
Tüccarlar, elleriyle tarttıkları yüklerin son bağlarını denetlerken, doğudan yükselen güneş bozkıra titrek bir altın serinliği serpmişti. Herkesin telaşında sessiz bir düzen vardı; develerin hırıltılı soluğu, atların sabırsız adımları ve arada yükselen insan nidaları, zamanın içinden süzülüp gelen kadim bir ezgiye dönüşmüş gibiydi. Güneşin oluşturduğu gölgeler uzuyor, yeryüzüne serili bu kervan tablosu, sanki tarihin kalbinde atılan bir nabız gibiydi.
Kutay ve Taygun atlarının eyerlerini son kez kontrol ederken, diğer dört asker yanlarına ağır adımlarla yaklaştı. Çağrı başını hafifçe kaldırıp gelenlere dikkatlice baktı. İçinden, "Hepsi de hayvan gibi… Anadolu Selçuklu askeri olmak böyle bir şey demek ki," diye düşündü. Çok da haksız sayılmazdı; korumalar arasında en kısa boylu ve nispeten çelimsiz olan Kutay'dı.
Aralarındaki en iri yapılı asker öne çıkarak konuşmaya başladı. Geniş omuzları, kalın göğsü ve sert çizgilere sahip yüzü ile ilk bakışta diğerlerinden ayrılıyordu:
"Taygun gardaş, yolumuz bugün pek çetindir, belalar bizi bekler. Kutay uzun vakittir toprak işinde meşguldür. İnşallah bizi dara düşürmez."
Taygun sakin ama kesin bir sesle karşılık verdi:
"Gönlünü ferah tut Baykut gardaşım. Kutay’a güvenim tamdır; icap ederse hepimizi sırtlar yine de yolumuzdan şaşmaz."
Çağrı, bu iri yapılı adamın isminin Baykut olduğunu öğrenmiş oldu.
Baykut, Taygun’un sözlerinden tatmin olmuş gibi hafifçe başını sallayıp:
"Eyvallah Taygun’um, sen öyle diyorsan doğrudur," diyerek geri çekildi.
Askerler kendi aralarında konuşmaya başladılar. Çağrı, belli etmeden dikkat kesilerek konuşmaları takip ediyor, isimlerini ve karakterlerini öğrenmeye çalışıyordu. Aralarında en çok konuşup sürekli espriler yapan, gür sesi ve hareketli tavırlarıyla dikkat çeken asker Tural’dı.
Bir diğer asker ise oldukça sakin bir duruş sergiliyor, fazla konuşmadan çevresini gözlemliyordu. Konuşmaları dinlerken bile yüzündeki ifade değişmiyordu. Çağrı onun adının Mengü olduğunu öğrendi. Bu adam sessizliği ve ağırbaşlı tavrıyla dikkatini çekmişti.
En sonunda, diğerlerinden biraz daha uzakta duran, soğuk bakışları ve katı duruşuyla farklı bir havaya sahip asker vardı. Az konuşuyor, gülümsediği neredeyse hiç görülmüyordu. Diğer askerler bile ona karşı mesafeli gibiydi. Çağrı, onun adının Alkut olduğunu duyunca zihnine not etti. Alkut, açıkça grubun en acımasız görüneniydi.
Çağrı, tüm bu isimleri ve yüzleri hafızasına kaydederken ilerleyen günlerde bunların kendisine ne kadar faydalı olacağını henüz bilmiyordu.
Askerlerin arasındaki sohbeti bölen ses, yaşlı tüccarın yankılanan kalın ve tok sesi olmuştu. Sesi, sabahın serin havasında hanın taş duvarlarına çarparak yankılandı:
"Haydi yiğitler, gayrı yola revan olma vaktidir!"
Taygun hemen sesin geldiği yöne dönerek cevap verdi:
"Geliyoruz Temür Ağa, hazırdır her şey!"
"Temür mü?" diye düşündü Çağrı içinden. İsmin ağırlığı ve etkisi hoşuna gitmişti. Dudaklarının arasında hafifçe, "Temür, Temür…" diye sayıkladı farkında olmadan.
Onun bu fısıltılarını duyan Taygun hafifçe tebessüm ederek sordu:
"Nedir gardaş, Temür Ağa'nın ismini mi belleye durursun?"
Çağrı, Taygun'un sesindeki alaycı tınıyı hemen yakaladı; dikkatli olması gerektiğini biliyordu. Çünkü gerçek Kutay, Temür Ağa'yı zaten tanıyor olmalıydı. Kendini toparlayarak:
"Sadece ismi baya hoşuma gitti gardaşım. Sert bir havası var ya... " dedi, yapmacık olmayan bir ses tonuyla.
Tam o sırada avlunun diğer ucundan Temür Ağa'nın gür sesi tekrar yükseldi:
"Yalmaaan! Malları bir daha denetledin mi? Gözünden kaçan olmasın!"
Avlunun diğer ucundan biraz bezgin, biraz da neşeli bir cevap geldi:
"Ettim Ağa, ettim! Senin bu nizam sevdan, gün gelir canımı alacak!"
Bu konuşmalarla birlikte Çağrı artık kafilesindeki herkesin ismini öğrenmişti. Temür Ağa'ya göre genç, ama yine de Kutay’a nazaran yaşça büyük olan tüccarın ismi de Yalman'dı.
Kısa gülüşmelerin ardından atlarına binmeye başladılar. Hanın büyük ve ağır taş kapısından geçerek dışarı çıktılar. Sabahın serin rüzgârı yüzlerine çarparken, bozkırın enginliği önlerinde uzanıyordu. Altlarındaki atlar kişniyor, develer yüklerinin ağırlığıyla yavaşça ilerliyordu.
Bozkırın genişliği, göz alabildiğine uzanıyordu. İlerideki tepelerin gölgeleri hafif bir pus içinde görünüyordu. Kervanın hedefi belliydi; akşama kadar Güzelyurt Hanı’na varacaklar, geceyi orada geçireceklerdi.
Temür Ağa, kafilenin önünde başını eğerek kısa bir dua mırıldandı ve ardından bağırarak:
"Ya Hak! Yolumuz açık, kılıcımız keskin olsun!"
Bu sözlerle birlikte kervan yavaşça hareket etti. Atların ve develerin ayaklarından çıkan toz bulutları, hanın arkasında yükselip güneşin ışıklarıyla dans ederek uzaklarda kayboldu.
Güneş, ufkun biraz üstüne tırmandığında, kervan Hanı artık geride bırakmıştı. Sabahın ilk serinliği yavaşça yerini ılıman bir sıcaklığa bırakırken, bozkırın üzerine yayılan güneş ışıkları yüzünden, kafilenin gölgeleri arkalarından uzuyordu. Atların nallarından çıkan ritmik şakırtılar, tozlu yolun sessizliğini bozan düzenli bir ezgi gibiydi. Develer, ağır yüklerinin altında sabırlı adımlarla ilerlerken, derinden gelen hırıltılı solukları arka planda sürekli bir uğultu oluşturuyordu.
Tüccarların ara sıra yükselen bağırışları, hayvanların memnuniyetsiz homurtuları ve Tural'ın durmaksızın anlattığı hikâyeler… Bütün bu sesler, bozkırın sonsuz genişliğinde yankılanan uzun bir yol türküsünün notalarıydı adeta. Ancak güneş yükseldikçe bozkırın sıcağı artıyor, önceki neşe yavaş yavaş yerini bitkinliğe bırakıyordu.
Çağrı, dalgın bir şekilde atının dizginlerini sıkıca tutmuştu. Taygun bu halini fark edip atını yavaşça ona doğru yaklaştırdı:
“Hele elini gevşet azıcık Kutay, hayvanın yelesine değil canına yapıştın sanki!”
Çağrı hafifçe irkildi ve kendine geldi. Utanmış bir ifadeyle dizginleri biraz gevşetti ve gülümseyerek:
"Alışamadım hâlâ, Taygun. Ben at yerine bisiklete binerdim," diye ağzından kaçırdı. Son anda fark edip, kendi kendine, "Ulan ne diyorum ben?" dedi ve ardından düzeltti: "Demem o ki, dalıp gitmişim işte…"
Taygun, kaşlarını şaşkınlıkla çattı. "Bisiklet ne ola ki? Bunun akıl yine yaydan çıktı besbelli." dedi, sonra da içten bir kahkaha patlattı.
"Hele dikkatini yitirme, emaneti gözetmek bize düşer," dedi keyifli bir sesle.
Tural arkadan atıyla onlara yanaşarak yüksek sesle takıldı:
"Fazla dalma Kutay! Bizim Baykut öyle dikkat kesilir ki, gözünü bir kırpsa sanırsın yer yarılacak!"
Baykut sadece göz ucuyla Tural’a bakmakla yetindi ve cevap vermeden dizginlerini daha sıkı kavradı. Etrafında ne kadar şamata yapılırsa yapılsın, onun dikkati hep yolun üzerindeydi.
Güneş, tepede yükselmiş, hava ağırlaşmıştı. Bozkırda gölgeler kısalmış, sıcaklık neredeyse dayanılmaz bir hal almıştı. Bu nedenle Temür Ağa, uygun bir mola yeri bulmak için etrafı dikkatle süzüyordu. Sonunda toprak yolun kenarındaki büyük ve yaşlı bir çınarın geniş dallarının altında durmaya karar verdi.
Herkes çınarın gölgesine doğru ilerledi. Develer yavaşça dizlerinin üzerine çöküp otururken, atlar ise hemen başlarını yere eğerek etraftaki kuru otları kemirmeye başladı. Baykut'la Tural kilimleri serdi diğerleri de yerlerine oturdu.
Yalman, elindeki toprak testileri Temür Ağa’nın önüne koydu. Ardından, içinde yiyeceklerin olduğu hasır sepeti yere bıraktı. Deriden yapılmış küçük torbalar ve çömlekler teker teker açıldı. Sepetin içinden çıkan, tuzlu peynirin keskin kokusu, zeytinlerin parlak siyahlığı ve kuru kuzu etinin iştah açıcı görüntüsü belirdi. Yalman, elindeki ekmeği parçalayıp sofraya dağıtırken:
"Buyurun ağalar, açlık yola sabır getirmez," dedi neşeli bir sesle.
Çağrı, elindeki ekmeği tuzlu peynir ve zeytinle birlikte yerken, damağına yayılan lezzet onu kısa süreliğine tüm düşüncelerinden uzaklaştırdı.
Taygun, yanına oturmuş, kuru etten bir parça koparırken gülerek Çağrı’ya baktı:
"İyi ye Kutay, öğleden sonra yolumuz uzun ve zorludur."
Çağrı, başıyla onayladı ve bir an olsun yaklaşan tehlikenin farkında olmadan, içinde bulunduğu bu anın tadını çıkarmaya çalıştı.
Yemekten sonra kısa bir istirahatin ardından toparlanmaya başladılar. Kilimler dürüldü, testiler dolduruldu, hayvanlara yükler bağlandı. Temür Ağa, bir kenarda çömelip Ceylan derisine işlenmiş haritayı inceledi. Ardından ayağa kalkarak gür sesiyle seslendi:
“Yiğitler! Buyurun hele yanıma, yol işini bir konuşalım.”
Taygun hemen öne çıktı:
“Buyurasın Ağam.”
Temür Ağa, parmağını haritanın tam ortasındaki ince çizgiye götürerek konuştu:
“Bugünkü menzilimiz Gelveri’dir. Lakin yol uzun, vakit dardır. Güneş tepeye varmadan Peristremma Geçidi’ne ulaşmamız gerek. Geçidi aşarsak, gün batmadan Gelveri Hanı’na varırız. Ama bilirsiniz, o geçit tekin değildir. Haydutlar çokça oraya musallat olur. Karar sizindir. Ya dolanır, geceyi yolda geçiririz; ya da geçidi göze alırız, bahtımıza ne düşerse…”
Baykut, göğsünü ileri çıkararak dikildi:
“Eşkıyaymış, haydutmuş... Biz Selçuklu’nun sipahisiyiz Ağa! Haddinden geliriz evelallah!”
Mengü hemen ardından söze girdi, sesi her zamanki gibi sakindi ama bu kez temkinliydi:
“Ama Ağa… Şu vakitlerde Peristremma yolu haydutla doludur. Ne kadar hızlı gidersek gidelim, pusuda bekleyen olur. O geçit, bu mevsimde akıl işi değildir.”
Taygun iç geçirdi, sonra ciddi bir ifadeyle cevap verdi:
“Ben de duydum vaktiyle birkaç kervanın soyulduğunu. Lakin son zamanlarda ses seda kesildi. Akşama dek Gelveri’ye varmak için başka yol da kalmadı gibi görünür.”
Mengü başını eğdi, dudaklarını kıstı. Ardından yeniden sordu:
“Emin misiniz Taygun? Vadi dediğin tek girişi, tek çıkışı olan boğaz… Tuzak kurana gün doğar.”
Bu esnada Çağrı, diğerlerinin konuşmalarını dikkatle dinliyor ama zihni bambaşka yerlerde dolaşıyordu. İçinden geçirdiği düşünceler, bozkırda yankılanan sessiz çığlıklar gibiydi:
“Ben burada ne yapıyorum? Kutay gibi davranıyorum ama her geçen an gerçeğe bir adım daha yaklaşıyorum. Peristremma mı? Haritada bile parmakla gösterilirken tüylerimi diken diken etti. Kaç kişi çıkar karşımıza? On mu, yirmi mi? Ya Taygun ölürse… Ya bu beden bir daha dönemezse... Ben hâlâ hayatta kalmanın ne demek olduğunu bile bilmiyorum ki savaşayım…”
Derken içinden geçenleri bastırmak istercesine, kelimeler dudaklarından döküldü:
“Bu Peristremma'da çıkan haydutlar… Genelde kaç kişi olurmuş Ağa? Bilip bilmeden yürümeyelim bu yola.”
Temür Ağa Çağrı’ya bakarak, kaşlarını çattı:
Temür Ağa, Çağrı’nın sorusunu duyunca gözlerini haritadan kaldırdı, kısa bir iç çekişin ardından söze girdi:
“Haydutun sayısı değil, yiğidin yüreği önemlidir evlat. Lakin madem sordun... Bazen beş kişiyle soyulur bir kafile, bazen yirmiyle bozguna uğratılır. Allah ne yazdıysa o gelir başa.”
Bu sözler havada bir ağırlık bıraktı. Sessizlik birkaç kalp atımı sürdü. Derken, Mengü, her zamanki temkinli ve düşünceli haliyle öne çıktı. Alçak ama net bir sesle konuştu:
“Emin misiniz Ağa? O geçit bu vakitlerde pek tekin değildir. Pusuya yatanı, yol keseni boldur.”
Henüz cümlesi tam bitmeden, birden Alkut'un sert ve soğuk sesi araya girdi. İlk defa sesini yükseltiyordu. Gözleri Mengü’ye dikilmişti, yüzündeki ifade ise taş gibi sertti:
“Kadınlık etme Mengü! Hem benim yoluma çıkacak haydut, daha anasının rahmine bile düşmedi!”
Sözler öyle tok, öyle kendinden emindi ki, bir an herkesin içinden geçen ‘ya öyle değilse’ düşüncesi susturuldu.
Çağrı içinden, "Ulan, bu Alkut neymiş öyle? Zaten suskunluğundan belliydi böyle birisi olduğu da… Bu kadarını da beklemiyordum," dedi.
Yalman, testilerin yanından uzanarak konuşmaya dahil oldu:
“Temür Ağa, siz bilirsiniz ama bu gençlerin kanı deli akar. Ne olur ne olmaz, yol boyunca gözümüz hep yolda olsun. Tuzu fazla kaçan yiğitlik, çoğu zaman ateşe sürükler kervanı.”
Temür Ağa başını salladı. Haritayı dürüp kuşağına soktu:
“O hâlde karar verildi. Geçitten geçeceğiz. Ama biline ki bu yol, sadece bileği kuvvetli olanın değil, aklı selim olanın da yoludur.”
Kısa bir hazırlığın ardından kervan tekrar yola koyuldu. Ancak bu kez adımlar daha temkinli, bakışlar daha keskin, eller dizginlerde daha sıkıydı. Çünkü Peristremma Geçidi yakındı. Burası, bozkırın açık yürekliliğinden sonra doğanın içe kapanan, gölgelerle konuşan yüzüydü.
Toprak yol, gittikçe daralan bir patikaya dönüşürken, vadinin taş duvarları uzaktan siluet gibi yükselmeye başlamıştı. Güneşin açısı değiştikçe, yamaçlarda beliren gölgeler uzayıp daraldı, sanki vadinin kendisi yaklaşanları yoklamak istermiş gibi hareket ediyordu.
Atların ayakları taşlık zeminde daha sert sesler çıkarıyor, nallar kaygan kayaların üzerinde metalik bir tınıyla yankılanıyordu. Develer, sırtlarındaki yüklerle hafifçe homurdanıyor; ağızlarından sarkan salyalar, yorgunluklarının sessiz nişanı gibiydi. Arada sırada bazıları duraksıyor, huysuzca yerinde tepinip burnundan sert nefesler veriyordu.
Ve elbette, bu kasvetli sessizliğin arasında Tural durmadan konuşuyordu.
“Vadi dedikleri yerin güzelliği dillere destan ama içindekiler pek hoş olmuyormuş derler. Geçen yıl Kayseri’den gelen bir kervan burada yol kesilmiş. Onlarca hayvan, mal, can… Hepsi bir avuç itin eline kalmış…”
Baykut, sabrının son teline basıldığını hissettiğinde sonunda patladı:
“Yeter gayri Tural! Biraz da sus da dilin dinlensin! Her taşın altına hikâye sıkıştırmasan olmuyor değil mi?”
Tural hafif gücenmiş gibi başını eğdi ama gülümsemeden de kendini alamadı.
“Ben konuşurum Baykut’um. Susarsam yolda unutulurum...”
Baykut’un yüzünde istemsiz bir tebessüm belirirken, Taygun geriden atını mahmuzlayarak öne çıktı:
“Dikkatiniz eksik olmasın! Vadi dışarıdan göründüğü gibi değildir. Gözünüz keskin, kulağınız açık ola. Bir ses duyarsanız evvela susun; ama kılıcınıza davranmaya da çekinmeyin.”
Çağrı’nın gözleri ilerideki vadinin girişine odaklanmıştı. Kayaların arasında dar bir geçit gibi görünen o açıklık, sanki başka bir dünyaya açılan kapı gibiydi. İçinden bir ürperti geçti. Etrafındaki konuşmalar, nal sesleri ve rüzgârın taşıdığı bozkır tozuyla birlikte uğultuya karıştı. Bu yol artık sadece bir yol değildi. Bu bir eşikti. Ve bu eşik, ya onları hayatta tutacak… ya da kaderin karanlık yüzüyle tanıştıracaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.79k Okunma |
1.66k Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |