3. Bölüm

3. Bölüm: Geçiş

Kriyus
kriyus1873

Taygun ve hancı konuşmaya dalmışken, Çağrı—ya da artık yeni ismiyle Kutay—kendi içine çekilmişti.

 

"Ben buraya nasıl geldim? Niye geldim? Bu Kutay kim?"

 

Bu sorular beyninde dönüp duruyordu. Ama cevap yoktu.

 

Hep mantıklı kararlar verebilen, zekasını kullanarak en çıkmaz durumlardan sıyrılan beyni, bu sefer tamamen susmuştu.

Ne kadar düşünse de bu duruma dair mantıklı bir açıklama bulamıyordu.

 

Bir yerde pes etti.

 

Belki de en iyisi, akışına bırakmaktı.

 

Elini Taygun’un omzuna attı.

 

"Gardaş, artık kalksak mı? Oturmaktan sırtım ağrıdı."

 

Taygun kaşlarını kaldırdı. Kutay’ın böyle bir şey söylemesine alışık değildi.

Kutay, içkiyi bitirip, gecenin sonuna kadar muhabbetin içinde kalan adamdı.

 

Ama kısa bir duraksamanın ardından gülümseyerek başını salladı.

 

"Eğer kalkmak istiyorsan, vardır bir sebebin."

 

Sonra hancıya dönüp seslendi.

 

"Borcumuz nedir, gardaş?"

 

Hancı, kahkaha attı.

 

"Ne borcu? Siz benim misafirimsiniz! Borç falan yok."

 

Taygun gülerek başını eğdi. "Öyleyse Allah’a emanet ol!" dedi ve masadan kalktı.

 

Kutay da peşine takıldı ve kapıyı açıp dışarıya adımını attı.

 

Ve o an...

 

Gözleri büyüdü. Nefesi bir anlığına kesildi.

 

Sıcak güneş, taş yolların üzerine sertçe vuruyordu. Kuru toprak kokusu havaya karışmış, hafif bir rüzgar etraftaki tozları savuruyordu.

 

Önünde, eski ama ihtişamlı görünen ahşap ve taş binalar uzanıyordu.

 

Sokaklar dar ve kalabalıktı. İnsanlar bir oraya bir buraya gidip geliyor, pazar yerinden gelen bağırışlar havada yankılanıyordu.

 

Kadınlar, uzun bol elbiseler içinde, başlarına ince örtüler takarak yürüyorlardı. Ellerinde pazar torbalarıyla bir şeyler konuşuyor, arada gülüşüyorlardı.

 

Erkekler, keten tunikler ve belden bağlı kaftanlar içindeydi. Kimi omzunda ağır yükler taşıyor, kimi bir köşede arkadaşlarıyla oturmuş hararetli bir şekilde sohbet ediyordu.

 

Çocuklar, yalınayak sokaklarda koşuşturuyor, bazıları küçük tahtalarla birbirine vurup oyun oynuyordu.

 

Birkaç metre ileride, iki adam atlarını yavaşça sürerken, yanlarından geçen bir adam kocaman bir yükü sırtında taşımaya çalışıyordu.

 

Çağrı’nın burnuna baharat, deri ve sıcak ekmek kokuları karışmış bir şekilde ulaşıyordu.

 

Bu manzara…

 

Ona bir şeyi hatırlattı.

 

Okuduğu tarih kitaplarında Anadolu Selçuklu şehirleri böyle anlatılıyordu.

 

Ama şu an bir kitabın içinde değildi.

 

Gerçekten buradaydı.

 

Gözlerini kısarak etrafına bakındı. Burası bir rüya olamayacak kadar canlıydı.

 

Ama eğer rüya değilse…

 

Gerçek neydi?

 

İçinde bir ürperti hissetti. Ama bir gerçeklik de vardı.

 

Belki de en tehlikelisi buydu.

 

Taygun, elini Kutay’ın omzuna attı ve kaşlarını kaldırarak sırıttı.

 

“Akşamüstü bizi handan çıkardın, şimdi de eve mi gideceksin? Yoksa güreşirken seni çok mu yordum, gardaş?”

 

Ardından kahkahayı patlattı ve Kutay’ın sırtına sağlam bir şaplak indirdi.

 

Kutay hafifçe tökezledi ama bunu belli etmemeye çalıştı.

 

İçinden, "Her seferinde şaplak atıyor, lan bu adam beni dövmeye mi çalışıyor?" diye geçirirken, yüzünde hafif bir gülümsemeyle başını salladı.

 

“Doğru dedin gardaş, biraz yoruldum.” dedi ve birden kollarını Taygun’un omzuna atıp sırtına sıçradı.

 

“Şimdi beni eve kadar taşıyacaksın!"

 

Taygun’un gözleri büyüdü. Ama sonra kahkaha attı.

 

“Tamam tamam! Seni o kadar yorduysam, eve kadar taşımak boynumun borcu!”

 

Omuz silkerek Kutay’ı sırtladı ve yoluna devam etti.

 

Kutay için bu hareketin asıl amacı belliydi.

 

Dikkat çekmeden evine giden yolu öğrenecekti.

 

Ama Taygun bunu bir oyun gibi görüyordu.

 

Kalabalık sokaklardan geçerken bazıları onlara bakıp gülüyor, "Yine içmişler" diye mırıldanıyordu. Kutay bunu umursamadı.

 

Şimdi elinde daha önemli bir fırsat vardı.

 

Taygun’un sohbet etme hevesini kullanarak, Kutay hakkında daha fazla şey öğrenebilirdi.

 

Şimdiye kadar öğrendikleri şunlardı:

 

-Kutay, eskiden ordudaydı ama şimdi çiftçilik yapıyordu.

 

-Taygun, onunla savaş meydanında tanışmıştı.

 

 

Ama bazı şeyler hala belirsizdi.

 

Kutay neden ordudan ayrılmıştı?

Ailesi var mıydı?

Eğer bir ailesi varsa, şu an nerede yaşıyorlardı?

 

Kutay gözlerini hafifçe kıstı. Şimdi sormazsa, ileride soracağı her soru daha çok dikkat çekecekti.

 

Zekice hareket etmeliydi.

 

Sesi rahat ama meraklı bir tona büründü.

 

“Ulan Taygun, ben ordudan nasıl ayrıldım?”

 

Taygun omzunun üzerinden ona göz attı.

 

“Ne o, hatıraları deşmeye mi niyetlendin, gardaş?” dedi hafifçe gülerek.

 

Ama Kutay ısrar etti.

 

“Hadi anlat bakalım. O kadar içmişim ki unuttum belki.”

 

Böylece, Taygun konuşmaya başladı.

 

Kutay ise her kelimeyi dikkatlice dinleyerek hafızasına kazıyordu.

 

Taygun, bir an sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes alarak söze girdi.

 

"Gardaş, sen beni cenk meydanında kurtarmıştın ya…"

 

Kutay başını salladı. "Evet, gardaş, hatırlıyorum." dedi, ama aslında hatırlamıyordu.

 

Taygun, hafifçe gülümseyerek devam etti.

 

"İşte o savaşta… Bizanslılardan biri sana atıyla çarptı. Kafanı o kadar sert vurdun ki yere, hepimiz öldün sandık."

 

Kutay’ın gözleri hafifçe kısıldı. Bu bilgi onun için yepyeni bir parçaydı.

 

Taygun, anlatırken yüzünde hafif bir hüzün belirdi.

 

"Ama şifacı, ölmemiş olabileceğini söyleyince seni tedavi etti. Üç-dört hafta boyunca iyileşmeye çalıştın… Ama kafan arada gidip geliyordu. O yüzden bu soruları bana sürekli soruyorsun!"

 

Son cümlesini söylerken kahkaha attı.

 

Ama Kutay'ın kafasının içinde parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu.

 

Demek ki Taygun, onun hafızasını kaybetmesine çok şaşırmamıştı. Çünkü geçmişte de böyle bir durum yaşanmıştı.

 

Bu, Kutay için büyük bir avantajdı.

 

Merak ettiği şeyleri sorarken, bunu geçmişteki kafa travmasına bağlayabilirdi. Böylece fazla şüphe çekmeden bilgi toplayabilirdi.

 

Onlar bunları konuşurken çoktan eve varmışlardı.

 

Taygun kapının önünde durdu ve sırtında hâlâ duran Kutay’a bakarak kaşlarını kaldırdı.

 

"Gardaş, evine de mi ben sokayım?"

 

Gülerek onu sırtından indirdi.

 

Kutay yere inerken, gözlerini kaldırıp karşısındaki eve ilk kez gerçekten baktı.

 

Burası onun eviymiş gibi kabul edilmesini beklenen bir yerdi.

 

Ama o, bu kapının ardında neyle karşılaşacağını bilmiyordu.

 

Ve Taygun, hâlâ onun orada durduğunu fark edince kaşlarını çattı.

 

"Ne o? Evine girsene?"

 

Kutay bir an duraksadı, sonra derin bir nefes aldı.

 

Bu yeni dünyaya tamamen adapte olmak için, şimdi kapıyı açıp içeri girmek zorundaydı.

 

Kutay kapının önünde durdu. Ama nasıl açacağını bilmiyordu.

 

Gözleri, ahşap kapıya takıldı. Kapının ortasında basit bir demir kilit vardı.

 

Bunu açması gerekiyordu.

 

Ama anahtarın nerede olduğunu bile bilmiyordu.

 

Telaşla ellerini ceplerine götürdü. Sağ cebine, kemerine, üstüne başına bakındı.

 

Tam paniklemeye başlayacakken, Taygun kahkahayı patlattı.

 

"Gardaş, sen harbiden aklını kaybettin ha!"

 

Elini aniden Kutay’ın sol cebine soktu ve bir şey çıkardı.

 

Küçük, eski bir demir anahtar.

 

Taygun, anahtarı Kutay’a uzatarak şakayla karışık kaşlarını kaldırdı.

 

"Buyur! Sen hep sol cebine koyarsın ama onu bile unuttun herhalde?"

 

Taygun’a bakıp gülümsedi.

 

“He gardaş, kafam hâlâ dumanlıdır herhalde.“

 

Anahtarı aldı, kilide yerleştirdi. Hafifçe çevirdiğinde, kilit eski ama sağlam bir şekilde tıkırdayarak açıldı.

 

Yavaşça ahşap kapıyı itti.

 

Kapı, menteşelerinden hafif bir gıcırtıyla açıldığında, içerideki serin hava yüzüne çarptı.

 

Ve karşısındaki manzara…

 

Bildiği hiçbir eve benzemiyordu.

 

Kapının eşiğinde birkaç saniye durdu. Gözleri içeriyi taradı.

 

Taygun, onun bir şeyler düşündüğünü fark etmedi bile. Gülerek başını salladı.

 

"Neyse gardaş, seni fazla tutmayayım. Allah’a emanet, yarın görüşürüz!"

 

Kutay hafifçe başını salladı. “Allah’a emanet, gardaş.”

 

Kapıyı kapattı.

 

Kutay içeri adım attığında, eski tahta zeminin hafifçe gıcırdadığını duydu.

 

Havada odun ve is kokusu vardı.

 

İçerisi karanlıktı ama gözü biraz alışınca evi daha net görebildi.

 

Burası… fazla sade, fazla boştu.

 

Tavan kirişleri kalın ahşaptandı, taş duvarlarla birleşiyordu.

 

Hemen karşısında, üzerinde kül kalıntıları olan bir ocak vardı.

 

Sağ köşede, yünle kaplanmış bir sedir duruyordu. Yatağı burası mıydı, yoksa başka bir odası mı vardı? Emin olamadı.

 

Taş zeminin üzerine serilmiş solgun renkli bir kilim vardı. Üzerinde birkaç yanık izi vardı, belli ki eskiydi.

 

Yan duvarda, duvara çakılmış birkaç ahşap raf duruyordu. Üzerinde toprak testiler, birkaç tahta tabak ve küçük metal kaplar vardı.

 

Bütün bunları hafızasına kazımaya çalışırken, kapının arkasına yaslanıp iç çekti.

 

Burası onun eviymiş gibi görünüyordu.

 

Ama hiçbir şey tanıdık gelmiyordu.

 

Gözlerini tekrar gezdirdi.

 

Kutay’ın hayatını öğrenmek zorundaydı.

 

Ve bu hayatı yaşamaktan başka seçeneği yoktu.

 

Kutay derin bir iç çekerek sedire oturdu.

 

Beyninde düşünceler birbirine giriyordu. Zekâsını kullanarak Taygun’dan çok şey öğrenmişti, ama bu yeterli değildi.

 

Hâlâ neden burada olduğunu bilmiyordu.

 

Burası bir rüya mıydı?

 

Ama öyleyse… neden bu kadar gerçekçiydi?

 

İçinde beliren huzursuzluk hissiyle sırtını yasladı. Bugün yaşadığı şeyler ona fazla gelmişti.

 

Gözlerini kapattı. Belki de düşünmeyi bırakmalıydı.

 

Sedirin üzerinde hafifçe dönerek rahat bir pozisyon bulmaya çalıştı. Ama zihni susmak bilmiyordu.

 

Düşünceler, anılar, bu dünyaya dair bilinmezlik…

 

Ama sonunda, göz kapakları ağırlaştı.

 

Ve uykuya daldı.

 

Ama… bir şeyler değişiyordu.

 

Fark edemediği ama hissedebildiği bir şey.

 

Zihni bulanıklaştı. Bedeninde hafif bir ağırlık oluştu. Sanki etrafındaki dünya titreşiyordu.

 

Ve bir anda...

 

Gözlerini açtı.

 

Nefesi hızlandı.

 

Etrafına baktı.

 

Ve donup kaldı.

 

Kendi odasındaydı.

 

Bilgisayarı masasında, eski perdesi camın önünde hafifçe sallanıyordu.

 

Her şey… bıraktığı gibiydi.

 

Birkaç saniye boyunca nefes almayı unuttu.

 

Sonra yavaşça arkasına yaslandı, derin bir nefes verdi.

 

"Oh… Rüyaymış."

 

Ama…

 

Gerçekten basit bir rüya mıydı?

Bölüm : 12.03.2025 01:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...