16. Bölüm

15. Bölüm: Sınav

Kriyus
kriyus1873

Gizem, yemek sonrası sandalyeden kalkarken gözlerini babasına çevirdi.

 

"Ben de sizinle geleceğim," dedi kararlı bir ifadeyle.

 

Babası kısa bir bakışla gözlerinin içine baktı, sonra başını hafifçe sallayarak onayladı. Hep birlikte kapıya yöneldiler. Çağrı ayakkabılarını giyerken hâlâ içindeki sıcaklığı atamamıştı. Bu ev, ona uzun zaman sonra ilk kez “güvende” hissettirmişti.

 

Apartmandan sessizce indiler. Gecenin serinliği yüzlerine çarptığında, ay ışığı kaldırımı gümüş gibi parlatıyordu. Arabaya geldiklerinde Gizem, kapısını açmadan önce Çağrı’ya döndü:

 

"Sen öne geç, ben arkaya otururum," dedi.

 

Çağrı bir an durdu. Ama Gizem’in bu davranışı içinde tuhaf bir saygı ve nezaket duygusu bıraktı. Hafifçe başını sallayıp ön kapıyı açtı, sürücü koltuğunun yanına oturdu.

 

Araba çalıştığında motorun yumuşak homurtusu sokağın sessizliğini hafifçe böldü. Farlar kaldırımı aydınlattı, gecenin dingin havası içerideki huzura karıştı.

 

Çağrı yol boyunca önüne bakarken, bir şeyin farkına vardı. Kendi içinden, “Ben bu adamın adını bilmiyorum…” diye geçirdi. Ne Gizem, ne de Alican, ne de Gizem'in annesi bu akşam boyunca babalarının ismini söylemişti. Sadece “baba” ya da “hayatım” demişlerdi. Kısa bir duraksamadan sonra, içindeki çekingenliği bastırarak başını hafifçe çevirdi:

 

"Amca… şey, isminizi öğrenebilir miyim? Bugün hiç duymadım da evde," dedi, utangaç ama saygılı bir tonla.

 

Adam direksiyonun başında kısa bir kahkaha attı, bakışlarını yoldan ayırmadan konuştu:

 

"Doğru diyorsun. Hiç kimse adımı anmadı bugün, dikkatliymişsin," dedi. Ardından başını Çağrı’ya çevirip gülümsedi. "Adım Engin."

 

Çağrı da gülümseyerek karşılık verdi:

"Demek Engin Amca... Evet, isminiz gizliydi baya."

 

Engin kahkaha attı. Bu genç çocuğun samimiyeti hoşuna gitmişti.

 

Bir an sonra sağ elini teybin tuşlarına uzattı, Çağrı’ya döndü:

 

"Hadi bakalım, müzik zevkini görelim. Telefonunu bağla da yolun havası değişsin."

 

Çağrı hemen cebinden telefonunu çıkardı. Cihazın ekranı çatlamış, kenarları aşınmıştı. Parmaklarının arasındaki telefon, zamanla fazlasıyla yıpranmış bir geçmişin izlerini taşıyordu. Engin göz ucuyla telefonu gördüğünde kısa bir an duraksadı. Kalbinin derinlerinde, o çatlak ekranın ardında kendi gençliğini gördü.

 

Kimi zaman çamur içinde kaldığı inşaatlar geldi aklına, kimi zaman cebinde sadece simit parası varken uzaktan izlediği arabalar… Gençliğinde yoksullukla kavga etmiş, geceleri beton kokan ayaklarını ısıtmaya çalışarak uyumuştu. Ama yılmamıştı. Çalışmış, öğrenmiş, biriktirmişti. Şimdi Çanakkale’nin en büyük inşaat firmalarından birinin sahibiydi… ama o geçmişin izleri hâlâ ruhunda yaşıyordu.

 

O yüzden Çağrı’nın o eski telefonu, ona çok şey anlatmıştı.

 

Çağrı bluetooth'u açıp telefondan bağlandı. Şarkı listesinde hiç tereddüt etmeden bir parça seçti. Norm Ender’in Kara Toprak parçası yavaşça arabanın hoparlörlerinden yankılandı.

 

Severken Mevlânayım, söverken Neyzen’im

Ben Bolu’da Köroğlu’yum, Sivas’ta Veysel’im…

 

Şarkı başladığında, Engin'in bakışları yola değil, geçmişine döndü. Rap müziğe alışık biri değildi ama bu sözler… bambaşkaydı. Kalbine dokunan bir özlemi, tanıdık bir yalnızlığı barındırıyordu. Mevlâna’nın bilgeliğini, Neyzen’in acısını, Köroğlu’nun dik başlı duruşunu ve Veysel’in suskunluğunu anlatıyordu. Çağrı’nın bu şarkıyı seçmiş olması hoşuna gitmişti.

 

Bir süre kimse konuşmadı. Sadece müzik, gecenin karanlığında ağır ağır akıyordu. Arabadaki sessizlik, rahatsız edici değil; derin ve anlamlıydı.

 

Engin göz ucuyla Çağrı’ya baktı.

Bu çocuğun geçmişi yaralıydı, ama içindeki duruş, ona çok tanıdık gelmişti.

Ve o an kafasının bir köşesinde tek bir cümle dolanıp durdu:

“Bu çocuk sadece bir çocuk değil.”

 

Biraz yol aldıktan sonra, arabada sessizliğin yerini yine kısa sohbetler aldı. Engin arada bir Çağrı’ya sorular yöneltiyor, Gizem ise arkadan sessizce onları dinliyordu. Yol uzadıkça sohbet de derinleşiyordu ama gecenin yorgunluğu her yanda hissediliyordu. Sokak lambalarının sarı ışıkları, arabanın camlarından içeri süzülüyor, araç sessizce şehrin uyuyan mahalleleri arasında ilerliyordu.

 

Çağrı, kısa ama net bir tonla ev adresini tarif ediyordu. Bir süre sonra apartmanın önüne gelmişti.

 

“Burası,” dedi Çağrı, sesi düşük ama huzurluydu.

 

Arabadan indi. Kapıyı kapattıktan sonra başını camdan uzatan Engin’e dönerek:

 

“Tekrar teşekkür ederim Engin Amca. Her şey için...” dedi, sözlerini tamamlayamadan hafifçe başını eğdi.

 

Engin içten bir tebessümle başını salladı. “Ne zaman istersen kapımız açık evlat,” dedi. Arkadaki camdan eğilen Gizem de Çağrı’ya el sallıyordu.

 

Çağrı arkasını dönüp apartmana yönelirken içi biraz buruktu ama bir o kadar da hafifti. Yavaş adımlarla merdivenleri çıkarken, adımları ağırlaştı. Sokaktan gelen motor sesi uzaklaştıkça, sanki sıcak bir rüyadan uyanıyormuş gibi hissetti. Her şey güzeldi, fazlasıyla güzeldi. Ama şimdi yeniden kendi yalnızlığına dönmüştü.

 

Apartman sessizdi. Herkes çoktan uyumuş gibiydi. Adımları, merdivenlerde yankılanan tek sesti. Beşinci kata çıktığında derin bir nefes aldı, anahtarı cebinden çıkarıp kapıyı açtı. Ev karanlıktı, içinde hâlâ o tanıdık soğukluk vardı. Işığı açmadan içeri süzüldü.

 

Ama asıl soğukluk içindeydi. Çünkü onu bekleyen başka bir gerçek vardı.

 

Yarın Edebiyat sınavı vardı.

 

Ve o sınavda kendi bedeninde olmayacaktı.

 

Kutay sabah onun bedeninde uyanacaktı. Ama bu dünyayı tanımıyordu… Evden hiç çıkmamıştı, okula gidilen yolu bilmiyordu. Bildi diyelim… Latin alfabesini dahi okuyamıyordu. Sınavda ne yapabilirdi ki?

 

Çağrı, evin içinde yavaşça yürüyüp mutfağa geçti. Sandalyeye oturup başını ellerinin arasına aldı. Zihni hızla çalışmaya başladı. Kalbinin atışları hızlandı. Bu, ciddi bir problemdi. Sadece kendi sınavı değil… Kutay’ın bu dünyada yaşayacağı karmaşa da onu ilgilendiriyordu.

 

Ama sonra, zihninde bir kıvılcım parladı.

 

Geçişler sadece uyuduğunda oluyordu.

 

Eğer uyumazsa… bu döngü gerçekleşmezdi. Evet, bu mümkündü. Uyumazsa, yarın sabah kendi bedeninde uyanabilirdi.

 

“Bu kadar basit olabilir mi gerçekten?” diye mırıldandı. İçinden tekrar tekrar geçirdi:

 

“Uyumazsam… geçiş yok… demek ki Kutay da gelmeyecek. Yarına kadar direnmeliyim. En azından sınavı kendim halledeyim.”

 

Ama hemen ardından kuşku dolu bir soru geçti aklından.

 

Ya işe yaramazsa?

 

Ya bu döngü uykudan bağımsızsa? Ya beden değişimi belli bir saate bağlıysa? Ya gözlerini açık da tutsan geçiş yine gerçekleşiyorsa?

 

Bir süre kıpırdamadan oturdu. Düşünceleri, karanlık evin içindeki gölgeler gibi duvara vuruyordu. Saat gece yarısına yaklaşmıştı. Göz kapakları hafifçe ağırlaşmaya başlamıştı bile.

 

Ama kararını vermişti.

 

Bu gece uyumayacaktı.

 

İlk defa bu oyunda kontrolü eline alma şansı olduğunu düşünüyordu.

 

Ve bu ihtimal… ona güç veriyordu.

 

Saat 23.53’tü.

 

Duvar saatinin tıkırtısı sessizliğin içinde yankılanıyordu. Zaman neredeyse durmuş gibiydi ama Çağrı'nın zihni bir savaş meydanıydı. Gözleri karanlık odaya alışmış, uykusuzluğun ilk dalgası henüz gelmemişti.

 

"Sabaha daha çok var," diye mırıldandı. Sandalyede kamburu çıkmış bir şekilde otururken gözlerini ovuşturdu. "Zaten sınava çalışmama gerek yok… En azından bu geceyi bir şekilde geçirmeliyim."

 

Yavaşça kalktı, masanın köşesine yaslanmış kulaklığını eline aldı ve bilgisayarın başına geçti. Birkaç tuşa bastıktan sonra masaüstünde alışık olduğu simge belirdi: League of Legends. Düşünmeden tıkladı. Bilgisayar açılırken fan sesi odanın sessizliğini bozdu.

 

Maçı başlattı ve bir refleks olarak Shaco’yu seçti.

 

Her zamanki gibi.

 

Ama bir şey farklıydı bu sefer.

 

Maç başladığında, ekranın karşısında dikkatle oturan Çağrı, parmaklarının klavyede dans edişine odaklandı. Her hamlesi neredeyse kusursuzdu. Shaco’nun illüzyonlarıyla rakibini şaşırtıyor, tuzakları ustaca kuruyordu. Geçmişte aldığı hakaretler, takım arkadaşlarının saygısız tavırları, artık yerini şaşkın övgülere bırakmıştı.

 

Ama içten içe biliyordu bu gece farklıydı. Bugün farklıydı.

 

Uzun süre sonra ilk kez biri onun için kapı açmış, ilk kez biri onunla yemek yemiş, ilk kez bir sofra etrafında "orada olması gereken biri" gibi hissetmişti.

 

Ve bu küçük, ama derin bağ oyununa bile yansımıştı.

 

Arka arkaya 8 maç oynadı. Hepsini de kazandı.

 

Her biri zamanın biraz daha hızlı geçmesini sağladı. Uykusuzluğun ağırlığı ara sıra çökse de, o klavyesine daha sıkı sarıldı. Parmaklarının hareketi yavaşlamaya başladığında, bir an gözlerini ekrandan ayırdı.

 

Saat 06.50 olmuştu.

 

“Hâlâ kendi bedenimdeyim…” dedi, hafif bir tebessümle.

 

Yavaşça sandalyesinden kalktı, kasları ağırlaşmıştı ama içi garip bir zafer hissiyle doluydu. Uyumamıştı. Direnmişti. Bugün bu bedende, bu sınavda, bu dünyada olacaktı.

 

Mutfağa yöneldi. Her zamanki gibi sessiz ve soğuktu. Dolabı açtı, içinde yalnızca iki yumurta kalmıştı. Elini uzatıp dikkatlice aldı. Tavayı ocağa koydu, az bir yağ döküp yumurtaları kırdı. Sıcaklık mutfağın içindeki soğuk havayı biraz yumuşattı. Yumurtaların cızırdaması, ona hâlâ burada olduğunu fısıldıyordu.

 

Karnını doyurduktan sonra musluğu açtı, tabağını hızlıca yıkayıp kuruması için bıraktı. Ellerini havluyla kurularken gözlerini pencereye çevirdi. Sabah yavaş yavaş uyanıyordu. Güneş henüz yükselmeye başlamıştı ama sokak lambaları hâlâ yanıyordu.

 

Omuzlarını gerdi. Gözlerinin altındaki morluklara aldırmadan kendi kendine söylendi:

 

“Okuldan gelirken Mehmet Amca’ya uğramam lazım…”

 

Bu sabah, sadece bir sınav günü değil;

kendi iradesiyle yazdığı ilk kader sabahıydı.

 

Çantasını hazırlayıp yavaşça sırtına geçirdi. Direkt kapıya yöneldi. Ayağına spor ayakkabılarını geçirdi, kapıya yöneldi. Kapının eşiğini geçmeden önce kulaklıklarını cebinden çıkardı, dikkatlice taktı. Baş parmağıyla müziği başlattı. Norm Ender’in sert ama ritmik tınıları kulaklarını doldururken, kapüşonunu başına geçirdi.

 

Dışarı adımını attığında serin bir sabah havası yüzüne çarptı. Gökyüzü hâlâ griyle mavi arasında bir yerdeydi; ne geceydi, ne tam olarak sabah. Sokak lambaları sönmemişti, ama güneş ufuk çizgisinden yavaşça yükselmeye başlamıştı. Her adımda, zihnindeki düşünceler birer birer kıpırdanıyordu.

 

"Bu gece Kutay’a not bırakmalıyım… Ama önce ne anlatacağım?"

 

İçinde tartışmalar büyüyordu. Önce bu dünyayı mı tanıtmalıydı? Modern dünyanın kurallarını, yollarını, sosyal etkileşimlerini… Yoksa hemen sadede gelip 'görev'den mi bahsetmeliydi? Kutay’ın anlamayacağı kadar soyut şeyleri şimdiden paylaşmak doğru olur muydu?

 

O kadar derin düşüncelere dalmıştı ki okul binasının siluetini gördüğünde irkildi. Binalar bir anda önünde yükselmişti. Farkında bile olmadan okula varmıştı.

 

Tam o anda, bir çift el ansızın gözlerini kapattı.

 

Gözlerinin karanlığa gömülmesiyle bir an panikledi ama refleksleri devreye girdi. Elleriyle gözlerini kapatan elleri tuttu, nazikçe aşağı doğru çekti. Gözleri yeniden gün ışığına kavuştuğunda hemen arkasını döndü.

 

Karşısında, hafifçe eğilmiş ve yüzünde muzip bir gülümseme taşıyan Gizem duruyordu. Saçları sabah rüzgârıyla hafifçe dalgalanmış, gözlerinin içi gülüyordu.

 

"Bu kadar daldığını tahmin etmemiştim," dedi kahkaha atarak.

 

Çağrı bir an duraksadı. Gülümsedi. O an, tüm gece uyanık kalmanın verdiği yorgunluk bile anlamını yitirmişti. Gizem’in orada olması, her şeyi daha kolay ve daha katlanabilir kılıyordu.

 

Ama Gizem’in gözleri, gülümsemesinin ardındaki detayları da kaçırmamıştı. Bir adım geriye çekilip Çağrı’nın yüzüne dikkatlice baktı. Bir şeyler farklıydı… Özellikle gözleri.

 

Kaşlarını hafifçe çatarak başını eğdi.

 

“Gözlerin… çok kırmızı. Hayırdır, hasta mısın sen?”

 

Çağrı, bir an duraksadı. Gerçek şu ki, bu gece uyumamıştı. Bilinçli olarak, gözünü bile kırpmadan sabaha kadar ayakta kalmıştı. Ama bunu Gizem’e nasıl açıklayabilirdi ki? “Uyursam zamanda geriye gidiyorum,” diyecek hali yoktu. Ne kadar dürüst olmak istese de bazı gerçekler fazlaydı.

 

Başını hafifçe yana eğip hafif bir tebessümle karşılık verdi:

 

“Yok ya… sadece biraz uyuyamadım. Uyku tutmadı işte.”

 

Gizem gözlerini biraz daha kıstı. Bu cümle ona inandırıcı gelmemişti. Çağrı'nın yorgunluğu, sadece uykusuzlukla açıklanamayacak kadar derindi. Ama yine de üstüne gitmedi. Sorgulayıp onu sıkmak istemediği belliydi.

 

“Peki,” dedi hafif bir iç çekişle. “O zaman başka bir soruya geçeyim: Edebiyat sınavı için hazır mısın?”

 

Bu soru Çağrı’nın yüzünde içten bir gülümseme oluşturdu. Kendinden emin bir şekilde cevapladı:

 

“Dünkü çalışmadan sonra hazır olmamak mümkün mü?”

 

Gizem bu cevaba gülümsedi. Yüzü aydınlandı, gözlerinde belli belirsiz bir gurur parladı.

 

"İyi ki çalışmışız," dedi. “Hem ders, hem de...” Cümlesini tamamlamadı. Sadece omzunu silkip gözlerini kaçırdı.

 

Çağrı o yarım kalan cümleyi tamamlamadı, tamamlamak da istemedi. Ama içinde bir yer, o "hem de"nin ne olduğunu gayet iyi biliyordu.

 

Beraber adımlarını okul kapısına doğru çevirdiler. Sabah güneşi iyiden iyiye kendini göstermiş, okul bahçesi yavaş yavaş öğrencilerle dolmaya başlamıştı. Koridorda yankılanan ayak sesleri, kantinden yükselen tost kokusu, her zamanki sabah kalabalığı… Ama bugün farklıydı. En azından Çağrı için.

 

İkili yan yana yürürken, aralarında konuşulmayan ama hissedilen bir bağ vardı. Sessizlik, rahatsız edici değil; güven vericiydi. Adımlarını sınıfın kapısına doğru attılar. Sınav başlamak üzereydi… ama Çağrı için asıl sınav çoktan başlamıştı. Ve hâlâ devam ediyordu.

Bölüm : 07.04.2025 19:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...