
“Yıldızların bile fısıldadığı bir sessizlik vardır... Ve ben, hep o sessizlikte yaşadım.”
Geceyi yırtan hiçbir ses yoktu.
Yalnızca gökyüzü vardı—koyu bir kadife gibi yere serilmiş, içine binlerce yıldızın öyküsü işlenmiş. Her bir yıldız, göz misali bana bakıyor gibiydi; ama yargılayan gözler değil bunlar… Bilen. Anlayan. Suskunluğumu, kırıklarımı, sakladığım şeyleri bilen gözler.
Penceremin kenarına oturmuş, çıplak ayaklarımı yere sarkıtmıştım. Zeminin soğukluğu, içimdeki tuhaf sıcaklığı bastırıyordu. O sıcaklık, her zaman vardı. Bedenimde değil de… daha derinlerde. Derimde değil, derimin altında. Ruhumun teninde.
Benim adım Lunaria Astoria.
Ama kimse bana adımla seslenmezdi.
Hep sessizlikle konuşulurdum.
İnsanlar susarak çok şey anlatır—sırtını dönerek, bakışlarını kaçırarak, adını unutarak.
Ben de zamanla içime konuştum.
Dışarıya değil, içeriye baktım.
Çocukluğumun büyük bir kısmı karanlıkta geçti. Ve burada "karanlık" kelimesi fiziksel bir mekânı değil, duygusal bir boşluğu tarif ediyor. Kalabalık içinde yalnız olmayı, bir odada birileriyle beraberken bile üşümeyi.
Gücüm… işte bu karanlığın içinde doğdu.
Bunu yıllarca fark etmedim.
İlk fark ettiğimde on yaşındaydım. O gün sınıfta herkes sıraya geçmiş, sırayla öğretmenin önüne çıkıyor ve yüksek sesle bir paragraf okuyordu. Okuma sırası bana geldiğinde, dizlerim titremeye başladı. Her kelime, boğazıma çakıl taşı gibi diziliyordu. Konuşmaya başladığımda sesim çatladı, çocuklar kıkırdadı, içimdeki şey… o an harekete geçti.
Yalnızca başparmağımı sıktım.
Yavaşça, fark ettirmeden.
Ağrı geldi, ama tanıdık bir ağrıydı.
Ve sonra… sınıfın tavanındaki ışık patladı.
Bir anlık, keskin bir ses ve ardından karanlık. Öğrenciler çığlık attı, öğretmen bağırdı. Ama kimse benimle göz göze gelmedi. Kimse, bu karanlığın benim içimden çıktığını bilmiyordu. Ben bile emin değildim. Ama hissettim. İçimdeki dalgalanma, o patlamadan hemen önce olmuştu.
O günden sonra hep denedim.
Fark ettirmeden, usulca.
Küçük acılar vererek kendime.
Tırnağımı bileğime bastırarak, dişlerimi elimin üstüne geçirerek.
Ve her seferinde... bir şeyler oldu.
Bir gün pencere camı kendi kendine çatladı.
Başka bir gün annemin antika lambası, ben odada yalnızken yere düşüp kırıldı.
En sonunda anladım.
Kendime zarar verdiğimde… etraf da zarar görüyordu.
Bunun adı güç müydü, lanet mi… bilmiyordum. Ama bendeydi.
Ve ne zaman içimde bastıramadığım bir şey kımıldasa, dış dünya da titriyordu.
Bu yüzden hep sessiz kaldım.
İçimde büyüyen şeyin kimseye zarar vermemesi için… içime gömüldüm.
Annem hiçbir şeyden habersizdi.
Geceleri yatağımın altına sakladığım kanlı mendillerden, odamdaki tuhaf titreşimlerden, aynaların neden hep çatladığından.
Bana yalnızca “çok hassas bir çocuksun” derdi.
O hassasiyetin bir silaha dönüşeceğinden haberi yoktu.
Sonra o sabah geldi.
Her şeyin değiştiği sabah.
Yaz mevsiminin sonlarıydı. Hava ne sıcak ne soğuktu ama içimde hep aynı ürperti vardı. Mutfak penceresinden sızan ışık, tezgâhın üstüne düşüyor, kahvaltı tabaklarını altın gibi parlatıyordu. Annem, elinde bir zarfla oturuyordu. Eli titriyordu. Bakışları zarfın üzerinde kilitliydi.
Zarf… farklıydı.
Soluk mavi rengi göğe benziyordu.
Üzerinde altınla işlenmiş çizgiler, yıldız haritaları gibiydi.
Sanki uzaydan düşmüş bir parça gibiydi.
Anneme baktım.
O da bana.
Ve o an, hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan, zarfın bana ait olduğunu biliyordum.
Zarfa dokunduğum an… parmak uçlarım karıncalandı.
Sanki içindeki yazı, beni tanıyordu.
Kâğıdı açtım.
Astral Akademi’ye kabul edildiniz.
Yalnızca bu cümle vardı.
Ama kâğıttan yükselen enerji, bir kelime değil… bir çağrıydı.
Kalbim aniden hızlandı.
Ciğerlerim genişledi, nefes aldığımı fark ettim.
İçimde yıllardır sıkışmış bir kapı açıldı sanki.
Bir şey… uyanıyordu.
Astral Akademi.
Bu ismi ilk kez duyuyordum ama tanıyordum.
Rüyalarımda yankılanan, uykularımda şekillenen bir mekândı bu.
Yalnız olmadığım bir yer.
Benim gibi olanların bulunduğu bir yer.
Kafamı pencereye çevirdim. Gökyüzü hâlâ aynıydı.
Ama artık bana bakmıyorlardı.
Çağırıyorlardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |