OY VE YORUMLARINIZLA DESTEK OLURSANIZ SEVİNİRİM.
INSTAGRAM, TİKTOK VE YOUTUBE'DAN TAKİP ETMEK İSTERSENİZ; @MİSTYVİBE3
DAHA FAZLA KARAKTER TANITIMI VİDEOSU İÇİN INSTAGRAM VE TİKTOK;
“Karanlık, sadece gözlerinizi açmaya cesaret ettiğinizde anlam kazanır. Ve bazen en parlak yıldızlar, en derin gölgelerde saklanır.” — Lucia
Lucia
Bazı anlar vardır ki insanın kaderi, sessiz bir gölgenin ardına saklanmış bir fısıltıyla değişir. O anların büyüklüğünü, hayatınızın dokusunu nasıl yeniden şekillendirdiğini fark etmezsiniz. Ancak bir gün geriye dönüp baktığınızda, her şeyin o kırılma noktasında başladığını anlarsınız. Benim hikayem de işte böyle bir andan doğdu. Sessiz, sıradan bir yaşamın sığ sularında yüzüyordum; ta ki karanlık beni çağırana dek. Ve o çağrıya cevap verdiğimde, bilinmeze doğru attığım adımla birlikte geri dönüş yolları sonsuza dek kapandı.
Adım Lucia. On altı yaşındayım. Ne yazık ki hikayem, pek çoğumuzun hikayesi gibi bir trajediyle başladı.
Çocukluğum, masmavi bir rüyanın içinde süzülen anılarla bezeli. Küçük, izole bir adada annemle huzurlu bir hayatımız vardı. Annem, adadaki bir otelde çalışıyordu; ben ise adanın tek okuluna gidip geliyordum. Hayatımız basit ama güzeldi. Annem her Pazar günü izinli olurdu ve o günü sabırsızlıkla beklerdim. Piknikler, sahilde uzun yürüyüşler, bisiklet turları… Bizim küçük dünyamızın büyük mutluluklarıydı bunlar.
Bazen birlikte takılar yapardık; annem bu takıları satar, evimize biraz daha katkı sağlardı. Basit bir hayatımız vardı, ama o basitlik benim için mükemmel bir dünya demekti. Tek bir şey dışında…
Onu hiç tanımadım. Onun yokluğunu fark etmeye başladığımda, içimde büyüyen soruları bastırmak imkânsız hale geldi. Sonunda, bir gün cesaretimi toplayıp anneme sordum. Babamdan bahsederken yüzüne düşen gölgeyi gördüğümde, bu konuyu bir daha açmamaya yemin ettim. Annem benim her şeyimdi. Onun canını yakan geçmişin hayaletlerini diriltmek istemedim.
Bazı hikâyeler vardır, dile gelmeden insanın içinde bir ömür boyu yankılanır. Bizim hikâyemiz de işte böyle bir sessizlikte gizliydi. Geçmişe dair sorularımı, içimde büyüyen o boşluğu zamana teslim ettim. Çünkü bazı yaraların kelimelere dökülmesi gerekmez. Kelimeler, yalnızca o yaraları kanatır, daha da derinleştirir. Babam asla bizi aramamıştı. Bizi kendi kaderimize terk eden bir adamın peşinden koşmanın anlamı yoktu.
Hayat, sakin suların ardında gizlenmiş bir fırtına gibidir. O fırtınanın geleceğini asla göremezsiniz. Bir gün, sessiz bir düşman gibi çarpar ve her şey altüst olur. Bizim için o gün, doğum günümde geldi. Anneme akciğer kanseri teşhisi konduğunda sadece on yaşındaydım. O günden sonra doğum günlerim, kutlama yerine bir lanetin habercisi haline geldi.
İlk başta bunu kabullenemedim. İnsan nasıl kabullenir ki? Ama hayat beni hızla büyüttü. Annem hastaydı ve onun yanında olmam gerekiyordu. Altı yıl boyunca hastane koridorlarında onunla savaştım. Her nefesinde yanındaydım, her acısında elini tuttum. Ona çare olamadım. Ölüm, bizi ayırmaya kararlıydı. Ve annemi kaybettim.
O an, dünyam sonsuza dek karardı. Hayattaki tek dayanağım, ışığım, sığınağım onunla birlikte yitip gitti. İlk ay, sadece evde oturdum. Yemek yemeyi, uyumayı, yaşamayı reddettim. O ayın sonunda ev sahibimiz geldi. İyi bir insandı; kalabileceğimi söyledi. Tüm paramız tükenmişti. Annemin tedavisine harcanmıştı her şey. Artık ne bir ailem vardı ne de bir geleceğim. İşte o gün, karanlık bir kez daha beni çağırdı.
Evden çıkacağımı söyledim. İçimde derin bir boşlukla, uzun süredir yanımızda olan, annem öldüğünden beri bana destek veren komşumuzun kapısını çaldım. Utanarak, sesim titreyerek içinde bulunduğum durumu anlattım. O ise tereddüt etmeden, hemen o gün yanına taşınmamı istedi. Onların da iki çocuğu vardı, durumları hiç parlak değildi. Ama kalpleri o kadar pırıl pırıldı ki, bana olan iyilikleri ruhuma dokundu.
Bir çatı bulmuştum. Geçici de olsa, bir nefes alacak alan yaratmışlardı bana. Ama bu bile yetmiyordu; kalbimdeki boşluğu dolduracak hiçbir şey yoktu. Annemin yokluğu, tüm dünyamı sarmalayan bir karanlığa dönüşmüştü. Ve yalnızlık… o tarifsiz, kemiren his… her gün ruhumu biraz daha hırpalıyordu.
Annem geri dönmeyecekti artık. Bu gerçeğin ağırlığı, üzerime karanlık bir bulut gibi çökmüş, nefes almayı imkânsız kılmıştı. Onun yokluğu, hayatımdaki tüm güzellikleri soldurmuştu. Çünkü sizi kimse sevmese de anneniz severdi. Korurdu. Şimdi ise tüm bu sevgiden ve güvenden mahrum kalmıştım. Sanki hayatımdaki tek ışık sönmüş, geriye sadece hiçliğin boğucu karanlığı kalmıştı.
İki ay… tam iki ay geçti onun yokluğunda. Ben, bu süreçte ne okula ne de hayata dönebildim. Herkes için zaman akmaya devam ediyordu; benden de bu bekleniyordu. Ama benim için zaman durmuştu. Annemi kaybettiğim o anın içine hapsolmuş gibiydim. Hayatın gereksiz ayrıntıları—dersler, okul, insanlar—hepsi anlamsız geliyordu. Buna rağmen okula yeniden gitmeye başladım ve bir rutin yakaladım.
Fakat bir sabah, her şeyin aynı rutinle aktığı o günlerden birinde, bir şeylerin değişeceğini hissettim.
Okuldan eve dönerken, takip edildiğimi fark ettim. O rahatsız edici his beni bırakmadı. Geri dönüp baktığımda kimseyi göremiyordum ama içimde bir gölge gibi dolaşan o rahatsız edici his, her geçen gün daha da yoğunlaşıyordu. Gözle görünmeyen ama ruhumu ezen bir varlık gibiydi.
İkinci haftanın sonunda, okul çıkışında tanık olduğum bir sahne beni derinden sarstı. Bir grup çocuk, sınıf arkadaşımı yanlarına almış, okulun çıkış kapısından uzaklaştırıyordu. Onlar, okulun zengin aile çocuklarıydı; zorba ve dokunulmaz tiplerdi. Nereye giderlerse gitsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, hep cezadan kaçarlardı. Yardım çağırmanın faydasız olduğunu biliyordum. Bu yüzden onları takip etmeye karar verdim.
Adımlarımı sessizce atarken, onları adanın en ıssız köşesi olan Hiçlik Kayası’na doğru sürüklenirken buldum. Hiçlik Kayası… adı bile bir ürperti yaratırdı insanın kalbinde. Uçurumların dalga seslerini bile yuttuğu, tenha ve soğuk bir yerdi. Arkadaşım, içine kapanık ve savunmasız biriydi. Burada olmaması gerektiğini biliyordum.
Yalnız daha derin bir şey vardı içimde. Sanki bu uçurum, yalnızca dalgaları değil, ruhları da yutacak bir girdap gibiydi. Çaresizlik ve ıssızlık, bu yerde sesleri yok ediyordu.
Kaderim o uçurumun kenarında şekilleniyordu… Arkadaşım onların ellerindeydi ve görmezden gelmek, bir seçenek değildi artık. İçimdeki karanlık öfke, bir alev gibi yükseldi. Yanlarına doğru ilerledim. Biliyordum, kimse yardıma gelmeyecekti. O kadar tenha bir yerdeydik ki, çığlık atsam bile yankı dalgalar arasında kaybolurdu. Ayrıca onların yanında, suçlu gibi görünebilecek tek kişi bendim. Buna rağmen, içimde tarif edemediğim bir cesaret vardı.
Annemin sesini, geçmişten bir fısıltı gibi kulaklarımda duyabiliyordum: “Cesur ol biriciğim. Haksızlığa asla boyun eğme.” Bu sözler beni güçlendirdi. Buraya gelirken zaten kararımı vermiştim; haksızlık karşısında sessiz kalmayacaktım.
Beni gördüklerinde arkadaşımı sıkıştırmayı bıraktılar. Liderleri, grubun önüne çıktı. Gözlerinde rahatsız edici bir ışık vardı; hem alaycı hem de tehditkârdı.
“Onu bırakın!” dedim, sesim kararlı ama titrek bir yankıyla havada asılı kaldı.
Sözlerim onları güldürdü. Ancak lider, diğerlerinden farklıydı. Gözleri üzerimdeydi; beni inceliyor, sözlerimin ardındaki niyeti ölçüyor gibiydi.
“Cesaretine hayran kaldım,” dedi, alayla. “Buraya gelmene de.”
Sözleri tüylerimi diken diken etmişti. Diğerleri kahkahalarla gülerken o, sessizce beni süzmeye devam etti.
“Buradan git,” dedi sonunda. Sesi, tehlikeyi çağrıştıran bir fısıltı gibi kulaklarımda yankılandı. “Yoksa başın derde girer.”
Ama geri adım atmadım. Başımı olumsuz anlamda salladım. Sözlerine kulak asacak değildim.
Bir adım daha attı. “Son şansın,” dedi soğuk bir gülümsemeyle.
Bu sözler, içimde bastırmaya çalıştığım öfkeyi tamamen serbest bıraktı. Hiç düşünmeden yumruğumu kaldırdım ve yüzüne indirdim. Şaşkınlıkla geri çekildi, ama bu hareketim kavgayı başlatmıştı.
Bir anda dört bir yandan üzerime geldiler. Arkadaşım, güçsüz bir şekilde bana yardım etmeye çalışırken yaralanmıştı. Geri çekilmedim. İçimdeki öfke ve cesaret, varlığını bilmediğim bir güçle birleşmiş gibiydi. Yumruklarımın hedeflerini bulduğu her an, bir şeylerin değiştiğini hissediyordum.
Sonra… hiçbir uyarı olmadan üç adam yanımızda belirdi.
Nereden geldiklerini ya da nasıl geldiklerini anlayamadım. Siyah takım elbiseleri, mükemmel kesimli ceketleri ve yüzlerindeki katı ifadelerle, birer gölge gibi görünüyorlardı. Ama asıl dikkatimi çeken, en öndeki adamdı.
Yüzünün yarısını siyah bir maske kaplıyordu. Gözleri, derin ve karanlık kuyular gibi, içimi görüyormuşçasına beni izliyordu. Adımları ağır ve sessizdi, ama varlığı bir dağ kadar eziciydi. Yanıma yaklaştığında, sanki dünya durdu.
Sesi karanlık bir yankı gibiydi; anlamını kavrayamadığım bir ifade ve güçle doluydu.
Tüm mantığım kaçmam gerektiğini haykırıyordu, ama hareket edemiyordum. Bakışları öyle yoğundu ki gözlerinde yakalanmış gibiydim.
“Her şey yeni başlıyor,” diye ekledi maskeli adam.
Sonra başını diğer adamlara çevirdi. İkisi de, maskeli adamın sessiz bir işaretiyle harekete geçip diğer çocuklara yaklaştı. Bir şey söylediler ve o zorba çocukların liderinin yüzü soldu. İtaatkâr bir şekilde başını eğdi ve arkadaşlarıyla birlikte uzaklaştılar.
Kavganın bittiğini anladığım an, maskeli adam tekrar bana döndü. Soğuk, derin bir sessizlikte durduktan sonra konuştu:
“Her şey dünya sahnesinde oynanan bir oyun. Peki sen, sadece hayatın sana verdiği rolü mü kabul edenlerdensin, yoksa kendi rolünü kendi seçenlerden mi?”
Sözleri zihnimde yankılanırken, cebinden iki siyah tüy çıkardı ve bana uzattı.
“Bunu bir düşün,” dedi, sesi karanlık bir melodiyi andırıyordu.
Şaşkınlıkla tüyleri aldım. Onlarla ne yapacağımı ya da ne anlama geldiklerini sormayı bile düşünemedim. Adamlar sessizce uzaklaşırken, arkalarından bakakaldım.
Fakat o anda hissettiğim ürpertici soğukluk, o adamla birlikte kaybolmadı. Elimde tuttuğum tüyler, hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını fısıldar gibiydi.
O uçurumun kenarında yalnızca arkadaşımı kurtarmamıştım. Kendimi, belki de kaderin karanlık bir oyununa sürüklemiştim.
O gün, hayatımın yeni bir perdesi açıldı. Bu karanlığın çağrısıydı ve artık onu görmezden gelecek gücüm yoktu. İşte hikâyem burada başlıyordu. Burada dönüşüme uğruyordu. Bunlar sadece bir başlangıçtı. Çünkü hayat, acıyla, trajediyle şekilleniyor ve karanlık, her zaman daha fazlasını istiyordu.
Bir süre sonra kendime gelebildiğimde, hemen arkadaşımın yanına koştum. Ufak tefek yaralar almıştı; elmacık kemiğinin altı hafifçe morarıyordu. Ben daha şanslıydım, görünürde vücudumda herhangi bir yara yoktu ama yarın bedenimde oluşabilecek morluklar vardı. Önemli olan bunlar değildi, içimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissediyordum. Bugün yaşananları düşünerek, onu sessizce evine götürdüm. Ailesine okulda düştüğünü söylediğinde, başımı eğerek yalanını onayladım. Onları daha fazla endişelendirmek istemedim.
Arkadaşım, yanından ayrılmadan önce elimi tuttu ve gözlerindeki minnettarlıkla teşekkür etti. Sadece zayıf bir gülümsemeyle karşılık verebildim. Ardından, aklım karmakarışık bir halde oradan ayrıldım.
Eve vardığımda, kimseye görünmeden odama çekildim. Kapıyı kapattım, sırtımı duvara yasladım ve kendimi yere bıraktım. O an, annemin yanımda olmasını her şeyden çok istedim. Beni teselli edecek bir ses, sarılacak bir kucak… Ama artık yalnızdım. Kalbimde açılan bu boşluk, karanlığımı daha da derinleştiriyordu. O gece, çaresizlik içinde ağlarken uyuyakaldım.
Sabah olduğunda, ne göğsümdeki baskı azalmıştı ne de zihnimdeki belirsizlik dağılmıştı. Ancak bir şekilde kendimi toparladım ve içeri geçtim. Salonda maskeli adam haricindeki diğer ikisini otururken buldum. Komşumuz beni görünce sıcak bir gülümsemeyle gelmemi işaret etti. Gözlerindeki iyilik ve şefkat, bu soğuk yabancılarla tezat oluşturuyordu.
Sessizce karşılarına oturduğumda, adamlardan biri konuşmaya başladı. Sesi, soğuk ve ürkütücü bir ciddiyet taşıyordu.
Bana bir teklif sundular: Gizemli bir akademi… Ücretsiz eğitim, konaklama, tüm ihtiyaçlarım karşılanacaktı. Kurtuluş gibi görünüyordu, ama aynı zamanda bir belirsizliğin ağırlığını taşıyordu. Dünkü olayların anlamını hâlâ çözememişken, böylesine büyük bir fırsatla karşılaşmak beni şaşırtmıştı.
Çaresizlik insanı güçsüzleştirir ve benim elim kolum çaresizlikle bağlanmıştı. Geleceğim bir uçurum kadar belirsiz, hatta karanlıktı. En kötüsü, teklifin belirsizliğinin bile, geleceğimin belirsizliğiyle karşılaştırıldığında ne kadar hafif kaldığını fark etmemdi. Hayat bana ilk kez bir çıkış kapısı sunmuştu. Şimdi ise, o kapının ardında ne olduğunu bilmeden ona tutunmam gerekiyordu.
Komşumuzun ne kadar iyi insanlar olduklarını biliyordum, ama sonsuza kadar onların omuzlarına yük olamazdım. Ayrıca… dünkü gibi hiçliğin kıyısında daha fazla dolanamazdım. Bu yüzden, onlara başımı sallayarak kabul ettiğimi söyledim.
Adamlar, ertesi sabah yola çıkacağımızı belirttikten sonra gittiler. O gece, gözlerimi bir an bile kapayamadım. Heyecan, korku ve pişmanlık arasında savrulup durdum. Zihnimde, maskeli adamın söyledikleri tekrar tekrar yankılandı: “Her şey dünya sahnesinde oynanan bir oyun. Peki sen, sadece hayatın sana verdiği rolü mü kabul edenlerdensin, yoksa kendi rolünü kendi seçenlerden mi?”
Sabah olduğunda, valizimi hazırlamak için kalktım. Ama geriye dönüp baktığımda, gerçekten toplayabileceğim hiçbir şeyim yoktu. Sadece birkaç giysi ve bir avuç fotoğraf… Annemle son güzel anılarımı barındıran bu fotoğraflar dışında her şey anlamsızdı.
Adamlar geldiğinde, fotoğraflar hariç her şeyi geride bırakmam gerektiğini söylediler. Hiçbir şey söylemeden, sessizce başımı eğdim. Bana bunca zamandır yardım eden komşularımla vedalaştım. Gözlerindeki üzüntüyü görmek, içimde bir şeyleri daha paramparça etti. Artık geri dönüş yoktu.
Sessizce arabaya bindim ve bilinmeyene doğru yola çıktım. Bir zamanlar tanıdığım her şeyi geride bırakarak…
Onlarla yolculuğa çıkarken kararımı defalarca sorguladım. Onların sessizlikleri, sert duruşları ve tehditkâr giyim tarzları, çevrelerinde görünmez bir duvar örüyordu. Kafamda onlarca soruyla baş başaydım. Bu insanlar kimdi? Benden ne istiyorlardı? Bu sorular zihnimin her köşesine yayıldı, cevapları bulmaya çalıştıkça daha da derinleşti.
Yolculuk boyunca her şey hayal edemeyeceğim kadar ihtişamlıydı. Lüks uçak, görkemli tekne, yemek masalarından taşan lezzetler… Ama bu ihtişamın içinde hissedilen o bilinmezlik, içimdeki huzursuzluğu bastırmıyordu. Her lüks detay, daha derin bir sır perdesinin ipucu gibiydi. Sürekli tetikteydim, her an bir tehlike beklerken, bu durum içimdeki endişeyi daha da derinleştiriyordu.
Bir noktada, yolculuğun verdiği yorgunluk beni teslim aldı. Başımı koltuğa yaslayıp gözlerimi kapattım ve karanlık bir uykuya daldım. Ne kadar geçtiğini bilmiyordum, ama sert bir el omzuma dokunarak beni uyandırdı.
“Geldik,” dedi kısa ve soğuk bir ses.
Gözlerimi ovuşturarak doğruldum. Ayağa kalktığımda, önümde yükselen manzarayı gördüm. Sessizce dalgaların arasından çıkan bir ada… Adanın merkezinde, ihtişamıyla meydan okuyan devasa bir yapı vardı. Görkemli ve korkutucu bir anıt gibi, tüm dikkatimi üzerine çekti. Onun sessiz meydan okuması, içimde bir ürperti yarattı. Bu yerin ne olduğunu, beni burada neyin beklediğini bilmiyordum.
Buna rağmen buradaydım. Hayatımın bu yeni aşamasının eşiğinde… Bilmediğim bir dünyaya doğru adım atmak üzereydim.
Bu doğru bir karar mıydı? Hayır. Çünkü bu bir karar bile değildi. Çaresizlik, insana seçim yapma şansı tanımaz. Kararlar yerine vazgeçişler, teslimiyet, kabullenme ve kaderin insafsız rüzgarına kapılma hâkimdir. Ben de, o rüzgarla buraya sürüklenmiştim.
Adanın iskele kısmına yanaştığımızda, içimde bir şeyler değişmeye başladı. Her şeyin farklı olacağını hissettim. Sanki bu an, geçmişimin son izlerini silip atıyordu. Geleceğim tamamen belirsizdi; adada beni bekleyen her neyse, onunla yüzleşmeye hazır olmalıydım.
Yavaşça tekneden indim. Taşlarla döşenmiş dar bir yol, beni adanın içlerine, o devasa yapıya doğru çağırıyordu. Arkamdaki yabancılar, hiçbir şey söylemeden beni takip ettiler.
(“Umbra,” Latince’de “gölge” anlamına gelir.)
İskeleden adanın kıyısına adım attığımda, kalbim hislerin kaotik bir dansıyla dolup taşıyordu. Heyecan ve korku, içimde taşınmaz bir ağırlık yaratmıştı. Bu topraklara basar basmaz, dönüşümü hissettim. Adanın sessizliği bile bir ağırlık taşıyordu, sanki tüm varlığıyla beni gözlüyordu.
Beni karşılayan iki kadın vardı. İkisi de birbirinden tamamen farklıydı, ama her biri kendi içinde göz kamaştırıcı bir auraya sahipti.
İlki, zeytin rengi teni, koyu kahverengi gözleri ve simsiyah saçlarıyla güçlü ve otoriter bir duruş sergiliyordu. Her hareketi kusursuz bir denge ve kendinden eminlik taşıyordu. Bakışları derin ve karanlık bir enerji yayıyordu.
Yanındaki kadın ise tam zıddıydı. Parlak turuncu saçları, iri yeşil gözleri ve açık teniyle sıcakkanlı bir görüntü çiziyordu. Gözlerindeki parıltı ve yüzündeki içten gülümseme, annemin ölümünden bu yana içimde eksikliğini hissettiğim bir duyguyu yeniden canlandırdı: güven.
Siyah saçlı kadın bir adım öne çıkarak elini uzattı. Hareketleri titizlikle hesaplanmış gibiydi.
“Aramıza hoş geldin, Lucia,” dedi pürüzsüz ve kusursuz bir sesle. “Ben Esther Vipera, Umbra Akademisi’nin baş yöneticisiyim. Akademimize senin gibi yetenekli öğrencileri kabul etmek bizim için hem mutluluk hem de gurur kaynağı.”
Sözleri, profesyonel bir soğuklukla süslenmişti. Onun yüzünde bir maske vardı; duygularını ustaca saklayan bir maske. Bu soğukluk ve kibirli tavrı, onun kötü biri olduğuna dair bir his yaratıyordu.
Esther Vipera, geçmişimde hiç tanışmadığım türden bir insandı. O an, onun hayatımda derin bir iz bırakacağını biliyordum. Bazı insanlar kaderinize kazınır ve Esther kesinlikle onlardan biriydi.
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.
Esther’in yanında duran turuncu saçlı kadın, bir adım öne çıkarak nazikçe gülümsedi. Onun yumuşaklığı, Esther’in soğukluğunu bir nebze olsun hafifletiyordu.
“Umarım burada kendini evinde hissedersin,” dedi, sesi sıcak ve samimiydi.
Elini bana uzattığında, o dokunuşun ardındaki iyiliği hissedebiliyordum. Onun kalbinde taşıdığı ışık, saf bir nezaketin yansımasıydı. Varlığı, adeta ışığın karanlığa meydan okuyuşunu anımsatıyordu.
“Adım Chloe Gazèl,” diye devam etti, “senin danışmanınım, Lucia.”
Esther, Chloe’nin sözlerini soğukkanlı bir tonda tamamladı: “Chloe, akademimizin en iyi eğitmenlerinden biridir. Senin eğitiminden o sorumlu olacak.”
Onların arasındaki bu zıtlık, garip bir şekilde rahatsız ediciydi. Esther’in sertliği ve Chloe’nin nazikliği bir denge yaratıyor olsa da Esther’in varlığı her şeyi olumsuz anlamda değiştiriyordu.
Sözlerini tamamlayan Esther, saatine bir göz attı ve aceleci bir ifadeyle konuştu: “Yorulmuş ve acıkmış olmalısın. Seni daha fazla bekletmeyelim. Benim de işlerim var. Geri kalan her şeyi danışmanın sana anlatacak. Görüşürüz.”
Esther’in soğuk ama delici bakışları üzerimde bir kez daha gezindi. Ardından arkasını dönüp ağır adımlarla yanımızdan uzaklaştı. Onun uzaklaşmasıyla birlikte içimdeki hafif ürperti yerini bir rahatlama hissine bıraktı.
Chloe ile baş başa kaldığımızda, sesi yine nazik ve huzur vericiydi.
“Akademi ve yeni hayatın hakkında konuşmak için bolca vaktimiz olacak. Ama istersen önce bir duş al, sonra bir şeyler yeriz,” dedi.
“Bu iyi olur,” diye cevap verdim, kelimeler dudaklarımdan bir fısıltı gibi döküldü.
Chloe gülümsedi. Kısa bir sessizlik içinde, elini hafifçe koluma koydu. Ancak gözlerindeki parıltı, bir an için hüzünle gölgelendi.
“Anneni yeni kaybettiğini biliyorum,” dedi yumuşak ama içten bir tonla. “Bunun ne kadar zor olduğunun farkındayım. Çok üzgünüm.”
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadım, kelimelerim zayıf ama dürüsttü.
O an, ilk izlenimlerimde yanılmadığımı anladım. Chloe’nin iyiliği, tüm varlığına işlemişti. Onun kalbinde masumiyet vardı. Bu içtenliği, daha şimdiden ona karşı bir yakınlık hissetmeme neden olmuştu.
“Hadi, seni daha fazla bekletmeyelim,” dedi Chloe, nazik bir gülümsemeyle.
Başımı sallayarak onu takip ettim. Akademiye doğru ilerlemeye başladık.
“Burada her anlamda güçlenmeyi öğreneceksin, Lucia,” dedi Chloe, sesi yumuşak fakat derin bir kararlılıkla yankılanıyordu. “Ayrıca zihnini ve gönlünü dinlendirmeyi de... Büyük savaşlara girmeden önce, hem zihin hem de kalp hazır olmalıdır. Şimdi seni dinlendirelim. Ardından, birlikte güçleneceğiz.”
Sadece başımı salladım, çünkü sözler, sanki derin bir boşluktan yankı yapar gibi içimde kayboldu. Ne söyleyecek bir şey bulabiliyor, ne de anlatacak bir şey. Ama kalbimde, birkaç aydır kapalı duran bir kapının yavaşça aralandığını hissettim. Bu duygu, sessiz ama yoğun bir his gibi içimi sararken, ben de kalbimde beklenmedik bir açıklığa doğru adım attım.
Annemden sonra, kalbimi açmanın belki de mümkün olabileceğini ilk kez hissediyordum. Chloe ile, görünmeyen bir bağ kuruldu o günden sonra. Kalplerimiz arasında, farkında olmadan büyüyen bir anlayışın sessiz akışı vardı. Birbirimizi kelimelerle değil, bu anlayış ile bulacağımızı biliyordum. Bu bağ, tarifsiz bir huzur taşıyordu; ama aynı zamanda bir yük de vardı.
Ama ben, o yükü omuzlarımdan atmaya, geçmişin zincirlerinden sıyrılmaya karar verdim. Bu yol, belki bana aydınlık vaat etmiyordu. Belki de karanlık bana yaklaşırken, derinlere çekileceğim bir an gelecekti. Her şeye rağmen önümdeki yolu kucaklamaya çabalayacaktım. Çünkü elimdeki tek seçenek buydu.
Çünkü değişime izin vermek zorundaydım.
Hayatım boyunca karanlıktan korkmuştum; karanlık, her zaman bilinmeyenin ve tehlikenin simgesi olmuştu. Ama şimdi, bir şeyler değişmişti. Karanlık, yalnızca korkunun yuvası değildi; bazen gerçeklerin de saklandığı bir alan olabilirdi. Işık her zaman her şeyi aydınlatmazdı. Karanlık, bazen daha güçlü, daha çarpıcı bir hâle gelebiliyor ve ışığı yok edebiliyordu. Ve… Gerçek, ışığın ulaşamayacağı kadar derin bir şekilde karanlıkta gizli kalabiliyordu. Ama zaman, her gizemi açığa çıkarırdı.
Umbra Akademisi’ne ilk adımımı attığımda, içimde bir fırtına kopuyordu. Geçmişimin gölgeleri ardımda kalırken, bilinmeyenin kollarına doğru sürükleniyordum. O karanlıkta, belki de kendi ışığımı bulacaktım. Ya da, karanlığın ta kendisine dönüşecektim.
Umbra Akademisi’ndeki yolculuğumun başladığı an, karanlığın gölgeleri içinde, kim olduğumu ve nereye ait olduğumu keşfetmeye çalışacağım bir yolculuk olacak. Burada, yanıtlar hem içimdeki en derin boşluklarda hem de bu esrarengiz adanın gölgelerinde saklıydı. Tüm bu sırları çözmeye kararlıydım. Gerektiğinde, her şeyimi feda etmeye hazırdım.
“Karanlık beni çağırıyordu. Korktum, ama geri çekilmedim. Çünkü bazen korku, bizi gerçekten kim olduğumuza götüren tek yoldur.” — Lucia
Okur Yorumları | Yorum Ekle |