3. Bölüm

52. BÖLÜM

Yağmur Kılıçel
klclygmr

 

Sümbül abla Koray’ın istediği yemekleri yaparken çok yorulmuştu bu yüzden çorbayı yapma görevini ben devraldım. Koray gibi benim de daha önce hiç içmediğim çorbanın nasıl yapıldığını öğrenmek için internette biraz araştırma yaptım. Biraz uğraştırıcıydı. İstediği bütün yemekler fazla zaman alan, yapılışı zor olan yemeklerdi. İçimden Koray’a küfürler ederek çorbaya eklemek için zerdeçal rendelemeye başladım, aklım birkaç saat önce telefonuma düşen mesajdaydı. Rehberimde kayıtlı olmayan bir numaradan gelmişti ve kafamı çok karıştırmıştı.

Bahçemizi çevreleyen duvarlar oldukça yüksek, bahçe kapımız her zaman kapalıydı. Birinin bahçede kucağımda bir çocukla beni dışarıdan görmesine imkân yoktu. Öyleyse bu mesaj neyin nesiydi? Bahçe dışından biri beni göremiyorsa mesaj içeride olan birinden mi gelmişti?

Neden bilmiyorum ama aklıma ilk gelen kişi Kadir olmuştu. Kısa bir süredir çalışıyordu burada, çok fazla tanımıyorduk onu. Üstelik bugün eve bile girmişti. Abim normal şartlarda evin dışında çalışan adamların eve girmesine izin vermezdi ama bugün Mercan’ın eşyaları geldiğinde Kadir’i kendisi eve göndermişti. Ne kadar güveniyordu ki bu adama? Neden hâlâ buradaydı? Giray gibi güvensiz biri Kadir’e karşı neden kurallarını gevşetmişti?

Ocakta kaynamakta olan çorbanın üzerine rendelediğim zerdeçalı ekleyip ateşi biraz kıstım ve pişmeye bıraktım. İnci, abimle yaşadığı gerginlikten sonra odasına kapanmıştı. Davranışlarını gözlemlemem için odasından çıkması gerekiyordu ama sadece ihtiyaçları için çıkıyor, sonra hemen odasına geçiyordu. Onu bir şekilde odadan çıkarmalıydım ama nasıl?

Yorgunluktan salondaki koltukta uyuklayan Sümbül ablayı rahatsız etmemek için Mercan’ın odasına çıktım. Odasındaki bütün düzenlemeler bittiğinden beri o da hiç çıkmıyor, odasında vakit geçiriyordu. Kapının üzerine asılan, gerçeğinden ayırt edilmesi çok zor olan yer elması süsüne bakıp gülümsedim. Giray’ın espri anlayışı çok garipti.

Kapıyı iki kere tıklattıktan sonra hafif araladım ve başımı uzattım. “Girebilir miyim?”

Mercan yere oturmuş oyuncaklarla oynuyordu. “Giyebiliysin,” dedi oturduğu yerden heyecanla kalkarak. “Bunu göymedin Biyicik, şuna bak.”

Görmüştüm aslında. Odasının bütün detaylarını defalarca kez göstermişti bana. Her şeyi çok beğenmişti Mercan, o kadar heyecanlı ve mutluydu ki bu hallerini seyretmek beni mutlu ettiği kadar üzüyordu da. Sanırım daha önce hiç böyle bir odaya ve bu kadar çok oyuncağa sahip olmamıştı.

Su yeşili ve şeker pembe ağırlıklı bir tercih yapmıştı Giray. Tüm detayları özenle seçmişti. Etrafı ahşap trabzanlarla çevrili yatağı ve yatağın üzerindeki tavandan yere kadar uzanan tül cibinlik şeker pembeydi. Duvarda kocaman harflerle Mercan’ın adı yazıyordu. Yatağın yanında su yeşili ikili bir koltuk ve tam karşısında aynalı etkinlik masası vardı. Nerdeyse tavanın tamamı aşağıya doğru sarkan ışıklı yıldızlarlar doluydu. Tıpkı kendisi gibi kırmızı saçlı olan lahana bebeğini bana gösterdikten sonra giysi dolabına yöneldi Mercan.

“Bunlayı da göymedin.” Açtığı dolabın içindeki çeşit çeşit kıyafetleri gösteriyordu şimdi de.

“Hepsi sana çok yakışacak,” diyerek kucağıma aldım onu. Gözlerinin içi gülüyordu.

“Şunlayı göydün mü?” diyerek masanın üzerindeki boyama kitabını gösterince güldüm. Hepsini zaten görmüştüm ama sanki odasına ilk kez giriyormuşum gibi tekrar gösteriyordu.

“Gördüm canım,” diyerek masaya yaklaştım. Bir sürü boyama yapmıştı ama onlardan çok çizdiği resimler dikkatimi çekti. “Bunları sen mi çizdin?”

Gururla başını salladı. Onun yaşında bir çocuğa göre gayet güzel çizimlerdi. Mercan’ı sandalyeye oturtup yanına diz çöktüm. Aklıma harika bir fikir gelmişti. Çocukların, içinde bulundukları psikolojiyi ve iç dünyasını en iyi yansıtma yöntemi resimlerdi. Çizdiği resimlerden psikolojik bir analiz yapmak mümkündü. Kullandıkları figürler ve renkler anlayabilene çok şey anlatırdı. Şu an elimde tuttuğum resim defterine çizdiği şey, tamamı sarıya boyanmış bir ev resmiydi. Mercan yaşındaki çocuklar pek renk ayrımı yapamazlardı ama genelde sarı rengi mutlu çizimlerde tercih ederlerdi. Mutlu bir ev çizmişti.

“İnsan resimleri de çizebiliyor musun?” diye sordum. “Senden istesem benim için birkaç tane insan resmi çizebilir misin?” Resim defterinde temiz bir sayfa açıp önüne koydum.

“Tabii ki de çizeyim,” diyerek gülümsedi. “Seni çizmemi istey misin?”

Güldüm bu söylediğine. Çok tatlıydı. “Beni başka bir zaman çizersin,” diyerek boya kalemlerini çıkardım çekmeceden. “Önce kendini çizmeni istiyorum, onu odamın duvarına yapıştırırız.” Boya kalemlerinin arasından turuncu renk olanı çıkardım ve saçlarına yaklaştırdım. “Saçlarını bu renkle boyamanı istiyorum çünkü senin saçlarına en çok benzeyen renk bu.”

Elimden turuncu boya kalemini aldı ve saçlarıyla birleştirerek benzerliğini kontrol etti. Bunu yaparken gözleri şaşı bir hâl almıştı, güldürmüştü yine beni. “Tamam, saçlayımı bu yenk yapayım, biyas benziyoy.”

“Daha sonra da,” derken elinden kalemi aldım ve diğerlerinin yanına koydum. “Anneni çizmeni istiyorum senden.” Mercan’ın annesiyle ilgili tüm duygu ve düşüncelerini anlamam gerekiyordu. Bakalım Mercan’ın gözünden İnci nasıl bir anneydi? Onu nasıl görüyor, neler hissediyordu?

Gözlerime öyle bir hüzünle baktı ki bu bakışın arkasında sakladıklarını çok merak ettim. Mutlu ev çizen bir çocuğun gözlerinde böyle bir hüzün olmazdı. İnci tarafından hiç sevgi görmemiş olmanın hüznü müydü bu? Belki de gördüğü şiddetin izleri vardı bu hüzünlü bakışın ardında. Sümbül abla İnci’nin, Mercan’ı kolundan tutarak sarstığını söylemişti bu sabah. Bakışlarındaki ürkütücülüğü söylemişti. Küçük bir çocuğa böyle davranan biri sevilmezdi bence. Mercan, İnci’yi sevmiyordu, bunun farkındaydım zaten ama bu bakışlar başka bir şey anlatıyordu bana. Buraya geldiği günden beri kafamda dönen senaryoları güçlendirmek ister gibi hüzünlü bakıyordu.

“Tamam, annemi de çizeyim,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. “Hangi yenk olsun saçlayı?”

“Onu sana bırakıyorum,” diyerek uzanıp yanağından bir öpücük aldım. “Anneni nasıl istiyorsan öyle çiz.” Çekmecedeki bütün boya kalemlerini masanın üzerine koyduktan sonra odadan çıktım.

Mercan’a annesiyle ilgili soru da sorabilirdim. Bir çocuğun ağzından laf almak çok da zor değildi ama riskliydi. Soracağım sorular onu korkutabilir ve olumsuz yönde etkileyebilirdi. Üstelik doğruyu söyleyeceğinin de bir garantisi yoktu. Çocuklar çok kolay yalan söylerdi, hayal dünyaları çok genişti ve söyleyeceği şeyler beni yanlış yönlendirebilirdi.

İnci’nin yanına gitmeden önce üzerimi değiştirmek için odama geçtim. Mutfakta Sümbül ablaya yardım ettiğim için üzerimde yemek kokusu vardı. Koray da Giray da birazdan gelirdi ama masa bile hazır değildi daha. Hızlıca üzerime bir eşofman altı ve tişört giydikten sonra mutfağa indim ve ocağı kapattım. Çeşm-i Biricik çorbası çok güzel kokuyordu.

İnci’nin odasına çıkmadan önce Sümbül ablanın yanına gittim. Koltuğun üzerinde uyuyakalmıştı. Bugün Mercan’ın odasıydı Koray’ın siparişleriydi derken çok yorulmuştu. Onu uyandırmak istemezdim ama abimler gelmek üzereydi. Oldukça kısık bir sesle, “Sümbül abla,” diyerek koluna dokundum.

Dokunduğum anda, “Ne oldu?” diyerek öyle bir sıçradı ki kalçamın üzerine düşüverdim.

“Sümbül abla?”

“Ah, Biricik,” diyerek kendini toparladı ve elini uzattı kalkmam için.

“Kâbus mu gördün?” derken uzattığı elini tutarak ayağa kalktım.

Gözlerini ovuştururken, “Evet, İnci’yi gördüm,” deyince küçük bir kahkaha attım. Sümbül abla İnci’den ciddi ciddi korkuyordu. Sabah İnci’nin, Mercan’a olan bakışlarını anlatırken de çok korku dolu bir ifade vardı yüzünde.

“Ne yapıyordu?” Gözlerimi kısarak bakışlarımı sertleştirdim. “Elinde hançerle seni mi kovalıyordu?”

“Dalga geçme,” diyerek ayağa kalktı ve mutfağa doğru yürümeye başladı. “Masayı hazırlayayım ben, gelirler birazdan.”

“Bu kadar korkma,” diyerek peşine takıldım. “Bütün gün odasından çıkmıyor kadın.”

“Mümkünse çıkmasın,” derken tüyleri ürpermiş gibi bir hareket yaptı. “Suratındaki metalleri gördükçe içim bir tuhaf oluyor.”

Yine güldürmüştü beni. İnci’nin dudağındaki ve kaşındaki piercingleri kast ediyordu. “Üzgünüm ama çıkması gerekiyor,” diyerek merdivenlere yöneldim. Çıksın ki davranışlarını gözlemleyeyim. Hem Koray da bu konuda bana yardımcı olurdu.

İnci’nin odasının önüne geldim ve kapıyı iki kere tıklattım. Cevap vermeyeceğini biliyordum ama destursuz da giremezdim. “Girebilir miyim?”

Kapının önünde mi bekliyordu bilmiyordum ama aniden açıp, “Yine ne var!” deyince irkilerek geriye doğru adımladım. Sümbül abla bu kadından korkmakta haklıydı sanırım. Gözleri kanlanmış, etrafı yine mosmor olmuştu. Saçları birbirine karışmıştı ve oldukça hızlı nefes alıp veriyordu.

Yine bir krizin eşiğinde olabilirdi ya da daha yeni madde kullanmıştı. Abim onu muayene ettirmek için hastaneye götürdüğü gün birkaç saatliğine ortadan kaybolduğunu söylemişti. Bu kayboluşun sebebinin o yasaklı maddeler olduğunu düşünüyordum, muhtemelen kendisine stok yapmıştı. Madde bağımlısı olan insanlar uzun süre kullanmadan duramazdı ve sürekli kriz geçirirdi. İnci her ne kadar uyumsuzluğundan ve hırçınlığından ödün vermese de o geceden beri hiç kriz geçirmemişti. Bu da o yasaklı maddeleri kullanmaya devam ettiğini gösteriyordu. Belki de bize zarar vermek istemediği için odasından çıkmıyordu ama biz farklı yorumluyorduk. İnci’yi hiç tanımıyorduk ki, nasıl biri olduğunu bilmiyorduk.

“Bu akşam sen de yemeğe iner misin, diye soracaktım.”

Alnındaki teri iki eliyle saç diplerine doğru sürükledi, çok terlemişti. “Hayır,” dedi bir elini kapı eşiğine yaslayarak. “Acıkınca mutfağa inip bir şeyler yiyorum zaten. Sürekli kapıma dayanıp beni rahatsız etme.”

“Büyük abim gelecek yemeğe, seninle tanışmak istiyor,” diyerek ısrar ettim. On dakikalığına da olsa yanımıza gelmesi gerekiyordu. “Hem Mercan da seni özlüyor, az önce annemi istiyorum, diye ağladı.”

İçinde annelik duygusu barındırmayan bir kadını, ikna etmek için anneliğini kullanarak yalan bile söylemiştim ama hiç etkilenmiş gibi görünmüyordu. Alaycı bir tavır takınarak sırıttıktan sonra kapıyı öyle bir çarptı ki suratıma, sinirle yumruk yaptığım elimi ısırdım. Çok inatçı bir kadındı. Bana biraz fırsat verse belki ona yardımcı olmak isteyecektim ama hiç yanaştırmıyordu yanına.

Salona indiğimde Giray’ın geldiğini gördüm. Elinde bir çanta vardı. “Hoş geldin abi,” diyerek yanına gidip sarıldım.

“Hoş buldum güzelim,” diyerek saçlarıma bir öpücük kondurdu. “Ne yaptın bugün?” Etrafa bakındı merakla. “Mercan nerede?”

“Odasında resim yapıyor,” derken abimin elindeki çantaya bakıyordum, sanırım tatlı almıştı. “Bütün gün yemek yapmaktan canımız çıktı abi. Koray’ın siparişleri çok uğraştırdı bizi. Gerçi Sümbül abla yaptı ben sadece çıraklık yaptım ama yine de yoruldum bende. Çeşm-i Biricik çorbası çok güzel oldu.”

“Koray mı?” dedi elindeki çantayı bana uzatarak. Ceketini çıkarıp koluna attıktan sonra uzanıp elimdeki çantayı geri aldı. “Sen iptal etmedin mi onu?”

“Neden iptal edecekmişim?”

“Güzelim vazgeçtim ya,” derken çantanın içinden bir adet elma şekeri çıkardı. “Ben onu İnci hakkında görüşmek için çağırmıştım. Güvendiği bir uzman varsa eve getirip İnci’yle bir görüştürmek istediğimi söyleyecektim ama vazgeçtim. Konuştuk ya sabah. Uğraşmayacağım bu kadınla, boşanacağım, dedim ya.”

Tam tahmin ettiğim gibi İnci hakkında görüşmek için çağırmıştı Koray’ı. “Eee?” diyerek elindeki elma şekerini aldım. Sadece Mercan’a mı almıştı elma şekeri? Ben de çok severdim, bana da alsaydı.

“Ara söyle,” dedi çantanın içinden bir tane daha elma şekeri çıkarırken. Bana da almıştı. “Gelmesine gerek kalmadı.”

“Abi olur mu öyle şey?” diyerek elindeki diğer elma şekerini de çekip aldım sinirle. “Koray’ın evimize yemeğe gelmesi için illa bir sebep mi olması gerekiyor?”

Başını omzuna eğerek bıkkınlıkla baktı yüzüme. “Biricik…”

“Gerçekten çok ayıp ediyorsun,” diyerek kınayan bir bakış attım. “Çok haksızlık ediyorsun Koray’a.” Cebimden telefonumu çıkarıp Koray’ın sabah bana gönderdiği mesajları gösterdim. “Baksana şuna, sen onu arayıp yemeğe çağırdın diye nasıl da heyecanlanmıştı.” Koray’a böyle davrandığı zaman benim kalbim kırılıyordu. Sıkılmıştım artık bu tavrından. Koray’a sıradan biri muamelesi yaparak görmezden gelmesinden bıkmıştım.

Gözünün ucuyla mesajlara baktı. Hiçbir mimik oynatmamıştı ama bakışlarındaki yumuşama gözümden kaçmadı. “İyi, tamam,” diyerek elimdeki elma şekerinin birini aldı ve merdivenlere yöneldi. “Üzerimi değiştirip inerim.”

Mesajlardan etkilendiği hissine kapılmıştım. Herhangi bir tepki vermemişti ama öyle hissetmiştim. Acaba Koray’la anlaşma yapıp bana Giray’la ilgili duygusal mesajlar göndermesini mi istesem? Çeşitli bahanelerle o mesajları abime gösterir, Koray’a karşı daha çok yumuşamasını sağlardım.

Bu zekâ bazen bana ağır geliyordu.

Masanın başında son hazırlıkları yapan Sümbül abla kendi kendime güldüğümü gördü. “Neye gülüyorsun canım?”

Rüzgâr’ın zekâm karşısında ayağa kalkıp beni alkışladığını söylediği mesaj gelmişti aklıma. Giray’la ilgili yaptığım sinsi planı duysa kesin amuda kalkarak alkışlardı bu kez. “Hiç, aklıma bir şey geldi,” dedim.

Yukarı çıkıp Mercan’a bakmak istiyordum. İstediğim resimleri çizmiş miydi acaba? Eğer bana yardımcı olacak türde çizimler ortaya çıkardıysa ondan son bir resim yapmasını daha isteyecektim. Mutfaktan salatayı alıp salona getirirken kapı çaldı. Koray gelmişti.

Salatayı masaya koydum ve kapıya koştum. Kapıyı açtığım da Koray’ı görmeyi bekliyordum ama kocaman bir ayıcıkla karşılaştım. “Bu kim ya!”

“Benim kızım,” dedi ve ayıcığı indirerek kendini gösterdi. Sanırım Mercan için almıştı bunu.

“Hoş geldin,” diyerek kapıyı sonuna kadar açtım. Büyük bir çanta vardı elinde, sanırım tatlı almıştı.

“Hoş bulduk,” diyerek içeri girdi ve çantayı bana uzattı. “Yemek hazır mı?”

“Koray bi’ nefes alsaydın,” derken uzattığı çantayı alıp içine baktım. Mis gibi elmalı tarçın kokuyordu. “ Ne aldın bana?”

“Şeker’im sana cevizli baklava alacaktım ama bulamadım,” derken uzanıp alnımı öptü. “Tart aldım, çok taze.”

Cevizli baklavadan tarta yaptığı keskin geçiş güldürdü beni. “Teşekkür ederim, kokusundan belli taze olduğu.”

Koray’la birlikte salona geçerken merdivenlerden kucağında Mercan’la inen abime baktık. “Kızım bu tam baba olmuş,” diyerek fısıldadı Koray. Abim elindeki peçeteyle Mercan’ın ağzını siliyordu.

Koray’a bakarak, “Hoş geldin,” dedi Giray.

Koray, Giray’a gülümseyerek, “Hoş bulduk,” dedikten sonra Mercan’a doğru yaklaştı. Abimin aldığı elma şekerinin kırmızı boyası, Mercan’ın ağzına ve yanaklarının bir kısmına bulaşmıştı. Çok tatlı görünüyordu. “Merhaba,” dedi Koray, Mercan’a. “Ben şu arkadaşın abisiyim.” Giray’ı göstererek söylediği şey Giray’ın göz devirmesine neden oldu.

Mercan önce Giray’a baktı daha sonra Koray’a. Aralarındaki benzerliği fark etmiş olacak ki biraz şaşkın bakıyordu. “Meyhaba,” dedi. “Senin adın da mı Giyay?”

“Yok,” dedi Koray gülerek. “Benim adım Koyay.”

“Koyay mı?”

“Evet, Koyay. Senin adın ne?”

“Meycan.”

“Meycan mı?”

“Hayıy Meycan değil, Meycan.”

“Tamam, ben de öyle söyledim, Meycan.”

Mercan kaşlarını çatarak Koray’a, “Off!” dedikten sonra Giray’ın kucağından sıyrılarak yere indi. “Meycan değil diyoyum, anlamıyoy musun? Meycan!” deyince hepimizi güldürmüştü. Hiç hoşlanmıyordu bu şakadan.

“Tamam, canım. Kızma,” diyerek Mercan’a doğru eğildi Koray. “Bak bunu sana aldım.” Mercan kendi boyundan bile büyük olan ayıcığa sarıldı teşekkür ederek.

Giray’ın, Mercan’ın sevincini seyrederken yüzünde oluşan tebessüme daldım bir süre. Eskiden görmeye alışkın olduğum ama artık nadiren zar zor yakaladığım ifadesine baktım. Bu küçük kızı ne çabuk sahiplenmişti böyle? Annemizin ölüm haberini almadan önceki zamanlarda bana da böyle bakardı. Büyük zorluklarla yetiştirdiği eserini seyrederdi hayranlıkla. Gururlu bir babanın evladına olan bakışlarını andırırdı.

Mercan’ın odası için seçtiği renkler geldi aklıma. Su yeşili ve şeker pembesi… Hiç Giray’lık renkler değildi ama anlamı vardı onun için. Gözlerinde yaralı bebeğimi gördüm, dediği bu küçük kızı benim yerime mi koymaya çalışıyordu acaba? Ona eskiyi mi hatırlatmasını istiyordu? Belki o da farkındaydı içinde bulunduğu ruhsal durumun. Kurtuluş olarak Mercan’ı görüyordu belki. Yeni Giray’a eski Giray’ın duygularını hatırlatsın istiyordu.

Abilerim masadaki yerlerini alırken ben de çorbayı masaya getirdim. Sümbül abla Mercan’a yemeğini yediriyordu. Koray tabağına dolmaları koymaya başlamıştı. “Niye bu kadar zahmet ettiniz?” dedi Sümbül ablaya bakarak. Sipariş verdiğini unutmuş olamazdı değil mi?

“Estağfurullah, ne zahmeti,” dedi Sümbül abla. “Afiyet olsun.”

“Uzat tabağını,” dedim Koray’a. “Sana harika bir Çeşm-i Biricik çorbası yaptım.”

Gülerek tabağını uzattı. “Çeşm-i Nigar, diyecektin Şeker’im.”

“Hayır, canım,” diyerek tabağı elinden alıp çorba koymaya başladım. “Çeşm-i Biricik.”

“Yanlışın var, Çeşm-i Nigar,” dedi inatla.

Tabağı önüne sertçe bıraktım. “Benim yaptığım çorbanın adı neden Nigar oluyormuş Koray? Ben yaptım onu, emek verdim emek!” Haklıydım kesinlikle.

Cevap vermedi. Başını iki yana sallayıp gülerek kaşığını daldırdı çorbaya. Herkesin çorbasını verdikten sonra yerime oturdum ben de. Mercan yemeğini yerken Sümbül ablaya zorluk çıkarıyordu. “Keşke elma şekerini yemekten sonra yeseydi,” diyerek abime baktım.

“Öyle anlaşmıştık aslında,” dedi Mercan’a bakıp başını sallayarak. “Ama ben üzerimi değiştirmek için odama gittiğimde hepsini yemiş.”

“Söz konusu elma olunca kural falan tanımıyor,” diyen Sümbül ablaya döndüm. Bir elinde çorba dolu kaşıkla Mercan’ın ağzını açmasını bekliyordu.

“Sümbül abla bırak,” dedim ve elinden aldığım kaşığı Mercan’ın eline verdim. “Yemeğini kendin ye bakalım bücür.” Öyle güzel resimler yapan, kalem tutan bir çocuk kaşığı da tutabilirdi bence.

“Üstüme dökeyim,” diyerek gözlerime baktı. Dökmeden yiyebilirdi kesinlikle.

“Bir şey olmaz,” dedim hafif sert bir tonla. “Dökersen de değiştiririz.” Koray’a baktım. “Sen de bitir Koray.” Giray’a döndüm bu kez. “Abi sen de bitir hemen. Yemeğini bitirmeyene elma yok.”

Hepsi sanki bir an önce elma yemek için can atıyormuş gibi yaparak yemeğini yemeye koyuldu, tabii Mercan da. Biraz üzerine biraz masaya dökerek de olsa çorbasını bitirmişti. Doyduğunu söyleyerek kalkmak istediğinde ona izin verdim çünkü elma şekeri yediği için iştahı kapanmıştı, iyi bile yemişti bana göre.

Koray ve Giray arasında da tatlı bir çekişme yaşandı masada. Giray çorbayı çok beğendiğini söyleyerek bir elimi öpünce Koray ayağa kalkıp iki elimi birden öpmüştü. Hayatı boyunca böyle güzel bir çorba içmediğini söylemeyi de ihmal etmemişti tabii. Giray güzel olduğunu söylediyse o daha çok abartmalıydı çünkü.

Sümbül ablayla birlikte üzerini değiştiren Mercan tekrar salona inmişti. Koray’ın hediyesi olan ayıcığı kucaklayıp düşe kalka mutfağa geçti elma almak için. Biz de yemeğimizi bitirip masayı toplamaya koyulduk. “Sen benimle ne konuşacaktın?” diyerek oturduğu yerden önündeki boş tabağı Giray’a uzattı Koray. Giray ayağa kalkmıştı ve masayı toparlıyordu. Koray yalnızca oturduğu yerden masadakileri Giray’a uzatıyordu.

“Anlatacağım,” dedi Giray. Koray’ın uzattığı tabağı kendi tabağının üzerine koymuştu.

“Anlat işte, neyi bekliyorsun?” Çatalını, kaşığını ve bıçağını uzattı bu kez Giray’a.

Koray’ın sırayla uzattıklarını üst üste koydu ve “Önce ayağa kalk,” dedi Giray.

Koray merakla ayağa kalkarken, “Yalnız konuşmamız gereken bir konu herhalde,” dedi.

Giray, “Yok,” diyerek üst üste koyduğu tabak, çatal ve bardakları Koray’a uzattı ve “Şunları mutfağa bırak gel, öyle konuşalım,” dedikten sonra yerine oturdu.

Küçük bir kahkaha attım. Koray’ın ağzı yarı açık bir şekilde bir Giray’a bir bana bakması kahkahamın şiddetini arttırdı. İşin daha komik olan tarafı, konuşacağı bir şey yoktu artık. Vazgeçmişti İnci hakkında Koray’la konuşmaktan. “Çakala bak,” diyerek başını salladı Koray. Onun da hoşuna gitmişti Giray’ın bu hareketi, gözlerinin içi gülüyordu.

Biz masayı toplarken Sümbül abla mutfağa getirdiğimiz bulaşıkları makinaya dizdi hızlıca. Koray’ın getirdiği tartın tadını merak ediyordum, taze olduğunu söylemişti. Koray’ın isteği üzerine çay eşliğinde elmalı tarçınlı tart yiyerek sohbet edecektik salonda. Giray ve Koray her ne kadar sürekli atışsa da ortamın gerilmesine sebep olacak türden atışmalar değildi bunlar. Aksine yüzümüzü güldürüyordu. İçim kıpır kıpırdı, gerçek bir aile ortamı vardı evimizde bu akşam.

Tart paketini açtım ve dilimlemeye başladım. Kokusu insanın başını döndürüyordu, elmayla tarçının birleşiminden çıkan harika bir kokuydu. Dilimlediğim tartları tek tek tabaklara koyarken iki eliyle tezgâhın kenarını tutarak ağlamaya başladı Mercan. Servis kaşığını tezgâhın üzerine bırakıp Mercan’a döndüm. “Ne oldu bir tanem?” İç çekerek sessiz sessiz ağlıyordu. “Mercan?” dedim yüzünü ellerimin arasına alarak. “Neden ağlıyorsun?” O kadar acıklı bakıyordu ki içim yandı.

“Onlayın hepsi benim olabiliy mi, Biyicik?” Tabaklara koyduğum tartlara bakarak söylemişti.

Kaşlarım çatıldı. Bu muydu gerçekten? İçinde elma olan tart için mi ağlamıştı? “Olmaz,” dedim net bir dille. “Elma şekeri yedin zaten, bugünlük bu kadar şeker yeterli, Mercan.” Onun gibi gelişme çağında olan bir çocuk için şeker çok zararlıydı.

“Yemeyeceğim ki,” dedi iç çekerek. “Odama koyalım, duysun.”

“Yemeyeceksen neden odana koyuyormuşuz?” Yarın yemesi için küçük bir dilim ayırırdım ben ona.

“Kokusu,” dedi ve sustu, tekrar ağlamaya başlamıştı. “Nütfen, Biyicik.”

Dönüp yüzüne baktım. O kadar içten ağlıyordu ki, sesini yutmak için ağzını sıkıca kapatarak ağlıyordu hem de. Gerçekten yemek istediği için ağlamıyordu sanırım. Yaşlı gözleri aniden arkamda bir noktaya kayınca gözyaşlarını koluyla silmeye başladı panikle. Baktığı tarafa döndüm, İnci merdivenlerden iniyordu. Gözyaşlarını sildikten sonra arkama geçip saklanınca eğildim ve Mercan’ı kucağıma aldım. Ağladığını İnci görecek diye korkmuştu.

“Yenge selam,” diyerek İnci’ye seslendi Koray. İnci, Koray’a bir bakış atıp mutfağa yönelince Mercan’la birlikte mutfaktan çıktım.

Koray mutfağa geliyordu, sanırım İnci’yi biraz zorlayacaktı. Şimdi tam zamanıydı. İnci buradaydı ve Mercan kucağımdaydı. “Yenge selam verdim ya,” diyerek tezgâhın önünde kendine tabak hazırlayan İnci’ye yaklaştı ve elini uzattı Koray. İnci bize yaptığı gibi Koray’a da yokmuş gibi davranarak cevap vermiyordu. “Adım Koray,” diyerek kendini tanıttı. “Bu evin en büyüğü benim.”

Bu sırada Mercan’ı kucağımdan indirip benim için bir resim daha yapmasını istedim. Daha önce yaptığı resimlerle birlikte yeni yaptığı resmi bana getirirse istediğini yapacağımı söyledim ve odasına gönderdim. Hiç itiraz etmeden heyecanla odasına koştu Mercan.

“Nerenin en büyüğü olduğundan bana ne!” diyerek çıkıştı İnci. “Bu evdeki hiç kimse kapsama alanıma girmiyor.”

“Ayıp oluyor ama yenge,” dedi Koray. “İnsan kayınbiraderine böyle sesini yükseltir mi?” Dönüp bana bakarak İnci’yi işaret etti. “Yengemin kalbini mi kırdı bizim hödük?” Tekrar İnci’ye döndü ve yanına biraz daha yaklaştı. “Eğer bir yanlışı olduysa söyle bana kulağını çekeyim, seninki benden çok korkar.”

“Ne zırvalıyorsun sen be!” İnci’nin elinde bıçakla verdiği yüksek sesli ani tepki karşısında geriye doğru sıçradı Koray. Yüzünün saniyeler içerisinde kireç gibi oluşunu seyrederken gülmemek için dudağımın içini ısırıyordum. Çok korkmuştu.

Koray daha fazla İnci’yi rahatsız etmesin diye kolundan tuttum ve mutfaktan uzaklaştırdım. “Öfke kontrolü problemi var,” dedi Giray’ın yanındaki tekli koltuğa yerleşirken. “Ayrıca şiddet eğilimi tehlikeli boyutta.”

“İki dakikada koydun yani teşhisi?” diyerek alaycı bir ifadeyle Koray’a baktı Giray. Ben mutfaktayken İnci’yle ilgili yardım isteyeceği ve vazgeçtiği konuyu kısaca anlatmıştı Koray’a.

“Çok zor olmadı,” diyerek Giray’a doğru başını uzattı Koray. “Biraz daha zorlasam şerefsizim o bıçağı dalağıma saplardı.”

Aralarındaki yakın mesafeyi yetersiz görmüş olacak ki koltuğunu Giray’ın koltuğuna doğru sürükledi. Dip dibeydiler şu an. Arkama yaslandım ve onları seyretmeye başladım.

“Abartma, o kadar da değil,” dedi Giray.

“Sen öyle san,” derken Giray’ın alnına düşen bir tutam saçı parmaklarıyla geriye itti Koray. Giray rahatsız olmuş gibi başını geriye çekti. “Ben neler gördüm bu psikoloji camiasında,” diyerek vücudunu tamamen Giray’a doğru çevirdi.

“Neler gördün acaba?” diyerek Giray da Koray’a doğru döndü. “Eline her bıçak alan karşısındakinin dalağını mı deşiyordu?”

“Tam olarak öyle sayılmaz,” derken bu kez de Giray’ın tişörtünün yakasını düzeltti. Aslında dağınık değildi Giray’ın yakası ama dağınıkmış gibi düzeltti. Maksat temas olsun işte. “Nereden aldın bu tişörtü, güzelmiş?” dedi konudan saparak.

“Hatırlamıyorum,” diye karşılık verdi Giray. Şu dakikaya kadar gayet sakindi Koray’a karşı. Aralarında ilk kez bu kadar uzun bir diyalog gerçekleşiyordu, şoklardaydım.

“Eğil,” dedi Giray’ın ensesine uzanarak. “Markasına bakayım.” Giray sabır dilercesine başını iki yana sallayarak eğilince hiç çekinmeden kahkaha attım. Çok komik görünüyordu.

“Tamam, biliyorum bu markayı,” dedi ve Giray’ın omzuna baskı uygulayarak arkasına yaslandırdı bu kez. Giray git gide sinirleniyordu, hissediyordum. Çok bile dayanmıştı Koray’ın bu yakın temasına.

Gidip ikisinin arasında birleşen koltukların kol yaslama kısmına oturma isteği uyandı içimde. Çok seviyordum ikisine de. Giray çocukluğumdan beri hayatımın merkezindeydi zaten ama Koray… Koray sonradan gelip hiç teklifsiz yerleşmişti merkezimdeki boşluğa. Hayatım boyunca hayalini kurduğum o büyük aile boşluğunu doldurmamı sağlayacaktı bu ikisi. Âşık oldukları kadınlarla evlenecek, bana bir sürü küçük Koray’lar ve Giray’lar vereceklerdi. Masada yer bulmakta zorlanacağımız türde kalabalık bir aile olacaktık. Kendimle ilgili henüz bir hayal kuramıyordum çünkü benim ne olacağım belli değildi. Belki de abilerimin eşlerine, evde kalmış huysuz görümce olacaktım sadece.

İnci mutfaktaki işini bitirip odasına çıkmıştı çoktan, abilerime bakmayı bırakıp ayağa kalktım. Çay keyfi yapacaktık daha. Mutfağa doğru ilerlerken kucağında Mercan’la merdivenlerden inen Sümbül abla dikkatimi çekti. Ayakta uyukluyordu sanki. İnci ve Mercan evimize geldiğinden beri Sümbül abla burada kalıyordu, Giray’ın isteğiydi bu. Çok yoğundu ama gidip dinlenemiyordu da. Merdivenlerin son basamağını da indikten sonra Mercan’ı yere bıraktı. Mercan elindeki resim kâğıtlarıyla koşarak yanıma geldi, sanırım çizdiği resimleri gösterecekti.

“Bitiydim, Biyicik.”

Mercan’ın uzattığı kâğıtları aldıktan sonra Sümbül ablaya odasına gidip dinlenmesini söyledim. Misafirimiz olduğunu söyleyerek itiraz etti ama Koray misafir değildi. Kendisinin de söylediği gibi bu evin en büyüğü, abisiydi. Çay servisini ben yapacaktım zaten.

Sümbül ablayı gönderdikten sonra Mercan’ın elinden tutup mutfağa götürdüm. Onu masaya oturtup önüne elmalı tarçınlı tartı koydum ve yememesini söyledim. Zaten yemek niyetinde değildi çünkü kıyamazdı. Anladığım kadarıyla elma ve tarçının birleşimden oluşan o hoş koku ilgisini çekmişti. Elmalı tarçının kokusu ona bir şeyleri ya da birini hatırlatmıştı. Muhtemelen elma tutkusu da buna dayanıyordu. Küçücük bir çocuğun aç ya da tok fark etmeksizin sürekli elma yemesi hiç normal değildi.

Karşısına geçip oturdum ve resimleri incelemeye başladım. Mercan’dan kendisinin ve annesinin resmini çizmesini istemiştim daha önce. İnci mutfakta Koray’la mücadele ederken de Mercan’a İnci’yi göstererek bu kez onu çizmesini söyledim. Özellikle ‘anne’ kelimesini kullanmadan ya da ‘İnci’ demeden bunu yaptım çünkü eğer şüphelerimde yanılmıyorsam -ki kolay kolay yanılmam- İnci, Mercan’ın annesi değildi.

Bu yönde beni şüphelendirecek çok şey vardı. Her ne olursa olsun bir annenin çocuğuna karşı bu kadar kayıtsız kalmasına imkân yoktu. Sorumsuz bir anne olabilirdi evet, küçük bir çocuğun sorumluluğunu almak kolay değildi herkes için. Ama bir şekilde Mercan bu yaşa kadar gelmişti. Bu kadar sorumsuz bir kadın bir çocuğu bu yaşa getiremezdi. Doğurduğu anda ondan kurtulmanın yollarını arardı. Sorumluluğunu almanın dışında bu denli nefret ettiği bir çocuğu bu yaşa kadar getiremezdi.

Kafamı karıştıran bir diğer konu da isimleriydi. İnci ve Mercan ismi genelde birlikte kullanılırdı evet ama kendi ismi gerçekten İnci olan biri kızına Mercan ismini koymayı tercih ederdi. Başka bir isme sahip olan biri de çocuğuna Mercan ismini koyabilirdi pek tabii ama isminin İnci olduğunu söyleyen birinin çocuğuna bu ismi koyması için o çocukla duygusal bir bağı olması gerekirdi. Doğurduğu çocukla duygusal bir bağı olan bir anne, o duygusal bağı daha anlamlı bir hale getirmek için yapardı bunu. Gördüğüm kadarıyla İnci’nin Mercan’a karşı herhangi bir duygusal bağı yoktu, nefret ediyordu ondan.

İlk resmi çevirip Mercan’a gösterdim. “Bu kim?” Evet, Mercan yaşına göre güzel resim çiziyordu ama sadece yaşına göre. Bu çizimleri direkt olarak bir şeye ya da birine benzetmek biraz zordu. Zaten istediğim şey kusursuz çizimler yapması değildi. Resimleri çizerken tercih ettiği şekiller ve renklerin anlamıydı.

Masanın üzerindeki tarttan bakışlarını çekip bana cevap verdi. “Meycan.”

Elimdeki Mercan çizimine indirdim bakışlarımı. Siyah kalemle çizdiği resmin neredeyse tamamını koyu kahverengiyle boyamayı tercih etmişti ve yalnızca saçlarını ondan istediğim gibi turuncu renge boyamıştı. Kendince eller, bacaklar, turuncu saçlar çizmişti ama eksikler vardı. Ne ağzı vardı bu çizimdeki Mercan’ın ne gözleri ne de kulakları. Hatta ağız kısmına bantla kapatmış gibi bir şekil çizmişti.

Mercan çizimini masaya bırakıp ikinci resme geçtim ve onu da Mercan’a çevirip gösterdim. “Bu kim bir tanem?” Bu biraz garip bir çizimdi.

Başını usulca kaldırıp üst kata baktı ve “O,” diyerek yukarıyı gösterdi. Anne ya da İnci dememiş olması şüphelerimi daha çok kuvvetlendirdi.

Kafes gibi bir şeyin içine çizdiği küçük şey bir insandan çok yaratığa benziyordu. Çizerken tamamen siyah renk kullandığı İnci’nin gözleri neredeyse kafasından büyüktü. Resim bundan ibaretti. İnci’yi bir yere kapatılması gereken zararlı bir yaratık gibi betimlemişti.

Üçüncü ve son resme geçtim. Bu annesiydi. Mavi renk kalem kullanarak çizdiği anne figürünün saçlarını tıpkı kendi resminde olduğu gibi turuncuya boyamıştı. Saçlar dışındaki diğer yerleri de yeşil ağırlıklı olmak üzere farklı renlerle doldurmuştu. Annenin yüzünü sarı renkle, gülümseyen gözlerini yeşil renkle boyamıştı.

Annenin hemen önünde duran, masa olduğunu düşündüğüm şeyin üzerinde turuncu ve yeşile boyanmış küçük küçük bir şeyler vardı. Ne olduğunu anlamayarak resmi Mercan’a çevirip sordum. “Bunlar ne güzelim?”

Çocukça bir iç çekerek özlemle baktı resme. Gözleri nemlenmişti, bakmaya devam ederse ağlayacak gibi görünüyordu. “Elmalı kuyabiye,” dedi bakışlarını resimden çekmeden. “En sevdiğim… Annem…” derken aniden aklına bir şey gelmiş olacak ki kendini toparlayarak dudaklarını birbirine bastırdı.

Çizdiği resimler, farkında olmadan verdiği çocukça tepkiler. Ne yaşamıştı da böylesine gözü korkmuştu? Annem, diye başlayan cümleyi yarıda bırakmasına sebep olan şey neydi? Bu nasıl bir korkuydu ki şu küçücük aklına rağmen riskli olduğunu düşündüğü cümleleri yutuyordu? “Ben biyas kedileyin yanına gideyim,” diyerek kaçarcasına uzaklaştı yanımdan çünkü korkmuştu. Ona bu konuyla ilgili soru sormamdan korkmuştu.

Elbette üzerine gitmedim çünkü bu konuyla ilgili ona bir soru sorarsam çok kötü etkilenirdi. Zaten bu yüzden soru sormak yerine resim çizmesini istemiştim. Dudaklarını sımsıkı kapatarak söyleyemediklerini resimler aracılığıyla anlatsın istemiştim. Başarılı da olmuştum.

Mercan’ın çizimler aracılığıyla bana anlattıklarına göre İnci, Mercan’ın annesi değildi. Her ne kadar emin olmasam da bence adı İnci bile değildi. Henüz ne olduğunu bilmediğim bir sebepten dolayı Mercan’ın gerçek annesinin yerine geçmişti bu kadın. Neden peki? Bu kadar nefret ettiği ve asla sorumluluğunu üstlenmediği bir çocuğun annesinin yerine geçmekteki amacı neydi? Ve en önemlisi, Mercan’ın gerçek annesi neredeydi?

Kâğıtları alarak salona geçtim. Koray’la birlikte bu çizimlerin anlamını Giray’a anlatmamız gerekiyordu. “Oğlum neyi bu kadar stres yaptın sen?”

Salona geldiğimde gördüğüm manzara karşısında neredeyse küçük dilimi yutuyordum. “Ne yapıyorsunuz siz ya!”

“Kızım bu çocuğu çok strese sokmuşsunuz,” diyerek bana sesini yükseltti Koray. “Bir insan evladına bu kadar yüklenilmez, günahtır.”

İkili koltuğa yerleşirken gördüklerimi algılamaya çalışıyordum. Koray, Giray’ın oturduğu tekli koltuğun yaslanma kısmının üstüne oturmuş, iki bacağını Giray’ın yanlarına atmış ve Giray’ın omuzlarına masaj yapıyordu. Giray’ın yüzündeki ifade halinden şikâyetçi gibi değildi ama memnun gibi de görünmüyordu.

“Gerginlikten taş gibi olmuş çocuğun kasları,” derken hâlâ Giray’ın omuzlarını mıncıklıyordu Koray. “Şimdi daha iyi misin koçum?” Başını eğip yandan Giray’ın yüzüne baktı.

“Evet, evet,” diyerek başını salladı Giray. “Yeter bu kadar, in artık tepemden!”

Ağzım açık bir şekilde onlara bakıyordum. “Benim tanıdığım çok iyi bir fizyoterapist var,” diyerek indi Giray’ın tepesinden! “Sizi tanıştırayım.”

“Gerek yok,” dedi Giray. Koray’ın yaptığı masajla rahatlamış gibi omuzlarını geriye doğru birkaç kez hareket ettirdi.

Koray gerek var, dercesine başını sallayarak bana doğru döndü ve “Nerede kaldı kızım çaylar?” dedi. “Kuruduk burada.”

“Bırak şimdi çayı,” diyerek elimdeki çizimleri işaret ettim. “Gel, otur yanıma.”

Hiç ikiletmeden geldi ve sol tarafıma oturdu. “Ne bunlar?”

“Mercan’ın çizdiği resimler,” diyerek Koray’ın sorusunu cevaplarken Giray’a sağ tarafıma gelip oturmasını işaret ettim. “Abi gel sende yanıma.”

Giray koltuğundan kalkıp yanıma gelirken etrafı kolaçan ettim. Anlatacaklarımı İnci ya da Mercan duysun istemiyordum. İnci odasındaydı Mercan da kedilerle oyuna dalmıştı. “Kim bunlar?” diye sordu Koray, çizimleri inceliyordu.

“Öncelikle konuyu anlatayım size,” diyerek bağdaş kurdum ve anlatmaya başladım. “İnci ve Mercan eve geldiğinden beri bazı konularla ilgili şüphelerim vardı,” derken Giray’a baktım. “Sana sabah bahsetmiştim abi.”

Evet, dercesine başını salladı Giray. “Seni tam olarak şüphelendiren şey ne, Biricik?”

“Bence İnci, Mercan’ın annesi değil,” dedikten sonra sırayla yüzlerine baktım.

Koray bana şaşkın bir bakış atıp tekrar çizimleri incelemeye koyulurken Giray itiraz etti. “Olur mu güzelim öyle şey?”

“Neden olmasın?” diyerek abime döndüm. “İnci’nin Mercan’a karşı tutumu, Mercan’ın, İnci’ye hiç anne dememesi ve soğuk, korkulu halleri senin de dikkatini çekmedi mi?”

“Evet, çekti ama…” derken sıkıntıyla nefesini bıraktı. “Mercan’ı yurttan ben aldım Biricik. Kimliği de cüzdanımda. Annesi olarak İnci Karaçay yazıyor kimliğinde.”

“Ona bir itirazım yok zaten abi,” dedim. “Mercan’ın annesi İnci Karaçay, tamam ama İnci Karaçay yukarıdaki kadın olmayabilir.”

“Biricik ben İnci Karaçay’la evlenirken yanımda yukarıdaki kadın vardı zaten,” dedi bıkkınlıkla.

Böyle bakınca insanın aklı almıyordu ama doğru yolda olduğuma emindim. “Bak şimdi,” dedim abimi ikna etmek için. “Ben Şeker kimliğime büründüğümde kendime nasıl yeni bir hayat kurabildim? Kimliksiz olan biri nasıl tutunabilir hayata? Toplum içerisinde kabul görebilmek ya da ne bileyim resmi bir kurumda çıkarıp masaya koyabilmek için bir kimliğe ihtiyacı olur insanın, değil mi? Peki ben ne yaptım? Kendime sahte bir kimlik çıkarttım. Abi bir suça karışıp karakolluk olduğumda bile kimliğimin sahte olduğu anlaşılmamıştı.”

“Yani İnci’nin kimliğinin de sahte olduğunu mu söylüyorsun?”

“Evet, aynen öyle söylüyorum.”

Önüne döndü ve alnını kaşıyarak bir süre düşündü. Söylediğim şey zordu, tehlikeliydi ama imkânsız değildi. “İyi de böyle bir şeyin üzerine gitmemiz için sadece şüphelenmek yetmez ki,” dedi sıkıntılı bir şekilde bana dönerek.

“Konu şüpheden çıktı,” diyerek Koray’ın elindeki çizimleri gösterdim. “Bak şimdi, Mercan’dan üç tane resim çizmesini istedim. İlkinde,” derken Mercan’ın kendisini çizdiği resmi uzattım abime. “Kendini çiz ve saçlarını turuncuya boya, dedim.” Koray’a döndüm ve başımla Giray’ı işaret ettim. “Söz sende Koray.”

Koray oturduğu yerde doğruldu ve resmi yorumlamaya başladı. “Kendisini çizdiği bu resimde koyu kahverengi ve siyahı tercih etmiş. Bu, çocuğun iç dünyasında hüzün ve mutsuzluğun hakim olduğunu gösterir. Göz yok çünkü görmek istemediği şeyler var, kulak yok çünkü duymaktan korktuğu ya da rahatsız olduğu şeyler var, ağız yok hatta bantla kapatmış ağız kısmını. Bu da konuşmaması gerektiği şeylerin olduğunu gösteriyor. Genel olarak baktığımızda mutsuz bir çocuk resmi çizmiş Mercan.”

Giray düşünceli gözlerle inceliyordu resmi, kaşları çatılmıştı Koray’ı dinlerken. Keyfi kaçmıştı. “Mutsuz bir çocuk,” dedi ağır ağır başını sallayarak. “Anne sevgisinden mahrum kalan hangi çocuk mutlu olmuş ki?”

İçim cız etti bu söylediğiyle. Kalbim kırıldı. Haklıydı Giray. Anne sevgisi bir çocuğun hayatındaki en temel ihtiyaçtı. Ekmek gibi, su gibi ihtiyaçtı. Yokluğuna en fazla birkaç gün dayanırdı insan. Sonrası sonsuza dek süren koca bir boşluktan ibaretti. Doldurulması mümkün olmayan koca bir boşluk…

Elindeki resmi çekip aldım. Evet, söylediklerinde haklıydı ama Mercan’ın bu mutsuzluğunun sebebinin İnci’nin sevgisizliği olduğunu düşünmüştü. İkinci resmi Koray’dan alıp Giray’a verdim. Mercan’ın annesini çizdiği resimdi bu. “Evet Koray.”

“Bu resmi çizerken mavi renk kullanmış, yüzünü sarı, gözlerini yeşil ve saçlarını turuncuya boyamış” diyerek anlatmaya başladı Koray.

“Bu kimmiş?” diyerek araya girdi Giray.

“Annesi,” dedim ve devam etmesi için Koray’a baktım.

“Çizdiği resimlerde mavi, sarı, yeşil ve turuncu gibi renkleri kullanması çocuğun iç dünyasında mutlu, huzurlu ve sevgi dolu olduğunu gösterir.”

Tekrar araya girdi Giray. “Hani mutsuzdu?”

“Çünkü annesini çizmiş burada,” dedim.

“Mercan annesini seviyormuş gibi görünmüyor, Biricik,” dedi Giray. “Yanında mutlu ve huzurlu olduğunu hiç sanmıyorum.”

Derin bir nefes alarak elindeki resmi çekip aldım. Konuyu tam anlamamıştı haklı olarak. Daha açıklayıcı olmak için Koray’ın elindeki son resmi aldım ve iki resmi yan yana getirerek Giray’a gösterdim. “Bak bu sağdaki turuncu saçlı olan mutlu kadın, yani Mercan’ın annesi İnci Karaçay. Soldaki resimde gördüğün kafese kapatılmış sıçan görünümlü olan da yukarıdaki kadın, yani İnci sandığımız zebani.”

Evet, jeton yavaş yavaş düşüyordu. Kaşlarını çatarak dikkat kesildi anlattıklarıma, bakışları iki resim arasında mekik dokudu bir süre.

“Sağdaki resmi çizmesini istediğimde ona anneni çiz, dedim ve ortaya bu resim çıktı,” derken sağ elimde tuttuğum resmi Giray’a yaklaştırdım. “Soldaki resmi çizmesini istediğimde ise özellikle ‘anne’ kelimesini kullanmadım. İnci sandığımız şahsı göstererek onu çiz, dedim ve ortaya bu şey çıkmış. Farkındaysan kafese kapatmış onu çünkü kendisi için bir tehlike olarak görüyor. Kafese kapatıyor ki kendisine yaklaşamasın, zarar veremesin. Gözlerine bak şunun abi,” diyerek soldaki resmi yaklaştırdım bu kez. Kocaman, korkutucu gözler. Ayrıca resmi çizerken siyahtan başka bir renk kullanmamış.”

Kafamın içinde sürekli kendi kendime tekrarladığım şeyleri bir de Giray’a anlatmak yormuştu beni. Nefesimi bıraktım rahatlayarak. Bu işin içinden tahmin bile edemeyeceğimiz şeyler çıkabilirdi. Kimse basit bir sebepten dolayı başka birinin yerine geçmezdi. Neydi İnci zannettiğimiz kadının, Mercan’ın annesinin yerine geçmesinin sebebi? Abim o gece İnci’nin evinde üç tane silahlı adamın olduğunu, İnci’yle kavga ettiklerini ve kendisinin müdahale etmesi sonucu adamlarla karakolluk olduklarını söylemişti. Kimdi o adamlar? İnci sandığımız kadınla dertleri neydi?

Karşımızda organ mafyası, çocuk taciri gibi organize bir suç örgütü olabilirdi. Muhtemelen hesap edemedikleri bir şey olmuştu ve bu yüzden İnci, Mercan’ı yurda bırakmıştı. Hâlâ gerçek İnci’nin kimliğini kullandığına göre plan iptal olmamış, sadece askıya alınmıştı. Bilmiyorum, belki de kendi kendime komplo teorileri üretiyordum ama ya yanılmıyorsam? Bu konunun üzerine gitmemiz gerekiyordu.

Düşüncelerimi abilerime de anlattım. İkisi de benimle aynı fikirdeydi. Özellikle Giray o kadar öfkelenmişti ki deli danalar gibi bir o yana bir bu yana turluyordu salonun ortasında. “Ben şimdi konuştururum onu,” diyerek merdivenlere yöneldi bir kez daha.

Önüne geçerek durdurdum onu. “Öfkene yenilip yanlış bir şey yapma abi.”

“Ne yapacağız o zaman,” dedi öfkeyle. “Kendi kendimize düşünüp bu kadının vicdana gelmesini mi bekleyeceğiz?”

“Polise gideriz oğlum,” dedi Koray. “Mahkeme kararıyla telefon görüşmelerini ve tüm bağlantılarını takibe alırlar.”

“Neyle gideceğiz polise?” diyerek çıkıştı Giray. “Bu resimleri mi koyacağız önlerine? Bu kadın çok sorumsuz bir anne olduğu için şüphelendik ve Mercan’dan resim yapmasını istedik. Sonra Mercan bize bu resimleri çizdi ve biz de annesinin başka biri olduğunu düşünüyoruz, mu diyeceğiz? Kim inanır buna?” Sıkıntıyla alnındaki teri sildi. O kadar gergin görünüyordu ki üzüldüm haline. “Hadi diyelim ki inandılar,” diyerek devam etti. “Bu kadının telefon trafiğini ve görüştükleri kişileri takibe almaları için polis durumu savcıya bildirir, savcı hâkimden mahkeme kararı ister ve bir gün içerisinde mahkeme kararı çıkar, eyvallah. Ama o takip kim bilir kaç gün sürer? Bunları enselemeleri için gerekli kanıtlara kaç günde ulaşılır bilmiyoruz. Ben o kadar bekleyemem. Mercan’ın annesinin hayatı tehlikede olabilir, kaybedecek bir saniyemiz bile yok şu an.”

Koray, Giray’ın kolundan tuttu ve koltuğa oturttu. “Eğer Mercan’ın gerçek annesine bir zarar verecek kadar gözleri karardıysa bunu çoktan yapmışlardır zaten,” diyerek babacan bir tavırla ellerini omuzlarına koyup gözlerine baktı. “Sakin ol biraz.”

Koray haklıydı. Belki de Mercan’ın annesini çoktan ortadan kaldırmışlardı. Sonuçta aylarca yurtta kalmıştı Mercan. Tabii bunun öncesi de vardı. Öyle acele etmemizi gerektirecek bir durum yoktu bence de. Düşünüp planlı bir şekilde hareket etmemiz daha doğru olurdu ama Giray’ı da anlıyordum. Korkunç ihtimallerden bahsediyorduk ve bir saniye bile beklemek istemiyordu.

“Aslında daha kestirme bir yol biliyorum,” diyerek koltuğa oturdum ve arkama yaslandım. “Ben bu işi birkaç saat içinde halledebilirim. Bu kadının bütün bağlantılarını, Mercan’ın annesine ne yaptıklarını, kadın eğer yaşıyorsa nerede olduğunu, yukarıdaki zebaninin gerçek kimliğini ve hatta,” diyerek işaret parmağımı kaldırdım ve havalı bir bakış attım abilerime. “Resmi kaydının olduğu tüm belgeleri bularak çocukluğuna kadar inebilirim.”

İkisi aynı anda dönüp birbirlerine baktılar şaşkınlıkla. Bu kadar şeyi sadece birkaç saat içerisinde yapabileceğimi söylüyordum, şaşırmaları normaldi.

“Nasıl yapacaksın tüm bunları?” diyerek ayağa kalktı Giray. O kalkınca Koray da ayaklanmıştı.

“Var kendimce yöntemlerim.”

“Ne gibi yöntemler?” diye sordu Koray, kaşları çatılmıştı.

“Biraz,” diyerek ben de ayağa kalktım. “İllegal yöntemler.”

İnci’nin bir fotoğrafı yeterliydi kimlik bilgilerine ulaşmam için. Yalnızca devlet yetkililerinin yüz taraması yaparak suçluları tespit etmek için kullandığı bir uygulama biliyordum. Kötü niyetli suç örgütleri de kullanıyordu ama benim niyetim kötü değildi.

İnci’nin irtibat halinde olduğu kişilere ulaşmam için de telefonuna sızmam yeterliydi. Daha önce kimlerle neler konuşmuş tespit edebilirdim. Hatta telefonuna girdiğim andan itibaren telefon trafiğini de takip edebilirdim.

“İllegal derken?” İkisi aynı anda aynı tepkiyi vermişti. Bugün fazla uyumluydular.

“İnci’nin,” derken başımla üst katı işaret etme gereği duydum. Artık o kadından İnci diye bahsetmek rahatsız ediyordu beni. “Bir fotoğrafı var mı sende abi?”

“Olmaz mı,” dedi alaycı bir sinirle. “Cüzdanımın en nadide köşesinde saklıyorum hem de.”

Gülmemem gerekiyordu, gülersem daha çok sinirlenirdi. “Tamam,” dedim başımı sallayarak. “Yarın ben bir şekilde çekmeye çalışırım. Fotoğrafını kullanarak tüm kimlik bilgilerini dökerim önünüze. Diğer konular için de telefonuna sızarım.” Gayet sıradan bir şeyden bahsediyormuşum gibi bir omzumu silktim. “Basit konular hepsi.”

“Olmaz,” diyerek itiraz etti Koray. “Bunun ne kadar büyük bir suç olduğunu bilmiyor olamazsın.” Çok sinirlenmişti.

“Doğru söylüyor,” diyerek Koray’ı onayladı Giray. “Böyle bir suça karışmana müsaade etmem!” Sesi biraz yüksek çıkmıştı. Neyse ki İnci gibi davranan şahıs bizi önemsemiyordu da sesleri duyup odasından çıkmıyordu.

“Biyicik,” diyerek kucağında angel, elinde yarısı yenmiş elmayla yanıma geldi Mercan. “Uykum geldi benim.”

Mercan’ın kucağından angel’ı alıp yere bıraktıktan sonra abilerime doğru uzandım ve “Polise yakalanmam, merak etmeyin,” diye fısıldadım.

Abim bana sinirle kaşlarını çatarak Mercan’ı kucağına aldı. “Sen odana git, ben birazdan geliyorum,” dedi Mercan’a.

“Güzel kokan pastayı da getiy,” dedi Mercan, abimin kucağından yere kayarken.

Abim bana baktı güzel kokan pasta ne, der gibi. Mercan merdivenlere doğru koşarken koltuğun üzerindeki resimleri aldım ve Giray’a gösterdim. “Bak burada annesinin yaptığı elmalı kurabiyeleri çizmiş. Elmalı kurabiyede de tarçın vardır ve tıpkı Koray’ın getirdiği tart gibi kokar. Ben size çay hazırlarken-”

“Bir türlü içemediğimiz çay mı?” diyerek araya girdi Koray.

“Evet,” diyerek Koray’a başımı salladıktan sonra devam ettim. “Mercan kokuyu alınca ağlamaya başladı. Bu çocuk annesini hatırlatsın diye sürekli elma yiyor abi, elma ona annesini hatırlatıyor.” Resmi biraz kaldırarak Mercan’ın çizdiği kurabiyeleri gösterdim. “Baksanıza şuna, annesi ne güzel elmalı kurabiyeler yapıyormuş ona.”

Elimdeki resme bakarken oldukça üzgün bir yüz ifadesiyle, “İnşallah öldürmemişlerdir bu kadını,” dedi Koray. Sanki bir çocuğun kaleminden dökülen çarpık bir çizim değil de kadının gerçek fotoğrafı gibi yorumlamaya başladı resmi. “Çok ilgili bir anne, çok güzel bir kadınmış,” dedi başını ağır ağır sallayarak. “Biraz şaşı gibi ama olsun, gözleri güzelmiş. Kafasının sol tarafındaki yamukluk düzeltilebilir bence, tıp çok ilerledi.”

Giray ciddi ciddi dinliyordu onu. Koray yorumlarken gözlerini kısmış büyük bir dikkatle inceliyordu resmi. “O kadar ilerledi mi?” diye sordu dönüp Koray’a bakarak. “Yamuk kafayı da düzeltebiliyorlar mı?”

“Ya siz şaka mısınız,” diyerek resmi çekip arkama sakladım. “Kalem tutmayı yeni yeni öğrenen bir çocuk çizdi bunu.”

Giray beni de kendine uydurdun, der gibi yandan bir bakış attı Koray’a. “Yarın ilk iş olarak emniyete gidip ihbar da bulunacağım,” diyerek merdivenlere yöneldi.

Hemen mutfağa koştum ve Mercan’a söz verdiğim gibi tabağa bir dilim tart koyup eline verdim. “Bunu yatağının yanındaki komodinin üzerine koy ama sakın yemesine izin verme abi,” dedim. “Yeterince şeker tüketti bugün. Zaten sadece kokusunu almak için istedi.”

“Tamam,” dedi ve tabağı elimden aldı. Merdivenlerden yukarı çıkarken tabağı kendisine yaklaştırıp tartı koklaması gülümsetmişti beni.

Acaba Mercan’ın annesi nasıl bir kadındı? Abim durumun ciddiyetinin ne kadar farkındaydı bilmiyordum ama kendisi şu an hiç tanımadığı, yüzünü bile görmediği bir kadınla resmen evliydi. Ve eğer hayattaysa o kadın muhtemelen Mercan’ı bizden alıp abimden boşanmak isteyecekti. Kafamda bu konuyla ilgili tonlarca senaryo vardı ve birçoğundan neredeyse emindim. Mercan’ın annesi kimsesiz bir kadın olabilirdi ama olmayabilirdi de. Onunla ilgili emniyete kayıp başvurusu yapan bir yakını var mıydı acaba? Mercan’ı arayan akrabaları var mıydı? Peki ya babası? Mercan’ın babası neredeydi? Bir babası varsa bile muhtemelen annesiyle ayrıydı çünkü aksi halde Giray nikâhlanamazdı İnci Karaçay adındaki kadınla.

“Eee,” diyerek kolunu omzuma atan Koray düşüncelerimden kopardı beni. “Ne oluyor şimdi, gidiyor muyum ben?”

“Hayır, canım,” diyerek kolunu omzumdan indirdim. “Daha seninle çay keyfi yapacağız.”

“Yemin et?” dedi büyük bir heyecanla. “Kızım vallahi kurudum resmen.”

“Sessiz ol,” diyerek kolundan tutup mutfağa doğru çekmeye başladım. “Abim yukarıda çocuk uyutuyor.”

“Tamam,” dedi sessiz sessiz.

Koray’ın isteği üzerine çaylarımızı ince belli bardaklara doldurdum. Çay keyfi ince belli bardakla yapılırmış, öyle söyledi. Daha önce tabaklara dilimlediğim tartların üçünü bir tabağa koydu kendisi için. “Üç dilim mi yiyeceksin gerçekten?” diyerek kınayan bir bakış attım.

“Yetmezse daha sonra ilave ederim,” dedi ciddi ciddi. “Sen istemediğine emin misin?”

“Ben bu saatte tatlı yemem canım.”

“Sebep?” derken üç dilim tart koyduğu tabağı eline aldı.

“Sağlıksız olduğu için olabilir mi? Ayrıca kalorisi çok yüksek, formumu korumam lazım,” dedim tepsiye koyduğum çaylarla mutfaktan çıkarken.

“Sağlıksız ama çok lezzetli kızım ya!”

“Koray sen nasıl doktorsun böyle?” diyerek tepsiyi sehpaya bıraktım.

“Allah Allah,” dedi gülerek. “Nasıl bir doktormuşum?”

“Alışılmışın dışında. Çok sağlıksız besleniyormuşsun gibi geliyor bana.” Koltuğa oturup çayımı elime aldım. Aslında kahvaltı dışında çayla pek aram yoktu ama Koray’a eşlik edecektim.

Bana cevap vermeden önce tabağındaki birinci dilimi iki çatal darbesiyle mideye indirdi. Bir an yüzüme baktı, cevap verecek sandım ama daha ağzındakini bitirmeden ikinci dilime geçti. Anlaşılan tabağındakileri bitirmeden benimle muhatap olmayacaktı. Gözü dönmüş gibi tabağına odaklanmıştı. Cebimden telefonumu çıkarıp bu halinin videosunu çekmeye başladım.

“Yakıyorum yediklerimi,” derken bana bakmadı bile. Tamamen tabağında kalan son dilime odaklanmıştı.

“Spor yapıyor musun?”

“Herhalde kızım,” diyerek tişörtünü kaldırdı ve karın kaslarını gösterdi bana. “Pederin tarlasında yetişmiyor bunlar.” Başını kaldırıp nihayet bana baktı çünkü tabağındakileri bitirmişti. “Benimi çekiyorsun sen?”

Videoyu sonlandırdım gülerek. “Dursun galerimde, belki lazım olur.”

Tabağı sehpaya bıraktıktan sonra çayını eline aldı. “Aleyhimde delil olarak mı kullanacaksın?” Anı olsun diye çekmiştim aslında ama lazım olursa aleyhinde de kullanabilirdim, belli olmazdı benim işim.

“Yarın benimle Dilara’nın maçına gelir misin?” diye sordum aniden.

Gözleri heyecanla kocaman açıldı. “Dilara’nın yarın maçı mı varmış? Nerde? Saat kaçta?”

Tabii ki gelecekti, böyle bir fırsatı kesinlikle kaçırmazdı. “Saatini ve yerini bilmiyorum ama öğrenirim. Gelecek misin?” Cevabını bildiğim bir soruydu aslında ama yine de ondan duymak istiyordum. Koray’ın bu hallerini görmek için az uğraşmamıştım ben.

“Dilara’ya destek olmamız lazım,” dedi büyük bir ciddiyetle. “Giray’a da söyle o da gelsin kızım kalabalık olalım,” derken aklına bir şey gelmiş gibi bir an duraksadı ve “Hatta dur,” diyerek arka cebinden telefonunu çıkardı.

“Abimin geleceğini sanmıyorum Koray,” diyerek bağdaş kurdum ve ona döndüm tamamen. “O yarın bütün gün emniyette vakit geçirir büyük ihtimalle.”

Telefonu kulağına götürürken başını salladı bana. “Alo Rüzgâr, selam kardeşim.” Rüzgâr’ı da mı çağıracaktı yoksa? Evet, evet. Bence de çağırsındı. “Kolay gelsin kardeşim,” diyerek başını salladı. “Ben de ne yapayım işte bizim Bicirik’le çay keyfi yapıyorum.”

Bicirik kelimesini duyunca arkamdaki yastığı alıp kafasına fırlattım. Telefonunda bile Bicirik diye kayıtlıydım. Güya aslında Bıcırık yazmak istediğini, telefonunda Türkçe karakter olmadığı için öyle yazmak zorunda olduğunu söylemişti ama Rüzgâr’a da Bicirik demişti benden bahsederken.

“Kızım ne yapıyorsun?”

“İsmimi düzgün kullan,” dedim kaşlarımı çatarak. Sırf altta kalmamak için ben de onun ismindeki harflerin yerini değiştirirdim ama çok uygunsuz bir ismi vardı ne yazık ki.

“Gülme Rüzgâr,” dedi elini kendine siper ederek. Bir yastık daha fırlatmamı gerektirecek bir şey söyleyecekti sanırım, kendini koruyordu benden. “İnsanın çatlak bir kız kardeşi olması çok zor, sen bilmezsin,” deyince bir yastık daha fırlatmak isterdim ama arkamda başka yastık yoktu. “Yok yok, Gözde saygılı kız, abisine yastık fırlatmaz.”

Koray’a söylesem Gözde’yi de çağırır mıydı acaba? Hem bu sayede Gözde’nin bana karşı tutumunu da görmüş olurdum. Benim olduğum bir yere gelmek ister miydi acaba? Rüzgâr’a duyurmadan Koray’a, “Gözde,” dedim sessizce. Başını iki yana salladı ne diyorsun, der gibi. ”Gözde de gelsin,” dedim yine kısık bir sesle, Koray yine anlamadı. Gözlerimi kırpıştırdım, dudaklarımı oynattım Gözde, diyerek.

“Kızım kaş göz işareti yapıp durmasana,” deyince o kadar çok sinirlendim ki telefonu elinden çekip aldım. Kaş gözle neden uğraşıyordum acaba, Rüzgâr’a direkt kendim de söyleyebilirdim.

“Rüzgâr merhaba,” dedim Koray’ın gözlerinin içine bakarak.

“Merhaba,” dedi gülümseyen bir ses tonuyla.

“Nasılsın?”

“İyiydim, şu an harikayım.” Biraz utandırmıştı beni bu söylediği, keşke Koray beni seyrediyor olmasaydı. “Sen nasılsın?” dedi tatlı tatlı.

Koray’a yan dönerek ayaklarımı koltuktan aşağıya sarkıttım. “Teşekkür ederim, ben de iyiyim.” Ayağa kalkasım geldi bir anda, Koray arkamda kalsın istedim. “Seni şey için rahatsız et-” deyince araya girdi.

“Sen beni rahatsız etmezsin.”

Koray arkamdaydı, yüzümün aldığı şekli görmüyordu ama hareketlerimi takip ettiğine emindim. “Yarın Koray’la birlikte Dilara’nın maçına gideceğiz de,” diyerek söylediği şeye bir karşılık vermedim. “Eğer senin için de uygunsa-”

“Saat kaçta?” dedi direkt.

“Gözde ve sen de gelir misiniz?”

“Adresi gönder.”

“Evet, tabii,” diyerek Rüzgâr sıradan cevaplar veriyormuş izlenimi vermeye çalışıyordum Koray’a. “Anlıyorum, haklısın.” Kıvranmalarım Rüzgâr’ı güldürmüştü. Bana da komik gelmişti düştüğüm durum. Gülmemek için dudağımın içini ısırıyordum.

“Gözde’ye de söylerim,” derken bir an duraksadı. “Gelir sanırım.”

“Tamam, o zaman,” diyerek Koray’a döndüm. “Saati öğrenirim Dilara’dan, dersinin olduğu saatlerde değilse gelirsin.”

“Dersimin olduğu saatteyse de önemli değil,” dedi Rüzgâr. “Yerime başkasını ayarlar yine gelirim.”

“Doğru söylüyorsun, tabii ki ders daha önemli.”

Küçük bir kahkaha attı. “Sen Koray’a karşı böyle konuşuyorsun ama yaptığımız anlaşmadan haberi var onun.”

Şaşırmamıştım. Rüzgâr’la bu konuyu konuşmuştu mutlaka ve haberi vardı Koray’ın. Zaten bildiğini düşündüğüm için Koray’ın elinden telefonu almıştım, yoksa konuşamazdım yani. “Söylemen iyi olmuş,” derken sanki beni görüyormuş gibi bir omzumu silktim. Bana sadece Giray’a söylemek kalmıştı, işime gelmişti yani Rüzgâr’ın, Koray’ı aradan çıkarması.

“Ayrıca artık derslere gelmeyeceğini de biliyoruz,” deyince işte buna şaşırmıştım.

“Nereden biliyorsunuz?” Ona bu kararımı söylediğimi hatırlamıyordum.

“Günce söyledi,” dedi. “Bugün ders saatlerini artırmak için geldiğinde söyledi. Haftanın beş günü derslere katılacak artık.”

Evet, bugün Sümbül ablayla yemek hazırlıkları yaparken Günce’yle kısa bir yazışmamız olmuştu. Kararımı ilk kez ona söylemiştim. Demek ders saatlerini arttırmıştı Günce. Muhtemelen benimle konuştuktan sonra böyle bir karar vermişti çünkü bana mesajda böyle bir şeyden bahsetmemişti. Haftanın beş günü derslere katılma kararının tek sebebinin Rüzgâr’ı her gün görmek istemesi olduğunu anlamak zor değildi.

“Her gün gelecek yani?” derken koltuğa geçip oturdum. Koray çay bardağını alıp mutfağa gitmişti bir çay daha almak için.

“Evet, çok hevesli görünüyordu.”

Hevesinin derslerle alakalı olmadığına o kadar emindim ki… “İyi bir kız, değil mi?” dedim, Günce hakkındaki düşüncelerini merak etmiştim.

“Öyle,” dedi sadece. Keşke sonuna bir de ‘değil’ ekleseydi ama ekleyemedi işte. Gerçekten çok iyi bir kızdı Günce. Samimi, güler yüzlü, iyi kalpli ve sorunsuz bir kızdı. Tam Rüzgâr’ın annesinin istediği gibiydi yani. Moralim bozulmuştu biraz. Koray elinde çayla salona gelirken, “Neyse,” dedim Rüzgâr’a. “Yarın Dilara’nın maçına gelirsen görüşüz.”

“Öncesinde de görüşeceğiz,” derken telefonu Koray’a doğru uzattım ama Rüzgâr’ın söylediği son şeyi de duydum. “Yarın derse geliyorsun,” demişti.

“Aynen kardeşim,” dedi Koray, telefonu kulağına götürürken. “Yarın gelecek derse.”

“Hayır,” dedim sesimi Rüzgâr’a da duyurarak. “Gitmeyeceğim, kararım tartışmaya kapalı.”

Koray çayını sehpaya koydu ve dibime kadar gelerek yanıma oturdu. Rüzgâr ona ne söylüyordu bilmiyordum ama, “Tamam kardeşim,” diyerek başını salladı Koray. “Konuşuruz sonra.”

Yaklaşık yarım saat bu kararım hakkında konuştuk Koray’la. Beni ikna etmek için birkaç süslü cümle kurdu ama ısrar etmedi. Üniversitedeki derslerimin başlamasına az bir zaman kaldığını, orada dersler çok yoğun olacağı için bu zamanı dinlenerek geçirmek istediğimi söyledim. Sanki yıllardır derslerden uzak kalarak dinlenmemişim gibi kendime bahane olarak bunu bulmuştum.

Koray’ın bana bu konuda anlayışla yaklaşması pek beklediğim bir şey değildi. Hatta Giray ve Rüzgâr’la beni bu konuda zorlamamaları için kendisinin konuşacağını söylemişti. Şaşırmıştım açıkçası. Çok fazla açıklama yapmama gerek olmadan ikna olmuştu hemen. Bilmiyorum, belki de bana bu konuda ısrarcı bir yaklaşım sergilemesinin beni olumsuz yönde etkileyeceğini düşünmüştü.

Koray’ı evine uğurladıktan sonra eve girdim ve salondan telefonumu alıp odama yöneldim. Uykum gelmişti. Sanırım evde benden başka uyumayan kimse kalmamıştı. Merdivenlerden yukarı çıkarken telefonumun ekranını kaydırdım. Sabah mesaj gönderen kayıtlı olmayan numaradan yine bir mesaj gelmişti. Sabah ki mesajına cevap vermemiştim ve o da bu saate kadar başka hiçbir şey yazmamıştı.

0535…: Vereceğin tüm kararlarda seni destekleyecek olan tek kişi benim, Biriciğim.1

Kaşlarım çatıldı sinirle. Az önce Koray arabasına binerken buna benzer bir cümle kurmuştu bana. Vereceğim tüm kararlarda beni destekleyeceğini söyledikten sonra Giray ve Rüzgâr’ı bana bırak, demişti. Saçma bir şekilde gizem yaratarak beni mesajlarıyla taciz eden kişinin Kadir olduğundan emindim artık. Başka hiç kimse olamazdı çünkü sabah bahçede kucağımda çocuk olduğunu görebilecek tek kişi oydu. Az önce Koray’ı uğurlarken aramızda geçen konuşmayı da o duymuştu büyük ihtimalle. Neydi amacı? Beni korkutarak onu belinden yaraladığım için intikam mı almak istiyordu?

Dışarı çıktım ve bahçede Kadir’i aramaya başladım. Abimi güvensizliği yüzünden eleştiriyordum ama sık sık çalışanları değiştirmekte haklıydı sanırım. Yarın ilk iş olarak Kadir hakkında konuşacaktım abimle. Bana saygısızlık ettiğini söylememe rağmen neden göndermiyordu bu adamı? Neydi ona tanıdığı bu ayrıcalığın sebebi?

Bahçenin çıkış kapısının yanında iki koruma duruyordu, onlar dışında hiç kimse görünmüyordu etrafta. Garajın arka tarafında kalan, uzun zamandır hiç uğramadığım müştemilata doğru yürümeye başladım. Belki de Kadir orada dinlenmeye çekilmişti. Saatin geç olması sebebiyle etrafta cırcır böceği sesinden başka hiç ses yoktu. Bu durum beni biraz ürkütse de ilerlemeye devam ettim.

Müştemilatın önüne geldiğimde kapının sonuna kadar açık olduğunu gördüm, ışıklar da açıktı. İçeri girip girmemek konusunda bir an tereddüt ettim çünkü müsait olmayabilir diye düşündüm. Ama müsait olmayan biri kapıyı açık bırakmazdı herhalde. Kapıya yaklaştım ve iki kere tıklattım. “Kadir, girebilir miyim?”

“Girebilirsin,” diye seslendi direkt. “Gördüğün gibi kapı açık.” Gözlerim devrildi kendiliğinden.

Eşikten içeri adımımı atarken biraz çekingendim, gerilmiştim. İçeri girdiğimde hafif bir alkol kokusu ve yoğun sigara dumanı karşıladı beni. Kadir masaya küçük bir çilingir sofrası kurmuş içiyordu. Hiç istifini bozmadı beni görünce. Oldukça kısık sesle çalan müziğin sesini kapattı sadece.

Ben masaya doğru yaklaşırken Kadir parmaklarının arasındaki sigaradan derin bir nefes çekti. Teklif etmesini beklemeden karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum. “Görev başındayken alkol kullanmaman gerektiğini söylemediler mi sana?” diye sordum.

“Görev başında değilim,” diyerek arkasına yaslandı ve yarıya kadar dolu olan kadehi eline alıp bir dikişte içti. “Neden ayaktasın sen? Abinin haberi var mı buraya geldiğinden?”

Bir de hesap soruyordu bana. Ben de onun gibi yaparak arkama yaslandım. “Bu özgüvenini neye borçluyuz?” derken telefonumdan bir mesaj sesi geldi. Kadir bana cevap vermek yerine biten kadehini doldururken cebimden telefonumu çıkarıp mesajı açtım.

0535…: Seni görmek istiyorum, Biriciğim.

Mesajı okuyunca aniden Kadir’e baktım. Karşımdaydı, bana bakıyordu ve telefonu masanın üzerindeydi. Mesajı o göndermiş olsa kesinlikle görürdüm. O değil miydi yani? O kadar emindim ki mesajları gönderen kişinin Kadir olduğundan, cevap bile vermedim çünkü direkt hesap sormak niyetindeydim.

“Eve git Biricik,” dedi bakışlarımdan rahatsız olmuş gibi. Kendimi toparlayarak ayağa kalktım. Bana bu mesajları gönderen kişinin Kadir olmadığından hâlâ tam olarak emin değildim çünkü süreli mesaj diye bir şey vardı. Belki de buraya geldiğimi görünce mesajı yazıp birkaç dakika sonraya ayarlayıp göndermişti.

Emin olmak için yapmam gereken tek bir şey vardı. Buradan ayrılmadan mesajı gönderen numaraya cevap yazacaktım. Telefonunun bildirim sesi kapalıysa bile ekranda yanan ışıktan anlardım ben.

Kimsin? Seni tanıyor muyum?

Mesajı yazıp gönderdikten sonra bakışlarımı Kadir’in telefonuna diktim. “Bir daha abinden gizli evden çıkma,” dedi uyarıcı bir tonla. “Hele bu saatte sakın çıkma.”

O bana bakarak konuşuyordu ama benim bakışlarım masanın üzerinde duran telefonundaydı. Herhangi bir belirti yoktu, ne ışık yanmıştı ne ses çıkmıştı telefonundan. Gönderdiğim mesaja baktım, rengi mavi değildi ama iletildiğine dair işaret belirmişti mesajın altında.

“Beni duyuyor musun?” dedi azarlar gibi.

Cevap vermedim. Hiçbir şey söylemeden çabucak çıktım dışarı. Güya hesap sormaya gelmiştim ama azar işitmiştim. Üstelik karşılık bile veremedim çünkü mesajı gönderen kişinin Kadir olmadığını anlamamla zihnime yeni bir ihtimal çöreklendi. Koşar adımlarla eve doğru yürürken tedirginlikle etrafta geziniyordu gözlerim. Bana bu mesajları gönderen kişi Serkay olabilir miydi? Öyleyse bile kalın ve oldukça yüksek duvarlarla çevrili olan bahçemde beni nasıl görebiliyordu?1

 

***

Etrafı kalın halatlarla çevrili olan beşgen şeklindeki ringi rahatlıkla görebileceğimiz, bizim için özel olarak ayrılan koltuklara geçip oturduk Koray’la. Dilara’nın maçını izlemeye gelmiştik. Maçın başlamasına daha yarım saat vardı ama etraf şimdiden çok kalabalıktı. Salondaki iç karartıcı loş ışık ve izlemeye gelenlerin neredeyse tamamının erkek olması Koray’ın pek hoşuna gitmemişti. Memnuniyetsiz bir ifadeyle etrafa bakınıyordu.

“Nerede kaldılar acaba?” diyerek Koray’ın kolunu dürttüm.

“Maçın başlamasına daha yarım saat var,” dedi bana bakmadan. Arka çaprazında oturan adamın elindeki telefona bakıyordu. “Şuna bak,” dedi kaşları çatık bir şekilde bana dönerek. “Herif Dilara’nın üzerine bahis oynamış.”

Bu tür spor müsabakalarında insanlar kazanacağını düşündükleri sporcunun üzerine bahis oynardı, bunda sinirlenecek ne vardı anlamadım. “Ben Rüzgâr ve Gözde’yi kast etmiştim,” dedim sırıtarak.

“Gelirler birazdan,” diyerek bu kez sol tarafına döndü. Aralarında birkaç koltuk mesafe olan adamın elindeki telefona bakmaya çalışıyordu.

“Koray ne yapıyorsun,” diyerek kolundan tutup kendime doğru çektim. “İnsanlar rahatsız olabilir.”

“Dilara’nın üzerine bahis oynamış bu lavuklar,” dedi sinirle.

“Yani?”

“Yani parayı basmışlar.”

“Eee, Koray?”

“Kızım baksana şu tiplere,” derken maçı izlemeye gelen insanları gösterdi. “Dilara’nın attığı her yumruk bu heriflere para olarak dönerken yediği her yumruk da kendisine küfür olarak dönecek.”

Maçın izleyici kitlesi biraz tuhaftı gerçekten. Üzerine bahis oynadıkları sporcu kaybederse öyle olgunlukla karşılayacak tiplere benzemiyorlardı. “Her şey mümkün,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “İnsan her şeye hazırlıklı olmalı Koray. Bahis oynayan bir kişi nasıl kaybetmeye hazırlıklı olmalıysa, kitleleri arkasına alan birini hayatına almak isteyen biri de tüm olumsuzlukları göze almalı.”

Henüz bir itiraf gelmemişti ama gördüğüm kadarıyla Koray, Dilara’ya kapılmaya başlamıştı. Eğer itiraf etmek ve peşinden gitmek gibi bir niyeti varsa bu tür olumsuzlukları kabul etmek, sindirmek zorundaydı. Cevap vermedi bana, bir kaşı havada düşündü bir süre. Bakışları salonun girişine doğru kayınca ben de dönüp o tarafa baktım. Rüzgâr ve Gözde gelmişti. Kalp atışlarım hızlandı aniden.

Gözde benim davetime icabet ettiğine göre sanırım gerçekten bana karşı tepkili değildi. Bizim olduğumuz yere doğru gelirlerken ayağa kalktım. Gözde’yle o geceden sonra ilk kez karşı karşıya gelecek olmanın heyecanı vardı üzerimde. “Selam,” dedi Rüzgâr bana bakıp gülümseyerek.

Ben de ona gülümseyerek, “Hoş geldiniz,” dedim ve bakışlarımı Gözde’ye çevirdim.

“Hoş bulduk,” dedi Rüzgâr. Gözde’nin omzundaki eli hareketlenince gözüm oraya kaydı. Bana cevap vermesi için uyarı niteliğinde bir dokunuştu bu.

Abisinden gelen uyarı üzerine, “Hoş bulduk,” dedi Gözde. Soğuk soğuk terlemeye başlamıştım. Tamam, sonuçta eskiden yaptığı gibi boynuma atlamasını beklemiyordum ama yine de gerilmiştim biraz. Tepeden tırnağa süzüyordu beni. “Çok değişmişsin,” dedi gözlerime bakarak. “Abim yeni halinin fotoğrafını göstermişti ama,” derken dönüp kısa bir anlığına Rüzgâr’a baktı. “Fotoğraftakinden daha güzel ve iyi gördüm seni, Şeker.”

Boğazım düğümlendi, yutkunamadım bir an. Neden olduğunu bilmiyordum ama son sözleri sarsmıştı beni. Belki böyle bir tepki beklemediğimden belki de Gözde’nin yüce gönüllülüğü karşısında kendimi mahcup hissetmemden. Kötü bir tepki vermesini de beklemiyordum, eğer öyle yapacak bir ruh hali içerisinde olsaydı Rüzgâr onu buraya getirmezdi. Ne beklediğimi tam olarak bilmiyordum ama babalarını öldürdüğüm bu iki kardeşin, bana karşı bu kadar anlayışlı olması basit bir şey değildi. İçimin titrediğini hissediyordum, gözlerim de nemlenmişti.

“Ben de seni çok iyi gördüm,” diyerek Gözde’ye doğru çekingen bir adım attım. “Saçların çok güzel olmuş.” Onu en son gördüğümde iki renk olan kısa saçları şu an tek renk yani siyahtı ve uzamıştı.

“Ben de senin gibi…” dedi ve buruk bir gülümseme kondurdu yüzüne. “Büyüdüm.”

Vücudumdaki tüyleri hareketlendirdi bu söylediği. Gözde henüz on dokuz yaşındaydı ama büyüdüğünü söylüyordu. Sadece bir yıl önce çocuksu davranışlarıyla herkesi canından bezdiren bir kızdı o. Bu kadar kısa sürede büyümesine neden olan kişi bendim çünkü ondan babasını almıştım. Daha babasının öldürülmesinin şokunu atlatamadan ikinci bir darbe indirmiştim. Haber sitelerinde babasının yaptıklarını yayınlatarak kim bilir Gözde’den daha neleri almıştım? Benim yüzümden kim bilir ne tür zorbalıklara maruz kalmıştı? Amacım sadece Akif’e zarar vermekti ama en çok zararı ailesine vermiştim.

Bana belli etmiyor olsa da Rüzgâr o çok sevdiği, hayallerine hizmet eden, mesleğini kendi istediği gibi yapmasını sağlayan hastaneyi benim yüzümden kapatmıştı. Hem babası o hastane odasında öldürüldüğü için hem de itibarı büyük bir darbe aldığı için kapatmıştı. Hiç kimseye değil ama Gözde ve Rüzgâr’a karşı kendimi mahcup hissediyordum. Babalarının günahlarının bedelini onlar ödüyorlardı. Bana karşı gülümseyen gözlerinin arkasında sakladıkları acıları görebiliyordum ve bu çok canımı yakıyordu.

Sırf ben üzülmeyeyim, kendimi kötü hissetmeyeyim diye Gözde’yi buraya gelmeye ikna etmişti Rüzgâr. Evet, Gözde bana karşı tepkili değildi ama benimle görüşmek için can atmadığına emindim. Hiç kimse can atmazdı. Ben bile nefret ettiğim, yüzünü görmeye bile tahammül edemediğim biyolojik babamı öldüren biriyle görüşmek istemezdim. Gerekçelerini anlayışla karşılasam bile istemezdim çünkü birinin hayattan koparılması, yalnızca o kişiye değil etrafındakilere de zarar veriyordu ve hiç kimsenin buna hakkı yoktu.

Gözde, Koray’ın sol tarafındaki boş koltuğa geçince Rüzgâr da benim sağımdaki koltuğa geçip oturdu. Dönüp yüzüne baktım. Beni bu kadar mı çok seviyordu gerçekten? Aramızda engel olduğunu düşündüğüm her şeyi bir şekilde yoluna koyacak kadar mıydı sevgisi? Arka planda neler yaşıyordu kim bilir? Rüzgâr’ın bana göstermediği tarafını çok merak ediyordum.

Göz kırpıp başını iki yana salladı neden bakıyorsun, der gibi. Özenle taradığı kahverengi saçlarıyla ne kadar uyumluydu balları. Ona her bakmamda bal kahvesi saçlı çocuğu hatırlıyordum. O zaman da tıpkı şimdi olduğu gibi kıyafetleri ve saçları çok özenliydi. Tertemiz bir görüntüsü vardı sanki yıllar sonra tertemiz bir kalbe sahip olacağının sinyalini vermek ister gibi.

Bakmaya devam ettiğimi görünce yüzünde muzır bir gülümseme belirdi ve bana doğru hafifçe eğildi. “Anlayacaklar,” dedi kısık sesle. Kaşlarım çatıldı ne demek istediğini anlamayarak. Gülümsemesi daha da büyüdü ve bir kez daha eğildi bana doğru. “Biraz daha böyle bakmaya devam edersen gibi ifşa olacak.”

Anında toparladım kendimi. Arkadaş değil de arkadaş gibi olma kararımızı kast ediyordu. Gözde de Koray gibi bizim arkadaş kalmaya karar verdiğimizi zannediyordu. Aslında öyleydik ama aynı zamanda değildik de. Çok karışık bir karar almıştık, benim bile kafam karışıyordu bazen. Acaba nasıl bakıyordum da beni uyarma ihtiyacı hissetmişti?

“Güzelim aslında senin yaşın uygun değil buralar için,” dediğini duydum Koray’ın. “Birazdan şiddet içerikli bir maç başlayacak.”

“On dokuz yaşındayım Koray abi,” diye karşılık verdi Gözde. “Hatta birkaç ay sonra yirmi olacağım.”

Onlar pek bizimle ilgili değillerdi. Rüzgâr’a döndüm bir kez daha. “Nasıl bakıyormuşum ki?”

Dirseğini benim koltuğumun kol kısmına yasladı ve bana iyice yaklaştı. “Çok özlemişsin gibi,” dedi tok bir sesle. “Boynuma atlamak istiyormuşsun gibi, büyük bir tutkuyla dudaklarıma-”

“Alakası bile yok,” diyerek sözünü kestim ve sol tarafıma yasladım vücudumu. “Bir şey düşünüyordum sadece.”

“Evet,” dedi gülümseyerek. “Mutlaka bir şey düşünüyordun, ben zaten bakışlarını yorumladım.” Kolunu koltuğumdan çekti ve arkasına yaslandı. “Artık ne düşünüyorsan bakışlarına yansıdı.” Çok kısık sesli bir iletişim halindeydik ama anlaşıyorduk.

Aslında çok masum şeyler düşünüyordum ama Rüzgâr kendi istediği şekilde yorumluyordu yine, hiç de öyle bakmamıştım bence. Kınayan bir bakış attım. “Acaba sen kendi düşüncelerini-”

Koray koluma dirseğiyle dürtünce cümlem yarım kaldı. “Aha da başlıyor kızım.”

Seyircilerin olduğu kısım tamamen karanlığa bürünürken bütün ışıklandırmalar ringe yöneldi. Koray’ın heyecanı bu karanlıkta bile fazlasıyla belli oluyordu. Dilara dönüp bizim olduğumuz tarafa baksa Koray’ın heyecanını o bile anlardı çünkü bir tarafında kurt varmış gibi yerinde kıpırdanıp duruyordu. Dilara ve oldukça iri cüsseli rakibi hakemin iki yanında yerlerini aldılar.

Koray, “Şort ne alaka kızım,” dedi dirseğiyle bir kez daha kolumu dürterek. Dilara tıpkı rakibi gibi kısacık bir şort ve sporcu sütyeni giymişti. Bu kez bana doğru dönüp yüzüme baktı. “Kızım bu kılık ne böyle?” Sanki ben giydirmişim gibi bana sorması yok mu…

“Ay çok heyecanlandım,” dedim sorusunu umursamayarak. “Keşke mısırımız da olsaydı Koray.”

“Şeker’im film izlemeye gelmedik,” dedi sinirli sinirli.

“Film tadında olacağı kesin,” diyerek eğilip Koray’a baktı Rüzgâr. “Ne dersin Koray?” Koray’ın şu anki durumundan müthiş bir keyif aldığı belliydi. Geç dalganı, der gibi sinirle başını salladı Koray. Acaba Rüzgâr’a, Dilara’yla ilgili bir itirafta mı bulunmuştu?

Hakem başlama talimatını verdikten sonra aradan çekildi ve maç başladı. İlk hamle rakipten gelmişti. Dilara’ya doğru savurduğu yumruk Dilara’nın kendini geri çekmesiyle burnunu yalayıp geçti. Herkes nefesini tutmuş bir şekilde maça odaklanmıştı. Dönüp kısa bir anlığına Rüzgâr’a baktım. Telefonu elindeydi, sanırım biriyle yazışıyordu.

“Bu kız Dilara’yı yer,” diyerek maç hakkında ilk yorumunu yaptı Gözde. Gerçekten öyleydi çünkü rakip kız Dilara’nın neredeyse iki katı bir cüsseye sahipti. Fiziksel olarak da duruş olarak da fazla maskülen biriydi.

Koray sıkıntılı bir şekilde sürekli olarak çenesini ovuşturuyordu. Dilara rakibinin kasıklarına sert bir tekme attı. Kız hafif bir inlemenin ardından kendini toparladı ve gevşeyen Dilara’nın suratına öyle bir yumruk attı ki, yere savrulan Dilara’yı görünce korkuyla çığlık attım. Tüm salonu coşturmuştu bu hamle. Neredeyse herkes ayağa kalkmıştı.

Dilara kendini toparlamaya çalışırken ağzındaki kanı yere tükürdü. Rakibi, Dilara’nın kalkmasına izin vermemek için üzerine atlamak istedi ama Dilara yattığı yerde bir tur yuvarlanarak kurtarmıştı kendini. Refleksleri gayet iyiydi şimdilik. Hızla ayağa kalktı ve kendisine yaklaşan görevlinin elinden beyzbol sopasına benzeyen bir şeyi eline aldı.

Gözde, “Sopa da mı var?” dedi büyük bir heyecanla. Koray’ın kocaman açtığı dehşet dolu gözleri bu karanlıkta ışıldıyordu ringe bakarken. Dilara iki eliyle sıkı sıkı tuttuğu sopayı rakibinin boynuna serçe geçirdi. Yine büyük bir gürültü koptu salonda. Aldığı darbeyle yere yığılan kız kendini hemen toparladı ve kedi pozisyonuna geçerek ayağa kalkmayı denedi. Ancak Dilara kızın kalkmasına izin vermeyerek sırtına sopayla sertçe vurdu ve kız yüz üstü yere yapıştı. Kızın ağzından ve burnundan akan kanı görünce yüzümü buruşturdum.

Sanırım kurallar gereği olsa gerek Dilara bu kez kızın ayaklanmasına müsaade etti ve kız ayağa kalktı. Görevli bu kez kıza bir sopa getirdi ama kız sopayı reddetti ve elini kaldırarak iki işareti yaptı.

Gözde bana doğru başını uzattı ve “Sopayı neden almadı?” diye sordu.

“Sanırım stratejik bir hamle bu,” dememle görevlinin kıza verdiği cismi görmem bir oldu.

“Hassiktir!” dedi Koray. “Lan!”

“Bıçak mı o?” dedi Rüzgâr. Hepimiz dehşetle kızın görevliden aldığı bıçağa bakıyorduk.

“Lan bıçak ne alaka?” diyerek ayağa kalktı Koray. “Kan çıkacak kızım ne biçim spor bu!”

“Sanırım Krav Maga,” dedim yüzümü buruşturarak. “Yani emin değilim ama ona benziyor.”

“Başlarım lan Kravına da Magasına da,” diyerek salonun çıkışına doğru yürürken cebinden telefonunu çıkardı Koray. Sanırım birini arayacaktı.

Dilara sıkıca tuttuğu sopayı rakibinin eline savurdu ve kızın elindeki bıçağı yere düşürdü. Rakibin boşluğunu fırsat bilip beline de sopayla sertçe vurduktan sonra geri çekildi. Çok tehlikeliydi gerçekten. Her iki taraf için de büyük hasar olurdu böyle, çok gerilmiştim.

Kız yerden bıçağı geri aldı ama Dilara sopayla acımasızca vuruyordu kıza. O bıçağı kendisine doğru savurmaması için beline, bacağına ve sırtına vuruyordu durmaksızın. Kız ara vermesi için Dilara’ya elini kaldırdı, bu onun hanesine eksi bir puan eklemişti sanırım. Her ne kadar kızın durumuna üzülsem de o bıçak Dilara’ya dokunamadığı için bir nebze de olsa rahatlamıştım.

Bu sırada elinde iki adet mısır kovasıyla genç bir çocuk yanımıza geldi. “Hocam geç kalmadım umarım,” dedi kovaları Rüzgâr’a uzatırken.

“Geç kalmadın,” diyerek kovaları aldı Rüzgâr. “Zahmet oldu sana, Baran.”

“Olur mu öyle şey hocam,” diyerek gülümsedi Rüzgâr’a. “Yakınım buraya biliyorsunuz, yetmezse bir mesaj atmanız yeterli.”

Rüzgâr, “Yeter diye düşünüyorum,” diyerek kovanın birini bana uzattı, diğerini de Gözde’ye. Maçın gerginliği uçuverdi üzerimden, pamuk gibi yumuşacık olmuştum. Burada mısır satılmadığı için Baran’a mesaj atmıştı demek ki. Gözde de ben de Baran’a teşekkür ettik.

Gözünü ringden bir an olsun ayırmayarak geliyordu Koray. “Dikkat et,” diyerek uyardım onu. “Düşeceksin.” Dişleriyle alt dudağını tarıyor, başını ağır ağır sallıyordu. Beni kuşkulandırmıştı bu hali. “Nereye gittin sen?” diye sordum.

“Bekle,” dedi elimdeki mısır kovasına bakarken. “Görürsün birazdan nereye gittiğimi.” Hâlâ başını sallıyordu ve hâlâ elimdeki kovaya bakıyordu. “Nerden çıktı bunlar?” dedi dönüp Gözde’nin kovasına da bakarak.

“Benim düşünceli abimin jesti,” dedi Gözde. Başını öne uzatarak Rüzgâr’a baktı ve bir öpücük gönderdi abisine.

Koray’ın kolunu dürttüm. “Görüyor musun,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Millette ne abiler var.”

“Şeker’im hiç trip çekecek halde değilim şu an,” dedi kovama elini daldırarak. Bir avuç dolusu mısırı ağzına götürürken ne yaptığının farkında değil gibiydi.

“Biraz sakin olur musun artık,” diyerek bir kez daha kovama uzattığı eline vurdum. “Ateş hattı gibisin.”

Sağ eline aldığı darbeyi umursamayarak sol elini Gözde’nin kovasına daldırdı. “Koray abi döktün,” diye cırladı Gözde.

“Kızım biraz idare edin beni,” diyerek azarladı Gözde’yi. Gerginliği arşa çıkmıştı çünkü maç yeniden başlamıştı.

“İdare edin Koray’ımı,” dedi Rüzgâr.

Hemen ona döndüm. “Sen bir şey mi biliyorsun?” Mümkün olduğunca kısık sesle sormuştum. Gülerek başını ve elini aynı anda salladı ohoo, der gibi. Tam tahmin ettiğim gibi Koray, Dilara’yla ilgili Rüzgâr’a bir itirafta bulunmuştu. “Ciddi misin?” dedim iyice eğilip Rüzgâr’a yaklaşarak. Yani daha ilk gün onları yan yana getirdiğimde ben de fark etmiştim ama Koray’ın duygularının farkında olduğunu ve bunun itiraf boyutunda olduğunu hiç düşünmemiştim.

“Ciddiyim,” dedi o da bana doğru eğilerek. Neredeyse burun buruna gelmiştik ve bu yakınlık beni hiç rahatsız etmemişti. “Çok fena âşık olmuş,” dedi burnunu burnuma sürterek. “Tıpkı benim gibi.”

Neyse ki bulunduğumuz ortam karanlıktı da hiçbir şey net görünmüyordu. Görünse bile ne Koray’ın ne de Gözde’nin bize bakacağı yoktu. İkisi de maça odaklanmıştı, çıkardıkları garip seslerden anlıyordum. “Senin gibi?” dedim kaşlarımı kaldırarak.

“Bu Koray’ın yorumu,” dedi. “Senin gibi çok pis âşık oldum kardeşim, dedi,” derken gülümseyince ılık nefesi dudaklarıma çarptı. “Tam olarak bilmiyor tabii benim sana olan aşkımın boyutunu,” dedi tok bir sesle.

Büyülenmiş gibi hissediyordum kendimi. Işıldayan gözlerinin dudaklarıma kaydığını görünce yutkundum. Tam şu an geri çekilmem gerekiyordu ama hiç çekilesim yoktu. Ayrıca aklından geçen şeyi yapamayacağını biliyordum, ortam hiç müsait değildi. Benim abim onun da kardeşi yanımızdaydı. “Hiç kimsenin aşkı sana olan aşkıma yaklaşamaz,” dedi dudaklarıma bakmaya devam ederken. “Hiç kimse bu yoğun duyguları yakalayamaz.” Uzanıp tüy gibi hafif bir öpücük kondurdu dudaklarıma.

Elektrik akımına kapıldım sanki, tüm vücudum alev aldı anında. Hiçbir olumsuz tepki vermeden gözlerine bakıyordum tutkuyla. Ortam biraz sessiz olsa kalp atışlarımın sesini bile duyardı Rüzgâr. Onun bakışlarının da benimkilerden bir farkı yoktu. Usulca kıvrıldı dudaklarının kenarı, bakışları çapkın bir hal aldı. “Bir bahane bulup kaçalım mı buradan?” diyerek göz kırptı.

Beni kendime getirdi bu söylediği. “Olmaz!” dedim istemsizce yüksek çıkan bir ses tonuyla. Hemen toparlandım ve ondan uzaklaştım.

“Ne oldu kız?” diyerek kolumu tuttu Koray.

Rüzgâr’a dönerek, “Olmaz diyorum arkadaşım,” dedikten sonra Koray’a döndüm panikle. “Mısırımı isteyip duruyor.”

“Mısır kalmadı ki,” dedi Koray. Elimdeki mısır kovasına baktım, bir tane bile mısır kalmamıştı. Rüzgâr’ın benim için aldığı mısırdan bir tane bile yiyememiştim.

“Hay Allah,” dedi Rüzgâr. “Canım hiç bu kadar mısır çekmemişti.” Gülümseyen ses tonu vücudumun ısısını daha çok arttırdı.

“Bende de hiç kalmadı abi,” dedi Gözde. “Koray abim hepsini bitirdi.”

“Koray çok affedersin de çüş yani,” dedim sinirle. “Hepsini hangi ara yedin?”

“Kızım ben kendimde miyim?” diyerek ayağa kalktı Koray. “Nerede kaldı abi bu polisler.”

Gözde, ben, Rüzgâr ve hatta arkamızdan birkaç kişi aynı anda, “Polisler mi?” dedik şaşkınlıkla.

Arkamızdan tepki verenlere başını tehditkâr bir şekilde sallayarak, “Polisler ya,” dedi Koray. “Birazdan polis buraya baskın yapacak, hepiniz bittiniz oğlum. Yasa dışı bahis oynarsınız ha!”

“Yasa dışı olduğunu da nereden çıkardın Koray?” diyerek ben de ayağa kalktım. Eğer sırf burayı dağıtmak için polise böyle bir şikâyette bulunduysa elimden de dilimden de kurtulamazdı.

“Yasa dışı tabii kızım,” dedi dönüp ringi göstererek. “Bıçaklı sopalı spor müsabakası mı olur, baksana şunların haline.”

Ringe bakınca gözlerim dehşetle kocaman açıldı. Dilara elindeki sopayı kullanarak rakibini yere sermişti ama kız elindeki bıçağı Dilara’ya doğru savurarak bileğine bir kesik atmıştı. Gözde’yle aynı anda çığlık attık. “Lan durun artık!” diye bağırarak ringe doğru koştu Koray. Dilara’nın bileği kesilmişti ama hakem maçı durdurmuyordu.

Koray’ı doğrularcasına salonu terk etmeye başladı arkamızdaki adamlar. Tüm salon ayaklanmıştı. Birazdan polisin baskın yapacağından haberi olmayan seyirciler, Dilara ve rakibinin adını haykırıyordu hararetli bir şekilde. Dilara bileğindeki kesiğin ilk acısını atlattıktan sonra yerden kalkamayan rakibinin suratına oldukça sert bir tekme attı. Tabii bu sırada Koray kalın halatları aşarak ringe giriş yapmıştı.

Koray’ın ringe girdiğini gören Dilara, “Koray hocam ne yapıyorsunuz?” dedi şaşkınlıkla. Dudağından sızan kanı görünce tüylerim ürperdi. Maç ne ara bu noktaya gelmişti, ben nasıl kaçırmıştım bu kısımları hayret doğrusu.

“Başlatma lan hocana!” diyerek Dilara’yı kolundan tuttuğu gibi kendine çekti Koray. “Sakın yaklaşma,” dedi Dilara’nın rakibine elini uzatarak. “Şerefsizim kadın falan demem-”

İşte tam bu sırada, “Kimse yerinden kıpırdamasın!” diyerek polisler salona giriş yaptı.

Polisler salona girince tüm salon aydınlatılmıştı Saymadım ama yaklaşık yirmi kişilik polis gurubunun arasından görsel hafızam anında yakaladı Savaş’ı. Rüzgâr’ın komiser arkadaşı Savaş en önde, peşinden salona giren polis memurlarını yönlendiriyordu.

“Savaş mı o?” diyerek yanıma geldi Gözde. Sanırım onun da görsel hafızası güçlüydü. Rüzgâr dönüp Gözde’ye bakınca Gözde sorduğu soruda küçük bir düzeltme yaptı. “Savaş abi mi o?”

Savaş, Gözde’den tam on yaş büyüktü. Merak etmiştim, acaba yokluğumda hiç bir araya gelmişler miydi? Rüzgâr’ın, Gözde’ye attığı uyarıcı bakışa bakılırsa bir araya gelmişlerdi ve sanırım Gözde farkında olmadan bir şeyleri abisine belli etmişti. “Evet,” dedim Gözde’nin koluna hafifçe yaslanarak. Muzırca gülümseyen bakışlarım Rüzgâr’ın üzerindeydi, o da bana bakıyordu şu an. “Abinin arkadaşı olan Savaş.”

Kaşları çatıldı Rüzgâr’ın. Az önce Gözde’ye attığı uyarıcı bakışı şu an bana atıyordu. “Hmm,” yaptı Gözde. Umursamamış hatta Savaş’ı görmek hoşuna gitmemiş gibi yaparak, “Her yerden de o çıkıyor,” dedi.

Gülmemek için alt dudağımın içini ısırdım. Bence bu kadar belli etmemeliydi şimdilik. Koray ve Dilara operasyonum başarıyla sonuçlandığına göre, Gözde ve Savaş operasyonunu başlatmamı beklemeliydi.

Savaş bizim olduğumuz tarafa yaklaşırken, “Koray hocam bırakır mısınız lütfen,” diye cırlayan Dilara’ya döndüm. “Kendim halledebilirim.”

Koray, Dilara’nın yaralı bileğini avucunun içine hapsetmiş bırakmıyordu. “Dilara benim doktor olduğumu unuttun galiba,” dedi Koray. Diğer eliyle Dilara’nın çenesini kavramış, patlayan alt dudağına bakıyordu kaşları çatık bir şekilde.

Dilara başını geriye çekerek çenesini kurtardı Koray’dan ama bileğini kurtaramıyordu. “Bildiğim kadarıyla ruh doktorusunuz,” dedi bileğini çekiştirerek.

“Altı sene boyunca sadece ruh eğitimi almadım, Dilara,” dedi biraz sinirli bir tonla. “Güzelim kanı durdurmaya çalışıyorum, çekiştirip durma şunu.”

Gözde’yle aynı anda birbirimize baktık. “Güzelim mi dedi o?” diyerek yüzünü buruşturdu Gözde.

“Evet,” dedim sırıtarak. “Güzelim dedi.”

Bu sırada Savaş yanımıza gelmişti. “Selam,” diyerek elini Rüzgâr’a uzattı.

“Selam kardeşim,” diyerek Savaş’ın uzattığı elini tuttu ve tokalaştı Rüzgâr.

“Güzelim ne ya,” diyerek omuzlarını silkti Gözde. Bakışları Savaş’ın üzerindeydi. “Çok kıroca,” dedi Savaş’ın gözlerinin içine bakarak. “Bir de gülüm desin tam olsun.”

Savaş, Gözde’ye yandan bir bakış atıp bana döndü. “Selam, Şeker,” dedikten sonra elini uzatırken bir an tereddüt etti ve “Ya da Biricik mi demeliyim?” diyerek gülümsedi.

“Selam, Savaş,” diyerek uzattığı eline karşılık verdim. “Benim için fark etmiyor, nasıl istiyorsan öyle hitap et.” Şeker de en az Biricik kadar sevdiğim ve benimsediğim bir isimdi. Bu yüzden ilk fırsatta mahkemeye başvurup kimliğime Şeker ismini de ekletmeyi düşünüyordum.

Savaş’a söylediğim şey Rüzgâr’ın kaşlarını hafifçe çatarak bana bakmasına neden oldu. Ona daha önce ismimin Şeker değil, Biricik olduğunu üzerine basa basa söylemiştim. Bu yüzden böyle kötü kötü bakıyordu bana ama o gün beni çok kışkırtmıştı. Sevdiği kişinin Biricik değil de Şeker olduğunu düşündürmüştü ve sırf inadımdan öyle söylemiştim. Bir omzumu silktim Rüzgâr’a gülümseyerek.

“Bence Şeker daha orijinal bir isim ve sana daha çok yakışıyor,” dedi Gözde. “Değil mi Savaş abi?” Abi kısmını çok dikkat çekici bir şekilde vurgulamıştı ve bu istemsizce gülmeme neden oldu.

Rüzgâr yanımızda olmasa Gözde’ye göz devirirdi Savaş, tam olarak göz devirir gibi bakıyordu yüzüne. “Haklısın cimcime,” dedi ve bir kedi yavrusunu seviyormuş gibi gözlerini kısarak Gözde’ye gülümsedi. Utanmasam yüksek sesli bir kahkaha atardım. Alt dudağımın için işkence çekiyordu şu an.

“Horoz Şeker!” diyerek kalın halatların arasından geçmeye çalışan Dilara’ya döndüm. Ringden atladı ve yanıma geldi panikle. “Polisler beni de götürmek istiyor.” Kesik olan bileği bir kumaş parçasıyla sarılmıştı Koray tarafından. Sanırım bu parça Koray’ın tişörtüne aitti.

Koray da ringden atlayıp yanımıza gelmişti. “Savaş bunlar Dilara’yı da alacağız diyorlar,” dedi Savaş’a bakarak. Anladığım kadarıyla biz sohbet halindeyken Koray ve polisler arasında ufak bir gerginlik yaşanmıştı.

“Öyle olmak zorunda,” dedi Savaş. “Yani eğer gerçekten yaşa dışı bir faaliyet söz konusuysa-”

“Kim söyledi yasa dışı olduğunu?” diyerek araya girdi Dilara.

Savaş hiç tereddüt etmeden, önünü arkasını düşünmeden, “Koray söyledi,” dedi direkt.

Dilara büyük bir sinirle Koray’a dönünce, bir de üstüne Rüzgâr’ın kıs kıs güldüğünü duyunca ben de daha fazla kendimi tutamadım ve kahkaha attım. Koray’ın anında rengi attı. Kem yaptı, küm yaptı fakat mantıklı bir açıklama bulamadı.

“Sizin yüzünüzden lisansım elimden alınabilir!” dedi Koray’a sesini yükselterek. “Yasa dışı olduğunu da nereden çıkardınız Koray hocam?”

“Bıçaklı sopalı bir maçın yasalara uygun olduğunu hiç sanmıyorum, Dilara,” derken Koray da biraz sesini yükseltti. “Ayrıca o zebellah gibi kadının gözümün önünde seni doğramasına seyirci kalamazdım.”

Sinirden çılgına dönen Dilara, “Spor dalları hakkında zerre kadar fikriniz yok!” diyerek bağırdı. Yumruklarını sıkıyordu.

“Yoo,” diyerek son derece rahat bir şekilde başını iki yana salladı Koray. “Ben bütün spor dallarına hakimim, hatta eğer istersen sana burada bir kuple-” derken Dilara’nın hepimizi şoka uğratan olağanüstü hamlesi, Koray’ın lafını ağzına tıktı.

Koray’ın omuzlarından tuttuğu gibi kendisine doğru çeken Dilara, gelecekteki yeğenlerime kavuşma ihtimalimi en aza indirmek istercesine Koray’ın kasıklarına sert bir tekme attı. Boşalan salonu inletti Koray’ın, “Lan!” diyerek çıkan sesi.

Acıyla kıvranan Koray’ın üzerine eğildi burnundan soluyarak. “Muay Thai’den size küçük bir kuple,” dedi tehdit eder gibi. “Ama dikkat edin, dikkat edin çünkü ikinci hatanızda Krav Maga’dan bir kuple sunacağım size.”

Şaşkınlıktan kocaman açılan ağzımı ellerimle kapattım. Dilara sinirlendiği zaman çok gözü kara bir kız oluyordu. Ne bulunduğu ortam ne de Koray’a olan duyguları engel olmamıştı ona. Ama haklıydı, Koray, Dilara’ya ikinci bir hata yapmadan önce yüzlerce kez düşünmeliydi bundan sonra.

“Sinem,” diyerek Dilara’nın arkasında bekleyen polis memuruna seslendi Savaş. “Alalım Dilara hanımı.”

Savaş’ın uyarısıyla Dilara’nın koluna girdi Sinem. Dilara öldürücü bakışlarını Koray’ın üzerinden çekerek bana baktı. Çok tedirgin görünüyor, elleri titriyordu. Yüzünü ellerimin arasına alarak gülümsedim. “Korkmanı gerektirecek bir şey yok,” dedim başparmağımla yanağını okşayarak. “Sen git, arkandan ben de geliyorum.”

Dilara bana tamam, anlamında başını salladıktan sonra Sinem onu çıkışa doğru yönlendirdi. Savaş da peşlerine takılmıştı. Koca salonda sadece biz kalmıştık. Kıvranmaya devam eden Koray’ın yanına yaklaşarak elini omzuna koydu Rüzgâr. “İyi misin, Koray?” dedi ciddi kalmaya çalışarak.

“Rüzgâr bu sefer kesin gitti abi,” dedi dişlerinin arasından kısık sesle. Gözde ve bana duyurmamaya çalışıyordu. “Bitti abi, zürriyetim kurudu.”

Koray’ın kasıkları alışkındı aslında Dilara’nın tekmelerine ama ilk kez bu kadar kuvvetli vurmuştu Dilara. “Bir doktora görünmek ister misin?” diye sordu Rüzgâr. Ciddi kalmaya çalışıyordu, kendini zorluyordu ama yüz kasları buna izin vermiyordu. Kendini rahat bıraksa kahkaha atacağına emindim.

Hayır, anlamında başını iki yana salladı Koray. “Abi anlamıyorum,” dedi sinirle. “Bu kız neden diğer kızlar gibi tokat falan atmıyor?” Yazık Koray’ıma, çok masumca bir soru sormuştu.

Gözde gülerek Koray’ın yanına gitti. “Koray abi kız profesyonel dövüşçü,” dedi. “Tokat atmak onun için okşamakla eş değer.”

Gözde haklıydı. Allah, Koray’ın, gelecekteki yeğenlerim Dilarasu ve Koraycan’ın yüzüne baksındı.

Koray’ın kasıklarındaki ağrının hafiflemesini bekledik bir süre. Zorlanmadan yürüyecek hale gelmesi biraz zaman almıştı. Haliyle oldukça gergindi Koray. Rahat rahat ağrıyan yeriyle ilgilenemediği için Gözde’yle beni ona bakmayalım diye azarlamıştı. Biz de arkamızı döndük ve Gözde’yle biraz sohbet ettik. Rüzgâr, Koray’la ilgilenmişti bu sırada. Koray’ı koltuklardan birine oturtan Rüzgâr arkada ona ne tür bir müdahalede bulundu hiçbir fikrim yoktu. Gözde’yle koyu bir sohbete dalmıştık.

Çaktırmadan Savaş hakkında ağzından laf almaya çalıştım Gözde’nin. Net sorular soramadığım için net bir cevap alamamıştım tabii. Çok açılamamıştı ama Savaş’la ilgili verdiği tepkiler, düşüncelerimde yanılmadığımı gösteriyordu. Ben kedisine hayrı olmayan bir ilişki uzmanı olduğum için hemen anlamıştım.

Bir insan gerçek olmayan düşüncelerini dile getirirken sağ tarafa, gerçek düşüncelerini dile getirirken sol tarafa bakardı. Savaş hakkındaki düşüncelerini dile getirirken sürekli sağ tarafa bakmıştı Gözde. Kurduğu cümleler hep eleştirel ve olumsuzdu. Bu da gerçek düşünceleri olmadığını yani yalan söylediğini gösteriyordu.

Savaş’tan hoşlandığını düşünüyordum zaten ama artık kesin olarak emin olmuştum. Bu mevzuya el atmam gerekiyordu ancak bir sorunumuz, hatta iki sorunumuz vardı. Biri Savaş ve Gözde’nin arasındaki yaş farkıydı –ki bu durum karşısında benim olağanüstü yöntemlerim bile çaresizdi- diğeri ise Rüzgâr’dı. Gözde ve bana attığı uyarıcı bakışlarından anladığım kadarıyla Rüzgâr bu duruma pek sıcak bakmıyordu. Bu ikisiyle ilgili gerçekleştireceğim operasyon Koray ve Dilara’nınki kadar kolay görünmüyordu ama imkânsız değildi. Ayrıca bu olaya tam anlamıyla el atmam için net bir bilgi gerekliydi bana. Tıpkı Dilara’nın yaptığı gibi Gözde’den bir itiraf gelmesi lazımdı. Öyle kendi kendime tahminlerde bulunarak harekete geçemezdim ben. Çöpçatanlık mesleğinin belli kuralları vardı sonuçta.

“Tamam, dönebilirsiniz.”

Koray’dan gelen uyarı üzerine Gözde’yle aynı anda arkamıza döndük. Rüzgâr, Koray’ın koluna girmişti. “O kadar mı kötü ya?” dedim hafif sendeleyerek yürüyen Koray’a yaklaşarak. “Geçmedi mi hâlâ?” Umarım Koray da kalıcı bir hasar bırakmamıştır bu darbe.

“Koray abi doktora görünmen lazım,” dedi Gözde. “Ya çocuğun olmazsa?”

“Gözde haklı,” diyerek destek çıktım. “Hafife almamak lazım Koray, çok sert bir darbe aldın.”

“Kızım,” dedi otoriter bir ses tonuyla. “Bu konu hakkında yorum yapmayı size yasaklıyorum!” Kolunu Rüzgâr’ın elinden kurtarıp önümüze düştü. “Gitmemiz lazım, Dilara korkmuştur orada tek başına.”

Kaplumbağa hızında ağır adımlarla önden yürüyen Koray’ın peşine takıldık. Şu halde bile Dilara’yı düşünüyordu. Yediği tekme bile umurunda değildi. Ne ara bu kadar kaptırmıştı kendini anlamak mümkün değildi.

Gözde, Rüzgâr’ın arabasına geçti, ben de Koray’ın arabasına. Koray araba kullanamayacak kadar kötü olmadığını söylese de direksiyona ben geçtim. Karakola ulaştığımızda Dilara’yı hemen göremedik. Savaş, ifadeleri alınan şüphelilerin nöbetçi mahkemeye sevk edildiğini söylemişti. Henüz hiçbir şey kesin değildi ama Savaş’ın söylediğine göre, düzenlenen bu organizasyon ve oynanan bahis yasa dışıydı. Koray haklı çıkmıştı yani.

Sabahın ilk ışıklarına kadar Dilara’yı beklemiştik. Onun da tıpkı diğer sporcu kız gibi bu yasa dışı faaliyetten haberi yoktu. Tamamen masumdular bu yüzden ikisi de tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Organizasyonun düzenlenmesinde önemli rol oynayan yedi kişi ise tutuklu yargılanacaktı.

Şimdilik ne olacağı tam olarak belli değildi ama sanırım Dilara’nın profesyonel dövüşçü lisansı elinden alınacaktı. Hem böyle bir olaya karıştığı için hem de sağlık durumundan dolayı lisansı tehlikeye girmişti. Çünkü Dilara’nın lisansını, hastalanmadan önce aldığı, uzun süre resmi müsabakalardan uzak kaldığı ve şu anki sağlık durumunun uygun olmadığı ortaya çıkmıştı.

“Benim haberim yoktu horoz Şeker,“ dedi bana açıklama yapmak zorundaymış gibi. “Yemin ederim haberim yoktu.”

“Biliyorum,” diyerek sarıldım ona, çok bitkin görünüyordu. “Masum olduğun için serbest bırakıldın zaten.” Titreyen alt dudağını dişlerinin arasına alırken nemli gözleri Koray’a kaydı. Ona verdiği sert tepkiden dolayı mahcup olmuş gibi görünüyordu.

“Güzel kızım,” diyerek annesi sarıldı bu kez Dilara’ya. Eşyalarını teslim aldığımızda Dilara’nın telefonundan annesini arayıp haber vermiştim.

“Anne benim bir suçum yok,” derken ağlamaya başladı Dilara. “Yemin ederim anne.”

“Tabii ki bir suçun yok,” dedi annesi. “Hepsi o Levent denen adamın suçu.” Levent, organizasyonu gerçekleştiren ekibin başındaki adamdı sanırım, Savaş’tan duymuştum adını. “Israrla bizim gelmememizi söylemesinden anlamalıydık.”

Dilara’nın annesi de babası da kalp hastasıydı. Dilara’yı beklerken biraz sohbet etmiştik annesiyle. Sert bir maç olacağı için ailesinin gelmemesi konusunda uyarmıştı organizasyonu düzenleyen kişiler. Dilara da onları ikna etmişti ve bu yüzden maçta ailesi yoktu.

“Ağlama artık bir tanem,” diyerek babası sarıldı bu kez.

“Lisansımı iptal edilecekler baba,” diyerek babasının göğsüne sokuldu Dilara.

“Etsinler,” dedi babası, kollarının arasına hapsettiği kızının saçlarına şefkat dolu bir öpücük kondurdu. “Senden daha değerli değil.” Burnumun direği sızladı, ne kadar güzel bir ailesi vardı Dilara’nın. Kıskanmadım desem yalan olurdu, gözlerim dolmuştu.

Böyle durumlarda kıskançlık damarlarım kabarıyordu benim. İlkokulda Derya adında çok sevdiğim bir sınıf arkadaşım vardı. Babası okul çıkışı Derya’yı almaya geldiğinde aynı böyle bir görüntü sergilemişlerdi. Derya babasına karşı çok kaprisli bir davranışla karşılık vermişti ama babası hiç umursamayarak kızını kucakladığı gibi arabaya bindirmişti. Ben o kadar kıskanmıştım ki onları, Derya’yla tam altı gün boyunca konuşmamıştım. Benim hiç bilmediğim duyguları yaşıyor, üstüne bir de şımarıklık yapıyor diye gıcık olmuştum Derya’ya.

Normalde arkadaşlarımın mutluluklarına karşı kıskançlık eden bir kız değildim ama böyle durumlarda engel olamıyordum duygularıma. İçim sızlamıştı Dilara ve babasına bakarken. Annesiyle olan yakınlığını hiç kıskanmamıştım çünkü anne sevgisinin nasıl bir şey olduğunu az da olsa biliyordum. Ama babasının sevgi taşan bakışları ve kocaman kızını bir bebek gibi sevişi içimi acıtmıştı. Sanırım benim kıskandığım tek şey, baba sevgisini tadan insanlardı. Bu sevgiye alışkın olanlar kıymetini bilmezdi belki ama yaşamayanlar çok iyi bilirdi eksikliğini.

Koray durgunluğumun sebebini anlamış gibi kolunu omzuma attı ve eğilip alnıma kocaman bir öpücük bıraktı. “Gidelim mi abisinin güzeli?” dedi göz kırparak. İki parmağının arasına sıkıştırdığı yanağımı sıktı. “Uykusuzluktan gözlerin kıp kırmızı oldu.”

Uykusuzluktan olmadığını ikimiz de biliyorduk aslında. “Gidelim,” dedim gülümsemeye çalışarak.

Dilara’nın annesi Rüzgâr’ın yanına geldi. “Dilara’nın bileğindeki kesik için dikiş gerekmez demişti Koray bey ama,” derken dönüp kısa bir anlığına Koray’a baktı. “Siz ne dersiniz, Rüzgâr bey?”

Koray da Rüzgâr da Dilara’nın ailesiyle çok önceden tanışıyorlardı. Biz Dilara’nın çıkmasını beklerken Rüzgâr ve Dilara’nın babası, Dilara’nın sağlık durumu hakkında uzun uzun konuşmuşlardı. “Ben kesiği görmedim, Koray gerek görmediyse endişeniz olmasın, Esin hanım,” dedi Rüzgâr. “Ama siz yine de ilk fırsatta bir hastaneye götürün, hem pansuman yaparlar hem de içiniz rahat eder.”

Babasının kollarının arasından sıyrılarak annesinin yanına geldi Dilara. “Gerek yok,” dedi elini annesinin omzuna koyarak. Çok kısacık bir an Koray’a baktıktan sonra Rüzgâr’a çevirdi ürkek bakışlarını. “Koray hocam gerek yok dediyse gerek yoktur.” Uuu, diye bir tepki verdim içimden. Koray’ın gönlünü almak için mi söylemişti bunu?

Koray sanki konuşma sırası ona gelmiş gibi boğazını temizledi. Bir şey söyleyecek sandık, hepimiz ona baktık ama hiçbir şey söylemedi. Bir eliyle ensesini kaşıdı, diğer eliyle omzumu sıktı, ayağının ucuyla yerdeki toprağı eşelerken bakışları Dilara dışında herkeste ve her yerdeydi.

Bakışların odağında olduğunu fark edince toparladı kendini. “Evet, ama siz yine de bir uzmana gösterin,” dedi Dilara’nın annesine bakarak. “Sonuçta ben sadece ruh doktoruyum, anlamayabilirim.” Bu kez ooo, diye bir tepki verdim içimden. Dilara’ya taş atmıştı resmen.

Dilara’nın mahcup yüz ifadesi çok tatlıydı, elini kolunu nereye koyacağını bilmez bir hali vardı. “Tekrar geçmiş olsun,” dedi Rüzgâr. Dilara, annesi ve babasıyla tek tek tokalaştık ve geçmiş olsun dileklerimizi ileterek arabalarımıza doğru yürümeye başladık. Koray’ın yürüyüşü düzelmişti artık, ya ağrısı geçmişti ya da Dilara ve ailesinin yanında paytak paytak yürümemek için kendini zorluyordu.

“Ucuz atlattık abi,” dedi Koray. “İyi ki Savaş’ı aramışım, başka bir polis ekibi gelseydi bizim için de sıkıntı olabilirdi.”

“Savaş her zaman imdadımıza koşuyor,” dedim Rüzgâr’a bakarak. “Süper kahraman gibi bir şey.”

“Öyledir,” dedi Rüzgâr. “Sağ olsun bütün asayiş işlerimizle yakından ilgileniyor.”

Birkaç saat önce Rüzgâr, Gözde’yi eve bırakıp geri gelmişti. Keşke o da burada olsaydı diye geçirdim içimden. Ne güzel Savaş’la ilgili olumsuz bir şey söylerdi ben de Rüzgâr’ın yüzünün aldığı ifadeyi yorumlardım kendimce.

Arabalarımızın olduğu yere geldiğimizde arkadan, “Koray hocam!” diye seslendi Dilara.

Rüzgâr ve ben hemen arkamıza dönmüştük ama Koray, “Senin o hocam diyen dilini,” diye homurdandı kendi kendine. Daha sonra usulca döndü o da. “Efendim, Dilara?”

Son derece çekingen bir yüz ifadesiyle Koray’ın tam karşısında durdu Dilara. “Şey…” dedi ezilip büzülerek. “Ben… şey için…” Parmaklarıyla oynuyordu. Bir şey söylemek istiyordu ama utanıyordu.

“Sen… ne için?” dedi Koray gözlerini kısarak.

Dilara’nın bakışları Rüzgâr’la ikimiz arasında kısa bir tur attı. Uzaklaşın, mı demek istiyordu acaba? Rüzgâr da benimle aynı şeyi düşünmüş olacak ki Koray’ın arkasından gizlice elini uzattı ve elimi tutarak birkaç adım geriye, arabanın diğer tarafına çekti beni. Daha sonra kısık bir sesle, “Herkes biraz yalnız kalsın,” diyerek göz kırptı bana.

“Herkes?” dedim anlamamış gibi yaparak. Başımı sağ tarafa biraz eğerek Koray ve Dilara’ya baktım.

“Evet, Dilara?” dedi Koray.

“Bizim de biraz yalnız kalmaya ihtiyacımız yok mu?” dedi Rüzgâr.

Kısa bir bakış attım. “Bilmem, var mı?”

“Özür dilemek istiyorum,” diyen Dilara’ya yöneldim tekrar, kıvranıyordu Koray’ın karşısında.

“Ne için?” dedi Koray, çok umursamaz bir tavır sergiliyordu benim Rüzgâr’a yaptığım gibi.

“Var tabii,” derken elini belime sardı Rüzgâr, onun da bakışları Dilara ve Koray’daydı.

“Şey için,” diyerek Koray’ın hasarlı bölgesine indirdi gözlerini Dilara. Çok kısa bir bakıştı ama hepimizin anlaması için gayet yeterliydi. Koray kısa bir afallamanın ardından omuzlarını dikleştirdi. “Çok acıdı mı?” diyerek Koray’a ikinci darbeyi indirdi Dilara.

Rüzgâr’dan oldukça kısık bir kahkaha çıktı, ben de elimi ağzıma kapatmıştım gülerken. “Sorun yok, Dilara,” dedi Koray. Dilara’nın karşısında güçlü bir duruş sergileme çabası çok komikti, kendimi çok zor tutuyordum.

Dilara endişeli bir yüz ifadesiyle elini Koray’ın omzuna koyarak, “Bence siz de bir doktora görünün,” deyince yüzümü Rüzgâr’ın göğsüne gömdüm. “Tabii siz daha iyi bilirsiniz ama böyle şeyler ihmale gelmez, Koray hocam.”

Rüzgâr’ın göğsünün üzerine boğuk bir kahkaha attım. Onları duydukça kendimi tutmakta zorlanıyordum. Rüzgâr ellerini arkamdan sararak kulaklarımı kapattı, o da gülüyordu.

“Tamam, Dilara,” dedi Koray. Rüzgâr kulaklarımı kapatıyordu ama yine de duyuyordum işte. “Sorun yok, dedim ya.”

“Özür dilemek istiyorum, Koray hocam.”

“Özür dilemene gerek yok, Dilara.”

“Ama yine de dilemek istiyorum, Koray hocam.”

“Peki, Dilara,” dedi Koray, bezginliği sesine yansımıştı. “Dile o zaman.” Onları göremiyordum ama Koray’ın girdiği şekiller kafamda canlandıkça Rüzgâr’ın avuçlarımın arasındaki göğsünü sıkıyordum.

“Özür dilerim, Koray hocam,” dedi Dilara. “Bazen sinirlenince kendimi kontrol edemiyorum, böyle olsun istemezdim.”

“Sinirlenince olur öyle,” dedi Koray.

“Lütfen hemen bir doktora görünün.”

“Tamam, görünürüm.”

“Söz verin bana.”

Muhabbetleri ciddi bir hal alınca gülmelerim azalmıştı. Rüzgâr’dan uzaklaşmak için bir hamle yaptım. Bir eliyle başıma hafif bir baskı uygulayarak uzaklaşmama engel oldu. Tekrar bir hamle yaptım ama yine izin vermedi. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. “Rüzgâr ne yapıyorsun?”

“Bunların komiklikleri bitmez, kal her ihtimale karşı,” diye fısıldadı yüzüme.

Gözlerinin içine bakarak, “Haklısın,” dedim ve bu bahanesine inanmış gibi yaparak başımı göğsüne koydum. Çok güzeldi vücudunun sıcaklığı, parfümünün kokusu.

Dilara’nın son söylediği şeyden sonra bir süre sessizlik olmuştu aralarında. “Söz veririm ama bir şartım var,” diyerek sessizliği bozan Koray oldu. Başım Rüzgâr’ın göğsündeydi ama onlara dönüktü bu kez, görüyordum ikisini de.

Dilara kaşlarını kaldırarak Koray’a bakıyordu. “Ne şartı, anlayamadım, Koray hocam?”

“Şimdi biz doktorlar,” diyerek bir elini cebine koydu Koray. Bu kez havalı bir görüntü sergilemeye çalışıyordu Dilara’nın karşısında. Rüzgâr da tıpkı benim gibi içine içine güldü, hareketlenmişti göğsü. “Böyle özel hayatımızda bize hocam, diye hitap edilmesi…” Boşta kalan elini saçlarının arasından geçirdi. “Hastanedeymişiz gibi hissettiriyor ve…” derken cebindeki elini de çıkardı ve ellerini döndürerek garip garip hareketler yaptı. “Hoş olmuyor, Dilara. Sen bundan sonra bana hocam, diye hitap etme, ben de hemen gideyim hastaneye.”

“Ama olur mu ki öyle?” derken kaşlarını daha çok kaldırdı Dilara, şaşırmıştı Koray’ın şartı karşısında.

“Çok güzel olur,” dedi Koray. “Hem böyle hocam, deyince istemsizce bir resmiyet oluşuyor. Siz,” derken sağ elini çevirerek dudağını büktü. “Biz,” derken sol elini çevirerek dudağını büktü. Gülmekten algımı yitirmek üzereydim. Neden böyle tuhaf hareketler yapıyordu bu çocuk? “Sizler, bizler, hocamlar falan,” derken tüm vücudunu sağa sola hareket ettirmesi karşısında daha fazla tutamadım kendimi ve bastım kahkahayı. “Gereksiz resmiyet bunlar Dilara’cığım, biz artık arkadaş sayılırız.”

Rüzgâr da bırakmıştı kendini. Birbirimize sarılmış bir şekilde kahkahalar atıyorduk. Koray güldüğümüzü duyunca sağına soluna şöyle bir bakındı. Bizi görmeden hemen çektim kendimi Rüzgâr’dan. “Ne oluyor kızım?” diyerek arkasına döndü ve bize baktı. “Ne yapıyorsunuz siz orada?”

Az önceki hareketleri kafamın içinde boomerang gibi tekrar edip duruyordu. “Rüzgâr komik bir fıkra anlattı da,” diyerek yanlarına gittim, hâlâ gülüyordum. Peşimden gelen Rüzgâr’ın da benden bir farkı yoktu. “Sohbetiniz bittiyse artık gidebilir miyiz, Koray?”

“Dur bir dakika,” dedi işaret parmağını kaldırarak. “Burası çok önemli,” derken havadaki işaret parmağı Dilara’yı gösteriyordu. “Sendeyiz, Dilara.”

İstediği sözü almadan Dilara’yı bırakmaya niyeti yoktu. “Tamam, Koray hocam,” dedi Dilara. “Bundan sonra size Koray hocam, demem Koray bey, derim.”

Rüzgâr bir eliyle gözlerini ovuşturarak arkasını döndü, çok zor tutuyordu kendini ama ben onun kadar başarılı değildim bu konuda. Koray’ın günler önce ruhunu teslim etmiş bayat bir balık gibi Dilara’ya bakması ve canından bezmiş gibi omuzlarının düşüşü kahkaha atılmayacak gibi değildi.

Dilara, Koray’ın kast ettiği şeyi anlamayacak kadar aptal bir kız değildi. Bu konu hakkında henüz konuşma fırsatımız olmamıştı ama Koray’ın o günkü karşılaşmalarında kendisinden etkilendiğini anlamamış olamazdı. Çok belli etmişti Koray, bakışlarıyla, sözleriyle ve Dilara’ya karşı sergilediği tavırla ele vermişti kendini.

Dilara’nın amacı Koray’a can çekiştirmekti, bundan emindim. Hafif gülümseyen yüzü de bunu gösteriyordu. Koray’ın zamanında kendisini yok sayışlarını öyle kolay unutmazdı Dilara, ben bile unutmamıştım. Tamamen Koray’ı süründürmek niyetindeydi, öyle hemen yelkenleri suya indirmek yoktu. Gelecekteki mutlu yuvalarının temelini atan kişi olarak Dilara’nın sonuna kadar arkasındaydım. O yuvayı inşa etme görevi Dilara’ya aitti ve ben, bu uğurda Dilara’nın en büyük destekçisi olacaktım.

Koray, “Kızım ben anlaşılmayacak bir şey mi istedim?” diye sessizce homurdandı bana bakarak.

“Ben sonra ona izah ederim,” diyerek kulağına fısıldadım. “Gidelim artık, çok uykum geldi benim Koray.”

Koluna girdim ve arabaya yönlendirdim onu. Hem çok uykum gelmişti hem de abimi merak ediyordum. Karakola geldiğimizde abimi arayıp durumu kısaca özetleyerek geç kalacağımı söylemiştim. Sabah daha ben uyanmadan erkeden evden çıkmıştı ve bütün gününü emniyette geçirmişti Giray. Ben Dilara’nın maçına gelmek için evden çıkarken o yeni gelmişti ve konuşma fırsatımız olmamıştı. Neler yapmıştı, polislerle ne konuşmuştu bilmiyordum ama eve geldiğinde yüz ifadesi hiç iç açıcı değildi.

Eğer polislerden olumlu bir dönüş almadıysa bu konuyu kısa yoldan halletmek bana düşüyordu. İster kabul etsin ister etmesin İnci hakkında merak ettiklerimizi kendi yöntemlerimle halletmem gerekecekti. Sabah bir fırsatını bulup İnci’nin fotoğrafını çekmeyi başarmıştım. Asıl kimliği ve geçmişiyle ilgili gerekli tüm bilgileri, kimlerle irtibatlı olduğunu ve Mercan’ın annesine ne yaptıklarını bulmam için sadece birkaç saat yeterdi bana.

Yalnız önümüzde bir engel vardı. İnci hakkında elde ettiğim bilgi ve belgeleri polise teslim etmek başımı derde sokabilirdi. Sonuçta illegal yöntemler kullanacaktım, yapacağım şey özel hayatın gizliliğine de aykırıydı ve bu büyük bir suçtu. Abilerim bu yüzden kabul etmemişlerdi haklı olarak. Ben kendimi ele vermeden o bilgilere ulaşsam bile gidip polise anlatamazdık, veremezdik belgeleri.

Bu konuda da aklıma bir fikir gelmişti. Acaba Rüzgâr’a söylesem, Savaş’tan bu konuda bize yardım etmesini istese, Savaş kabul eder miydi? Savaş kabul edecek olsa bile Giray, Rüzgâr’dan böyle bir talepte bulunmama izin verir miydi? Rüzgâr ve onun yakın arkadaşından gelecek olan yardımı kabul eder miydi acaba?

“Şeker’im geldik,” diyen Koray’ın sesiyle çıktım kafamdaki kargaşadan. Evin önüne kadar geldiğimizin farkında bile değildim.

“Teşekkür ederim, Koray,” diyerek uzanıp yanağına küçük bir öpücük kondurdum. “Sen olmasan saf gibi izleyecektim Dilara’nın maçını. Her şey için teşekkür ederim.” Uykusuzluktan başım dönüyordu artık.

“Bırak şimdi teşekkürü,” diyerek başıyla evi işaret etti. “Uyanır uyanmaz ara beni, Giray ne yapmış merak ediyorum.”

“Tamam,” dedikten sonra kapıyı açtım ve arabadan indim.

O da benim gibi merak ediyordu. Yol boyunca hiç konuşmamıştı tıpkı benim gibi. Günün yorgunluğu ve kafamızdakiler yüzünden bitkin düşmüştük ikimizde. Bahçe kapısından geçip eve doğru yürürken masada oturan Kadir’le göz göze geldik. Başıyla selam verdi bana, karşılık vermedim. Onun hakkında da konuşama fırsatım olmamıştı abimle. Biraz uyuyup dinlendikten sonra kafamı kurcalayan her şeyi halledecektim bugün.

Evdekileri uyandırmamak için mümkün olduğunca sesiz hareket ederek eve girdim ve direkt odama çıktım. Öylesine hazırdı ki uyku gözlerimde, üzerimdekileri çıkarmadan kendimi yatağa attım ve kendimi uykunun kollarına teslim ettim.1

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 28.11.2024 19:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yağmur Kılıçel / Füg / 52. BÖLÜM
Yağmur Kılıçel
Füg

336 Okunma

42 Oy

0 Takip
3
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş