OY VE YORUMLARINIZLA DESTEK OLURSANIZ SEVİNİRİM.
INSTAGRAM, TİKTOK VE YOUTUBE'DAN TAKİP ETMEK İSTERSENİZ; @MİSTYVİBE3
DAHA FAZLA KARAKTER TANITIMI VİDEOSU İÇİN INSTAGRAM VE TİKTOK;
“Senin için yaşarım, kendimi kaybetmemek için savaşırım, bizim için her şeyi göze alırım… Sonsuza dek.” — Isabelle Rose Moretti
Uyandığımda, Luca yanımda yoktu. Kalbimde beliren ani sıkıntıyla yatakta doğruldum. Odanın içi sessizdi, ama açık balkon kapısından hafif bir esinti geliyordu. Ayağa kalktım, çıplak ayaklarım soğuk zemine değdi. Balkonun köşesinde, kahvesini tutan adamı gördüm.
Çoktan giyinmişti. Geniş omuzları, kusursuz duruşu... Sırtı bana dönüktü, ama yaklaştığımı hissetmiş olmalı ki başını hafifçe çevirip gözlerini bana dikti. Bakışları üzerimde gezindi, saten geceliğimin bedenime tam oturduğunu fark edince içimde bir sıcaklık yayıldı. Telaşla üzerimi düzeltmeye çalıştım ama nafileydi. Elindeki fincanı masaya bıraktı. O an, onun yorgun gözlerini gördüm.
Bütün tereddütlerim silindi. Yanına ilerledim, parmak uçlarımın üzerinde yükselip yüzünü ellerimin arasına aldım. Parmaklarımın altında hissettiğim o güçlü çenesi, gergin hatları...
Luca gözlerini kapattı, başını ellerime yasladı. O sert adamın, kimseye göstermediği savunmasız yanı gözlerimin önündeydi. Beni kendine çekip bir anda döndürdü, sırtımı taş korkuluğa yasladı.
Sesi boğuktu, yorgundu… ve içinde bir şey vardı. Çözemedim. Ta ki boynuma eğilip beni koklayana kadar. Dudakları tenime değdiğinde, bu dokunuşun içinde bir acele, bir telaş hissettim. Sahiplenici değil… hayır, bundan farklıydı. Sanki zaman ellerimizden kayıp gidiyordu ve biz ona yetişemiyorduk.
Öpmeye devam etti. Önce boynum, sonra çenemin kenarı… ve nihayet dudaklarım.
Yanıt vermedi. Konuşmayacaktı. Ama gözleri… Onlarda ilk kez karanlık ya da öfke değil, korku hakimdi. Bir şeylerden kaçıyordu. Ama ben hâlâ onun oluşturduğu o duvarın ardındaydım, onun kalbine girmeme izin verilmemiş bir halde bekliyordum.
Ama Luca sözlerle değil, dokunuşlarıyla anlatıyordu. Dudakları dudaklarıma bir kez kapandığında sert, talepkâr ve umarsızdı. Onun ihtiyacı olan her neyse, vermeye hazırdım. Eli belimden kalçama indiğinde içimde hem bir ürperti hem de kontrolsüz bir duygu belirdi.
İsmimi dudaklarıma fısıldadı. Ona daha da yaklaştım.
Sesi, bir yemin gibi çıkmıştı. Gözleri benden bir şey bekliyordu. İlk kez bir şey söylemem gerektiğini hissettim. O derin, içimde saklı kalan gerçeği… Çünkü Luca acı çekiyordu. Ben, o acıyı görmezden gelemedim.
Kelime, dudaklarımdan kaçtı. Ama pişman olmadım. Çünkü doğruydu.
Boğazından hırıltılı bir ses çıktığında ayaklarım yerden kesildi. Luca beni kucağına aldığında panik göğsümden boğazıma doğru tırmanan bir alev gibi içimi sardı. Beni yatağa yatırırken nefesim düzensizleşti, heyecan ve korku bedenimi ele geçirdi. Üzerime geldiğinde, yüzüme doğru eğildiğinde başımı yana çevirdim. Yanaklarımın yandığını hissediyordum. Yanan sadece yüzüm değil, tüm bedenimdi.
Tüm vücudum titrerken, o kulağıma eğildi. Nefesi tenime çarptığında düşünme yetimi kaybettim.
Dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım. Bir kez daha yapamazdım. Kalbim ona ait olduğunu kabul etse de anın ağırlığında sarf ettiğim o tek kelimeye geri dönemezdim. Suskunluğuma sığındım. Kendi içime çekildim ve gözlerimi kapattım.
Sesindeki çekicilik, içimdeki tüm savunmaları sarsıyordu. Hiçbir ses böyle etkilememişti beni. Hiçbir koku. Hiçbir adam… Luca kalbimi çalmıştı. Ama ben… onun kalbimi incitmeyeceğinden emin değildim.
Tek eliyle çenemi kavradı, yüzümü ona çevirdi. “Gözlerini aç, Principessa.”
Bana böyle demesi yalnızca hoşuma gitmiyordu; kalbimi ele geçiriyor, onu dizginlenemez bir şekilde Luca’ya doğru sürüklüyordu. Kalbimin nasıl hızlandığını fark ettiğinde, sesini biraz daha yumuşattı.
“Principessa… o güzel gözlerine bakmak istiyorum.”
Gözlerimi açtım. O bakışlar… Beni içine çeken, geri dönüşü olmayan bir girdap gibiydi. Elimde olmadan yeniden ona doğru çekildim. Kendimi korumaya çalışan yanım bile bu girdaba direnemedi. Ama bir tedirginlik vardı içimde.
“Şimdi cümleni tamamlayacak mısın, Belle?”
Beklentisini görebiliyordum. Daha fazlasına ihtiyacı vardı. Bunu biliyordum. Ama ben… Eğer kalbimi tamamen ona açarsam, daha doğrusu onun çoktan hissettiği şeyleri sesli dile getirirsem… Geri dönüşü olmazdı. O bana henüz net bir şey söylememişken, ben nasıl söyleyebilirdim? Başımı olumsuz anlamda salladım. Gözlerindeki sabırsız öfke anında yüz hatlarına yayıldı.
“Benimsin, Belle. Bunu unutmasan iyi edersin.”
Üzerimden kalktığında öfkeliydi. Ceketini alırken de, odadan çıkarken de… Ve tek bir kelime daha etmeden, beni ardında bırakırken de…
Luca gittiğinde sadece doğruldum, ama yerimden kalkamadım. Bir süre öylece, boşluğa bakarak oturdum. Önceden ondan ve bu evlilikten korkuyordum. Şimdi ise… korkum şekil değiştirmişti.
Ben, Luca De Santis’e tamamen teslim olmaktan korkuyordum.
Kalbim çoktan ona aitti, ama her şeyimle onun olmaktan… ve onun asla tamamen benim olmamasından korkuyordum. Çünkü Luca gibi adamların sadakati, yalnızca onurları ve görevlerine olurdu. Bir kadını her şeyin önüne koymazlardı. Beni asla kendi savaşlarının önüne koymazdı. O yüzden bana gerçekten teslim olmaz, kalbini bana vermezdi.
Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmadan önce ağladığımı fark etmemiştim. Bu kadar canımın yandığını da… Luca De Santis… asla benim olmayacaktı. Ve ben bugün her şeyimi kaybetmiştim.
O, kalbimi çalan tek kişiydi. Bense… sadece onun için belki güzel bir yüz, bir sorumluluk, bir zafer sonucu elde edilen bir ganimettim. Başka türlü düşünme şansım yoktu. Luca şimdiye kadar bana nazik ve ilgili davranmıştı, ama bunun bir anlamı olmak zorunda değildi. Bunun sevgiden başka onlarca sebebi olabilirdi. Hatta öyle olmalıydı.
Telefonum çaldığında ekrana baktım. Annem. Derin bir nefes aldım, gözyaşlarımı hızla sildim ve telefonu açtım.
“İyiyim anne, siz nasılsınız?”
“Biz de iyiyiz canım.” Bir an duraksadı. “Isabelle, düğün hakkında…”
Anlamazdı. O asla ses tonumdan bir şey anlamazdı. Çocukluğumdan beri ondan her şeyi saklamayı öğrenmiştim. Ama Elena, babam ya da Mario beni şimdi duyuyor olsaydı… sorgulamaya başlamışlardı bile.
“… gelinliğini oradan alacaksınız, doğru mu?”
“Anladım canım.” Sesinden işlerin ilerlediğini anlamıştım. “Geri kalan her şeyi Luca’nın annesi ve organizatörle halletmeye çalışıyoruz, ama senin fikrin de önemli. Bu haftanın kalanında mesajlarıma ya da aramalarıma hemen dön, olur mu?”
Gözlerimi kapattım. Boğazıma bir şey düğümlendi.
“Ben de anne.” Bir an duraksadım. “Elena orada mı?”
Başımı eğdim. “Hafta içi olduğunu unutmuşum.”
“Tamam, canım. Sonra görüşürüz.”
Telefonu kapatır kapatmaz doğruca duşa girdim. Ilık su, tenime işlerken içimdeki yangını söndürebilir miydi bilmiyordum. Ama en azından nefes alabilmemi sağladı. Duştan çıktığımda koyu yeşil yazlık elbisemi giydim. Biraz cüretkardı belki. İnce askıları omuzlarımı ve sırtımı cesurca açıkta bırakıyordu. Etek kısmıysa, yürüdükçe bacağımı epey açığa çıkaracak kadar tehlikeliydi.
Ayağıma kalın topuklu sandaletlerimi geçirdim. Saçlarımı topladım, hafif bir makyaj yaptım ve son dokunuş olarak parfümümü sıktım. Kendimi zırhlıyordum. Kendi duvarımı yükseltiyordum.
Aşağı indiğimde herkes kahvaltı masasındaydı. Luigi ile göz göze geldiğimde mideme bir yumruk yemiş gibi hissettim. İçimde yükselen utançla başımı eğdim. Masaya yaklaşırken bakışlarım istemsizce Luca’ya kaydı. Gergindi. Çok gergindi.
Dudakları tek bir çizgiye dönüşmüştü. Bakışları üzerimde, özellikle dekoltenin açıkta bıraktığı yerlerde, fazlasıyla uzun kaldı. Yumruğunu dudaklarına bastırdı, sonra bakışlarını kahve fincanına dikti.
Mario, ben geldiğimde zarif bir hareketle ayağa kalktı ve yanındaki sandalyeyi çekerek oturmama yardım etti. Teşekkür etmek için ona bakarken, gözlerim bir kez daha Luigi’yi buldu.
Kelimeler, bazen düşmanınız olabilirdi. Özellikle suçlu hissettiğinizde. Bu aşk için de geçerliydi.
Luigi, başını hafifçe yana eğdi.
Sorundu. Bunu ikimiz de biliyorduk. Masaya sessizlik çöktü. Havadaki gerginliği içime çekerken kimse fark etmeden derin bir nefes aldım.
“Sizi uyarmalıydım.” Sesim, neredeyse bir fısıltı kadar hafifti. “Hepinizi. Özür dilerim, Luigi.”
Masada bir hareketlilik oldu. Mario, masanın altında elimi yakaladı ve nazikçe sıktı. Yanımda olduğunu hissettirdi. Başımı kaldırdığımda, önce Mario’nun sıcak ve içten bakışlarıyla karşılaştım. Sonra Andreas’ın hayranlık dolu gözleriyle. Stefano’nun sorgulayan, keskin bakışlarıyla. En son… Luigi’nin hüzünlü ama samimi bakışlarıyla.
“Milan…” Duraksadım. “Onun dün gece bir şey yapacağını tahmin etmiştim ama size söylemedim.”
Luigi’nin yüzü kasıldı. “Nereden biliyordun?”
Mario ile aramızda sessiz bir bakışma oldu. Sonra gözlerimi tekrar diğerlerine çevirdim.
“Çenesindeki yara izi…” dedim yavaşça. “Ona ne zaman dokunsa, karşısındakini mahveder.”
Sessizlik oldu. Sonra Stefano bu sessizliği bozdu. “Onu iyi tanıyorsun.”
İçlerinden Luca’ya en çok benzeyen oydu. Bakışlarımı kaçırdım, fısıldadım. “Evet. Onu sandığınızdan daha iyi tanıyorum.”
İçimde bir şey acıdı. Kalbimde bir yer sızladı.
“Çünkü bu hayatta iki kişiyi asla unutmazsınız.” Sesim, bıçak kadar keskin çıktı. “Yaranız olanı ve sizi yaralayanı.”
Luca, hırçın bir tavırla yerinden kalktı. Ağır adımları giderek uzaklaşırken, birkaç saniye sonra duyulan sert bir kapı sesi irkilmeme neden oldu. O kapıyı çarpmamıştı… Neredeyse kırmıştı.
Stefano ve Andreas aynı anda ayağa fırladı. Ama Stefano, tek bir el hareketiyle Andreas’ı durdurdu. “Ben hallederim.”
Matteo başından beri sessizdi. O ana kadar hiçbir şey söylememiş, yalnızca önüne bakarak beklemişti. Stefano yanımızdan ayrılır ayrılmaz, nihayet konuştu. Ve kelimelerinin tek hedefi bendim.
“Luca’yı zapt etmemizi istiyorsan Rose, bir daha Milan’a ne kadar yakın olduğunla ilgili cümleler kurma.” Gözleri yüzümü tararken, iç çekti. “Yoksa… onu ben bile durduramam.”
İçimde bir şey sarsıldı. “Niyetim…” diye başladım ama Matteo, sözümü kesti.
“Seni tanımaya başladım.” Gözlerini benden ayırmadan devam etti. “Söylemek istediklerini de anlayabiliyorum. Ama Luca senin için…”
Konuşmasını tamamlamadı. Bunun yerine, gözleri bir anlığına Andreas’a takıldı. Andreas gergin bir şekilde bakışlarını kaçırdı. Matteo’nun sesi tekrar duyulduğunda, kelimeleri çok daha temkinliydi.
“O böyle konularda fazla hassastır. Kabullenemeyeceği şeyler vardır. Onu zorlama. Özellikle de şu sıralar… evlilik öncesinde.”
Başımı çevirdim. Sadece ellerime bakarak bir süre sessiz kaldım. Duymak istediğim şey bu değildi. Burada, neredeyse ilk kez gerçek bir tatil yapıyorken hissetmek istediğim şey de bu değildi. Milan… yine en güzel anımı mahvetmeyi başarmıştı. Masada daha fazla kalmaya dayanamadım. Ayağa kalktım.
“Nereye, Rose?” Mario’nun sesi, yumuşak ama meraklıydı. Ona döndüm.
“Odamda biraz çalışacağım, Mario.”
O, yüzümdeki hüznü görebilen ender insanlardan biriydi. Kalbimin kırıldığını da. Bu yüzden, hiç düşünmeden konuştu.
“Peki, sonra seni Warner Bros. Stüdyo turuna götürürüm. Sonra da Universal Studios’a. Ne dersin? Hollywood Bulvarı’nı da unutmayalım. Elena bir sürü fotoğraf isteyecektir.”
Elena ile izlediğimiz filmlerin çekildiği yerleri görmek… Düşüncesi bile içimi ısıttı. Tam gülümsüyordum ki, arkamdan gelen o sesle donakaldım.
“Bugün hiçbir yere çıkamazsınız.”
Mario gözlerimi kısmıştı. “Neden, Luca?”
Luca ve Stefano, masaya geri dönmüştü. Yerlerine soğukkanlı bir şekilde otururken Mario’yu yanıtladı.
“Milan hâlâ bu şehirde,” dedi Luca, buz gibi bir sesle. “Ve düğün için Isabelle’in bir gelinliğe ihtiyacı var.” Sonra, en son söylediği cümleyi bir anda mahvetti. “Ayrıca… canım öyle istiyor, Mario. Beni daha fazla germe.”
Bakışlarımız birbirine kilitlendi.
Luca, kendini iyi saklıyordu. Ama ben onu görüyordum. Söylediklerinin gerisinde kalan anlamı biliyordum. O efsanelerde anlatılan acımasız, vahşi adamlardan biriydi. Ama insanlar gibi canavarlar da farklıydı. Milan başka bir şeydi. O düzensiz bir kaostu. Düşünmeden hareket eden, ardında yıkım bırakan bir fırtına…
Luca ise bambaşka bir şeydi. O, hesaplanmış bir tehlikeydi. Kalbimi teslim ettiğim tek kişiydi. Bana ait gibiydi… ama değildi.
Şimdiki tavrı, kalbimi parçaladı. Görmezden gelemiyordum işte. Çünkü beni cezalandırıyordu. Bana olan öfkesi, beni görmezden gelişi… Bunların çoğunu hak etmediğimi düşünüyordum. Yalnız bir şey daha vardı. Kanıtlayamasam da oradaydı. Korkuları… Bu değişimi açıklayan en önemli şey buydu.
İki arada, bir derede kalmıştım. Sonra gururum karşıma dikildi. Mantığımla el eleydi. Ben, yalnızca sustum. Düşünmeden gurur ve mantığımın peşine takıldım. Kendimi daha fazla küçültemezdim. Arkamı döndüm, tam adımımı atacaktım ki, o sesiyle beni durdurdu.
Başımı çevirdim. Gözlerimi onun koyu, keskin bakışlarına kilitledim.
Ses tonum sertti, isyankardı. Başka hiçbir şey söylemeden merdivenlere yöneldim. Odaya girer girmez derin bir nefes aldım ama kalbim deli gibi çarpıyordu.
Luca… O, içimdeki asi tarafı da en derin duygularımı da aynı kolaylıkla açığa çıkarabilen tek kişiydi. Ve ona karşı hissettiklerim yüzünden kendime öfkeliydim. Bana tüm bunları hissettirebildiği için ona kızgındım.
Kafamı toparlamak en önemlisi düşüncelerde boğulmamak için hızla çantama yöneldim. İş bilgisayarımı çıkarıp açtım. Bugün, Luca için özel olarak tasarladığım parfüm serisinin şişe tasarımları mailime ulaşacaktı.
Tasarımcım Edith, Londra’da yaşayan ve sezgileri kuvvetli, olağanüstü bir sanatçıydı. Her zaman ondan istediğim şeylerin fazlasını görüp yorumlayabilirdi. Daniel için hazırladığım parfüm serisini derin, hüzünlü ve zamana esir bir yas tasarımına dönüştürmeyi başarmıştı.
Luca’nın parfümü bambaşka olmalıydı.
Luca’dan aldığım notalar misk ve sedir ağacını baskın kılıyordu. Ama onu düşündüğümde, bu koku bana eksik gelmişti. Luca’yı anlatan başka notalar vardı. Daha tutkulu, daha büyüleyici…
Ben içgüdülerimi dinleyerek tasarımı yeniden kurguladım.
Üst nota: Maninka meyvesi… Onun kadar çekici ve tutkulu.
Orta nota: Buğday özü… Onun kadar güçlü ve güven verici.
Alt nota: Siyah vanilya… Bakışlarının karanlık derinliği gibi, karşı konulamaz bir çekim.
Kadın parfümünü ise, onu tamamlayacak şekilde tasarlamıştım. Üç nota… Üç güçlü duygu…
Üst nota: Portakal çiçeği… Saf bir zarafet.
Orta nota: Gül, iris… Cazibenin ve baş döndürücü tutkunun simgesi.
Alt nota: Paçuli… Duygular gibi karmaşık, ama unutulmaz.
Ve bu seriye, bizim adımızı taşıyan bir isim verdim.
Beloved kelimesinden türetmiştim. Beloved… Sevilen, sevgili anlamına geliyordu… Ama bizim için daha da özel bir anlamı vardı. B ve L. Belle ve Luca.
Romantik yanım, bu işarete inanmıştı. Çünkü ben Luca’nın Belle’ydim. Ve Luca… o benim kaderimdi. Belki de yanılmıştım. Derin bir nefes aldım, ama acı göğsümde giderek yoğunlaşıyordu. Acının en kötü yanı buydu. Kendini asla unutturmazdı.
Derin bir nefes daha aldım. Yetmiyordu. Çünkü nefesimi kesen biri vardı. Her anlamda.
Mail kutumu açtım ve tasarım, tüm eşsizliğiyle karşıma çıktı. Mavi ve pembe tonlarının zarif bir uyum içinde dans ettiği şişeler… Şişe kapağındaki sonsuzluk işareti onu ilk gördüğüm tarihi belirtmek için 8 şeklinde yazılırken, alt kısmında dört yapraklı yoncayı andıran, altın yapraklarla çevrili bir detay yer alıyordu. Şans ve aşkın bir araya geldiği, zamansız bir tasarım.
Bu kez nefesim heyecan ve mutluluktan kesildi. Derin bir soluk alıp saate baktım. Orada akşam altıydı. Bu saatlerde aramamın sakıncası yoktu. Arama tuşuna bastım. Tatlı sesi neredeyse beni anında yankılandı.
“Ben de iyiyim. Mailimi aldın mı?”
“Evet, onun için aradım. Edith… harika olmuş. Düşündüğümden de iyisini tasarlamışsın. Yine.”
“Beğenmene çok sevindim. Aklıma gelen tek şey aşk oldu. Aşkın sıcaklığı ve aynı zamanda yakıcılığı. Bir de senin zarafetine uygun, zamansız bir tasarım olmalıydı. Sonuç bu.”
Her zamanki gibi… Ondan isteneni değil, fazlasını görmüştü. Bir an duraksadım. Sonra, kelimeler dudaklarımdan döküldü.
“Bu arada… evleniyorum Edith.”
Cümlem havada asılı kaldı. Edith beni ve hayatımın derinliklerine tam anlamıyla hakim değildi. Buna rağmen dilinin ucuna gelen soruların farkındaydım.
Büyülenmiş gibi bir nida duyuldu telefonun diğer ucunda.
Evet… Ama ona söyleyemedim. Onun içimde kopardığı fırtınaları, yakıp geçtiğini, talan ettiğini, kalbimi kırma potansiyeline sahip olduğunu ve hatta bunu çoktan yaptığını anlatamadım.
Edith’in sesi yeniden yükseldi. “Peki, bu şaheserler ne zaman üretime geçecek?”
“Aslında ilk seri en hızlı şekilde hazırlanacak. 14 Şubat’ta piyasaya sürülmesi gerekiyor.”
“Harikasın! Zamanlama tam da parfümün ruhuna ve sloganına uygun olacak.”
Parfümün kalbe dokunan bir sloganı vardı: Senin İçin, Benim İçin, Bizim İçin… Sonsuza Dek.
Edith gülümsediğini hissettiğim bir ses tonuyla konuştu. “Benim şimdi çıkmam gerek, arkadaşlarımla yemeğe gidiyoruz. Eğer tasarım veya süreçle ilgili bir şeye ihtiyacın olursa, bana söylemen yeterli.”
“Teşekkür ederim, Edith. Keyifli bir akşam geçirmeni dilerim. Sonra görüşürüz.”
“Teşekkürler tatlım, sana da güzel bir gün dilerim. Sonra görüşürüz.”
Telefonu kapattım ve düşüncelerimin sessizlikte yankılanmasına izin verdim. Tasarımı bir kez daha gözden geçirdim. Şişenin hatlarını, ışığın üzerinde kayışını, dokusunun verebileceği hissi... Her detayın kusursuz olması gerekiyordu. Öyleydi. Bu benim markam, benim imzamdı.
Dosyaları toparladıktan sonra, üretim ve koku formülasyonunu üstlenen firmaya tasarım dosyalarını gönderdim. Süreç, mail trafiğiyle devam etti. Saatlerce süren yazışmalar, ufak revizeler, son dakika değişiklikleri... Ama her şey, her zahmet buna değecekti. Koku piramidini incelerken notalar arasındaki geçişleri daha net belirledik. İlk sıkıldığında hissedilecek üst notalar, zamanla açığa çıkan kalp notaları ve tenle bütünleşen baz notalar... Onlara tam olarak ne istediğimi son kez anlattım. Parfüm, sadece bir koku değil, bir hikâyeydi ve o hikâyeyi en doğru şekilde anlatmalıydı.
Sonunda tarihleri netleştirdik. 14 Şubat… Mükemmel zamanlama. Romantizmin ve tutkunun simgesi olan bir gün. Her şey hazır olduğunda, sosyal medya ekibiyle online bir toplantıya girdim. Tanıtım kampanyasını, görselleri, sloganları, lansman etkinliklerini konuştuk. Bu sadece bir lansman değildi, yeni bir hissin doğuşuydu. Parfüm şişesinin tasarımını en son Mario’ya da gönderdim, onun onayından da geçmesi gerekiyordu.
Gözüm saate takıldı. Beş saattir aralıksız çalışıyordum. O an, vücudumun açlığa verdiği tepkiyi fark ettim. Çalışmaya devam etmeden önce bir şeyler yemeliydim. Derin bir nefes alıp bilgisayarımı kapattım. Bugün epey iş halletmiştim ama önümde hâlâ yapılacaklar vardı. Kısa bir mola verip yemek yedikten sonra devam edecektim.
Odadan çıkıp merdivenlere yöneldiğimde, evin içindeki derin sessizlik üzerime çöktü. Normalde Mario ya da Luca çoktan yanıma uğramış olurdu. Ama bu sefer kimse yoktu. Garipti. Hem şaşırtıcı hem de içimde tanımlayamadığım bir huzursuzluğu tetikleyen bir sessizlik… Merakla aşağı indim.
Salona vardığımda kimsenin olmadığını gördüm. Sonra havuza açılan kapının ötesinde, Luca ve arkadaşlarının hararetle konuştuğunu fark ettim. Bir şey tartışıyor gibilerdi. Önemli bir şey. Hareketlerinden gerginlik akıyordu.
Arkamda gelen bir ses duyduğumda kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Aniden irkildim.
“Uzun süredir odadan çıkmadın.”
Gözlerimi kırpıştırarak döndüm. Mario’ydu. “Beni korkuttun.”
Gözleri hafif bir özürle yumuşadı. “Özür dilerim, Rose. İyi misin?”
Ona gün boyu yaptığım işlerden bahsettim. Süreç, planlamalar, parfüm serisinin lansmanı… İş konuşmak, zihnimi sakinleştiriyordu.
“Tasarımı senin mailine de gönderdim.”
“Birazdan bakarım.” dedi, sesi her zamanki gibi sakindi. Ama içimdeki huzursuzluk geçmiyordu.
Karnımın boş olduğunu hatırladığımda iç çektim. “Çok acıktım.”
Mario, dışarıya—Luca ve diğerlerinin olduğu tarafa—baktı. “Herkesin dikkati dağınık. Dışarı çıkmak ister misin?”
Bunu ciddi olarak mı söylüyordu? Endişeli bir bakış attım. “Çok isterdim ama… Luca delirmez, değil mi?”
Sözlerimi tarttığını görebiliyordum. Mantıklı olanı yapmaya çalışacağını da. “Haber veririm. Beni burada bekle.”
Mario’nun havuz tarafına yönelmesini izledim. Luca’nın yanına gitmesini, konuşmalarını… Sonra Luca gözlerini kısıp bana baktı. Vücudu gerildi, yüzündeki ifade karardı. Sonra yavaşça ayağa kalktı ve bana doğru gelmeye başladı. Mario da onu takip ediyordu.
Önümde durduğunda, “Dışarı mı çıkmak istiyorsun?” diye sordu, sesi fazla sakin.
Bir anda içimdeki tüm enerji tükendi. Yorulmuştum. Bu sürekli diken üstünde olma hâlinden, her kelimenin bir savaş gibi hissettirmesinden kaynaklıydı… Kaçamak bir bakış attım.
“Çıkmasam da olur. Sadece acıktım ve—”
“Üzerine başka bir şey giy, seni burada bekliyorum.”
Başımı kaldırdım. Gözlerindeki soğukluk tenime işledi. O bakış… Beni yanında istemiyormuş gibi. Benim varlığım bir yükmüş gibi. Ama en kötüsü, bu bir gecede olan bir değişim değildi. Bu sadece korkuyla açıklanamazdı. Sabahki haliyle şu anki Luca arasında bile dağlar kadar fark vardı. Önümde duran adam, beni ürkütecek kadar farklıydı. Yutkundum.
“Seni burada bekliyorum, Belle.”
Sesi bıçak gibiydi. Soğuk. Acımasız. Ürkütücü. Hâlâ Belle diyordu… Ama kelimenin içi boştu. O ses tonu… Oradaki buz gibi kesinlik… İşte o an, içimde bir şeyler gerçekten kırıldı.
Mario ile göz göze geldiğimde, içinde yankılanan öfkeyi hissetmemek imkânsızdı. Gerginliği odanın her köşesine yayılmıştı. Arkamı dönüp uzaklaşırken, merdivenlerden gelen sert sesler beni olduğum yerde durdurdu.
“Onu bu şekilde kazanabileceğini mi sanıyorsun, Luca?”
“Sana ne oldu böyle? Bu kadar mı korkuyorsun?”
“Bak, Luca… Rose korkuyor. Ve sanırım…”
Luca’nın içindeki öfke sönmüyordu. Aksine, kendini besleyen bir yanardağ gibi patlamaya hazırlanıyordu. Bunu Mario da fark etti. Ses tonu keskinleşti.
“Senin gibi bir adam… ne anlaşılır ne de anlatılır. Sana daha önce de söyledim, Rose gibi birini asla hak etmiyorsun.”
“O benim, Mario. Ağzından bir kere daha—”
Daha fazla dinleyemedim. Merdivenleri hızla çıkıp odama girdim. Ellerim titriyordu ama bedenim sarsılmaz bir soğukkanlılık içindeydi. Gardırobumu açtım ve krem rengi keten tulumumu giydim. Saçımı ve makyajımı düzelttim. Parfümümü yeniledim. Her hareketim kontrollüydü, ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Çantamı ve telefonumu alıp aşağı indiğimde Luca’nın bakışları üzerime kilitlendi. Değerlendiriyordu. Hoşnut olmasa da sabahki gibi tepki vermedi. Yanına yürüdüm. Elini belime dolamasına, üzerimdeki sert sahiplenici tavrına izin verdim. Ulaşılmaz ve tehlikeli… Ona aitmişim gibi davranıyordu. Ama ben onun gözünde neydim?
Mario, çıkarken gözlerimin içine baktı. Ona “Sorun değil” der gibi gülümsedim. Belki de ona değil, kendime yalan söylüyordum. Dışarı çıktığımızda adamları çoktan hazırdı. Sadece iki araç değil… Üç. Bir an şaşırdım ama sustum.
“Seni buranın en iyi pizzacısına götüreceğim. L'Antica Pizzeria Da Michele. Seveceksin.”
Kapıyı açtığında, tek kelime etmeden arka koltuğa yerleştim. O, yanıma oturdu. Araç hareket ettiğinde, içimdeki sessizlik dış dünyaya da yansıdı. Kendi düşüncelerim ve kalbim arasında sıkışıp kalmıştım. Boğulmak üzereydim. Ama babamın bana öğrettiği gibi davrandım. Su gibi ol. Akışkan. Güçlü. Dayanıklı.
Sonra kalbimde saklı sözler zihnimde yankılandı:
“İnsanlar ya da hayat, bizi her zaman bir şekilde kırar, yaralar. Yaralar olmadan güçlenemeyiz. Yaralar olmadan güzelleşemeyiz. En güzel güller bile dikenli olanlardır. Can acıtır, kanatır ama eşsiz güzelliklerini sunar.”
Gözlerimi ona çevirdiğimde, bakışlarının üzerimde gezindiğini fark ettim. Kendiyle savaşıyordu. Bakışları en çok dudaklarımda oyalanmıştı. Sonra başını çevirdi. Soğukkanlı bir lider edasıyla dışarıya baktı. Yıkılmaz. Güçlü. Sert. Ama ben biliyordum… En sert adamlar bile bazen kırılırdı.
Yan profilden ona baktım. Can yakacak kadar güzeldi ve canım yanıyordu.
Ona ilk ne zaman aşık olduğumu hatırlayamıyordum. Ama bildiğim tek bir şey vardı… Bu his geçici değildi. Luca De Santis, farkında bile olmadan beni ve kalbimi ele geçirmişti.
Peki bir canavar, elde ettiği kalple ne yapardı?
Kalbim onun ellerinde atıyordu. Ama o… Onu bir oyuncak gibi görmüş, fırlatıp atmıştı.
Masalların kahramanları olurdu. Ama ben ne bir masal prensesiydim ne de bana ait bir masal vardı. Acı gerçeklerle yüzleşmek ise… İçimi çektim ve başımı yana çevirdim. Bu adamla evlenecektim. Ona aşıktım. Ve o… beni sevmiyordu bile.
Luca
İçini çektiği an gözlerimi ondan ayıramadım. Bilmiyordu. Beni nasıl alt üst ettiğini, tüm odağımın sadece o olduğunu... En kötüsü de, deli gibi korktuğumu.
Luca De Santis, hayatında ilk kez korkuyordu. Onu kaybetmekten. Milan’ın ona bir zarar vermesinden.
Bunu yapmasına asla ama asla izin vermeyecektim. Yine de… Belle’e bir şey olursa? Bu ihtimal bile göğsüme ağır bir taş gibi oturdu. Nefes alamadım. İçimde yankılanan bu düşünceler, zehir gibi damarlarıma yayıldı. Başımı çevirdim, gözlerimi camın ardındaki bulanık manzaraya diktim. Ama sabahın hatırası zihin perdemde tekrar canlandı.
Dudaklarından dökülen o tek kelime.
O an kalbimi hedeflemiş miydi, bilmiyordum. Ama o kelime yalnızca kalbime değil, tüm benliğime saplanmıştı. Beni çıldırtmıştı. Neredeyse kendimi kaybedip ona dokunmama, her şeyi unutup içimdeki arzunun esiri olmama sebep olacaktı. Ne kadar korktuğunu, utandığını bile göz ardı edecek kadar çıldırmış haldeydim.
Belle... Onun benim için ne ifade ettiğini tarif edemiyordum. O sadece benim değildi. Biz birbirimize aittik.
Onun yalnız bedenini değil, kalbini ve ruhunu da istiyordum. Bu sabah, kollarımdayken bana teslim olduğunu biliyordum. Bunu hissetmiştim. Bu hayatta her şeyde yanılabilirdik. Düşünceler, tahminler, kararlar… Ama hisler ve içgüdüler asla yalan söylemezdi. Belle de benimle aynı şeyi hissediyordu. Emindim.
Ama bir kez daha, onun itirafını beklerken kendi ellerimle umudumu yok ettim. Çünkü sustu ve benden uzaklaştı. Gözlerinde kaçışın izleri vardı. O izler hâlâ oradaydı ve bana, benden uzak duracağını haykırıyordu. Sorun çözülmeden, onu odada yalnız bırakıp gitmiştim. Çünkü onunla ilgili belirsizlikleri, bana hâlâ tam anlamıyla kalbini açmamasını görmezden gelemiyordum.
Eğer sadece bir kere, yalnızca bir kez bana gelseydi… Onu kollarıma hapseder, bir daha gitmesine izin vermezdim. Ona her istediğini verir, önüne dünyanın en güzel şeylerini sererdim. Ama Belle… Sadece benden uzaklaşıyordu.
Sonra… O kıyafet. Onu kahvaltıya gelirken gördüğüm an, kıyafeti beni çıldırtmıştı. Kendimle savaştım. Elinden tutup tekrar yukarı çıkarmamak için. Üzerine kendi ceketimi geçirmemek için. Onu herkesin gözlerinden saklamamak için.
Belle hayatıma girmeden önce her şey ne kadar kolaydı. Sorunsuzdu. Hatta hatırlanmaya bile değmeyecek kadar sıradandı. Ama sonra… Kızıl, asi dalgalarıyla geldi. Düzeni yerle bir etti. Kalbimi parçaladı, ruhumu darmadağın etti. Yetmedi—zihnimi ele geçirdi. Beni kendine aşık etti. Ben ki, bir kalbim olduğunu bile unutmuştum. Ama o… Beni avladı.
Benim asi, dikenli gülüm… Luca De Santis’i, bir avcıyı avladı.
Ve Belle, yalnızca tek bir canavarı değil, iki canavarı kendine aşık etti.
Milan… Adı zihnimde yankılanır yankılanmaz içimdeki öfke, küllerin altına saklanmış bir alev gibi yeniden parladı. Yumruklarımı sıktım. Düşüncelerim kadar kıskançlık da yakamı bırakmıyordu. Milan’a duyduğum nefret, damarlarımda dolaşan bir zehir gibiydi.
Bir de Belle’in sözleri… Stefano, ona Milan’ı ne kadar iyi tanıdığını sorduğunda bunu benim için yapıyordu. Onunla arasında bir bağ olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Belle gözlerini kaçırmadan, duraksamadan cevap vermişti.
“Evet, onu sandığınızdan daha iyi tanıyorum. Çünkü bu hayatta iki kişiyi asla unutmazsınız. Yaranız olanı ve sizi yaralayanı.”
İşte bu cümle beni mahvetmişti. O an masadan kalkarken kendimi zor tuttum. Belle’i ürkütmek istemedim. Ama… Onun gibi bir adamla arasında bir bağ olması? Deliriyordum. Bunu kabullenmeyecektim.
O anın yankısı hâlâ zihnimde çınlarken öfke vücuduma arsız bir şekilde yayılıyordu. Kıskançlık, içimdeki canavarı serbest bırakmak için adeta kanıma karışıyordu. Kendimi zor tutmuştum. Bir saniye daha o masada oturursam her şeyi mahvedeceğimi biliyordum. Ardından ayağa kalkıp çalışma odasına girmiş ve kapıyı öyle bir çarpmıştım ki neredeyse menteşelerinden sökülecekti.
Bir dakika bile geçmeden Stefano içeri girdiğinde, kendimi toparlamaya çalışıyordum.
Karşılık olarak bir şey söylemek istemiş ama susmuştum. Çözemediğim şeyler vardı ve bu hayatta belirsizlik kadar canımı sıkan az şey vardı. Belle’in Milan ile bağı… belirsizdi. Ben o bağı, sadece yok etmekle kalmayacak, ellerimle parçalayacaktım. Ve Milan’ı mahvetmeden durmayacaktım.
“Bunu yapacağız ama önce sakin olmalısın. Bu halde işimize yaramazsın. Öfke aklı köreltir, Luca.”
Biliyordum. Ama Belle söz konusu olduğunda… Mantık, sınırlarını kaybediyordu. Stefano gözlerini gözlerime dikti.
“Isabelle Rose, dengeni bozdu.”
Ona baktım. Bu kez susmadım. “Ona aşık oldum.”
Bir saniyeliğine sustu. Beni izledi. İnceledi. Sonra… Genelde ifadesiz olan o yüzünde, dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Stefano’nun gülümsemesi işte bu kadardı.
“Tahmin ediyorduk. Hepimiz. Ona nasıl baktığının farkındayız.” Yanıma geldi, elini omzuma koydu. “Senin adına mutluyuz. Rose senin için özelse, bizim için de öyle olacak, Luca. Sen bizim kardeşimizsin. Artık Rose da öyle. İkiniz için her şeyi yaparız.”
“Dediğimi unutma,” dedi. “Şimdi burada saklanmayı bırak. Onu da daha fazla ürkütme. Salona dönelim.”
Onu dinleyip odadan çıkarken aklımda tek bir şey vardı. İtirafın ağırlığı. Bir şey, dudaklardan döküldüğünde ve kulakta yankılandığında artık inkâr edilemez bir gerçek oluyordu.
Yanlarına ilerlerken Mario’nun onu götürmek istediği yerleri duyduğumda, içimde bir ateş yanmaya başladı. Belle bir yere gidecekse, yanında sadece ben olabilirdim. Öfkem, kontrolümden kayıp giderken içimdeki karanlık konuştu benim yerime.
“Bugün hiçbir yere çıkamazsınız.”
Mario’nun sorgulayıcı bakışları sinirlerimi daha da gerse de, cevap vermek için acele etmedim. Önce yerimi aldım, sonra gözlerimi ona çevirdim.
“Milan hâlâ bu şehirde. Ve düğün için Isabelle’in bir gelinliğe ihtiyacı var. Ayrıca… canım öyle istiyor, Mario. Beni daha fazla germe.”
Sözlerim havada asılı kalırken, Belle ile bakışlarımız birbirine kenetlenmişti. Hayal kırıklığını, hüznünü ve bana sırtını dönen o asi kadını apaçık görmüştüm. Göğsüm sıkıştı. Ama geri adım atmadım. Atamazdım. Sonra… ifadesi değişti. O derin, kırık bakışların yerini inatçı bir gurur aldı. Arkasını döndüğünde, sadece bedeni değil, kalbi ve ruhuyla da benden uzaklaşıyordu.
Buna tahammülüm yoktu. “Nereye?” Sesim sert olsa da, kalbimde yankılanan yalnızca çaresizlikti.
Gözlerime baktığında, asi Belle yine karşıma dikiliyordu. Meydan okuyan, sınırlarıma ve bana meydan okuyan Belle. “Odama.” dediğinde, sadece arkasından bakabilmiştim.
Andrew’un sesiyle sabah yaşanan karmaşanın ağırlığından sıyrıldım, Belle’e döndüm. Bana bakıyordu. Arabadan hızla indim, onun tarafına geçip kapıyı açtım. Elimi uzattım. Gözlerini kaçırsa da elini avucuma bıraktı ve birlikte restorana girdik.
Bizim için ayrılan özel masaya geçtiğimizde, manzara nefes kesiciydi. Ama benim tüm dikkatimi çeken, Belle’in sessizliği oldu. Bakışları etrafta dolansa da, durgunluğunu, o bakışlarda sakladığı fırtınaları görebiliyordum.
Bana döndüğünde, o güzel elalar esareti altına aldı beni. Her seferinde, isteyerek düştüğüm esaret.
Sonra yine başını çevirdi. Kendi içindeki sessizliğe hapsoldu. Ben de ona…
Siparişlerimiz geldiğinde, ilk yudumunu aldı. Gözlerini kapadı, dudaklarından minik bir mırıltı kaçtı. Tanrım… Göğsümde yankılanan kalp atışlarımın kontrolünü kaybetmek üzereydim. Çenem kasıldı. Özellikle son birkaç gündür, ona mesafeli olma çabam parçalanıyordu. Onu kollarımda istiyordum. Her gece yanımda.
Belle’in minik yudumlarla pizzasını yemesini izlerken, alışık olduğum kadınları düşündüm. Etkilemek için çaba harcayan, zarafet taklidi yapan kadınları… Oysa Belle, en doğal hâliyle, en etkileyici kadındı.
Sınırda dolaştığımın farkındaydım. Ama kendimi durduramadım. Elini tuttuğu pizzayı kaptım.
“Bu kadar zevk aldığına göre çok lezzetli olmalı, Belle.”
Şaşırsa da bir şey söylemek yerine alt dudağını yaladı ve bu masum hareket, içimdeki ateşi körükleyen bir kıvılcım gibi yandı. Sakin olmalıydım, centilmen davranmalıydım ama... Belle, beni cehennemin en derin alevlerine sürükleyip yangının ortasında bırakıyordu. Gözlerim, o yumuşak hareketleri izlerken içimdeki sabır ipi biraz daha gerildi.
Bir başka dilimi yemeğe başladığında, onun pizzasının kalanını zevkle yedim. Sonra kendi pizzama döndüm, zihnimde dönüp duran arzuların arasında.
“Biraz tadına bakmak ister misin?” diye sordum, kendi pizzamdan bir dilim uzatarak.
Elini uzatıp dilimi almak yerine, hafifçe eğilip ısırdı. Bu minik an bile beni heyecandan delirtmeye yetti. Basit, sıradan bir durum bile Belle ile olduğunda eşsiz ve muhteşem bir şeye dönüşüyordu. İlk ısırığı aldığında dudaklarından yine o baştan çıkarıcı mırıltı döküldü.
Gözlerini kaçırmak yerine bu kez gözlerimin içine sorgularcasına baktı, anlamaya çalışıyordu.
Gözlerinin derinliklerinde boğulurken, kontrolümü kaybetmek üzere olduğumu hissettim. Karşısına değil, yanındaki sandalyeye oturmuştum. Eğilip dudaklarının hemen dibinde, neredeyse bir fısıltıyla konuştum.
“Çünkü devam edersen, ya seni burada, herkesin içinde öpeceğim ya da ikimizi birden odama kapatacağım, Principessa.”
O güzel yanakları anında kıpkırmızı kesildi. Tam o anda çalan telefon, aramızdaki bu yakıcı anı böldü. Belle telefon ekranına bakıp yüzüme döndü.
Başımı hafifçe salladım, izin verircesine. Telefonla konuşmak için kalkıp uzaklaşmasını izlerken gözlerim her hareketini takip etti. Adamlarımdan ikisi, özellikle Andrew, her an tetikteydi. Belle’in güvenliği için yapmayacağım şey yoktu.
Konuşmasını bitirip yanıma döndüğünde, yüzünde bir açıklama yapma zorunluluğu vardı.
“İşle ilgiliydi. Seni rahatsız etmek istemedim.”
Bakışlarını kaçırarak konuşması, içimdeki huzursuzluğu körüklüyordu. Parmaklarımı, masanın üzerine bırakılmış elinin üzerine koydum, sıcaklığımı hissetsin istiyordum.
“Sen ve seninle ilgili herhangi bir şey beni rahatsız etmez, Belle.”
Bakışlarımız bir kez daha kesiştiğinde, içimdeki karanlık, Belle’i kendine çekmek için sabırsızlanıyordu. Aramızdaki mesafe, görünmez bir zincir gibi geriliyor, her an kırılmaya hazır bir ip gibi inceliyordu. Onu yalnızca yanımda değil, kollarımın arasında isteyen yanım... sabırsızca bekliyordu. Bu sabır oyunu… artık sınırlarımı zorluyordu.
Tek kaşını kaldırdı. “Öyle mi, Luca?”
Asi Belle karşımdaydı. Sözleri meydan okuma gibi dökülüyordu dudaklarından. Ve ben, onun her haline tapıyordum. “İnanmaman için bir sebebin var mı Belle?”
Bugünden bahsediyordu. İçimde bir şey gerildi.
“Yanlış anlamışsın, Principessa.”
Sahiden de öfkeliydi. Yüzündeki sert ifade, sözleriyle birlikte üzerime bir darbe gibi iniyordu.
“Benimle evlenme kararını belki de gözden geçirmelisin, Luca De Santis.”
Adım, onun dudaklarından farklı bir tınıyla çıkıyordu. Tam olarak bu yüzden mahvolmuştum.
Adamlarıma işaret ettim, ödemeyi biri yaparken masadan kalktım. Bileğinden nazik ama kararlı bir şekilde tutup ayağa kaldırdım. Belle’in yüzündeki şaşkınlık, elalarındaki o masum ışık… Yine de öfkesini içinde tutuyordu. Ama ben, ona nasıl yaklaşabileceğimi biliyordum.
“Siz diğer araçlarla bizi takip edin.”
Onu peşimden sürükleyerek oradan çıktık. Vale aracı anında getirdi. Kapıyı açtım ve Belle’i içeri yönlendirdim. Yanağını sıyıran saçlarını geriye attı. Modunun düştüğünü, içine kapanacağını biliyordum ama buna izin vermeyecektim.
“Venice Beach.” Sesimde kesin bir ton vardı. “Orayı seveceksin. Los Angeles’ın en özgün yerlerinden biri. Bohem havasını beğeneceğine eminim.”
Yolda tek kelime etmedi. Pencereden dışarı bakıyordu ama aklının içinde bir fırtına koptuğunu hissediyordum. Sahile vardığımızda, tenha ve gözlerden uzak bir bölüme yürüdük. Adamlarım bizi uzaktan takip ediyordu, ama şu an yalnızdık. Yavaşça durduk. Belle, denizin ve kumsalın büyüsüne kapılmış gibiydi. Bakışları hafifçe dalgın, yüzünde belli belirsiz bir huzur vardı.
Parmaklarımı saçlarına uzattım ve tokasını yavaşça çıkardım. Dikkati anında bana döndü.
Parmaklarımı ipeksi tellerin arasından geçirdim, gözlerimi gözlerinden ayırmadan. Alt dudağımı ısırdım. “Onlara istediğim zaman dokunabilmeliyim.”
Nefesi hızlandı. Gözleri hafifçe kısıldı, ama geri adım atmadı.
“Sahiden kafamı karıştırıyorsun, Luca.”
Elimi beline doladım ve onu kendime çekerek fısıldadım: “Sen de benimkini karıştırıyorsun, Belle.”
Benden uzaklaşmaya çalıştı ama izin vermedim.
Dudaklarına eğildim. “Fazla.” Sesim alçak ama kesin bir tondaydı. “Seninle her şey fazla geliyor.” Alt dudağını hafifçe ısırdım, gözlerine bakarak devam ettim. “Ve yoğun, Belle. Bu hislerin hepsi yoğun. Hayatımda hiç böyle olmadım.”
Sözlerim arasına küçük, kışkırtıcı bir öpücük serpiştirdim. Beni geri çevirmeye çalışacağını biliyordum. Ama bunu yapamayacağını da…
“Evlenme kararını ben vermemiş olsam da artık bunun geri dönüşü yok. Sen de bunu kabullen.”
Kaçmaya çalışıyordu. Ama ben onun zihninden kaçmasını da, benden kaçmasını da istemiyordum.
Gözlerim dudaklarına kaydı. Bir elim çenesine dokunup, yavaşça boynuna indi. Sonra onu ensesinden yakaladım ve kendime çektim. Sesim artık bir fısıltıydı, ama her kelimeyi dudaklarının üzerinde hissetmesini istedim.
“Ben seninle mutsuz olacağımı sanmıyorum. Sen?”
Dudaklarını birbirine bastırdı. Gözleri, karanlık bir savaşın içindeydi. Ama tek düşünebildiğim şey o dudakları öpmekti.
Sert ve öfkeli bakışları, kızaran yanakları... Öfke ve arzu arasındaki o ince çizgide duruyordu ve ben onu her iki tarafa da çekmeye hazırdım.
“Ayrıca bu sabah benim olduğun konusunda ikimiz de hemfikir görünüyorduk.”
O an gözlerini kaçırmadı. Bu defa benden saklanmayacaktı.
Yalan. Bunu ikimiz de biliyorduk.
Parmaklarım ensesini sıkıca kavradı, onu daha da yaklaştırdım.
“Kollarımda nasıl titrediğini biliyorum. Hislerimizi de.”
Gözleri yarı kapanmıştı. Nefesi hızlanmış, gözbebekleri büyümüştü. Bakışları—dudaklarıma odaklanmıştı.
“Bir şey söyle, Belle. Kendini benden saklamaktan vazgeç.”
“Kendini benden saklayan sensin.”
Sesi fısıltı gibiydi, ama kontrolsüzdü. İçinde bir kırılma hissediliyordu. Onu kendime bastırdım. Yine o mırıltı gibi ses dudaklarından kaçtı. İçimde, derinlerde bir yerde, tehlikeli bir zaaf gibi yankılandı.
Sesi ve o anı, zihnime kazımak istiyordum. Ama yetmezdi. Daha fazlasını istiyordum. Dudaklarını ele geçirdiğimde, sabah olduğu gibi, sadece bana teslim oldu. O benimdi. Ve bunu tüm dünyaya haykırmak, kazımak istiyordum. Ama en önce tenime... Adını dövme yaptırmak istiyordum.
Tahiti dilinde dövme 'iz bırakmak', Samoa dilinde ise 'açık yara' demekti. O an içimden geçen düşünce, kalbime ve ruhuma keskin bir bıçak gibi saplandı. Belle’in, hem silinmez bir iz gibi tenime kazınacağını hem de kapanmayan bir yara gibi içime işleneceğini fark ettiğimde, geri dönüşü olmayan bir yola adım attığımı biliyordum.
Onu kendime daha da bastırdım. Boğazından kaçan o çaresiz ses… titreyen nefesi… Hepsini içime hapsettim. Bana kendini bırakmıştı. Ve ben onun bana vereceği her şeyi alacaktım. Çünkü bu kadar bencil ve ona bu kadar açtım.
Öpücüğüm sertti, merhametsizdi. Ama o da karşı koymuyordu. Çünkü Belle de bana mahkûmdu. Geri çekildiğimde gözlerini bir süre açamadı. Konuşmaya başladığında ise, ilk defa o gözlere bakmadığım için sevindim.
“Sana aşık oldum… Bu benim sonum olacak, Luca.”
Aynı anda bin parçaya bölünüp kanatlanıp uçmak… İşte o an yaşadığım tam olarak buydu. Gözlerini hafifçe araladığında, ben de o gözlerin içine, en derinlerine baktım.
“Sanırım ben sana ilk gördüğüm anda aşık oldum, Principessa.” Sesim alçak ama kararlıydı. “Ve bu dünyada bunu değiştirebilecek herhangi bir güç yok.” Başımı eğdim, yüzünü inceledim. “Seni benim ellerimden alabilecek herhangi bir kimse de.”
O an dudaklarında beliren o gülümseme… Mutluluk. Parlak. Işıl ışıl. Hayat dolu. İşte tam olarak böyle görmek istiyordum onu. Sonsuza kadar benim olarak.
Benim… Bu kelimenin verdiği hisle kanım kaynadı. Parmaklarımı saçlarının arasından geçirdim.
“Seninle evlenmek, Belle…” Kelimeleri dudaklarına fısıldadım. “Bu, hayatımda başıma gelen en harika şey olacak.”
Nefesi kesildi. Gözlerindeki hayranlık… o hayranlığı gördüğüm an dağıldım.
“Seni her an yanımda, kollarımda ve yatağımda istiyorum.”
Başını utangaç bir ifadeyle eğdi. Buna izin veremezdim. Çenesinden tuttum, gözlerini bana kaldırmasını sağladım. Bana aşkla bakan gözlerinin içine hapsoldum.
“Yarın seni bir yere götüreceğim.”
Kaşları hafifçe kalktı. “Nereye?”
Bakışlarındaki heyecanı izledim. “Göreceksin, Principessa.”
Ona evlenme teklifi edecektim. Aile yadigârı olan yüzükle… Annem buraya gelmeden önce yüzüğü bana vermişti. Şimdi o yüzük, Belle’in parmağında olacaktı. Bu anlaşmalı bir evlilik olabilirdi ama Belle… O, özel bir teklifi hak ediyordu.
Çünkü o benim kaderimdi. Benimdi.
Başını hafifçe salladı. Derin bir nefes verdi. Sanki içindeki tüm yükleri bırakıyordu. Sonra narin kolları boynuma dolandı ve beni kendine çekti. Teninin sıcaklığı, nefesinin titremesi, kalbinin hızlanan ritmi… Beni tamamen mahvediyordu.
“Kalbimi kırma, Luca.” Sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Çünkü onu çoktan ellerine teslim ettim ve bunu yapmandan çok korkuyorum.”
Dudaklarına eğildim. “Kırmam, Belle.”
Parmaklarımı saçlarının arasından geçirdim, çenesini hafifçe yukarı kaldırdım.
“Ama kendini bana tamamen teslim et. Ruhun, kalbin, zihnin ve sen… Mümkün olan her şekilde benim ol.” Bakışlarımı gözlerinden ayırmadım. “Çünkü senin her şeyine ihtiyacım var. Her haline. En önemlisi de benden asla uzaklaşma.”
Dudaklarında minik bir gülümseme belirdi. O gülümsemeyi seyrederken içimdeki tehlikeli çekim daha da büyüdü.
Gözlerinde bir kıvılcım parladı.
“Senin delinim, Belle.” Boğuk bir sesle itiraf ettim. “Bundan asla pişman değilim.”
Onu kendime çekerken, omurgamın dibinde hissettiğim o garip gerginlikle refleks olarak başımı çevirdim.
Havanın içinden geçen o uğursuz ıslık sesi. Ardından kopan kaos. Mermi bizi ıskalamıştı. Ama yalnızca bir anlığına. Bir saniye bile kaybetmeden Belle’i göğsüme bastırdım. Onu tamamen saklayarak, önünde etten bir duvar oldum. Adamlarım anında harekete geçti. Silahlar çekildi. Çevremizde bir kalkan gibi sıralandılar. Belle kollarımda titriyordu. Kalbi çılgınca atıyordu.
“Kim?” Sesi kırılgan bir fısıltıydı.
Yanıt Andrew’dan geldi. “Uzak menzilli.”
Çenemi sıktım. “Kim olduğunu hemen bulun.”
Ama içimde bir his vardı. Buna gerek kalmayacağını biliyordum. Sonra telefonum titredi. Bir mesaj. Ekrana düşen kelimeleri okuduğumda içimdeki her şey aynı anda tetiklendi.
Ateş. Öfke. Saf, kontrolsüz bir yıkım arzusu.
“Bir daha onu öpersen, ıskalamam, Luca De Santis. O benim.”
Göğsümü tırmalayan vahşi bir öfkeyle başımı kaldırdım. Eğer bu bir savaşsa, ben asla kaybetmeyecektim. Ne Belle’i ne de savaşı. Çünkü Belle benim parçamdı, benim kaderim, benim sonsuzluğum. Kimse, hiçbir güç onu benden çalamazdı.
İçimde şaha kalkan öfkenin alevleri arasında amcamın sözleri yankılandı.
“Milan gibi bir adam daha önce karşıma çıkmadı. Sinsi, tehlikeli ve acımasız adamlarla karşılaştım. Hedefini şaşmayanlarla da. Ama Milan… gerçek bir ölüm makinesi. Merhameti yok. Düşmanıysan seni yok edene kadar durmuyor. Nefes aldırmıyor, sadece saldırıyor.”
Dişlerimi sıktım. Adamlarımdan birkaçı etrafa yayılırken, diğerleri iki aracı hızla yanımıza getirdi. Belle’i oradan uzaklaştırırken, yolda Matteo’ya her şeyi anlattım.
Eve vardığımızda herkes harekete geçmişti. Ama Belle… Hâlâ titriyordu. Onu odasına götürdüğümde bile korkusunu görebiliyordum. Gözlerindeki o panik, beni her şeyden daha fazla yaralıyordu. Hiç düşünmeden kollarıma aldım.
“Sana daha önce de söyledim, Belle.” Dudaklarımı kulağına yaklaştırdım, titreyen bedenini kendime bastırdım. “Yanımdayken hiçbir şeyden korkma.”
Bunu söylediğinde gözlerindeki korkunun ne kadar derin olduğunu fark ettim.
Gözlerini benden kaçırdı. Ama ben o bakışlarda gizli kalan anlamdan kaçamadım.
“Beni alana kadar durmayacak.”
Kelimeleri, ciğerlerime zehir gibi doldu. Başımı eğdim. “Seni kimse alamaz, Belle. Ben yaşadığım sürece—”
Sözümü bitiremeden, eli dudaklarımı kapattı. “Devamını getirme.” Gözlerimiz buluştuğunda içimdeki fırtına daha da büyüdü. “Kendini koruyacağına söz ver.”
Başımı yavaşça salladım. Beni incelercesine baktı, sonra ellerini çekti. Onu kendime çektim. Sıkıca, bırakmamacasına. O da bana sarıldığında, kalbim onun tutuşuyla sarsıldı.
“Benim için yaşa, Luca.” Sesi titriyordu. “Sensiz…”
Cümlesini tamamlayamadı. Tamamlamasına gerek yoktu. Onu bugün ikinci kez kucağıma aldım ve yatağa götürdüm. Bana alışkın hale gelen narin bedeninin sıcaklığını hissederken, içimdeki karanlığa rağmen durmadım. Öptüm. Ellerini sırtıma bastırırken, nefesi titredi. O hali, o teslimiyeti… Daha fazlasını istememe neden oluyordu.
Ondan zar zor ayrıldığımda, gözlerinde o tanıdık korkuyu gördüm. Panik ve endişeyi. O pırıltılı, mutlu bakışların yerini alan gölgelerden nefret ettim. Elim belinden kalçasına indiğinde, utançla yanakları kızardı ama bakışlarını gözlerimden kaçırmadı.
“Bana her zaman böyle bak, Principessa.” Başımı eğip dudaklarına hafifçe dokundum. “Beni sev.” Bir anlığına bile olsa o korkuyu unutmasını istedim. “Ve unutma. Sen yanımda olduğun müddetçe yapamayacağım hiçbir şey yok.”
Sonra, derin bir nefes aldım. Bu anlar, onunla giderek daha yakıcı hale geliyordu. Ama durum bu kadar ciddiyken, yapmam gerekenlere odaklanmalıydım.
Parmaklarımı saçlarının arasından geçirdim. “Ondan korkma. Benim yanımdayken, bir daha asla kimseden ve hiçbir şeyden korkma.”
“Korkularını bir gün tamamen yok edeceğim, Belle.” Dudakları titrediğinde yüzüne gölgelenen endişeyi sildim. “Yerine sadece mutluluk koyacağım.”
Gözleri doldu. O güzel gözlerinden yaş akmasını istemiyordum. Başımı eğip alnına bir öpücük bıraktım.
“Şimdi gitmem lazım.” Parmaklarım yanaklarında gezinirken gözlerini bir an bile bırakmadım. “Durumu kontrol altına almalıyım.”
Başını usulca salladı. Sonra, yatakta doğrulup bana baktı. Bir an durdum. Ona uzun uzun baktım.
“Esas sensiz olmaz, Belle.” Sesim, odadaki sessizliği yaran tek şeydi. “Seninle bir hayatın varlığını bilirken, artık sensiz olamayacağımı biliyorum. Olmayacağım da.”
Beni içine çeken bakışlarını yakaladım. İçinde, bende yankılanan hislerin karşılığını gördüm.
“Bu bir seçenek bile değil. Hayatıma girdiğin anda, tüm yollar yalnızca sana açılan bir kapıya dönüştü.” Elimi uzattım, parmak uçlarım yanağına hafifçe dokundu. “Ben… sensiz olamam, Principessa.”
Gözlerinde alevler vardı. Tutkulu, aşk dolu alevler. Bana gülümsediğinde, ben de karşılık verdim. O gülüş… benim için her şeydi.
“Şimdi dinlen.” Sesim, her zamankinden daha yumuşaktı. “Mario birazdan yanında olur. Durumu kontrol altına aldığımda yanına geleceğim.”
İsmimi söyleme şekli, göğsümde keskin bir yangın gibi yankılandı. Ama şimdi gitmeliydim. Kapıyı kapatıp aşağı indiğimde, herkes çoktan toplanmıştı.
O an, telefonuma gelen mesajı gördüm. Amcamdan.
“Her şeyi gönderdim. Onun hakkında tüm bilgileri… Göreceklerine şaşıracaksın. Ve Luca… beni oyuna dahil etmek zorunda olduğunu da anlayacaksın. Ne olursa olsun, her zaman yanında olacağım. Lütfen bana son kez şans ver. Hatamı telafi edemesem de bana bir kez inan, inancını boşa çıkarmayacağım. Dosyayı okuduğunda beni aramanı bekleyeceğim. Görüşürüz, Luca.”
Ekrana bir süre baktım. Parmaklarım, bir anlığına sıkıca kenetlendi.
Matteo’nun sesi, beynimde yankılanan uğultunun arasından sıyrıldı. Ama yanıt vermedim. Dosyayı açtım. İlk gördüğüm şey… beni sarsmaya yetti. İçimdeki tüm dengeleri paramparça eden, nefesimi sıklaştıran bir gerçek.
Sesini zar zor duyuyordum artık. Bu iş düşündüğümden de kötüydü. Amcama ihtiyacımız vardı. Çenemi sıktım, gözlerimi dosyadaki isimde kilitledim. Matteo'ya döndüğümde sesim buz gibi çıkmıştı.
“Babamı ara.” Bakışlarıma dikkat kesildi. “Gerardo’nun da bu işe dahil olması gerektiğini söyle.”
Matteo bir adım attı. “Neden?”
Ağzımdan yalnızca bir isim döküldü. İçimde yıllardır kanayan, hiç iyileşmeyen yaranın adı. “Celeste.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |