29. Bölüm

28

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

OY VE YORUMLARINIZLA DESTEK OLURSANIZ SEVİNİRİM.

INSTAGRAM, TİKTOK VE YOUTUBE'DAN TAKİP ETMEK İSTERSENİZ; @MİSTYVİBE3

 

DAHA FAZLA KARAKTER TANITIMI VİDEOSU İÇİN INSTAGRAM VE TİKTOK;

@MİSTYVİBE3

 

“Çaresizlik umudun kabusu; umudun bile çaresinin tükendiği andır. O gidince anladım. Görünmez zincirlerle saat Lucas’ı aşk geçe yok oldum. Bittim.” — Lucia

Lucia

Sabaha karşı, tam bir enkaz gibi hissederek uyandığımda ev hâlâ sessizdi. Saatin henüz 6 olduğunu gördüm; telefonumda başka bir mesaj olmadığını da. Yutkunarak gözlerimden süzülecek yaşları zorla bastırdım ve doğruldum. Tam o sırada, yastığın kenarındaki mektup gözüme çarptı. Ellerim titriyordu. Onu açıp açmamak arasında gidip gelirken kendimi balkona attım. Ancak evin dört duvarı üstüme geliyordu; dayanamadım ve dışarı çıkmaya karar verdim.

Dün Chloe’den ödünç aldığım tayt ve tişört üzerimdeydi. Askıdaki montlarından birini kaptım, spor ayakkabılarımı geçirdim ve mektupla sahile doğru yürümeye başladım. Kumsala vardığımda, dalgaların hırçın ritmi içimdeki karmaşayla adeta yarışıyordu. Kumlara oturdum, mektubu açtım ve titreyen ellerimle satırları okumaya başladım.

Tatlı işkencem,

Sana tüm nedenleri yüz yüze anlatmayı, vedalaşmayı çok isterdim. Ama o güzel gözlerindeki hüznü görmeye dayanacak gücüm yok. Bu yüzden sen uyurken, geriye yalnızca bu mektubu bırakmayı seçtim. Lütfen bunu bir veda olarak görme. Çünkü ben senden gidemedim, gidemem. Senin de benden kaçamayacağını biliyorum. Çünkü kalplerimiz, görünmez bir iplikle birbirine bağlı ve kaderlerimiz de.

Aşk, hayatımızın dokusuna işlenen ince bir iplik gibidir. Zamanla çözülse de, bazen kopsa da, varlığını hep hissettirir. Seni kaybetmekten korkuyorum, Lucia. Ama bu korku, seni sevmenin ağırlığını asla hafifletemez. En önemlisi de, kalbinin kapılarını bana kapatsan bile, o hâlâ bana ait.

Şu an seni kaybettiğimi bilsem de… Seni geri kazanmak için her şeyi yapacağım. Sana kaç kez yenildiğimin bir önemi yok, çünkü sana yenilmeye hep gönüllüyüm. Vazgeçmeyeceğim, Lucia. Kalbinden beni söküp atmak istesen de, bu dünyaya birbirimizi bulmak için geldiğimizi biliyorum. Sen benim kayıp parçam, kuzey yıldızım, yol göstericimsin. Sensiz tamamlanamam.

Bana biraz zaman ver. Kalbinin kapılarını tamamen kapatma bana. Seni yeniden bulacağım, söz veriyorum. Sen, benim sonsuzluğumsun. Son olarak, karşına çıkana kadar sana bir şey vermem gerektiğini biliyorum. Bir gerçek. Benim adım Dante. Bu ismi her ne kadar bir nefret sembolü gibi taşısam da, senin dudaklarından döküldüğünde eşsiz bir melodiye dönüşeceğinden eminim. Lütfen, karşına çıktığımda bana bir şans ver. Çünkü ben seni kendimden bile çok seviyorum.

Senin Dante’n.

Mektubu bitirdiğimde, dalgalar gibi içimde bir fırtına koptu. Denize dalan bakışlarım boşluğa çekildi. Kalbimdeki acı, okyanus mavisi kadar derindi. Okyanus mavisi gözler. Dante. Onun kim olduğunu çözemezken kendimi kaybolmuş hissediyordum. Hayatımdaki her şeyin bu kadar zorlayıcı olmasının sebebini bulamıyordum.

Dalgalar sertleşirken gökyüzü karardı, yağmurun habercisi bulutlar toplandı. İçime dolan soğukla montuma sarıldım ve ayağa kalktım. Tam o anda, Marino’yu gördüm. Bakışlarımız kesiştiğinde yanıma geldi.

“Size rahatsızlık vermek istemedim,” dedi sakin bir sesle. “Bay Dante, sizi korumamızı emretti,” diye devam etti.

Tam olarak Dante’ye göre bir hareketti.

“Eğer ona ulaşmak isterseniz, bana söylemeniz yeterli.”

“Ona ulaşmak istemiyorum.” Sözlerim kesin ve sertti. Ama kalbim. O durmuyordu. “Nerede olduğunu sorsam bile söylemezsin, değil mi?”

“Üzgünüm, Bayan Lucia.”

“Sadece Lucia.”

“Bundan sonra size yalnızca adınızla hitap etmemem daha iyi olur.”

Ayağa kalktım ve danışmanlar binasına doğru ilerledim, ama o beni takip etti. Durup döndüm: “Beni takip etmeyeceksin, değil mi?”

“Bana verilen emri uyguluyorum.”

Dante... her zamanki gibiydi. Benim ne istediğim değil, onun bakış açısı ön plandaydı. Sinirle, “Ona söyle, peşimi bıraksın. Sen de,” dedim.

Marino’nun kararlılıkla söylediği o sözleri dinlemeyi sürdürdüm: “O sizi asla bırakmaz. Özellikle sevdiklerinden asla vazgeçmez.”

Sözlerine inanmak istemiyordum. “Onu bu kadar iyi mi tanıyorsun?” diye sordum.

Tereddüt bile etmeden, “Evet,” dedi.

Derin bir nefes aldım, ama içimdeki ağırlık gitmiyordu. Belki doğruydu, belki de Marino Dante’yi benden bile daha iyi tanıyordu. Yine de her anlatılana inanmayacak kadar büyümüştüm.

“Belki öyledir. Şu an bunu bilemem, değil mi?” dedikten sonra adımlarımı hızlandırarak oradan uzaklaşmıştım.

Gözlerim dolmak üzereydi, ama ağlamayacaktım. Marino arkamda kalırken, Chloe’nin katına çıkmak için koşar adımlarla merdivenleri tırmandım. Kapıyı Carlo açtı. Yüzünde endişeli bir ifade vardı. “Yeni kalktım ve evde yoktun,” dedi, sesi tedirgindi. “Neredeyse seni aramaya geliyordum.”

“Affedersin,” dedim. Ellerim hâlâ mektubu sıkıca tutuyordu. Ona uzattım. “Evde okuyamadım.”

Carlo, mektuba kısa bir bakış attı, ama içeriğini sormadı. Bunun yerine bir adım attı ve beni kollarıyla sardı. O sıcaklık, içimde bir anlığına huzur yaratmıştı. Chloe kapıda belirdiğinde, soru sormadı. Bizi öyle görünce o da bize sarıldı. Geri çekildiğimde hepimizin suratı asıktı.

Adını söyledim. “İsmi Dante’ymiş.” Sesim bir fısıltı kadar zayıf çıktı.

Chloe ve Carlo’nun yüzündeki ifadeler bir anda değişti. Sessizliğe büründüler. Chloe, bir adım yaklaşıp yüzüme dikkatle baktı.

“Birkaç gün izin alacağım,” dedi kararlı bir şekilde. “Eğitimde yaralandığını söylerim.”

Başımı yavaşça salladım. Gerçekten bir süre her şeyden uzaklaşmaya ihtiyacım vardı.

“Biz kahvaltıyı hazırlarız,” diye ekledi Chloe. “Sen bir duşa gir istersen.”

“İyi olur,” dedim. Üzerimdeki soğuk ve yorgunluk dalgası beni tüketiyordu. “Zaten üşüdüm.”

“Tamam, biriciğim,” dedi Chloe ve bir gülümsemeyle saçlarımı düzeltti.

O an, ne kadar yalnız hissetsem de, Carlo ve Chloe’ye sahip olduğum için minnettardım. Ama Dante’nin mektubundaki sözler ve içimdeki karmaşa hâlâ benimleydi. Düşüncelerimden kaçamıyordum.

Montu askıya astım, mektubu salondaki masanın üzerine bıraktım ve banyoya yöneldim. Kendimi bir an önce sıcak suyun altına atmak istiyordum. Suyun bedenimden süzülmesi belki beni rahatlatır diye düşündüm. Ancak sıcak suyun içimdeki titremeyi dindirmesi mümkün değildi. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ısınamıyordum. Dante yalnızca alevleri değil, içimdeki sıcaklığı da alıp götürmüştü.

Gündüzlerimi de yanında sürüklemişti.

Geceler benimdi, hep bana aitti. Geceler beni bırakmazdı; beni kollar, peşimden sürüklenirdi. Ama gündüzlerim… Gündüzlerim çoktan kaybolmuştu. Çünkü onları, ışığını, Dante getirmişti. O farkındalık bir kez daha içimi titretti, kalbimdeki karanlık büyüdü.

Dante, o benim gündüzlerimdi. Sahip olduğum umudun adıydı. Şimdi elimde hiçbir şey kalmamıştı. Ne bir günüm, ne bir eşim, ne de alevlerim… Çünkü beni terk etmişti. Peki alevler… Alevler bir daha hiç olmayacak mıydı?

Duştan çıktığımda aynanın karşısına geçtim. Aynalar asla yalan söylemezdi; insanın en acımasız ama dürüst dostuydu. Ve ben, bir harabeye dönüşmüştüm. Gözlerimin çevresi kıpkırmızı ve şişmişti. Uykusuzluk, göz altlarımı koyu mor halkalarla süslemişti. Az önce kalbimden kopup gelen yaşlar da yanaklarımda iz bırakmıştı.

Dante’nin yanımda olması gereken tek kişi olduğunu biliyordum. Ama şimdi o da gitmişti. Onunla birlikte, kendimi sonsuz bir yalnızlık içinde bulmuştum. Yanımdan eksildiği andan beri bir boşluk, bir eksiklik hissettim.

O gün ve sonraki birkaç gün… Sadece durgun ve sessizdim. Chloe ya da Carlo’nun göğsünde ağlayan bir enkaz gibiydim. Kendimi tanıyamıyordum. Sanki bir şey bekliyordum; ama neyi beklediğimi bilmeden, zamanın sessiz akışına teslim oldum.

Zaman bana öğretti: Beklenenler her zaman gelmez. Bitişler yeni başlangıçları getirmez. Ve çaresizlik, umudun en büyük kabusudur. Umudun bile çaresizliğe yenildiği bir an vardı. Ben o noktadaydım.

Dante gittikten sonra anladım. Görünmez zincirlerle saate, zamana, aşkın geçip gittiği her saniyeye bağlıydım. Onunla birlikte ben de yok olmuştum. Artık yalnızca bir kördüğümden ibarettim.

Görünmez zincirlerle saat Dante’yi aşk geçe yok oldum. Bittim.

Bir zamanlar kalbimin ışığı olan kişi şimdi beni gölgelerde bırakmıştı. Şimdi karanlıkta kaybolmuş bir gemiyim; ne rotam belli, ne de limanım. Onunla bir bütün olmuştum. O gittiğinde, geride yalnızca parçalanmış bir enkaz kaldı.

Dante benim her şeyimdi. Şimdi ise hiçbir şeyim yoktu.

Dante (Lucas)

Yola çıkar çıkmaz Cortez’i aradım. Telefonun diğer ucundan gelen endişeli, gergin tını, içimdeki öfkeyi daha da harladı.

“Ne durumdayız?” diye sordum, sesimdeki keskinliği gizleme gereği bile duymadan.

Cortez sakin bir nefes aldı. “Başka bir durum mu var, Dante? Niye Mia’yı kaçırdı?”

Gözlerim karardı. Dudaklarım bir çizgi gibi sıkıydı. “Benim gelmem için yaptı. Sorun Lucia.”

Sözlerim üzerine bir anlık sessizlik oldu. Ardından öfkeyle karışık bir ses yükseldi: “Lucia’yla ne derdi var?”

“Önce Mia’yı bulalım. Sonra belki anlatırım,” dedim, sabrımın sınırlarını zorlayarak. “Çabuk ol ve elinden gelenin fazlasını yap Cortez.”

Telefon kapanır kapanmaz Christian’ı aradım. Christian Costelli. En yakın dostum, hatta kardeşim. Lakabı Ares’ti, yani savaş tanrısı ve lakabını sonuna kadar hak ederdi.

“Bir şey bulduğunu söyle.”

Henüz bulduğu bir şey yoktu ama sesindeki kararlılık umutsuzluğu bastırıyordu.

“Yaklaştık. Bir ipucu var. Bilekliği, havalimanında bulundu.”

Bu bilgi beynimde yankılanırken içimdeki karanlık daha da büyüdü. Eduardo böyle bir hamleyi sırf beni rahatsız etmek için yapmazdı. Mia için geri döneceğimi biliyordu. Bu, daha büyük bir oyunun yalnızca ilk perdesiydi. Beni nefessiz bırakacak, bir cehennemden diğerine sürükleyecek bir oyun.

“Christian, daha fazlasına ihtiyacım var,” diye hırladım. “Ben gelene kadar daha iyi bir şey bul.”

“Dante, sakin ol,” dedi, sesinde alışık olduğum soğukkanlılıkla. “Her zaman yanında olacağım. Ama önce sakinleş. Bu şekilde işimize yaramazsın. Zekâna ihtiyacımız var.”

Sözleri beni kısa bir süreliğine de olsa susturdu. Ares, beni benden daha iyi tanıyan tek kişiydi. Kalbimin nasıl kavrulduğunu, yüklerimin altında ezildiğimi görebiliyordu.

“Bu arada,” dedi, konuyu değiştirmek istercesine, “Santo aşık oldu.”

Alaycı bir şekilde kaşlarımı çattım. Onun kafamı dağıtmak için yaptığı bu hamle, dudaklarımda istemsiz bir gülümsemeye neden oldu. “Estella’ya.”

“Evet,” dedi. “Ama asla söyleyemeyecek gibi görünüyor. Keşke biraz bana benzeseydi.”

“İyi ki benzememiş,” dedim alayla. “Yoksa çocukluğundan beri âşık olduğu kişiye, yanı başındayken bile, derdini anlatamazdı. İçinde yanar, küllerinde susardı. Santo senin gibi değil, Christian. O susup kalbine ihanet etmez. Bir gün cesaretini toplayıp konuşacaktır.”

“Bazen gerçek bir pislik oluyorsun,” dedi, alaycı bir şekilde.

“Gerçekçi diyelim,” diye yanıtladım.

“Lakabın gibisin, Dante,” diye devam etti. “Bir jaguar kadar bilge, güçlü ve derin. Ama bazen de diğer yanın devreye giriyor: Yıkıcı, acımasız ve korkutucu.”

Alayla güldüm. “Sen de gerçek bir savaş tanrısı gibisin, Ares. Hep yıkım getiren. Ben bir şey diyor muyum?”

“Kes sesini!” diye hırladı, yalancı bir öfkeyle. “Senden daha yıkıcı biri var mı sanki?”

Sözleri beni bir an susturdu. Evet, vardı. Eduardo. Gerçek yıkım oydu. Ve cehennemin ta kendisi.

“Bir an önce gel,” dedi kısa ve kesin bir sesle. “Mia’yı bulmalıyız. Bu arada Andre de yanıma gelecek. Haberi alır almaz harekete geçti.”

“Tamam,” dedim. “İndiğimde haber veririm. Görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Telefonu kapattığımda kalbim hala küle dönmemiş gibiydi. Oyunun tam ortasındaydım. Ama bu kez Eduardo, en zayıf noktamdan vurmuştu. Telefon elimden henüz elimdeyken, aklımda sadece bir şey vardı: o bileklik. Aile sembolümüzü taşıyan, her şeyden değerli bileklik. Kahretsin! Aile sembolü. Sorun Mia değildi. Her şeyi biliyordu. Her attığım adımı.

Bana yine bir ipucu bırakmıştı. Mia hâlâ şehirdeydi. İçimdeki karanlık artarken, baskı yoğunlaştı. Bu benim cehennemimdi. Hemen Christian ve Cortez’e aynı mesajı gönderdim: “Mia şehirde. Çocukken oynadığı yerlere bakın. Onu orada bulabilirsiniz.”

Cortez’in arama çabalarını görmezden geldim; zaman çoktan tükenmişti. Ayağa kalkmayı denediğimde helikopterdeki iki adamımın silahlarını aynı anda çektiğini gördüm.

“Ne zaman?” diye sordum.

“İki gün önce,” dediler.

Eduardo, iki gün önce onları satın almıştı. Şimdi korkuyla yutkunuyorlardı çünkü buradan kurtulursam bu, onların sonu demekti.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum.

“Bir hapishaneye,” dedi biri. “Bay Eduardo, sizin için özel tasarlanmış bir yer olduğunu söyledi.”

Yerime çökercesine oturdum. Aklımda tek bir şey vardı: Lucia. Carlo’ya mesaj attım.

“Lucia’yı koru.”

“Bu ne demek?”

“Onu koru Carlo. Canın pahasına. Çünkü bir şeyler değişecek.”

“Sen neredesin?”

“Kendi kâbusumda.”

Adamlar, telefonumu ve silahımı almadan önce Eduardo’ya tek bir mesaj gönderdim:

“Şimdilik sen kazandın diyelim. Ama umarım bunun uzun süreceğini sanmıyorsundur.”

Cevap hemen geldi:

“Sen ellerimle yarattığım canavarımsın, Dante. Sana her zaman güvenirim. Ama ne var biliyor musun?”

Adamları durdurmak için beklemesini işaret ettim. Mesajın devamı geldiğinde, sanki kalbime bıçak saplanmıştı: “Lucia’ya yetişemeyecek kadar uzun süre orada kalman yeterli olacak. Sen de, hayatın da, Lucia da artık benim ellerimdesiniz. Kaderinizi benim yönettiğimi unutmamalıydın, Dante Corvo.”

Hayatım tam olarak buydu. Gerçekliğim de.

Dişlerimi sıktım. Helikopter alçalmaya başladığında silahlarımı ve telefonumu aldılar. İndiğimizde iri yarı adamlar çevremi sardı. Her zaman yaptığım gibi direndim. Savaştım. Ama boşunaydı. Sonunda biri kafama sert bir darbe indirdi.

Her şey karardı.

Gözlerimi açtığımda karanlık bir hücredeydim. Sessizliğin bile yankılandığı, dipsiz bir boşluk gibi bir yerdi burası. Dante’nin yeni cehennemi. Eduardo’nun kurguladığı bir cehennem.

Şimdi yapmam gereken tek şey, ipuçlarını bulup buradan kurtulmaktı. Ama nasıl?

Cortez Corvo

Christian arar aramaz telefonu açtım.

“Mesajı aldın mı?”

“Evet,” dedim. “Sen doğu kanadını al, ben de güney kısmını. Kısa sürede buluruz.”

Kısa bir sessizlik oldu, sonra ses tonumu ciddileştirdim.

“Cortez?”

“Efendim?”

“Dante’yi nereye göndermiş olabilir?”

Bir an düşündüm. Eduardo’nun adı bile midemi bulandırmaya yetiyordu.

“Nereye olacak? Eduardo gerçek bir sosyopat. Oyunbaz bir canavar,” dedim. “Yerini asla tespit edemeyiz.”

Christian’ın sesi öfkeyle titredi.

“Mia’yı bulalım.”

“Tamam.”

Telefon kapandığında bir an bile tereddüt etmeden düşünebildiğim tek kişi Dante oldu. Aramızdaki en çok acı çeken oydu. Hatta bizim yerimize bile acı çekerdi. Onu düşününce içimdeki öfke, çaresiz bir yangın gibi büyüyordu. Eğer elimde olsaydı, bu oyunu çoktan bitirirdim. Ama bu asla mümkün olmuyordu.

Eskiden sıkça gittiğimiz bağ evine ulaştığımızda adamlarım hızla her yere dağıldı. Mia’nın nerede olabileceğine dair aklımda bir fikir vardı. O, bodrumdan ve karanlıktan her zaman korkardı. Babam, onu cezalandırmak istediğinde hep bodruma kapatırdı. O zamanlar Dante ve benim evde olmadığımız zamanları beklerdi, sonra Mia yapayalnız kalırdı.

Bağ evinin eski, kullanılmayan mahzenine doğru ilerledim. Kapı kilitliydi. Burada olduğundan neredeyse emindim. Adamlarımdan biri öne çıktı, kilidi incelemeye başladı.

“Bu özel bir şifreleme sistemi. Beş dakika içinde kırarım.”

“Daha çabuk ol!”

Kapıya yaklaşıp bağırdım. “Mia!” Bir kez daha vurdum. “Mia!”

İnce, derinlerden gelen bir ses... bir iniltiye karıştı. Bu ses, içimdeki her korkuyu tetikledi. Yaralanmış olabileceğini düşündükçe delirmiş gibiydim.

“İki dakikan var,” dedim, öfkem kontrolsüz bir volkan gibi patlıyordu. “O lanet kapıyı hemen aç!”

Adamlarım telaşla çalıştı. Kapı açılır açılmaz herkesi kenara itip içeri daldım. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra, bir ayağında zincirle Mia’yı köşede buldum. Yaralı değildi. Ama gözlerinde korku, yüzünde açlık ve yorgunluk vardı. Bu kadarı bile benim için yeterdi.

“Abi?” diye fısıldadı.

Yanına çöküp ceketimi çıkararak omuzlarına sardım. “Korkma, bebeğim,” dedim. “Artık yanındayım.”

Adamlarımdan biri zinciri açmak için harekete geçti. Kardeşimin zincirden kurtulmasını izlerken, içimdeki öfkenin Dante’yi bile aşacak kadar büyük olduğunu fark ettim. Zincir kırılır kırılmaz Mia’yı kollarıma aldım. O anda tek bir şey önemliydi: onu güvende tutmak. Kollarımda bayıldığında telaşım da öfkem de arttı.

Arabaya ilerlerken Christian’ı aradım.

“Onu buldum,” dedim. “Hastaneyi hazırlamalarını söyle.”

“Tamam. O nasıl?”

“Bilmiyorum,” diye yanıtladım. “Biraz önce bayıldı.”

“Ben de geliyorum,” dedi. “Orada görüşürüz.”

Telefonu kapattım ve gaza bastım. Yüzümdeki kararlılığı camdan yansıyan silüetimde gördüm. Babamızdan nefret ediyordum. Onun her nefesi, bize miras bıraktığı her şeyden. Ama bir şeyden emindim: bu hikâye burada bitmeyecekti.

Hastaneye vardığımızda bir ekip bizi karşıladı. Mia’yı hemen alıp dikkatlice incelemeye başladılar. Herkes olağanüstü bir titizlikle çalışıyordu; bir yandan muayene ediyor, diğer yandan gerekli olabilecek tüm testleri yapıyorlardı. Onu bırakmak zorunda kalmak içimi acıtsa da, bu onun iyiliği içindi.

Christian yanıma geldiğinde öfkem hâlâ dinmemişti. Sessizce yanımda durdu, hiçbir şey söylemedi. Sanki ne düşündüğümü anlıyormuş gibi bana bir anlığına baktı.

Kısa bir süre sonra doktor yanımıza geldi. “Her şey yolunda görünüyor,” dedi. “Ama Mia’nın geceyi burada geçirmesi gerekiyor.”

Derin bir nefes aldım. Biraz olsun rahatlamıştım. Doktor uzaklaştığında Ares ile göz göze geldik.

“Düzelecek,” dedi kararlı bir şekilde.

“Ne zaman?” diye sordum. Sesimde hâlâ gergin bir titreme vardı.

Christian aslında neden bahsettiğimi bildiği için bir an başını eğdi, sonra tekrar bana baktı.

“Dante’ye mesaj attım. Ulaşmıyor.”

“Dante her zaman kurtulmanın bir yolunu bulur,” dedim.

Christian ile aynı anda buruk bir şekilde gülümsedik. Dante her zaman korkusuz bir savaşçıydı. Çocukken bile. Kaç kez bizi beladan kurtardığını hatırlamıyordum bile. Dante ve Christian aynı yaştayken ben onlardan iki yaş küçüktüm. Ama bu yaşla ilgili değildi, Dante her zaman liderdi.

Bir gün, yine bir kaosun içinden sıyrıldığımızda Dante bana bakmış ve gülmüştü.

“Ben her zaman kurtulmanın bir yolunu bulurum,” demişti. “Sizi de kurtarırım. Korkma Cortez. Ben hep yanınızda olacağım.”

“Ya bir gün kurtulamazsan abi?” diye sormuştum çocuksu bir korkuyla.
Beni kendine çekip sarılmıştı.

“Her durum için bir yedek planım vardır,” demişti. “Benim kim olduğumu asla unutma.”

Şimdi de bir yedek planı vardı, değil mi? Buna inanmak zorundaydım. Christian’ın bakışları bir anlığına uzaklara daldı.

“Onun kurtulacağına inanmak zorundayım,” dedi. “O benim kan kardeşim. Dostum. Eğer o bir yolunu bulamazsa, ben ona yol açarım.”

Dudaklarımdan kaçan tek bir kelime ortamı bir anda buz gibi yaptı: “Yetişebilirsek.”

Ares bana dönüp sert bir ifadeyle konuştu.

“Ona güven, Cortez.”

“Bu güven meselesi değil,” diye karşılık verdim. “Gerçek sorun onun kalbini güçsüz bırakması.”

“Kalbi güçsüz değil,” dedi Christian. “Lucia ortaya çıktığından beri değil.”

“Umarım öyledir,” dedim alçak bir sesle.

Christian aniden ensemi yakaladı ve beni hafifçe sarstı. “Kendine gel, Cortez Corvo,” dedi. “Şu an ailenin lideri sensin. Güçlü olmak zorundasın. Ben de burada olacağım ve seni destekleyeceğim.”

Tam o sırada bir hemşire yanımıza geldi. “Bay Corvo,” dedi. “Bayan Mia uyandı ve sizi görmek istiyor.”

“Ben de girebilir miyim?” diye sordu Christian.

“Elbette, Bay Costelli,” dedi hemşire.

“Hadi gel,” dedim ve birlikte içeri girdik.

Mia’yı gördüğümde yüreğim bir an için hafifledi. Güzel kardeşim zayıf görünüyordu, ama hayattaydı. Ona sarıldım. “İyi misin?” diye sordum.

“İyiyim abi,” dedi. Sonra alçak bir sesle ekledi: “Babam mı yaptı?”

“Başka kim buna cesaret edebilir?” diye yanıtladım.

Christian yaklaşıp Mia’nın saçını nazikçe okşadı. “İyi olacaksın,” dedi yumuşak bir sesle. “Teşekkür ederim, Christian abi,” dedi Mia.

Kapı tıklatıldı ve içeri Andre ile Eliana Sargazzo girdi. Eliana içeri girer girmez Mia’ya koştu ve ona sarıldı.

“Sana bir şey olduğunu sandım, Mimi,” dedi gözleri dolarak.

“İyiyim, Elia,” diye karşılık verdi Mia, sesinde hafif bir rahatlama vardı.

“Geçmiş olsun, Mia,” dedi Andre.

“Teşekkür ederim, Andre abi,” diye yanıtladı Mia.

Andre bizi kenara çekti. “Dante nerede?” diye sordu kısık bir sesle.

“Yerini bilmiyoruz,” dedim.

“Tespit etmeye çalışalım,” dedi kararlı bir şekilde.

Başımı salladım. “Babam onu bulamamamız için ne gerekiyorsa yapmıştır,” dedim.

Andre, Eduardo’nun tehlikesini anlamış gibiydi. “Eduardo sandığımdan daha tehlikeli,” diye yanıtladı.

“Yeni mi anladın?” diye karşılık verdi Christian soğuk bir şekilde.

Andre iç çekip bana döndü. “Eliana’yı ikna edemiyorum, Mia’nın yanında kalmak istiyor.”

“Ben de burada olacağım,” dedim. “Bu gece kalsın. Endişelenme, ikisine de iyi bakarım.”

Hepimiz kız kardeşlerimiz konusunda hassastık. Böyle bir dünyaya doğmuş erkekler olarak, bu kadar endişeli olmamız doğaldı. Ancak bu, ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatıyordu.

Kapı son kez açıldığında içeri Santo ve Mirabelle girdi. Christian Costelli’nin kardeşleri. Santo’nun ciddi ve korumacı havası, Mirabelle’in nazik ve duygusal duruşuyla tezat oluşturuyordu. İkisi de Mia’ya sarıldılar. Mia, onları bir arada gördüğü için yüzünde beliren huzurlu bir gülümsemeyle, kendini güvende hissetmiş gibi görünüyordu.

Eliana kafasını çevirdi, bir anlığına bize baktı. Christian ile göz göze geldiklerinde Christian’ın suratındaki maskesi düştü. Güçlü, soğuk ve acımasız duruşu kayboldu. Gözlerindeki duygular öylesine çıplak bir şekilde ortaya çıkmıştı ki bir anlığına neler olduğunu anlamak istedim. Ancak bu an, Eliana’nın yeniden gözlerini kaçırmasıyla son buldu.

Andre, kardeşine baktı ve sessiz bir işaretle önüne dönmesini söyledi. Eliana, itaatkâr bir şekilde döndü, ama alt dudağını ısırırken gözlerinde belli belirsiz bir isyan parlıyordu. O an, hayatımızdaki bağların ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha anladım. Christian ve Eliana arasında geçen bu sessizlik, yıllar boyu biriken ama asla dile getirilmeyen bir hikâyenin yansıması gibi görünüyordu.

Andre’ye döndüm. “İşlerin varsa git,” dedim. “Eliana’ya da göz kulak olurum.”

Andre bir an tereddüt etti ama sonunda başını salladı. “Sonra görüşürüz,” dedi.

Kardeşinin yanına gitti, onu saçından öptü ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Elia, bakışlarını yere dikti ve başını salladı. Onların arasında geçen bu sessiz anlaşma, kardeşlik bağlarının derinliğini gösteriyordu. Eliana, Santo, Mirabelle ve Mia’ya göre her zaman en sessiz olandı. Çok az konuşur, ama söyledikleri her zaman düşündüğünden fazlasını ifade ederdi.

Andre, Mia’nın yanağına bir öpücük kondurduktan sonra Christian’a başıyla selam verdi ve odadan çıktı. Gidişiyle hava bir nebze daha ağırlaştı.

“Demek Eliana...” dedim, ama Christian beni hemen susturdu. “Sus.”

Bu kadar keskin bir tepki beklemiyordum. Kaşlarımı çattım. “Bu gece kalmak ister misin?” diye sordum.

Christian, yanıt vermeden önce derin bir nefes aldı. “Kardeşlerimi eve bırakmam lazım,” dedi. “Sonra da Dante’nin yerini bulmaları için arama başlatacağım. Şansa bırakmak istemiyorum.”

“Bu işleri buradan da halledebilirsin, Ares,” dedim, onu anladığımı belirtmek istercesine.

Christian’ın bakışları üzerimde gezindi. O da abim gibiydi. İstemediğinde asla konuşmazdı.

“Abimle ne kadar yakın olduğunuzu biliyorum. Aranızdaki dostluk ender bulunan bir şey. Yine de anlatmak istersen dinlerim. Çoğunlukla sinirli bir adam olsam da iyi bir dinleyiciyimdir.” Güldüm ve ekledim. “Aşktan anlarım.”

Christian’ın yüzünde beliren gülümseme hüzünle doluydu. “Bunu anlayamazsın, Cortez. Zaten bu durumu anlamanı da istemem.”

Bu cümlenin altında yatan anlamı kavrayamadan ona baktım. Christian Costelli ve abim Dante, kolay çözülebilecek adamlardan değillerdi. Yanlarında bir rehber kitap en azından bir kılavuzla dolaşmanız gerekirdi.

Christian kardeşlerinin yanına ilerledi. Mirabelle hemen yerinden kalkıp onun beline sarıldı. Christian, Mirabelle’in alnına hafif bir öpücük kondururken bakışları kısa bir an Elia’ya kaydı. O anda içinde kopan fırtınayı neredeyse görebiliyordum, ama kendini hemen toparladı ve bakışlarını başka bir yöne çevirdi.

Onlar sohbet ederken, Christian’ı uzaktan izledim. Bazı hikâyeler karmaşayı beraberinde getirirdi. Özellikle de aşk hikâyeleri. Sanırım bu da öyleydi. O sırada telefonuma gelen mesajla irkildim. Ekrandaki kelimeleri okurken ellerim istemsizce sıkıldı.

“Abini bulmak ister miydin, Cortez?”

Yanıt yazmakta tereddüt etmedim. “O nerede?”

Bir süre bekledim. Yeni bir mesaj daha gelmedi. Sakin kalmaya çalıştım ama sabrımın sınırında olduğumu hissediyordum. IT ekibimiz mesajın kaynağını bulmak için çoktan çalışmaya başlamıştı, ama görünürde hiçbir şey yoktu.

Yer yarılmıştı ve sanki abim yeryüzünden bile silinmişti.

O gece odada sessiz bir savaş verdim. Eliana kanepede, Mia ise yatakta derin bir uykudaydı. Ama gözlerim sürekli bilgisayar ve telefon ekranı arasında geziniyor, ihtimalleri tartıyordu. İmkânsızın içinde bile bir imkân vardı. Olmalıydı. Ama babam söz konusu olduğunda, bunun yanıtı neydi?

Lucia

O gece rüyamdan sıçrayarak uyandım. Dante’yi görmüştüm. Ama bu bir kabus gibiydi. Ona doğru koşuyor, yetişmeye çalışıyordum. Her defasında biraz daha uzaklaşıyor, ben yaklaştıkça kayboluyordu. En son elimde siyah bir gül tutuyordum. O anda uyandım.

Saat henüz beşti. Evde derin bir sessizlik hakimdi. Yeniden uyuyamayacağımı biliyordum. Kalktım, pijamalarımın üzerine bir mont geçirip akademideki odama döndüm. Spor kıyafetlerimi giydim ve kendimi dışarı attım. Koşuya çıktığımda Ivy peşimdeydi, ama umursamadım. Hava henüz aydınlanmamıştı. Yolların sessizliği, içimdeki fırtınayı bastırmaya yetmiyordu. Evin önüne geldiğimde dinlenmek için içeri girdim.

Pedro tam karşımdaydı.

“Lucia, burada ne işin var? Hem de bu saatte.”

“Uyuyamadım,” dedim basitçe.

Gözlerimden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Yaklaştı ve yüzüme dikkatle baktı.

“Ağladın mı?”

Gözlerim saklayamayacağım kadar kötüydü.

“Kendime çay yapmıştım,” dedi. “İçer misin?”

“Olur.”

Sessizce karşılıklı oturduk. Pedro, yanında sessizce oturabileceğiniz biriydi. Onunla konuşmadan da anlaşabiliyordunuz. İnsanları en çok sustukları yerlerden tanırdınız. Ben artık bazı insanlar için kolay anlaşılır hale gelmiştim.

Pedro, uzun bir sessizliğin ardından konuştu. “Lucas gitmiş.”

Başımı salladım. Sessizliğin içinde o ismi duymak beni sarsmıştı.

“İsmi Dante’ymiş,” dedim.

Pedro, söylediklerimin tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu. Peki ben biliyor muydum? Elime uzandı ve nazikçe tuttu. Bu kez elimi çekmedim. Onun şefkati, kırılmış ruhuma iyi geliyordu.

“Ona aşık olduğunun farkındayım,” dedi. “Ama şu an yapman gereken içine kapanmak ve dersleri aksatmak değil, Lucia.”

Haklıydı. Farkındaydım. Ama elimde değildi.

“Pazartesi derse gel,” dedi kararlı bir sesle. “Sonra ek derslere de başlayalım. Kafan dağılır, en çok da kalbin sakinleşir.”

“Pedro, biz…”

“Bana aşık olmayacağının farkındayım,” dedi sözümü keserek. “Ama arkadaş kalabiliriz. İzin ver, elini tutup sana destek olayım.”

Gözlerim dolmuştu. “Pedro, canım çok acıyor,” dedim. “Şu an derse dönemem.”

İç çekti. “Geçecek, Lucia,” dedi. “Ben bu hayatta şunu anladım ki bazı hikayeler sadece yaşanmak için var. Anlamını, acılarının sebebini bulamasan da yaşanıyor. Geçiyor ve bazen bitmiyor. Bazen de can yakarak sürüyor. Ama ilk aşklar belki de yaşanmak için değildir.”

Sözleri, içimde bir şeyleri harekete geçirmişti. Sessizce dinledim.

“İlk aşklar,” diye devam etti Pedro, “belki de sevmeyi öğrenmek içindir. Bir daha kimseyi böyle sevmeyeceksin diye bir kural da yoktur. Ama ilk olduğu için her şey yoğun ve özeldir. Ne yazık ki çoğunlukla bitmek zorundadır. Şu an, kalbinin kırık olması da normal. Bu, iyileşme sürecinin bir parçası. Fiziksel bir kırık gibi… Acı hissedersin. Ama bu acı, iyileştiğinin göstergesidir.”

Hüzünlü bir şekilde gülümsedim. Pedro, çayından bir yudum alırken beni dikkatle izliyordu.

“Aşk karşısında çaresiz olsak da aşılmayacak hiçbir sorun yok,” dedi. “Bir tek kalbe söz geçmiyor. Çünkü kalbin anladığı dil ile mantığın konuştuğu dil birbirinden farklı. Aynı olsaydı bu kadar acı çekmezdik.”

Elini usulca çekti ve bakışlarını yere indirdi.

“Sen bunu atlatacak kadar güçlüsün.”

“Peki ya sen?” diye sordum.

“Uğraşıyorum,” dedi. “Bu dünyada asla olmayacak şeyleri fazlasıyla deneyimledim, kanarya. İmkânsız durumlar var. Bazen kabullenmek gerekiyor.”

“Peki, aşk için savaşmak?”

“Karşındaki buna değerse ve o da seni seviyorsa, savaşmak gerekir.”

Bir süre daha sessizce oturduk. Pedro’nun söyledikleri, ruhuma iyi gelmişti. Çayımı bitirdiğimde ayağa kalktım.

“Pazartesi seni okulda görecek miyim?” diye sordu.

“Sanırım, Pedro.”

“O zaman görüşürüz, kanarya.”

“Görüşürüz.”

Dışarı çıktığımda hava aydınlanmıştı. Soğuk sabah havası yanaklarımı yakıyordu ama bu his beni canlı tutuyordu. Odama dönüp duş aldım. Kendimi toparlamış hissediyordum. Belki de her yeni gün, içimdeki kaosa rağmen bir adım daha ileriye gitmek için bir fırsattı. Danışmanlar binasına gittim. Carlo ve Chloe için kahvaltılık bir şeyler almak üzere sipariş verdim. Sıranın sonunda Esther’le göz göze geldim.

“Merhaba, Lucia,” dedi soğuk ama nazik bir tonda.

“Merhaba efendim,” diye yanıtladım.

“Nasılsın?”

“Teşekkür ederim, siz?”

“Teşekkürler.”

Kahvaltıyı aldıktan sonra hızlıca oradan uzaklaşmak istedim. Esther’in varlığı hep bir huzursuzluk veriyordu.

Uzaklaşırken arkamdan seslendi.

“Pedro ile ileri seviye derslerin nasıl gidiyor?”

“İyi,” diye yanıtladım kısaca.

Yüzündeki sırıtış tedirgin ediciydi. “O zaman size iyi çalışmalar diliyorum, Lucia.”

Sesi bir tehdit gibi kulağımda yankılanırken saçlarını savurup bir masaya oturdu. Bu konuşmanın tuhaflığı ruhumu daraltmıştı, ama kendimi toparlayarak Chloe’nin dairesine çıktım.

Chloe ve Carlo beni elimde yiyecek ve kahvelerle görünce hem şaşırdılar hem de sevindiler. Kahvaltıdan sonra onlara derslere geri dönmek istediğimi söyledim. Bu haber, düzeleceğime olan inançlarını artırmıştı. Ama Chloe’nin tüm ısrarlarına rağmen doğum günümü kutlamadım. Bir vedanın ardından kaç yaşında olduğunuzun hiçbir önemi kalmazdı. Gidişler, her yaşta aynı keskinlikle can yakıyordu.

Sonraki altı ay boyunca kendimi derslere verdim. Pedro ile ek derslerimizi sürdürdük. O, gelişimimden oldukça memnundu. Bu süreçte Adrian ve Carlo hayatıma daha fazla dahil oldu. Adrian’ın kalbi güzeldi, ama herkesi içine sığdıracak kadar büyük değildi. Yine de benim için özel bir yer açmıştı. Arkadaşlığı, son zamanlarda bana en çok iyi gelen şeydi.

Adrian’ın da hikayesinde bir kırık kalp vardı. Bir gün nasıl olsa konuşuruz diye düşündüğümden sormamıştım. Ama beni ve acılarımı, özellikle Dante’ye olan aşkımı anlıyordu. Onun varlığı, içimde güçlenen ve özgürleşen bir Lucia olmama yardım ediyordu.

Peki özlem? Aşk? Geçmiyordu.

Onu çok özlüyordum. İçimdeki yaranın adı Dante’ydi. Hala kanıyordu. Sevgililer Günü geldiğinde, Chloe dördümüz için özel bir yemek hazırlamak istedi. Yemek harikaydı. Ardından birlikte film izlemek için salona geçtik. Minderlere oturduk ve ekran açıldığında filmin ismini gördüm: Not Defteri.

Kalbime bir hançer saplanmış gibi hissettim. Dante ile izlediğim ilk filmdi. Kimseye belli etmeden izlemeye devam ettim. Adrian’la ara ara göz göze geldiğimizde bakışlarında bir anlayış vardı. Film bittikten sonra Adrian beni akademiye bırakmayı teklif etti. Onunla yürürken derin bir nefes aldım.

“Artık rol yapmak zorunda değilsin,” dedi sakin bir şekilde. “Dante’yi hatırlattı, değil mi?”

“Evet,” dedim sessizce. “Birlikte izlediğimiz ilk filmdi.” İç çektim. “Adrian, onu çok özledim.”

Elimi tuttu ve sıkıca kavradı. “Farkındayım, Lucia. Gerçekten üzgünüm. Elimde olsa onu senin için bulur getirirdim.”

Adrian tam olarak böyle bir dosttu; sözleri içtendi ve bunu yapağından emindim.

“Peki sen?” diye sordum.

“Ben ne?”

“Kalbindeki kim?”

Bir an duraksadı. Yutkundu. Sanki bu soruyu yanıtlarken bir sır açığa çıkacakmış gibi.

“Adı Mia,” dedi sonunda.1

“Çok güzel bir isimmiş.”

“Kendisi de öyle.”

“Bir gün… belki anlatırsın,” dedim gülümseyerek.

“Olur.”

Akademiye ulaştığımızda asansöre bindik. Odama geldiğimde yanağından öpüp ona teşekkür ettim. Kapıyı kapatıp içeri girdiğimde odamdaki yatağın üzerinde iki küçük siyah tüy buldum. Kalbim sıkıştı. Yine neler oluyordu?

 

Bölüm : 19.09.2024 11:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...