22. Bölüm

21. Bölüm: Pusu

Kriyus
kriyus1873

Vadinin girişine vardıklarında, doğa susmuş gibiydi. Rüzgâr, sanki vadinin ruhunu incitmekten korkuyormuşçasına esmekten vazgeçmişti. Bozkırın o alışıldık uğultusu yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı; öyle bir sessizlik ki, kalp atışları bile fazlalık gibi geliyordu.

 

Çalılıklar birer heykel gibi hareketsizdi. Güneş ışığı kayalıkların yüzüne vuruyor, ama taşların soğuk sessizliği her ışıltıyı içine çekip yutuyordu. Yol, dik yamaçların arasında kıvrıla kıvrıla uzanıyor; her adım, insanın içini daraltan bir sıkışmışlık hissiyle daha da ağırlaşıyordu. Burası sadece bir geçit değil, doğanın bile nefesini tuttuğu bir sınav gibiydi.

 

Çağrı, atının üzerinde doğrulup ardına baktı. Herkes suskundu. Hatta hayvanlar bile bu sessizliğe saygı gösteriyor gibiydi. Develer homurdanmayı kesmiş, atlar ise sadece temkinli adımlarla ilerliyordu. Her adım, vadi duvarlarında yankılanıyor; sanki görünmeyen gözlerin dikkatini çeken davetsiz bir çağrıya dönüşüyordu.

 

Baykut, en önde adım adım ilerliyor, arada bir başını çevirip vadinin yüksek duvarlarına göz gezdiriyordu. Omuzlarındaki kaslar, sanki görünmeyen bir yük taşıyormuş gibi gergindi.

Taygun, dizginleri sımsıkı kavramış, gözlerini daralan patikaya dikmişti. Dudakları birbirine kenetlenmişti; tek bir kelime bile söylese, vadinin dengesi bozulacakmış gibi.

 

Bir anda…

Yüksekten bir taş parçası yuvarlandı.

Minicik, ama ölümün habercisi gibi.

Kimse bir şey demedi. Ama her el, içgüdüsel bir refleksle kılıcına gitti. Sessizlik artık sadece huzursuzluk değil, tetikte bekleyen bir düşmanın nefesi gibiydi.

 

Çağrı'nın içi burkuldu.

Yol, daracık bir çizgi gibi uzanıyor, kayaların arasında kayboluyordu.

Kayalıklar öylesine yüksekti ki, gökyüzü yalnızca dar bir şerit gibi görünüyordu.

Ve o tepelerden birinin ardında biri duruyor olabilirdi.

Belki de çoktan izliyorlardı.

 

“Bu sessizlik… fırtına öncesi değilse, nedir?”

diye geçirdi içinden.

Korku değildi bu; adı koyulmamış bir huzursuzluktu.

Sanki her şey bir an içinde altüst olabilirdi.

 

Mengü, atının sırtında dimdik duruyordu.

Elinde gergin yay, parmakları tetikteymişçesine telin hemen yakınındaydı ama henüz çekmemişti.

Gözleri çalı aralıklarını, kaya gölgelerini didik didik tarıyordu.

O tam bir avcıydı; fakat şu an gerçekten avcı mıydı, yoksa av mı... kendisi bile emin değildi.

 

Alkut, diğerlerinden biraz geride arkalarını kolluyordu.

İçinde en ufak bir insani parıltı yoktu; sanki insan değil, taştan bir heykel gibiydi.

Ama Çağrı hissediyordu; bu adamın sessizliği, sıradan bir suskunluk değildi. Alkut, içine gömülmüş bir fırtına gibiydi. Tehlike yaklaştığında, harekete geçmeden hemen önce gözlerinde bir şey belirebilirdi… belki bir kıvılcım, belki bir gölge. Henüz böyle bir şey görmemişti.

 

Tural, vadinin iç karartan sessizliği altında daha fazla susamadı:

 

“Şu vadi gölgesi, adamın yüreğine buz salıyor. Ne vakit geçsem, içim titrer Ağa.”

 

Baykut, gözlerini çevirmedi bile. Sert sesi, taş gibi geldi arkasından:

 

“Ürpermekle yol alınmaz Tural. Bu vakit dil tutma, göz açma vaktidir. Söze değil, etrafa bak hele.”

 

Kimse gülmedi. Kimse karşılık vermedi. Söz, taş gibi düştü ve ardından gelen sessizlik, daha derin bir karanlık gibi çöktü üzerlerine.

 

Her birinin zihninde aynı kelime yankılanıyordu:

 

"Bir şey mi olacak?"

 

Temür Ağa, kervanın arkasından seslendi, sesi vadide yankılandı:

 

“Yiğitler! Adımlarınız sarsılmaz ola! Bu geçit, korkana zindan, yüreklisine köprü olur!”

 

Tam o sırada Çağrı kalbinde bir titreme hissetti. Ama içini titreten o serinlik bu kez sıradan bir ürperti değildi. Dizginleri parmakları titreyene kadar sıktı. Gözleri bir kez daha kayalıklara çevrildi.

 

Yukarıda, taşların ucunda, rüzgâra ters düşen karanlık bir kıpırtı belirdi.

 

Bir hareket miydi bu? Yoksa bir göz yanılması mı?

 

Yutkundu. Boğazı kurumuştu. Nefesi boğazında asılı kaldı.

 

İçinden bir ses yükseldi, artık bir fısıltı değil çığlığa dönmüştü.

 

Yalnız değiliz.

 

Tam o anda…

 

Ölüm sessizliği bir ok sesiyle yırtıldı. Taygun’un atı, ön bacağına saplanan okla birlikte bir anda irkildi. Kişnerken acıyla şahlandı. Taygun dizginlere tutunmaya çalıştı ama başaramadı; savrularak yere düştü.

  

“PUSUUUUU!” diye bağırdı Baykut, gırtlağını yırtarcasına.

 

Çağrı, etrafını kaplayan kaosun ortasında kalakalmıştı. Develer panikle sağa sola kaçışırken, katırlar yüklerinin ağırlığıyla savrulup devriliyordu. Etraf, ürkmüş hayvanların kişnemeleri ve böğürtüleriyle dolmuştu. Birkaç at dizginlerinden kurtulup, vadinin içine doğru kaçmaya başladı.

 

Çağrı’nın, altındaki at birdenbire çırpınmaya yeltendi. Dizginlere yapıştı ama boşunaydı. Hayvan korkuyla onu üstünden attı. Dengesini kaybedip sertçe yere çarptı. Çarpmanın etkisiyle nefesi kesildi.

 

Bir anlığına, her şey durdu.

 

Dünya sanki gri bir perdeyle örtülmüş gibiydi. Kulakları uğuldamaya başladı; çevredeki çığlıklar, kişnemeler, kılıç sesleri boğuk bir rüyaya dönüşmüştü. Gözleri bulanıktı, ama üstünde dönen gökyüzünü net bir şekilde görebiliyordu. Bir taş parçası yanından sekerek geçti, ama ona ulaşmadı.

 

Zaman Çağrı için yavaşladı.

 

Yerde hareketsiz yatarken, zihninde tek bir cümle yankılandı:

 

“Ben neredeyim ve şuan tam olarak ne oluyor.”

 

Kalbi deli gibi atıyordu ama vücudu hâlâ şoktaydı. Ayağa kalkması gerektiğini biliyordu ama uzuvları emir almıyordu. Boğazı kurumuştu, yutkunmaya çalıştı ama hava bile ciğerlerine girmekte zorlanıyordu.

 

Zorla kafasını çevirdi.

 

Sağ tarafında Temür Ağa ile Yalman da atlarından savrulmuş, yere serilmişti. Az ileride, Tural'ın da benzer biçimde yerde yattığını fark etti.

 

Baykut, durumu fark ettiği gibi dizginlerini bıraktı, atından hızla atlayıp yere düşenlerin yanına koştu. Kalkanını önüne alarak onları korumaya geçti.

 

O an, her şey birbirine girdi. Taşların ve çalıların arkasında saklanan yüzleri örtülü, ellerinde kılıç ve baltalar olan haydutlar bir anda vadinin iki yanından üzerlerine hücum etmeye başladı. Gölgelerin içinden akın akın geliyorlardı.

  

Alkut, kervanın gerisinden yükselen kargaşanın ortasında gözlerini daraltarak vadinin sol yamacına çevirdi. Gölgelere gizlenmiş bir haydut, elindeki yayı sessizce geriyordu. Okun hedefini fark ettiğinde içindeki öfke parladı; hedef Mengü'ydü.

 

Tereddüt edecek zamanı yoktu.

 

Hızla atının dizginlerini çekip kendini Mengü'nün önüne siper etti. Aynı anda keskin bir vızıltıyla gelen ok, sol koluna saplandı. Acıyı görmezden geldi.

 

Kolundaki kan süzülerek bacağına damlarken gözlerinde insanı ürperten, vahşi bir parıltı vardı. Dişlerini sıktı; yüzünde ne acıya, ne korkuya yer vardı. Sağ eliyle okun sapını kavradı ve sertçe aşağı doğru bastırıp kırdı.

 

Ardından Mengü’ye döndü.

 

“Dikkatini vermeyen canını verir gardaş! Azıcık uyanık ol hele!”

 

Mengü silkelendi, içinden yükselen ateşi bastırarak derin bir nefes aldı, yayını gerdi ve oku fırlattı. Yaydan fırlayan ok, vadiyi yaran uğultuyla süzüldü ve okçu haydudun göğsüne saplandı. Adam, neye uğradığını bile anlamadan sendeledi, sonra dengesini kaybedip tepeden aşağı yuvarlandı.

 

Mengü'nün sesi bu kez gür ve kendinden emin çıktı:

 

“Gayrı uyandım Alkut gardaş, var hele bizimkilere yetiş, ben burayı tutarım!”

 

Alkut, başını sallayıp hızla atını çevirdi. İleri doğru sürdü atını; orada Taygun çoktan toparlanmıştı. Tural ve Baykut ile birlikte Yalmanla Temür Ağa'nın önüne siper oluşturmuşlardı.

 

Bu sırada Çağrı zar zor doğrulmuştu. Etrafındaki kaosu anlamaya çalışıyordu. Bağrışmalar, çığlıklar ve kılıç şakırtıları vadinin dar duvarlarında yankılanıyor, kulaklarında uğulduyordu. Titreyen elleriyle kılıcını çekmişti ama kılıç kullanmayı bilmiyordu.

 

Arkasından hızla yaklaşan ayak seslerini işitti. Kalbi göğsünden çıkacak gibi atmaya başladı. Dönüp baktığında yüzünü keçeyle kapatmış bir haydut, hançerini kaldırmış, bağırarak üstüne doğru koşuyordu.

 

O anda hızlı bir karar verdi; gücüne değil zekâsına güvenmeliydi. Aceleyle bir avuç toprak aldı. Haydutla arasında bir adımlık mesafe kalana dek bekledi ve o anda avucundaki toprağı haydutun gözlerine doğru savurdu.

 

Haydut şaşkınlıkla duraksadı, gözlerini ovuşturmaya çalıştı. Çağrı fırsatı kaçırmadı; can havliyle kılıcını savurdu ama yeterince güçlü değildi, haydutun karnında küçük bir sıyrık açabildi. Haydut acıyla bağırdı, öfkesi daha da artmıştı. Sağ eliyle gözünü silerken, tekrar saldırmak için zıpladı. Çağrı çaresizce gözlerini yumdu.

 

Tam o anda bir ok sesiyle birlikte haydutun çığlığı yükseldi. Karnını tutarak önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra da yüzüstü toprağa kapaklandı.

 

Çağrı şaşkınlıkla arkasına baktığında Mengü'nün yayını indirip ona doğru bağırdığını gördü:

 

“Kutaaay! Dikkatini topla hele! Burası cenk meydanıdır!”

 

Mengü haklıydı… Ama Çağrı hayatında hiçbir savaş bile görmemişti. Etrafında dönen bu kanlı kaosu nasıl yöneteceğini bilmiyordu. Elleri titreyerek kavradığı kılıç, ona hiç olmadığı kadar yabancı geliyordu. Fakat tereddüt edecek zamanı yoktu. Korkuyu bir kenara itti ve savaş alanına koştu.

 

Vadinin dar geçidi; bağırışlar, çığlıklar ve kılıç sesleriyle dolmuştu. Hangi yana baksa biri ölümle burun burunaydı. Hayvanların kişnemeleri, yaralıların iniltileri ve savaşçıların öfkeli bağırışları birbirine karışıyordu.

 

Baykut ve Tural, bu karmaşanın tam ortasındaydı. Baykut'un kalkanı bir an bile durmuyor, haydutların darbelerini karşılarken, diğer eliyle kılıcını savuruyordu. Bir haydut hızla üzerine saldırırken Baykut onu kalkanıyla sertçe göğsünden itti; adam dengesini kaybedip sendeledi. Henüz düşmemişti ki, Tural yıldırım hızıyla yetişip hançerini haydutun boynuna sapladı. İkili, sanki yıllardır birlikte savaşıyormuşçasına uyumluydu.

 

Tural başka bir saldırganın hamlesinden eğilerek kurtuldu, sırtüstü yere yatıp hemen yanındaki haydutun diz kapağına kesik attı. Haydut acıyla diz çöktüğünde, Baykut göğsüne tekme atarak adamın işini bitirdi. Savaşın orta yerinde oluşan bu küçük takım, etraflarında ölüm saçıyordu.

 

Çağrı o an Taygun'u gördü. Üzerinde açılan yaralara rağmen, hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Kılıcı haydutlardan birinin göğsüne sapladıktan sonra bırakıp elleriyle kavradığı ikinci saldırganın kafasını var gücüyle kayanın üzerine çarptı. Adam darbenin etkisiyle can verdi. Taygun nefes nefese doğruldu, vahşi bakışlarıyla yeni hedefler arıyordu. Gözlerinde insana dair hiçbir şey yoktu, yalnızca kendine has hayvansı öfkesi vardı.

 

Ve Alkut… O artık silah kullanmayı bırakmıştı. Paslanmış kılıcı arkasında toprağa saplıydı. Yumrukları, dirsekleri, dizleri onun silahıydı artık. Alkut, haydutlardan birini gırtlağından tutarak kaldırıp diğerlerinin üstüne fırlattı. Yerde sürüklenen adamın üstünden atlayıp başka bir saldırganın suratına dizini geçirdi. Yüzü kana bulanmıştı ama hiç aldırmıyordu. Başka biri arkasından bıçakla yaklaşırken, Alkut geri döndü ve saldırganın kolunu tutup sertçe büktü. Kırılan kemiğin sesi kulağında çınladı. Alkut ise ifadesiz bir suratla adamı yere attı, göğsüne ayağıyla bastırıp soğukkanlı bir şekilde canını aldı. Artık onda insanlıktan bir iz yoktu; o savaş meydanında yürüyen ölüm gibiydi.

 

Çağrı, o kısa anda bir şeyi fark etmişti: Savaşmak sadece güçle ilgili değildi. Burada hayatta kalmak için zekâsını kullanmalı, diğerleriyle uyum sağlamalıydı. Yalnız değildi, etrafında onu koruyacak dostları vardı ve bu savaşı tek başına kazanması gerekmiyordu. Onun görevi buradaki insanların yanında olmaktı; tam şu an, tam burada… ölümle yaşam arasındaki bu dar çizgide.

Ve artık bu savaşa dahil olacaktı, hem de orta yerinden.

Bölüm : 08.05.2025 14:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...