok ben onları bulurum da. Sen tam olarak ne yiyip içiyorsun? Karım, hanımım, kadınım bu istediklerin biraz ama bak biraz insanlık dışı gibi.” Dedi hafif ürkek bir sesle.

Ciddiyetimi devam ettirirken, “Beni bu hale onun gibi insanlar getirdi. Seni çok seviyorum evet ama benim sistemime karışacaksan bozuşuruz Ömer Ağa. Getirtiyor musun getirtmiyor musun?” dedim karalı bir sesle. Benim işime karışmamalıydı.

Hafiften canı sıkılmış gibiydi. Ama sonra toparlandı, “Bir şarkı var bilir misin Devran’ın kızı ‘İstersen dağlar dağlar, yerinden oynar oynar.’ Halledeceğim.” Dedi. Hoşuma gitmişti, ayrıca bu adamın sesi de hiç fena değildi. Bir gün ondan şarkı söylemesini isteyebilirim. Belki düet bile yaparız. Eh benimde sesim fena değildir şimdi.

“Biliyorum, halledersin canım kocam.” Dedim yanına sırnaşarak.

O bunları halletmek için birkaç telefon görüşmesi yaptı. Bende kafamdakileri iyice oturttum. Cidden çok eğlenecektim.

“Hallettim. Yarın mekânda olacak hepsi.” Diyen yakışıklı kocama baktım. Bu adam doğru kişi olmalıydı. Ama Özgür mevzusunu hala bana anlatmamıştı.

“Tamamdır.” Dedim ve telefonum çalmaya başladı.

“Söyle Miraç.” Umarım kabul etmiştir de aklımdakileri uygulayabilirim.

“Kabul etti pezevenk. Ağzı bile sulandı puştun. Hanım Ağa’m sen emin misin bu işten? Bak hemen şimdi işini bitirip kaza süsü verebilirim.” Dedi düşünceli ve oldukça hırslı bir şekilde.

“Eminim, eminim. Mümkün olduğunca attığım konuma yönlendir. Orada onu çok iyi bir sürpriz bekliyor.” Bir an önce başlamak istiyordum. Paslandık be!

“Kolay o iş. Hallederim Hanım Ağa’m.”

“Ha birde, yanında kaç adam olacak onu da haber ver bana. Mekâna tek girmeli.” Diğerleriyle uğraşamam canım. Onu kocam halleder.

“Tamamdır Hanım Ağa’m. Haberdar ederim.” Diyerek kapadı.

Ömer bana şaşkın bakıyordu. Yine ne oldu be adam?

“Sana Hanım Ağa’m mı diyor? Bana bile ağam demesi bir yılını almıştı.” Dedi hayretle.

“Neden demesin? Sonuçta senin karınım. Sende gelecekteki ağa olduğuna göre. Hanım Ağa demesi çok doğal.” Dedim. Bunda şaşırılacak ne vardı ki?

“Başka biri dese şaşırmazdım ama Miraç diyince şaşırdım. O herkese o kadar kolay ısınamaz. Şuan seni benden bile üstün görüyor ama sen bunun farkında değilsin. Öyle olmasaydı. Diğer herkes gibi o da sadece yenge derdi.” Açıklaması beni de şaşırtmıştı. Miraç beni Ömer’den üstün mü görüyordu? Yalan yok biraz hoşuma gitmiş olabilir.

“Her neyse. Bir adamını benden kıskanmazsın herhalde? Ne de olsa senin adamın benim adamım değil mi?” evliysek her şeyimiz ortaktı.

Hafice güldü. “Öyle tabi. Sorun yok, aksine Miraç’ın sana bağlı olması hoşuma gider.” Dedi samimiyetle.

“O zaman hadi şu mekânı bir ziyaret edelim. Yarın misafirimiz gelecek sonuçta.” Dedim. Sabırsızlandığım çok belli oluyor muydu acaba?

“Gidelim bakalım.” Dedi imalı imalı.

Mekâna geldiğimde adamlar aletleri yerleştiriyordu. Her şey tam istediğim gibi görünüyordu. Kazık boyutu tam beklediğim gibiydi hatta bendekinden çok daha acı verici duruyordu. Raşit pezevenginin kıçına çok sağlam gireceği kesin.

“Muazzam. Tam istediğim gibi. Harikasın Ömer Ağa.” Diyip onu övmeyi de es geçmedim.

“Ayıp ettin Devran’ın kızı bunlar benim için çocuk oyuncağı. Gerçi işkence aletleriyle ben pek uğraşmam direkt sıkarım ama senin yöntemin buysa uyarız.” Ne demek işkence etmem. O pislikler rahat bir ölümü hak etmiyor.

“Eyvallah Ömer Ağa.” Dedim imayla. Her şeyi sırasıyla dizmeleri için komutlar vermeye başladım. Ömer’de Raşit’in adamlarına tuzak hazırlamakla meşguldü. Bir 100 kişiyi paket etmesi gerekiyordu kocam beyin.

“Asu, haydi güzelim gidelim. Çocuklar burayı halleder. Yarın ful buradayız zaten.” Dedi ve bana elini uzattı. Bir ona bir eline baktım. Bu ellerin beni hiçbir zaman bırakmamasını dileyerek tuttum elini.

Eve gidip dinlendik. Ertesi sabah oldukça neşeliydim. Uzun zaman sonra bir kansızın daha acıyla gebermesini sağlayacaktım. Benim için daha iyi bir sabah olamazdı.

Ömer, Raşit’in adamlarını temizlemek için önden gitti. O mekâna tek girmeliydi. Bunun için mekânın birkaç metre uzağını Ömer tuzaklamıştı. Adamların hepsini öldürdükten sonra Raşit’i sağ bırakıp yakalayacaklardı.

Plan tıkırında ilerliyordu. Oyuncaklarımın olduğu kısmın başına kendi gösterişli tahtımı koydurmuştum. Şuan o tahtın üzerinde avının gelmesini bekleyen bir aslan gibiydim. O avı parçalamak için sabırsızlanıyorum.

Dışarıdan silah sesleri duymaya başladığımda dudağımın bir tarafı usulca yukarı kıvrıldı. Yarım saat kadar silah sesleri devam etti. Nihayet sustuğunda Raşit’in yardım çığlıklarını duyuyordum. Bunlar neydi ki ben ona o çığlıkların daha güzellerini attıracaktım.

Kapıya yaklaştıklarını hissettiğimde, yanımda duran korumaya döndüm. Müziği açması için onay verdiğimde odada yüksek sesle Barış Manço’dan, Ali Yazar Veli Bozar şarkısı doldurmuştu.

İçeriye girdiklerinde Raşit’i ensesinden bir it eniği gibi tutan kocama baktım. Karısını almaya kalkan adamı parçalamaya hazır gibi duruyordu. Üzgünüm kocam ama o av benim.

“Kocam, avımı getirdin mi?” dedim meraklı bir sesle.

“Sen yeter ki iste karım. Av senin köpeğin olsun.” Dedi hırsla.

“O halde hadi başlayalım. Oyun oynamayalı uzun zaman olmuştu.”

“Bırakın beni! Bakın anlaşabiliriz!” kocam tarafından suratına geçirilen bir yumrukla sesini kesmişti. Eh ne diyelim, avın az konuşanı makbuldür.

“Kes lan sesini! Puşt herif!” diyerek öfkesini kustu Ömer.

“Hayatım, lütfen avımı ilk oyuncağıma götürür müsün?” Ömer bana bakınca biraz yatıştı. Şuan burada taht üzerinde olmam Ömer’in zoruna gider diye düşünmüştüm ama o bu durumdan oldukça memnun duruyordu.

Ömer, Raşit’i su işkencesine doğru sürükledi. “Ali! Bağlayın oğlum şu iti!” dedi. Ve yanımdaki yerini aldı. Bu biraz uzun süreceği için korumalar adamı bağlayıp çıktı. Bende yanımda kocama yer verdim. Daha doğrusu ilk o oturdu sonra ben onun kucağına oturdum. Ve Raşit’in yavaş yavaş delirmesini izledik.

“Durdurun artık şunu! Bu ne lan böyle! Çözün! Çözün beni!” diyip böğürmeye başladığında kıvama gelmeye başlamıştı. Ama iyice kıvama gelmesi için bir saat daha bekledik. Beklerken biraz acıktığımız için işkence odasına kurdurduğum sofraya oturup Raşit’in çığlıkları eşliğinde yemeğimizi yedik. Ama işkencenin etkili olması için sessiz olmaya özen gösterdik.

Nihayet çıldırmaya başladığında korumaları çağırdık. İşkenceyi durdurduklarında o hala bağlıydı. Ancak gözleri hala fıldır fıldır dönüyordu. Bu işkence onun sinirlerini oldukça hırpalamıştı. Sıra nihayet fiziksel işkenceye geldiği için çatalımı bir kenara bırakıp peçeteyle ağzımın kenarını kibarca silip ayağa kalktım.

Yavaş ve sinir bozucu derecede uyumsuz adımlarla o piçin yanına yürüdüm. Topuk sesim tıpkı su işkencesindeki gibi seyrek ve beklenmedik zamanlamayla çıktığı için onun sinirleri biraz daha bozuldu. Yanına geldiğimde böğürmeleri kesilmişti ama her yere ürkek bakışlar atıyordu.

“Ali! İkinci oyuncağımı getirin! En zevkli kısımlara yaklaşıyoruz.” Dedim sakin sakin.

“Hemen yenge.” Diyip istediğimi getirdi. Elime aldığım aleti görünce Raşit’in göz bebekleri korkudan büyüyüp küçülmeye başladı.

“Raşit? Sen o küçük küçük kızlara ilk hangi parmağınla dokunuyordun? Rica etsem gösterir misin?” dedim sakin ve meraklı bir sesle.

“B ben ya yapmadım! “ dedi korkuyla nefes nefese.

“Göster dedim Raşit! Yoksa kırmaya başka bir uzvundan başlarım!” dedim hırsla. Titreyerek işaret parmağını uzattı utanmaz herif.

Uzattığı gibi elini havada tuttum. “Çocuklar, bu puştun kollarını tam bu şekilde sabitleyin.” Dedim sakinliğimi geri kazanarak.

Onlar bağlayınca hemen oraya ilerledim. “Demek bu parmaktı.” O halde o parmağın bu rengi pek hoş değildi. Biraz renk katalım değil mi?

Elimdeki aleti alıp ve sabit duran ve asla kıpırdatamadığı parmağını arasına koydum. Gözlerindeki korkuyu hissederek gülümsedim ve hiç acımadan bastırmaya başladığımda ince iğnelerin açtığı deliklerden kanlar fışkırmaya başladı. Bir kısmı yüzüme sıçradığı için ben iğrenirken o acıyla bağırıp çığlıklar atıyordu. Her parmağına aynı şeyi yaptım her birinde acının kat sayısı arttı. Her seferinde daha çok bağırdı. İşim bittiğinde ayağa kalkıp elime bir bez aldım ve yüzüme sıçrayan iğrenç kanını sildim.

Şimdi sırada köleleştirme kısmı vardı. “Ali, dumanı getirin.” Dedim sert bir sesle. Adamlarım dumanı getirirken Ömer ve bende koruyucu maskemizi taktık. Eh bizde hafızamızı kaybetmek istemezdik. Korumalarda aynı maskeden taktı.

Duman geldiğinde elime aldım ve Raşit puştunun yanına gittim. Saçlarını yolarcasına kavradım, gerçi zaten yolacaktım değil mi? Kafasını dumana sabitlemeye çalıştım ama çok hareket ediyordu. Küçük bir baş işareti ile korumalar gelip ensesinden tuttu. Bende dumanı daha rahat koklattım. Tabi başta koklamak istemedi ama sanırım ölmek üzere olduğu için içine çekmek zorunda kaldı.

En az 10 dakika boyunca dumanı soluduğunda gözleri oldukça boş bakıyordu. Sanırım artık kendisi dâhil kimseyi hatırlamıyor ve şuan burada ne işi olduğunu sorguluyordu. Dumanı geri çektim ve Ali’ye götürmesi için verdim.

“Adın ne? Neden buradasın biliyor musun?” dediğimde boş bakan gözleri beni buldu.

“Bilmiyorum. B ben kimim?” artık kölemsin. Ömer oldukça şaşkındı. Sanırım bunu gerçekten başarabileceğimi düşünmüyordu.

Şimdi işin acılı kısmındayız. Şu hafıza kaybını kesinleştirelim değil mi?

“Hançer!” dedim otoriter bir sesle. Normalde olsa korkudan tir tir titrerdi ama şuan ne hançeri biliyordu ne de acıyı.

Hançeri aldım ve onun arkasına geçtim. Ömer tam karşımda duruyordu. Mankurtlaştırma sistemini biliyordu ama cidden yapacağımı düşünmüyor olacak ki çok garip ve tedirgin bakıyordu. Gözlerimi hiç çekmeden bir elimle arkadan çenesini tutup kafasını yukarı kaldırdım. Diğer elimdeki hançeri kaldırıp saç derisine yasladım. Hiç acımadan derisini yüzmeye başladığımda acıyı yeni öğrenen Raşit böğürmeye başladı. Ömer’in yüzünü buruşturduğunu gördüm.

Neredeyse yarısına geldiğimde acıdan bayılmıştı. Ama ben durmadım ve tek bir saç teli bile kalmayana kadar yüzmeye devam ettim. Nihayet bittiğinde eserimden oldukça memnundum.

“Ceylan derisi!” eh bu pisliğin kafasını böyle görmek pek te hoş değildi. Kölem olmasına ramak vardı. Önüme gelen ceylan derisini aldım ve dikkatlice bu pisliğin kafasına yerleştirdim. Daha sonra kaymaması için tel geçirilmiş iğneyi aldım ve deriyi kafasına dikmeye başladım. Ara ara duyduğu acıdan dolayı ayılıyor ve yine acıdan böğürerek bayılıyordu.

“Beni kaçıracakmış puşt! Sen kimsin lan!” dedim halen acımadan iğneyi zaten yüzülmüş olan kafasına saplamaya devam ederken. İşim bittiğinde ayağa kalkıp Ömer’e baktım. Artık şaşkınlığından kurtulmuş gibiydi. Hatta bana beni öpecekmiş gibi bakıyordu. Gözleriyle soydu diyorum ey ahali.

“Bakma bana öyle Ömer Ağa.” Dikkatim dağılıyor canım.

“O nedenmiş Devran’ın kızı?” dedi öyle bakmaya devam ederek.

“Dikkatim dağılıyor. İşim daha bitmedi.” Dedim kendimi toparlamaya çalışarak. Çapkın bir gülüşle yanıtladı beni. İşim olmasa şu saniye… Her neyse.

“Ayıltın şu piçi!” dedim.

Ömer oturduğu yerden nihayet kalkıp yanıma geldi. Kulağımın dibine kadar girdi ve “Sen böyle şeyler yaparsan ben bakışlarıma engel olamam ki hatun.” Dedi oldukça etkilenmiş bir sesle. Sayesinde benimde aklım başka yerlere kaymıştı. Ama su sesiyle kendime geldim.

Anlaşılan tek kendine gelen ben değildim. Uyanan bir puştumuz var. Gözlerini araladığında karşısında beni gördü. Hiç sesi çıkmıyordu. Ama acı tüm hücrelerinde olmalı ki gözleri artık boş bakmıyordu.

“Adın ne? Ben kimim?” son sorumu değiştirmem planın işe yarayıp yaramadığını öğrenmek içindi.

“Adım yok. Kim olduğunuzu bilmiyorum.” Diksiyonu da düzelmiş bak.

“Adın Puşt. Ben senin efendinim ve ben ne dersem yapacaksın.” Dedim yeni adı Puşt olan Raşit’e.

“Bak bu isim daha çok yakıştı.” Dedi Ömer artık durumdan keyif alarak.

“Kesinlikle.” Dedim kocama bakarak.

Bana bakan adamın bakışları değişti. Kararlılıkla bana baktı. “Ben siz ne derseniz onu yapacağım. Emrinizdeyim.” Dedi halen acı çektiği belli oluyordu ama buna rağmen itaatini belli ediyordu. Bu itaati başka bir çıkar için kullanabilirdim ama bu Puşt’a yaşamak haram olmalıydı.

“Evet, Puşt şimdi senden istediklerimi aynen yapmanı istiyorum.” Dedim artık elleri bağlı değildi. Ama yürüyecek pek mecali yok gibiydi.

