
Çağrı sedirden yavaşça doğruldu, çıplak ayakları yere bastığında soğuk taş zeminin ürpertisini hissetti. Başını ovuşturup etrafına bakındı. Ahşap işlemeli kapıdan sızan sabah ışıkları mutfağı loş ama huzur veren bir aydınlığa boğmuştu. Kutay’ın evindeki mutfağa daha önce hiç adım atmamıştı, bu yüzden biraz merak, biraz da tedirginlikle oraya doğru ilerledi.
Mutfağa girdiğinde, ilk gözüne çarpan şey, ocağın yanındaki büyükçe bakır bir kazandı. Yanında, duvara yaslanmış küçük bir yığın odun vardı. Ocak, eski ve taşlardan örülmüş bir yapıydı. Hemen üstünde tavandan aşağı sarkan, kararmış, demir bir zincire bağlı küçük bir kazan daha asılıydı. "Demek ki yemekleri burada pişiriyor," diye mırıldandı Çağrı kendi kendine.
Duvarda raflar vardı; eski ama temiz ahşaptan yapılmıştı. Rafların üstü sıralanmış küplerle doluydu. Kutay merakla küplerden birinin kapağını kaldırdı, burnuna keskin bir zeytinyağı kokusu doldu. Küpün içinde altın rengine çalan yeşilimsi bir yağ duruyordu. "Güzel," dedi kendi kendine. Ardından diğer küpleri kurcalamaya başladı. Bir başka küpün içinde yoğun kıvamda yoğurt vardı; hafif ekşi kokusu Kutay'ın iştahını kabarttı. Başka bir küpün içinde koyu, baldan daha ağır kıvamlı, kahverengi pekmez vardı. Küçük bir parmağını batırıp tadına baktı, tatlılığı damağında uzun süre kaldı. Son küpte ise tereyağı vardı; kremsi, sarımtırak rengi sabahın solgun ışığında daha da iştah açıcı görünüyordu.
Kutay, mutfağı biraz daha incelemeye başladı. Duvarın bir yanında kilden yapılmış küçük tabaklar, tahta kaşıklar ve birkaç bakır kap vardı. Mutfağın köşesindeki küçük ahşap dolabı açtığında ise içindeki kuru soğan, sarımsak, kurutulmuş baharatlar ve birkaç parça kurutulmuş etle karşılaştı. Derin bir nefes aldı, bu mutfak ona huzur veriyordu. Belki de hiç tatmadığı bir huzurdu bu.
Ama bir sorun vardı. Karnı guruldamaya başlamıştı bile; bir kahvaltı hazırlaması gerekiyordu. Ama burada nasıl yemek pişirilir, hiç bilmiyordu ki!
Önce ocağı yakmalıydı. Odunları ocağın içine yerleştirirken, "Bu ateşi nasıl yakacağım?" diye mırıldandı. Kısa bir araştırmadan sonra, ocağın yanında duran çakmak taşını ve çelik çubuğu fark etti. Birkaç denemeden sonra, çelik çubuğu taşa vurarak çıkan kıvılcımlar sayesinde kuru çalıları tutuşturmayı başardı. Ateş yavaşça büyüdü ve kısa sürede ocağı sıcak bir aydınlıkla doldurdu.
Kutay, ocaktaki kazanın içine biraz su doldurdu ve kaynamaya bıraktı. Raflarda bulunan yumurtaları görünce içinden sevinçle "Oh be, yumurta varmış!" diye geçirdi. Yumurtalardan birkaçını alıp tezgâha bıraktı. Kızgın tavaya biraz tereyağı koydu; eriyen tereyağının kokusu burnunu doldurduğunda, midesindeki açlığı daha yoğun hissetti.
Yumurtaları kırıp tavaya bıraktığında, çıkardıkları çıtırtıyı ve tavaya yayılan beyazı izlerken düşüncelere daldı.
"Burada olmak... garip. Ama bir o kadar da huzurlu." Yavaşça yumurtayı karıştırırken kendisiyle konuşmaya devam etti. "Acaba Gizem şimdi ne yapıyordur? Belki o da benim gibi kahvaltı hazırlıyordur. Ama o modern bir mutfakta yapıyordur. Ah Gizem, keşke şu an yanımda olsaydın."
Tavadaki yumurtaların beyazı katılaşıp sarısı hafif kıvam almıştı. Ocaktan indirip tahta kaşıkla küçük kilden tabağa koydu. Yanına da biraz yoğurt aldı, üzerine pekmez döküp tatlandırdı. Küçük bir tabakta zeytin ve biraz kurutulmuş et dilimledi. Yanında mis gibi kokan taze bir pide bulunca, gülümsedi. "Şimdi bu tam bir Anadolu kahvaltısı oldu işte."
Yemeğini masaya taşıdı, küçük bir tahta sandalyeye oturdu ve ilk lokmasını ağzına götürdü. Yumurtanın sıcaklığı, tereyağının tuzlu aroması, yoğurdun ekşimsi tadı ve pekmezin tatlılığı bir araya gelince damağında eşsiz bir lezzet patlaması yaşadı. Yemek onu rahatlatmıştı, düşünceleri biraz daha netleşti.
Kaşığı bir süre havada tutarak iç geçirdi. "Daha önce hiç böyle basit bir kahvaltının beni bu kadar mutlu edeceğini düşünmemiştim. Ne tuhaf, ne farklı bir hayat... Acaba Kutay, benim dünyama geçince nasıl hissediyor? Acaba o da bu kadar şaşırıyor mu?"
Ama bu sorular şimdilik cevapsızdı. Kutay kafasını iki yana sallayarak düşüncelerinden uzaklaştı. Şu anda burada, bu masada, bu kahvaltının keyfini çıkarmalıydı. Başka her şey biraz bekleyebilirdi.
Tüm bu lezzetleri tadarken, içindeki garip huzur duygusu büyüdü. Anadolu Selçuklu mutfağının sakin, sade ve sıcak havası, sanki yüzyıllardır onu bekliyormuş gibi kucaklamıştı.
Kahvaltısını keyifle bitiren Kutay, boşalan çanakları ve tavayı alarak mutfağın köşesinde duran küçük leğenin başına geçti. Biraz su döktü, parmaklarıyla tabakların kenarındaki yemek artıklarını temizlerken, suyun serinliği ellerinde hoş bir ferahlık yarattı. Temizlediği çanakları dikkatle kenara dizdi ve tavayı da parlaklığını geri kazanana dek özenle ovaladı. İşi bittiğinde ellerini kurularken hafifçe iç çekti, içindeki garip huzur hâlâ onu terk etmemişti.
Tam o anda, evin ahşap kapısının ağır gıcırtısıyla irkildi. Kulak kesilip bekledi. Kalbi heyecanla biraz hızlanmıştı; burada kimin geleceğini bilemezdi. Hızlı adımlarla odadan çıkıp kapıya doğru yürüdü. Kapının önünde, geniş omuzlarıyla sabah güneşini kapatan, gülümseyen bir yüz gördü. Taygun gelmişti.
Taygun içeri girerken yüzündeki neşeli ifade odanın havasını da değiştirdi. "Ooo gardaşım, hoş geldin," dedi Kutay neşeli bir tonla, ardından muzipçe ekledi, "Ama geç kaldın bak, ben kahvaltımı çoktan yaptım bile."
Taygun, kahkahayla başını geriye atarak içeri adımını attı. "Dert değil gardaşım," dedi sırtını sıvazlayarak. "Ben de gelmeden önce güzelce tıkınmıştım zaten!"
Kutay onun rahat tavırlarına gülerken, birdenbire Taygun'un güçlü elini kolunda hissetti. Şaşkınlıkla ona bakmaya fırsat bulamadan Taygun onu kapıya doğru sürükleyerek coşkuyla seslendi: "Haydi! Çok oyalanma, dışarıda işimiz var!"
Kutay, kendini dışarı doğru sürüklenirken bulduğunda kalbinin hızlandığını hissetti. Taygun'un aceleci heyecanına direnememişti. Bir yandan gülüyor, bir yandan da bugün onu dışarıda neyin beklediğini merak ediyordu.
Kutay, Taygun'un heyecanlı adımlarına zar zor yetişerek sokakların arasında sürüklenirken, zihninde onlarca soru dolaşıyordu. Nereye gittiklerini bilmiyordu ve Taygun da sanki büyük bir sır saklar gibi sürekli farklı konulardan bahsediyor, sorularını ustaca geçiştiriyordu.
"Gardaş, bir dur hele," dedi sonunda Kutay, sesinde hafif bir sabırsızlıkla. "Söyle de bileyim, nereye götürüyorsun beni böyle?"
Taygun ise her zamanki muzip tavrıyla hafifçe sırıttı, gözleri parlayarak cevap verdi:
"Acele etme Kutay, önce sen söyle hele; dün nasıldı? Ne yaptın akşam?"
Kutay, Taygun'un ne yapmaya çalıştığını anlamıştı. Bu yüzden hafifçe iç çekip omuz silkti, soruyu yanıtsız bırakarak yürümeye devam etti. Dar sokakların içinden geçip pazar tezgahlarını geride bıraktılar; etrafta koyun sürüleri, esnafın bağırışları, tahta çarkların gıcırtıları sabahın canlılığını gözler önüne seriyordu.
Sonra beş sokak ötede, gözünün önünde genişçe bir meydan belirdi. Meydanın ortasında, sabah güneşinin altında sabırsızca homurdanan develer ve huzursuzca ayaklarını yere vuran atlarla dolu bir kervan bekliyordu. Deve yularları, rengarenk dokuma örtüler ve eşyalarla dolu küfeler, uzun bir yolculuğun hazırlığını işaret ediyordu. Kutay bu manzarayı görünce duraksadı, gözleri merakla dolmuştu.
O sırada Taygun, Kutay'a doğru dönüp sırtına güçlü bir şaplak indirerek neşeli bir kahkaha patlattı.
"Gardaş, bu kervanın korumalığını bana verdiler," dedi gururla göğsünü şişirerek. "Ben de seni ortak ettim, bundan gayrı ikimiz bu kervanın muhafızıyız!"
Kutay, duydukları karşısında şaşırmış, ama aynı zamanda heyecanlanmıştı. Kervan korumak demek, uzun bir yolculuk, bilinmezliklerle dolu macera demekti. Göğsünde heyecan ve endişe karışımı bir duygu oluştu. Yüzünde hafifçe bir gülümsemeyle Taygun'a baktı. Bugün onu bekleyen yeni bir hikâye daha vardı.
Kutay bunu hiç beklemiyordu. Gözleri önce hafifçe açıldı, sonra şaşkınlığını gizleyip yüzüne sakin bir ifade yerleştirdi. İçinde küçük bir endişe belirmişti ama sonra bunun çevreyi ve bu dünyayı daha iyi tanımak için çok iyi bir fırsat olduğuna karar verdi. Derin bir nefes aldı ve hafifçe gülerek Taygun’a döndü.
"Tamam gardaş, gidelim gitmesine ama ben karşılığında ne alacağım?" dedi, sesinde alaycı ama sıcak bir ton vardı. Taygun, bunu duyar duymaz kahkaha attı ve Kutay'ın omzuna sertçe vurdu.
"Ayıp ediyorsun gardaş, seni buraya kadar getirdiysem karşılığı elbet olacak!" dedi gözleri parlayarak. "Sen hele bir gel, yolda öğrenirsin."
Kutay daha fazla itiraz etmeden Taygun'la birlikte atların yanına doğru yürüdü. Biri boz, diğeri doru renkli iki güçlü at onları bekliyordu. Kutay ata yaklaşınca hayvan hafifçe başını salladı ve burnundan sıcak bir nefes verdi. Atın yelesini eliyle hafifçe sıvazladıktan sonra kendini ustaca yukarı çekip ata bindi. Üzerine yerleşirken, bu hareketlerin ona şaşırtıcı derecede doğal geldiğini fark etti. Bedeni Kutay'ın reflekslerini hatırlıyor gibiydi.
Kervanı hızlıca gözden geçirdi. Küçük sayılabilecek, ancak güvenliğin önemli olduğunu hissettiren bir kervandı bu. Toplam dört deve vardı; ikisi kumaşlarla, diğer ikisi ise çeşitli baharatlar ve tuzlarla dolu yükler taşıyordu. Yanlarında ise yükleri tamamlayan altı at ve iki katır vardı; katırlar daha ağır ve hantal yükleri taşımaya hazırlanmış gibiydi. Kervanın başında orta yaşlı, tüccar oldukları açıkça belli olan iki adam konuşuyordu. İkisi de ciddi, hesaplı ve dikkatli tavırlarıyla öne çıkıyordu.
Onları korumak içinse Kutay ve Taygun dışında dört atlı asker daha hazır bekliyordu. Hepsinin kuşanışı sağlam, gözlerinde dikkatli bir kararlılık vardı. Kutay onları görünce içindeki endişenin biraz daha hafiflediğini hissetti.
Kervanın yolu belliydi; Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti ve Kutay'ın yaşadığı yer olan Konya'dan başlayıp Kayseri'ye kadar uzanacaktı. Yaklaşık üç yüz kilometre boyunca uzanan uzun bir yoldu bu. Kervan, yollardaki zorluklar ve mesafenin uzunluğu sebebiyle belli noktalarda hanlarda konaklayarak ilerleyecek, toplamda yaklaşık on gün içinde Kayseri'ye varacaktı.
Kutay bunları zihninde tartarken, atını hafifçe sürerek Taygun'un yanına yaklaştı ve onunla birlikte kervanın önüne doğru ilerlemeye başladı. Taygun'un yüzünde tatmin olmuş bir ifade vardı. Kutay da derin bir nefes alarak etrafına baktı. Karşısında uzanan yol, tanımadığı ama keşfetmeye heves ettiği bir dünyanın kapısını açıyordu.
Kutay, atının sırtında yol alırken zihni, bastığı taşlı yollar kadar pürüzlü ve karmaşıktı. Kervanın ilerleyişiyle etraftan yükselen nal sesleri, atların soluk alıp verişleri ve develerin ağır ama ritmik adımları kulağına geliyordu. Yol boyunca uzanan geniş düzlükler, yer yer küçük tepelerle bölünüyor; uzakta görülen ağaç kümeleri ve tarlalar bu uçsuz bucaksız Anadolu topraklarını dolduruyordu.
Gözlerini hafifçe kısıp çevreyi inceledi. Yolda gördüğü manzara, gerçekliğini yavaşça kabullendiği bir dünyaya aitti artık. Yol kenarında bulunan kavruk otlar ve arada bir uçuşan toz bulutları, güneşin parlaklığı altında titreşiyordu. Başını göğe kaldırdığında gökyüzünün tertemiz mavi tonu onu bir anlığına huzura götürdü. Ama bu huzur kısa sürdü. Zihnindeki düşünceler onu yeniden içine çekti.
Bu yolculuk belki de Kutay için sadece sıradan bir görevdi, ama Çağrı için bundan fazlasını ifade ediyordu. Bu dünya, ona sürekli kendisini yabancı hissettirse de aslında içinde garip bir tanıdıklık da barındırıyordu. Atının sırtında hafifçe sallanırken düşünceleri dalgalanıyordu:
"Burada neyi bulmam gerekiyor? Bu yolculuk bana ne katacak? Bu topraklarda öğreneceğim bir şey var mı gerçekten?"
Bu soruların cevaplarını bilmediğini fark etmek onu huzursuz etse de içinde garip bir kararlılık vardı. Öğrenmeliydi. Burada geçirdiği her an, onu biraz daha güçlendirecekti. Belki de bu yolculuk, anlamadığı bir şeyleri anlamasını sağlayacaktı.
Güneş gökyüzünde ilerleyip akşamın ilk işaretleri belirdiğinde, Taygun atını Kutay'ın yanına yanaştırdı. "Gardaş, az ilerde bir han var. Orada konaklayacağız, gece yolculuğu tehlikelidir, bilirsin." dedi ve ona göz kırptı.
Kutay başını hafifçe salladı, "Tamam, Gardaş. Zaten bacaklarım uyuşmaya başladı, biraz dinlenmek iyi olacak."
Yaklaşık bir saat sonra, yolun kenarında beliren han nihayet görüşlerine girdi. Hanın yüksek duvarları sağlam taşlardan yapılmıştı, kapısı ağır ve kalın tahtalarla desteklenmişti. Kapının iki yanında yanan meşaleler, yaklaşan geceyle birlikte çevreye turuncu bir ışık saçıyordu.
Hana vardıklarında kapının önünde birkaç han görevlisi onları karşıladı. Görevliler hayvanları almak ve konukları ağırlamak için hızlıca hareket etti. Kutay atından yavaşça indi ve hanın iç avlusuna adım attığında, kalabalık ve hareketli bir dünya ile karşılaştı.
Han, yolcular ve tüccarlarla dolup taşıyordu. Etrafta yayılan sıcak ekmek kokusu, ateşte pişen etlerin dumanıyla birleşmişti. Bir köşede yorgun tüccarlar sedirlere uzanmış, önlerindeki sofralarda yemeklerini yerken konuşuyorlardı. Başka bir tarafta han görevlileri koşuşturuyor, yeni gelen misafirler için odaları hazırlıyor, hızlıca sofralar kuruyorlardı.
Kutay, bütün bu hareketlilik içinde bir an duraksadı. İçine çektiği hava, sanki onu bu dünyaya daha da bağlıyordu. Taygun ona yaklaşıp omzuna hafifçe vurdu:
"Hadi gardaş, bir şeyler yiyelim sonra da biraz dinlenelim. Yarın yolumuz uzun."
Kutay başıyla onaylayarak Taygun’u takip etti. Hanın içine girdiklerinde onları sıcak bir ortam karşıladı. Duvarlarda asılı kandiller, içeriyi hafifçe aydınlatıyordu. Masaların üzerinde duran çanaklar, ekmekler ve kımız testileri, içeriye ayrı bir sıcaklık katıyordu.
Taygun'la birlikte boş bir masaya oturdular. Kısa süre içinde önlerine ekmek, peynir, sıcak bir çorba ve birkaç parça et getirildi. Kutay yemek yerken içinde tekrar huzursuz bir düşünce belirdi:
"Bu gece uyuduğumda tekrar kendi dünyama döneceğim… Kutay bu yolculuğa benim bıraktığım yerden devam edecek… İkimizin kaderi gerçekten bu kadar mı birbirine bağlı?"
Çağrı, handaki küçük sofradan kalktıktan sonra odasına yöneldi. Merdivenler dar ve eskiydi; her adım attığında ahşap basamaklar hafifçe gıcırdıyordu. Merdivenleri çıkarken, taş duvarlardaki gaz lambalarının titrek ışığı gölgeler oluşturuyor, sanki ona yolu gösteriyor gibiydi.
Koridorda yürürken, handaki insanların boğuk sohbetleri ve dışarıdaki gece böceklerinin cılız sesleri gittikçe geride kaldı. Koridorun sonunda bulunan kapının önünde durduğunda, kalbi tuhaf bir sıkışmayla çarptı. Yavaşça kapıyı açtı. İçerideki küçük odada sade bir sedir, kenarda ahşap bir masa ve duvarda asılı küçük bir kandil dışında hiçbir şey yoktu. Tavandaki ahşap kirişler, yılların yükünü taşıyor gibiydi; karanlık ve derin bir sessizliğe gömülmüştü oda.
Yavaşça sedire uzandı. Sırtı, yün minderin sertliğini hemen hissetti. Başını yaslayıp gözlerini tavana diktiğinde, zihninde sorular yeniden dönmeye başladı. Görevi neydi, ne yapmalıydı, Kutay gerçekten onun bıraktığı notu görmüş müydü? Sorular birbiri ardına zihninde yankılanıyordu.
Ama zihni ne kadar yoğun olsa da, bedeninin yorgunluğuna yenik düşmeye başladı. Göz kapakları gittikçe ağırlaşıyor, nefes alıp verişleri yavaşlıyordu. Düşünceleri yavaşça uzaklaşmaya başladı, bilinç bulanıklaştı. Uyku onu sarmaladıkça, vücudunda yine o tanıdık ama garip hissi hissetti.
Bedeninde bir ürperti, hafif bir titreme gezindi. İçinde bir şeylerin yer değiştirdiğini hissediyordu. Uyku ile uyanıklık arasında sıkışmışken, o geçiş duygusunu tekrar yaşadı. Bir dünya kaybolup giderken, diğeri ağır ağır oluşmaya başladı.
Sonunda gözlerini açtığında, bir anda yüzüne vuran parlak güneş ışığı onu afallattı. Eliyle ışığı kesmeye çalışarak doğruldu, başı hafifçe dönüyordu. Birkaç saniye odada boş boş bakındı. Gördüğü her şey tanıdıktı. Ama farklı olan bir şeyler olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Derin bir nefes aldı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu; sanki her bir atış, yaklaşan bir gerçeğin ayak sesiydi. Titreyen parmaklarıyla masaya yöneldi. Masanın üzeri, her zamanki gibi sıradan görünüyordu… Ama bir şey farklıydı. Kalem yer değiştirmişti. Kâğıt, bıraktığı noktadan hafifçe kaymıştı.
Ve işte oradaydı.
Tanıdık olmayan ama beklediği o yazılar, siyah mürekkep gibi zihnine damlıyordu:
"اوَت بَن قوتاى، سَنِن كِم اولدوغنى بىلمَم، نه ايچون بو بَدَندَه اولدوغمى دا بىلمَم، لَكين بىلدك بر شى وارسا، ايكِمز ده بو اوينڭ بر پارچسىز، ياردملشمامز لازمدر."
Çağrı, gözlerini kırpmadan uzun uzun baktı nottaki harflere. Harfler dans ediyor gibiydi gözlerinin önünde. Anlamlarını tam çıkaramasa da... hissetmişti. Bir yankı gibiydi; Kutay'ın sesi, o yazının satır aralarından geçip kalbine ulaşmıştı.
Fısıltı gibi bir sesle, "O yazmış," dedi.
Hemen bilgisayarını açtı. Parmakları klavyede gezindi. Çevirmeye çalıştı, anlamaya çalıştı. Sayfalar arasında gidip geldi. Ve sonunda…
Ekranda şu cümle belirdi:
"Evet ben Kutay, senin kim olduğunu bilmem, ne için bu bedende olduğumu da bilmem, lakin bildik bir şey varsa, ikimiz de bu oyunun bir parçasıyız. Yardımlaşmamız lazımdır."
Gözlerini kapadı. İçinde bir şey kıpırdadı. Boğazında bir düğüm, kalbinde tanımlayamadığı bir sıcaklık.
Yalnız değildi.
Bu karanlık döngünün içinde, artık bir başkası da vardı.
Çağrı, notu eline aldı. Parmakları kâğıdın kenarlarında gezinirken, yazının üzerindeki her bir harf, sanki bir bağın sembolüydü.
Kâğıdı yavaşça göğsüne bastırdı. Gözlerinde huzurla karışık bir kararlılık parladı.
Ve dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
"Artık bu oyun gerçekten başlıyordu."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.79k Okunma |
1.66k Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |