6. Bölüm

Karışıklık

Fatma Dalgar
kitapdelisii

Simay'dan devam

Gece ben uyuduktan sonra odama birinin geldiğini hissettim. Genellikle bu saatlerde evde herkes çoktan uyumuş olurdu, bu yüzden gelenin kim olduğunu tahmin etmek zor olmadı. Yusuf’tu… Yine uyuyamamış olmalı ki, yanıma gelip uyumak istemişti. Sessizce yanıma sokulmuş, kısa süre sonra derin nefes alışlarıyla uykuya dalmıştı. Gece yarısı, sabah Sedef annemden azar işitmemek için yatağımdan kalkıp kendi odasına döndü.

Ben uyandığımda sabahın erken saatleriydi. Saat henüz altıyı gösteriyordu. Yatağımı toparladıktan sonra banyoya gidip yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım ve saçlarımı hafifçe taradım. Serin suyun yüzüme çarpmasıyla uykumun son kırıntıları da yok olup gitmişti. Derin bir nefes alarak banyodan çıktım ve merdivenlere yöneldim.

Aşağı inerken mutfaktan gelen mis gibi kokuların havaya yayıldığını fark ettim. Sıcak hamur işleri, taze demlenmiş çayın aroması ve hafif kavrulmuş kahve kokusu birbirine karışmıştı. Anlaşılan, güzeller güzeli görümcelerimden biri mutfağa erkenden girip döktürmüştü.

Mutfak kapısından içeri adım attığımda, ahşap masanın başında oturan Esra’yı gördüm. Elinde fincanı, gözlerini kısarak kahvesinden bir yudum alıyordu. Onu bu halde görmek hiç şaşırtıcı değildi. Esra tam bir kahve bağımlısıydı. Sabahları kahvesini içmeden kendine gelemez, hatta kimseyle konuşmak bile istemezdi. Kahverengi, dalgalı saçları hafifçe dağılmış, yüzüne yorgun ama huzurlu bir ifade yerleşmişti. Gözlerini fincanından ayırmadan derin bir nefes aldı, kahvenin kokusunu içine çekti. Belli ki güne en sevdiği ritüelle başlamıştı.

Ben ise içeri girerken hafifçe gülümsedim. Yeni bir gün başlamıştı.

************

Çok vakit kaybetmeden her şeyi hazırlamıştık. Son bir kez etrafı kontrol ettikten sonra kapıya yöneldim. Tam çıkmak üzereydim ki aniden biri bana sarıldı. Anlık bir panikle nefesim kesildi, kalbim hızla atmaya başladı. Çığlık atmak üzereydim ki tanıdık bir ses kulağıma fısıldadı.

“Asenam, sakin ol gözümün nuru. Korkma, benim.”

Sesi duymama rağmen, onu tanımam birkaç saniyemi aldı. Çünkü o an, tenime sinen o tanıdık koku beni sersemletmişti. Yusuf… Kalbim hala hızla çarpıyordu ama artık korkudan değil, sinirden. Beni böylesine korkuttuğunun farkına varınca, içimdeki intikam ateşi hemen alevlendi.

Tırnaklarımı kolundaki deriye hafifçe geçirip sıktım, ardından sert ama canını acıtmayacak şekilde koluna vurdum. Yusuf, gülmemek için kendini zor tutarken sahte bir inleme ile dramatik bir şekilde başını eğdi.

Gözlerimi kısarak çatık kaşlarla ona bakarken, o daha fazla dayanamayarak kahkahaya boğuldu. Kahkahası mutfağın içinde yankılanırken ben de dişlerimi sıkıp ona ters ters bakmaya devam ettim.

Bu salak gerçekten benim aklımı almıştı, değil mi? O halde bunun bedelini ödemesi gerekirdi…

Yusuf, kaşlarımın çatıklığına daha fazla dayanamadı herhalde ki aniden dudaklarıma hızlı ama narin bir öpücük bıraktı.

Şok içinde gözlerimi kocaman açarak ona baktım. Kalbim, göğsümden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Yusuf ise gayet rahat, hafifçe gülümseyerek bana bakıyordu. Şu an bizden başka herkes dışarıdaydı, büyük ihtimalle de Yiğit amcalar gelmişti.

Aklıma gelen ihtimallerle bir anda kendime geldim ve hızla Yusuf’tan uzaklaşıp onu kapıya doğru ittirdim. Eğer biri aniden içeri girerse, az önceki hâlimiz çok yanlış anlaşılırdı.

Ama bu sefer ters giden bir şey olmuştu. Yusuf yerinden kıpırdamak yerine beni bileğimden yakalayıp kendisine çekti ve bir anda duvar ile kendi vücudu arasında sıkışmış hâlde buldum kendimi.

Şu an dışarıdan bakan biri Yusuf’un duvara baktığını sanabilirdi.

Ama hayır… Ne duvarı? O bana bakıyordu.

Hızlıca kollarından sıyrılıp portmantodaki çantamı aldım ve çıkmak üzere kapıya yöneldim. Tam adımımı atacakken, Yusuf’un hızla önümden geçtiğini fark ettim. Göz açıp kapayıncaya kadar yere çömelmiş, ayakkabılarımın çözülen bağcıklarını ustalıkla bağlamaya başlamıştı.

Başımı hafifçe yana eğip ona şaşkınlıkla bakarken, bağcıkları bağladıktan sonra ayağa kalktı ve yüzünde o kendine has çapkın gülümsemesiyle bana baktı.

“Ayakkabılarınızın bağcıkları çözülmüş, Yüzbaşım. Dikkat edin.”

Göz kırpıp beni daha da şaşkına çevirirken, ben de hızla toparlanıp dudaklarımı büzerek ona karşılık verdim.

“Bu halleriniz akıl bırakmadığı için görememişim, Yüzbaşım.”

Aşıktım ya… Hem de delicesine! Çok seviyordum ben bu manyağı. Öyle ki, gözlerinin içine baktığımda dünyada başka hiçbir şeyin önemi kalmıyordu.

Gözlerim hâlâ ondan ayrılmamışken gülümseyerek, “Hadi çıkalım da annemleri bekletmeyelim, aşkım.” dedim.

Yusuf hafifçe başını salladı, gözlerindeki parıltı daha da arttı. “Tamam, dur. Hemen arabanın anahtarını alıp geliyorum, birtanem.” diyerek hızla içeri yöneldi.

Ben yürümeye başladığımda, arkamdan gelen adımları duydum. Daha birkaç adım atmıştım ki Yusuf çoktan yanıma yetişmişti. Her zamanki gibi…

İnkar etmeyecektim… Çok heyecanlıydım.

Yiğit amcamları uzun zamandır göremiyordum, görevde oldukları her an onları özlemiştim. Onlara “amca” diyordum ama aslında içten içe biliyordum—onlar benim sadece amcalarım değildi, manevi ailemdi. Beni yanlarına aldıkları günden beri bir an bile yalnız bırakmamışlardı.

Ama şimdi, içimde küçük bir telaş vardı. Bacağımdaki yarayı Alparslan abi görse, direkt Almina teyzeye söylerdi. Çünkü hiçbirisi benim yaralarıma bakamıyordu. Görmeye bile dayanamıyorlardı, canları yanıyordu. Onlar benim her şeyimdi ve ben, küçüklüğümden beri onların sevgisiyle büyümüştüm. Beni kendi evlatlarından ayırmamışlardı ve ben, bu hakkı asla ödeyemezdim…

Tam düşüncelerime dalmışken, Sena’nın sesiyle kendime geldim. Bizi görür görmez hızla yanımıza geldi.

Dün ben geldiğimde evde olmadığı için olayları öğrenir öğrenmez soluğu odamda almış ve gözyaşları içinde bana sarılmıştı. Onu da çok özlemiştim. Hepsini çok özlemiştim. Ama yine de, bu görevi kabul ettiğim için hiç pişmanlık duymuyordum. Çünkü bu benim yolumdu.

Yusuf’un elinin içinde kaybolup giden elime, sonra da yaklaşık on dört yıldır elimden bir an bile pişmanlık duymadan tutan adama baktım. Yusuf, benim hayatımın en büyük parçasıydı.

Etrafımıza baktığımda herkes bizim gelişimizle çoktan ayaklanmıştı. Fazla vakit kaybetmeden arabalara bindik. Uzun zamandır beklediğimiz bu an, nihayet gerçekleşiyordu.

Bizimle birlikte kızlar da geliyordu. Onları öyle çok özlemiştim ki…

İçimde tarif edemediğim bir heyecan vardı. Eylül, Gülşah ve Irmak’ı uzun zamandır görmemiştim. Ortaokuldan beri aramızda kurduğumuz o güçlü bağ, zamanla daha da sağlamlaşmıştı. Simâ ve diğerleri benim için çok özeldi.

Yıllar içinde hepimiz farklı yollar seçmiştik ama bu, dostluğumuzu asla değiştirmemişti.

Simâ doktor olmuştu. İnsan hayatını kurtarmaya adamıştı kendini. Biz zor günler geçirdik ama o hep yanımızdaydı, hep iyileştiren taraftaydı.

Eylül ve Gülşah ise iki asil, güçlü ve adaletin peşinden ayrılmayan savcı olmuşlardı. Duruşlarıyla, bakışlarıyla bile insana güven veren, haklıyı korumak için göğsünü siper eden kadınlar… Onlarla gurur duyuyordum.

Irmak ise tıpkı benim gibi asker olmuştu. Onunla çok tartışmazdık. Genelde birbirimizi anlamaya çalışır, fazla söze bile gerek duymadan konuşmadan bile anlaşırdık.

Ama en önemlisi… Ne kadar tartışsak da, bazen birbirimizi kırsak da, hatta kırıp döksek de dostluğumuz hiç bozulmamıştı.

Şimdi, uzun zamandan sonra yeniden bir araya gelmek, bana yaşadığımız tüm güzel anları hatırlatıyordu. Biz yıllar geçse de değişmeyen bir ailenin parçalarıydık.

○○○○○○

Piknik yapacağımız alana vardığımızda herkes hemen işe koyuldu. Arabalardan eşyaları indirip masalara yerleştirdik. Yiğit amcalar, Murat babamla birlikte mangalın başına geçmişti bile. Onların hararetli sohbetlerini ve ara ara yükselen kahkahalarını duymak bile içimi ısıtmaya yetiyordu.

Ben ise fazla vakit kaybetmeden masaya oturup pişirilecek etleri soslamaya başladım. Ellerim otomatik olarak çalışırken bir çift gözün beni izlediğini hissettim. Başımı kaldırdığımda Sena’nın dalgın bakışlarıyla karşılaştım. Gözlerinde söylemek isteyip de söyleyemediği cümlelerin gölgesi vardı.

Bıçağı elimden bırakıp ona dikkatlice baktım. “Sena, ne söyleyeceksen söyle ablam. Gözlerin fazla belli ediyor.”

Sena, biraz duraksadıktan sonra dudaklarını ısırarak konuştu.

“Abla… şey… O günlerde yaşadıklarından dolayı canın çok yandı mı?”

Cümlesini tamamladığında gözleri dolmuştu. İçim sıkıştı. Kimden öğrenmişti ki? O zamanlar Sena daha sekiz yaşındaydı, olan biteni anlamayacak kadar küçüktü.

Kaşlarımı hafifçe çatarak yumuşak bir sesle sordum: “Sana bunu kim anlattı, güzelim? Hadi söyle ablacım.”

Sena gözlerini kaçırarak dudak büktü. Derin bir nefes aldı ve sonunda fısıltıya yakın bir sesle itiraf etti:

“Abla, bana bunu o lüzumsuz salak anlattı… Ama zorla dinlememi sağladı.”

Bir an donup kaldım. O lüzumsuz salak kimdi? Ve neden geçmişimi Sena’nın önüne serip onu böyle üzmüştü? İçimde bir yerde, hafif bir öfke kıvılcımı çakmaya başlamıştı…

Telefonuma gelen bildirim sesiyle irkildim. Hafifçe kaşlarımı çatıp telefonu elime aldım ve ekrana düşen mesajı okudum.

“Sana demiştim küçük… O masum kızın canını yakmamı istiyorsun herhâlde. Benimle uğraşmayı kes, yoksa sonu iyi olmaz…”

Mesajı okuduğum an, kanım dondu. Yapamazdı. Yapmamalıydı. Öfkem, kontrol edemeyeceğim bir şekilde içimde büyümeye başladı. Parmaklarım titrerken yüzümün sinirden kasıldığını hissettim. Nefes alışlarım hızlanmıştı.

Beni uzaktan izleyen Eylül, bir şeylerin ters gittiğini hemen fark etti. Sessizce yanıma gelip yüzüme dikkatlice baktı.

“Simay, iyi misin? Yüzün kıpkırmızı olmuş, bir şey mi oldu?”

Gözlerimi ona çevirdim ama konuşamadım. Söylemeye dilim varmıyordu. Nasıl söylerdim?

Eylül’ün gözleri bir anda ciddileşti. “Bişey oldu, Sisu…” dedi. Sesinde endişe vardı. Sisu… Bana küçükken taktığı lakabı söylemişti, demek ki gerçekten bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı.

Yutkundum, başımı hafifçe sallayarak zor da olsa fısıldadım. “Yapmış mı?”

Derin bir nefes aldım, kelimeler ağzımdan ağır ağır döküldü. “Evet.”

Eylül’ün gözleri öfkeyle parladı. Dişlerini sıkarak sinirle başını iki yana salladı. “Bu şeref yoksunu ne istiyor yine ya?!”

Telefonumu avucumda sıkarak kısık sesle cevap verdim. “Ne istediği açık aslında…”

Tam o sırada arkamdan tanıdık bir ses geldi. Hafifçe ürpererek arkamı döndüm. Yusuf, omuzlarımı sıkıca kavrayarak bana bakıyordu. Gözleri endişeyle doluydu ama içinde tuhaf bir sakinlik de vardı.

“Beraber atlatacağız, güzelim. Yalnız değilsin.”

O an içimdeki korkunun bir kısmı dağıldı. Yusuf’un varlığı, arkamda kocaman bir dağ gibi hissettirdi kendini. Sadece o değil… Etrafımdaki herkes benim yanımdaydı.

Gözlerimi dolu dolu ona çevirdim. “Biliyorum Yusuf… Seni çok seviyorum.”Sonra başımı çevirip Eylül’e, Sena’ya ve diğerlerine baktım. “Sizi çok seviyorum. İyi ki varsınız.”

Yusuf başını hafifçe eğip alnımı öptü. “Biz de seni seviyoruz, Simay. Ve kimsenin sana zarar vermesine izin vermeyeceğiz.”

O an anladım ki ne olursa olsun, gerçekten yalnız değildim.

Beraber başaracaktık pes etmek gibi bir şey yoktu türk askerlerinde .

Helloo

Nasılsınızz?

Biliyorum çook fazla beklettim ama yine geldim.

Bu bölümün bazı yerlerini silip silip tekrar yazdığım için uzun sürdü.

Gülşah?

Irmak?

Eylül?

Simay?

Yusuf?

Sena?

Esra?

Bozkurt Ailesi ?

Diğer bölümde görüşmek üzeree💞

Bayy

Seni çokk seviyorum

İyi ki varsın💓

Bölüm : 10.02.2025 22:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...