Kafasını hevesle salladı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Yanında duran kolona tutunarak zor da olsa kalkmayı başardı. Ama ben sürünmesini istiyordum.

“Ayağa kalkma! Sürünerek gidip şurada duran aletin üstünde duran kısma kendini bağlamanı istiyorum.” Dedim zevkten dört köşe olurken.

Dediğimi aynen yaptı ve yerde sürünmeye başladı. Demir piramidin önüne geldiğinde durup bana baktı. Nedenini düşünürken aklıma sürünmesini ve ayağa kalkmamasını söylediğim geldi.

“Ayağa kalk ve bağla.” Dedim bıkkın bir şekilde. Dediklerimi uygulamaya devam etti. Ayağa kalktı ve demir piramidin üzerinde duran ipe kendin bağladı ipi bizim adamlardan birisi yukarı çektiğinde tam olarak piramidin üzerindeydi. İp kesilir kesilmez demir piramit onun boklu kıçına girecekti. Ek olarak hem acı çekmesini hem de bir an önce geberip gitmesini istediğim için piramidin demir kısmını adamlarım zehre bulamıştı. Bu daha acı verecekti. O kadınlara yaşattığının bin katını yaşıyordu şuan.

“Ali! Hançeri verin Puşt’a.” Dedim yine otoriter bir sesle. Ali bir an tereddüt etti. Sanırım bana fırlatacağını falan düşündü. Ama o daha bu hançerin ne işe yaradığını bile bilmiyordu.

Ali’ye güvenli olduğunu düşündüren bir bakış attım. O da gidip hançeri Puşt’a verdi. Bu isim kesinlikle daha çok yakışmıştı.

“Elindeki hançerin sivri kısmını ipe sürterek ipi kes!” dedim acımasızca. O da dediğimi uygulayıp ipi kestiğinde hızla piramidin üzerine düştü ve acıyla bağırmaya başladı. Gözlerindeki saf acıya baktığımda oldukça tatmin olmuştum. Bir süre daha böğürmeye devam etti. Sonrasında sesi kesildi hemen sonrasında da nefesi. Bu dünyadan bir pislik daha hak ettiği şekilde yok olmuştu. Rahat bir nefes verdim. Ömer herkese dışarı çıkması için emir verdi.

Ellerini belime doladı, “Rahatladın mı?” dedi ılımlı bir sesle. Yönümü ona döndüm.

“Hem de nasıl. Bayağıdır yapmıyordum bu işkenceyi. Sanırım paslanmışım.” Dedim kıkırdayarak. Ne var canım insan birine işkence ettikten sonra kocasına cilvelenemez mi?

“Yok bence hala formundasın. Az önce bir film sahnesini canlı canlı izlemişim gibiydi.” dedi büyülenmiş gibi.

“Sen rahatlayabildin mi peki? Ne de olsa Puşt senin karına göz dikmişti.” Dedim merakla.

“Karım da ona benim yapabileceğimden daha iyi işkence etti. Ama bir konuda haklısın göz dikmişti değil mi?” dedi ve puştun elinden düşen hançeri alıp kazığın üzerinde duran cesede yöneldi. Yanına geldiğinde kafasını tutup hançeri sırasıyla gözlerine sokup onları yerlerinden çıkarttı.

“İşte şimdi oldu. Devran’a bunun resmini göndermeye ne dersin karıcığım?” dedi tatlı tatlı. Bu da az değildi he.

“Harika olur kocacığım.” Puştun fotoğrafını çekip kocama attım. Gerisini o hallederdi.

“Sen neden çektin ki ben zaten başından sonuna kadar hepsini kayda aldırdım.” Dediğinde buz kestim. Hayır! Bu olmazdı, olamazdı. Daha erkendi, onunla yüz yüze geldiğimde gerçek Asu’yu bilmemeliydi.

“Olmaz! Sakın, daha değil. Bilmeyecek Ömer. Bunları senin yaptığını bilecek. Benim olmadığım kısımları gönder ya da direkt fotoğrafı. Ama videoyu değil. Yüz yüzeyken öğrenecek. ” dediğimde endişemi görünce gelip kollarını bana sardı.

“Tamam, tamam güzelim sakin ol. Daha bilmeyecek. Yüz yüze geldiğiniz gün öğrenmesini istiyorsun değil mi? Öyle de olacak.” Dedi yatıştırıcı bir sesle. Bende ona sarıldığımda. Tekrar konuşmaya başladı.

“Evimize gidelim mi artık? Çocuklar burayı halleder.” Diyip benden sıcaklığıyla beraber uzaklaştı. Bir boşluk hissi oluştu içimde ama elimi tutunca yeniden ısındım.

“Gidelim. Miraç’a söylesene babam olacak o adamın tepkisini kayda alsın. Çok merak ediyorum. Son kozunu da kaybetti.” Dedim memnun bir sesle. Bu da etti ikinci darbe. Üçüncüye o adamı sağ bırakmayacağıma eminim.

Eve dönerken şu geçen bana çarpan tanıdık sandığım ama bir türlü hatırlayamadığım adamı gördüğümde oldukça şaşkındım. Acaba beni mi takip ediyor bu. Umarım öyle bir şey değildir.

“Ömer, beni şuradaki giyim mağazasına bırakır mısın? Biraz alış veriş yapıp kafamı dağıtmak istiyorum. Adamlara gerek yok ama istersen bırakabilirsin.” Dedim hevesle. Cidden kafa dağıtmalıydım. Ama bu adamı tekrar görürsem kesinlikle başka şeylerden şüphelenecektim.

“Sen pek alış veriş yapmazdın. İşkence çok mu ağır geldi Asu Seymen.” Dedi dalga geçer gibi.

“Sanırım. Dedim ya uzun zamandır yapmıyordum. Biraz paslanmışım.” Dediğimde arabayı kenara çekip mağazanın önünde durdu.

“Yap bakalım. Ali seninle kalsın.” Dedi. Endişelenmemesi için kabul edebilirdim. Sanırım sorun çıkmazdı.

“Tamam, kocam. Nasıl rahat edersen öyle olsun.” Dedim şirin olmaya çalışarak. Daha az önce bir adamın kafasını yüzüp kazığa oturtmamışım gibi.

Arabadan inip mağazaya girdim. Ömer’de gitmişti. Ali’de el mahkum benimle inmişti.

Elbise reyonunun önüne geçtim ve kendime uygun bir elbise aradım. Aslında ben pek alış veriş yapmazdım ama doğum günüme tam üç hafta kalmıştı. Tahminimce Ömer bana bir hediye verecekti. Benimde o gece ona güzel bir sürpriz vermem gerekliydi. Kendime oldukça cesur bir gecelik bakmaya gelmiştim ama Ali dibimden ayrılmadığı için o reyona gidemiyordum.

“Ali, rica etsem dükkanın kapısında bekleyebilir misin? Birkaç özel şey alacağımda.” Dedim. Olabildiğince açıklamaya çalıştım.

“Peki yenge. Bir ihtiyacın olursa kapıdayım.” Saygıyla ceketinin önünü birleştirdi ve gitti. Bence bu gün gördüğü şeylerden sonra birinin bana zarar verebileceğini düşünmemişti.

Tam iç çamaşırı reyonuna gidecektim ki. Koyu mavi çok zarif bir elbise dikkatimi çekti. Oldukça şık duruyordu bir o kadarda sade. Tam benim tarzımdı.

Elime alıp yukarı kaldırdım ve daha dikkatli incelemeye başladım. Ancak elbisenin arkasından gelen sesle geri indirmek zorunda kaldım.

“Çok iyi bir seçim. Size yakışacağına eminim Asu Hanım.” Diyen ses hiç yabancı gelmeyen bir yabancının sesiydi. Hadi ama sapık falan mı bu adam!

****

Evettt sizce kimdir bu şahıs? Tahminleri alıyım. Bize zararı dokunur mu ki? Gelecek bölüm bizi neler bekliyor neler. 😁.

Eğer bölümü beğendiyseniz yıldızlamayı ve yorum yapmayı unutmayınnn😘🥰

Bir sonraki bölüme kadar hoşça kalın Ankalarımmm😘

 

 

Bölüm : 25.03.2025 22:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...