20. Bölüm

19. Bölüm: Hazırlık

Kriyus
kriyus1873

Güneş, dağların arkasından yükselerek, hanın çevresindeki bozkırı altın rengine boyamaya başlamıştı. Kaldıkları handa hareketlilik çoktan başlamış, dışarıdan hayvanların sesleri, nal şakırtıları ve insanların telaşlı konuşmaları işitiliyordu.

 

Çağrı -ya da buradaki adıyla Kutay- hafifçe kıpırdanarak ellerini bel hizasına getirip yün sedire bastırdı ve yavaşça doğruldu. Üzerindeki kalın yün örtüyü bir kenara ittiğinde, bedeninin gece boyunca sert sedirde uyumaktan tutulduğunu fark etti.

 

Gözlerini ovuştururken bulunduğu küçük odayı süzdü.

Duvarlar iri kesme taşlarla örülmüştü; aralarında kireçle doldurulmuş derzler zamanla çatlamış, kimi yerlerden serin hava sızıyordu. Tavan, kalın ahşap kirişlerle desteklenmişti ve köşelerde örümcek ağları ince bir perde gibi sarkıyordu.

Odanın bir köşesinde, duvara yaslanmış eski bir su testisi ile yanında iki toprak tas duruyordu. Testinin yanında irice ahşap sandıklar vardı, buraya kıyafetlerini ve silahlarını koyuyorlardı. Yerler düzlenmiş topraktı, ama zamanla bastıkça sertleşmiş ve yer yer çatlamıştı. Sedirlerin altına serili, yıpranmış keçeler vardı; kimi yerlerinde iplikleri sökülmüştü.

Odada başka bir eşya yoktu; sade, işlevsel ve soğuktu.

Küçük bir pencere açıklığından içeri sabahın serin ışığı sızıyor, taş duvarlara soluk bir ışıltı serpiyordu. İçeride eski yün, taş ve nem kokusu hissediliyordu; uzun yolculukların yorgunluğuyla karışan ağır bir hava vardı.

 

Omuzlarını gerip esneyerek bu serinliğin verdiği gerginliği dağıtmaya çalıştı.

 

Kervanın yola çıkmasının üzerinden üç gün geçmişti. Tarih kitaplarından hatırladığı kadarıyla bir kervan günde yaklaşık 25-30 kilometre yol alabilirdi. Kafasında hızlıca bir hesap yaptı. Eğer Konya'dan Kayseri'ye doğru giden bir kervanda olduklarını düşünürse, şu an muhtemelen Aksaray civarındaki bir handa olmaları gerekiyordu. Bu bilgi içini biraz rahatlattı; hâlâ emin değildi ama gün içinde bunu öğrenebilirdi.

 

Tam bu sırada sağ tarafından yükselen güçlü bir horlama sesi dikkatini dağıttı. Başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde, yanındaki sedirde yatan Taygun’u gördü. Taygun, göbeği açıkta, sağ eli karnında, sol eli ise başının altına sıkıştırılmış halde derin ve gürültülü bir şekilde uyuyordu. Manzara öylesine komikti ki Çağrı kendini zor tutarak ağzını eliyle kapatıp sessizce güldü. İçinden, "Camış gibi uyuyor," dedi.

 

"Zaten birazdan kendiliğinden uyanır, benim uyandırmama gerek yok," diyerek ayağa kalkmaya hazırlandı.

 

Ancak o sırada odanın ağır tahta kapısı gıcırdayarak aralandı. Aralıktan, yaşlıca, sakalı beyaza çalmış bir adamın meraklı yüzü belirdi. Başında solgun renkli bir sarık, omuzlarında kalın bir yün cübbe vardı. Çağrı onu hemen tanımıştı Kervandaki tüccarlardan birisiydi.

 

“Haydi evlatlar, hâlâ uyanmadınız mı? Kuşluk vakti yaklaştı. İlk öğünü edip yola revan olmak gerek,” dedi hafifçe azarlayan, ama babacan bir tavırla.

 

Çağrı başıyla onaylayarak,

 

“Tamamdır, Taygun’u uyandırıp geliyorum,” diyerek adama karşılık verdi.

 

Yaşlı adam tatmin olmuş bir şekilde başını sallayıp kapıyı kapattı ve ayak sesleri taş koridorda yankılanarak uzaklaştı. Çağrı ise hâlâ horlamakta olan Taygun'a dönüp sedirine doğru ilerledi. Arkadaşını nazikçe dürterek,

 

“Haydi uyan artık Taygun, yolumuz uzun,” dedi.

 

Taygun uykusunun bölünmesiyle rahatsızca homurdanarak yavaşça gözlerini araladı ve uykulu sesiyle,

 

“Biraz daha uyusam kıyamet mi kopar Kutay?” diyerek esnedi ve doğrulmaya çalıştı.

 

Çağrı ise güler yüzle,

 

“Kopmaz ama kervan yola çıkar, biz de burada kalırız,” diyerek omzunu sıvazladı ve gülerek onu ayağa kaldırdı.

 

Taygun uykulu hâlde ayağa kalktı ve uzun uzun esnedi. Bir yandan da esnemesini tamamlar tamamlamaz Kutay’ın sırtına sağlam bir şaplak indirdi.

 

"Gardaş, bu gece pek bir rahat uyumuşum he!" dedi yüzünde geniş, keyifli bir sırıtışla.

 

Çağrı ise içinden homurdanmadan edemedi:

 

"Günaydın a***a k***m… Elin kolun rahat dursun be adam," diye geçirdi içinden, ama dışarıya belli etmeden sadece başını iki yana sallayıp gülümsedi.

 

Odanın köşesindeki küçük tahta sandığa doğru yürüdü. Sandığın kapağı, açılırken gıcırtılı bir ses çıkardı. Çağrı sandıktan Taygun’un eşyalarını bulup çıkarırken, kıyafetleri ona doğru rastgele fırlattı.

 

"Hadi gardaş, çabuk giyin de aşağıda ilk öğünü edicez," dedi.

 

İlk öğün... Çağrı, bu kelimeyi şaşırtıcı bir hızla benimsemişti. Anadolu Selçuklu'da "kahvaltı" kelimesi henüz kullanılmıyordu; onun yerine "sabah lokması" ve "ilk öğün" gibi ifadeler tercih ediliyordu. Çağrı'nın da bu düzene ayak uydurmaktan başka şansı yoktu.

 

Taygun esneyerek yerdeki kıyafetlerini toplarken, Çağrı tekrar sandığa dönüp kendi eşyalarını çıkarmaya başladı. Önce ince keten içliğini sırtına geçirdi. Serin kumaş bedenine değdiğinde küçük bir ürperti hissetti. Ardından kalın, yünlü tunik ve bol şalvarını giymeye başladı. Fakat sıra zırhına gelince kısa bir duraksama yaşadı.

 

Gözüyle Taygun’a kaçamak bir bakış attı. Taygun, deri zırhını giyiyordu ve bunu yaparken hareketleri son derece ustaca ve rahattı. Sonuçta Taygun hâlâ bir askerdi, bu onun için normal bir şeydi. İçliğinin üstüne deri zırhı hızlıca geçirmiş, sonra kalın deri kuşağı beline dolayarak zırhı vücuduna sabitlemişti. Kutay'ın daha önce bu hareketleri defalarca yaptığını bilen Taygun, onun tereddütle dolu hâline şaşırmış gibiydi ama bir şey söylemeden gülümseyerek işine devam etti.

 

Çağrı, belli etmeden onu izleyip hareketlerini hafızasına kazımaya çalıştı. Taygun ne yaptıysa aynısını adım adım tekrarladı. Önce zırhı başından geçirip kol deliklerinden kollarını çıkardı, ardından kalın deri kuşağı beline doladı ve zırhı bedenine iyice yerleştirdi. Kuşağın üstüne, kılıcının askı iplerini bağladı ve kılıcı beline astı.

 

İki gün önce Taygun onu hazırlıksız bir şekilde yola çıkarmıştı; o nedenle şimdiye dek hiç zırh giymek durumunda kalmamıştı. Kutay’ın kılıcını yanından ayırmadığını biliyordu, fakat bu bedende ilk kez kendi başına zırh giyiyordu. Ve şimdi bunu başarmış olmanın verdiği küçük bir gurur duygusu içindeydi.

 

Taygun, onun bu tuhaf tereddütlü hallerini keyifle seyrederek sonunda dayanamadı ve kahkahayı bastı:

 

"Uyuyup uyanınca başka bir adam olmuşsun gardaş! İlk defa zırh giyiyor gibisin. Yine hafızan mı gitti yoksa?" dedi kahkahayla.

 

Çağrı ise çok açık verdiğini fark etti. Ama Kutay'ın arada gidip gelen hafızası onun işine yarıyordu ve kahkahayla cevap verdi:

 

"Ulan yok mu o Bizans atlısı, onun yüzünden kafam gidip geliyor."

 

Taygun bozuntuya vermeden güldü ve Kutay'ın omzunu sıkarak,

 

"İyisin gardaşım iyisin. Haydi avluya inelim artık, ahali bizi bekliyordur," dedi.

 

Kutay başıyla onayladı. Kutay'ın bu hafıza hikâyesi sayesinde her türlü garipliği kolayca örtbas edebiliyordu.

 

Kapıyı açıp dışarı çıktılar ve uzun, taş duvarlı han koridorunda yürümeye başladılar. Ağır adımlarının sesi, boş ve yüksek tavanlı koridorun içinde yankılanıyordu. Duvarlara belli aralıklarla asılmış birkaç eski, isli fener, sabahın henüz aydınlanmamış loşluğunda titreyerek parıldıyordu. Taş duvarlardan gelen serinlik, onların her nefesinde hafif bir buhar oluşturuyordu.

 

Koridorun sonuna vardıklarında, aşağıya inen dar ve aşınmış taş merdivenler önlerine çıktı. Soğuk ve kuru basamakları dikkatlice inerek hanın geniş avlusuna ulaştılar.

 

Avlunun ortasında sabah hareketliliği başlamıştı bile. Geniş taş döşemeler üzerinde insanlar oradan oraya koşturuyor, kimi çuvallarını ve yüklerini kontrol ediyor, kimi de hayvanlarını besliyordu. Atların kişnemesi, develerin boğuk homurtuları ve tüccarların bağırarak verdiği emirler birbirine karışıyordu.

 

Avlunun diğer ucunda, taşlarla çevrili büyük bir ocak vardı. Ocakta kaynamakta olan büyük bakır kazandan yükselen sıcak çorbanın kokusu tüm avluyu doldurmuştu. Bu koku Kutay'ın zaten boş olan midesini iyice guruldatmaya yetti.

 

Taygun başıyla avlunun orta kısmına doğru işaret ederek:

 

"Hah, bizimkiler şurada oturmuş bile. Gidelim de karnımızı bir güzel doyuralım," dedi.

 

Kutay gülümsedi ve birlikte avlunun ortasına doğru yürüdüler. Kervan üyeleri, yere serilmiş keçelerin ve eski kilimlerin üzerinde toplanmıştı. Ortada birkaç tahta tabak içinde Arpa Çorbası, ekmekler ve biraz peynir vardı. Kutay ve Taygun onların arasına katılırken, sabah onları uyandıran yaşlı tüccar adam boğazını temizleyip söze başladı:

 

"Delikanlılar, iyi uyuyup dinlendiniz mi? Bugün yolumuz hayli çetin olacak. Şimdiye dek eşkıya ile karşılaşmadık, lakin önümüzdeki güzergâh tekin değildir. Karnınızı iyi doyurun, zira yol boyunca gözünüzü dört açmanız gerekecek."

 

Adamın sözleri etraftaki insanların yüzlerinde kısa süreli bir sessizlik yarattı. Çağrı ise içinden, "Eşkıya mı? Bir bu eksikti şimdi…" diye geçirerek yavaşça sofraya uzandı ve bir parça peynirle ekmeği alıp, peyniri ağzına attı ve ekmekten bir ısırık alıp çiğnemeye başladı. Bir yandan da içinde hafifçe yükselen heyecanı bastırmaya çalışıyordu. Taygun ise gayet rahat bir tavırla gülümseyerek ekmeğini çorbaya bandırıp,

Kutay’a dönerek fısıltıyla:

 

"Gardaş aynı eski günlerdeki gibi" dedi ve keyifle lokmasını ağzına attı.

 

Çağrı, Kutay'ın geçmiş yaşantısını tam olarak bilmiyordu, ama tahmin etmek çok zor değildi. Muhtemelen savaşların olmadığı dönemlerde böyle kervanlara eşlik ediyorlar, tüccarların canını ve malını koruyarak geçimlerini sağlıyorlardı. Ancak aklının bir köşesinde sürekli olarak, üzerine yüklenen o ağır görev vardı.

 

Bilinmeyen güçlerle yaptığı konuşmanın üzerinden tam beş gün geçmişti ve görevinin ciddiyeti, tüm insanlığın geleceğini kapsıyordu. Eğer başarısız olursa, dünya sıfırlanacak ve her şey sona erecekti. Ama başarıya ulaşmak için ne yapması gerektiğine dair en ufak bir fikri bile yoktu. Onu kimse yönlendirmiyor, hiçbir ipucu verilmiyordu. Bu belirsizlik, zihnini sürekli kemiriyor ve içten içe endişesini artırıyordu.

 

Kafasındaki bu karmaşık düşünceler içinde boğulurken, sırtına aniden güçlü bir darbe indi ve onu gerçek dünyaya döndürdü. Arkasını hızla döndüğünde, karşısında Taygun'un kulaklarına varan sırıtışını gördü:

 

"Gardaş, yine daldın gittin. Haydi bitir şu lokmanı da geç kalmayalım!" diyerek uyardı.

 

Çağrı derin bir iç çekti ve Taygun'u hafifçe süzdü. İçinden sessizce söylenmeden edemedi:

 

"Bu davarı Kutay'ın bedeniyle de dövemem şimdi... Mecbur katlanacağız."

 

Yüzüne son derece yapmacık ve soğuk bir tebessüm yerleştirip, "Tamam gardaşım, tamam," diyerek elindeki ekmekten son lokmasını ağzına attı ve ardından ellerini birbirine sürtüp, "Hadi yola çıkalım," dedi.

 

Taygun yanındaki büyük su testisini kaldırarak Kutay'a dönüp:

 

"Gardaş, uzat ellerini," dedi.

 

Kutay sofradan biraz uzaklaşarak, ellerini ileri doğru uzattı. Taygun testiyi hafifçe eğerek suyu döktü; Kutay ellerini ovuşturarak yıkadı. Ardından Taygun testiyi ona doğru uzattığında, Çağrı ne yapması gerektiğini hemen anladı. Bu bir tür gelenekti, karşılıklı olması gerekiyordu. Kutay, Taygun'un ellerine dikkatlice suyu döktü. Taygun ellerini ovuştururken, ellerinden akan su yere düşüp küçük bir çamur birikintisi oluşturuyordu.

 

Elleri temizlendikten sonra, ikili birlikte ayağa kalktı ve kahvaltı sofrasından uzaklaşarak hanın avlusunun kenarında bağlı olan atlara doğru yürüdü. Bu sırada diğer dört asker, tüccarlarla birlikte sofrayı toplamakla meşguldü; çömlekleri, tabakları ve örtüleri toparlıyorlardı.

 

Kutay ve Taygun atların yanına geldiğinde, sabah serinliğinde hayvanların sıcak nefesleri buharlaşarak yükseliyordu. Taygun, atının yelesini hafifçe sıvazlayarak, "Güzel kızım, bugün seni biraz yoracağız ama akşam sana en iyisinden Arpa vereceğim," dedi sevgi dolu bir sesle.

 

Çağrı da Kutay'ın atına yaklaştı. Hayvanın derisindeki kaslar onun dokunuşuyla hafifçe gerildi. Yavaşça hayvanın boynunu okşayıp kulağına eğilerek,

 

"Umarım bugün bizi yarı yolda bırakmazsın," diye fısıldadı.

 

At sanki onu anlıyormuş gibi başını hafifçe salladı, burnundan hafifçe soluyarak Kutay'ın omzuna sürtündü. Bu samimi temas, Çağrı'nın içindeki endişeyi biraz hafifletmişti.

 

Ardından atların eyerlerini ve gemlerini kontrol edip hazırlıklara başladılar. Üzerlerine battaniye ve eşyalarını yükleyerek bağları sağlamlaştırdılar. Artık yolculuk için her şey hazırdı. Çevrelerinde hareketlilik hâlâ devam ediyor, tüccarlar mallarını son kez kontrol ederken, askerler de atlarına binmeye hazırlanıyordu.

 

Kutay derin bir nefes alarak çevresine baktı ve içinden,

 

"Bakalım bugün bizi neler bekliyor…" diyerek düşüncelerine daldı. Ancak bu kez daha dikkatliydi; ne olursa olsun hem kendi hayatını, hem de burada ona emanet edilenleri korumak zorundaydı. Başarısız olmaya niyeti yoktu.

Bölüm : 27.04.2025 19:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...