5. Bölüm

5. Bölüm: Seçilmiş

Kriyus
kriyus1873

Kutay, yün sedirin üzerinde doğruldu. Vücudunda garip bir ağırlık hissediyordu; sanki bedenine ait değilmiş gibi, bir anlığına tamamen yabancılaşmıştı. Derin bir nefes aldı, ama ciğerlerine dolan hava bile farklıydı. Biraz is, biraz nem, biraz da eski ahşap kokusu karışmıştı içine. Ellerini yüzüne götürdü, hafifçe ovuşturdu. Hafif titriyordu.

Geriye yaslandı, başını ellerinin arasına aldı ve gözlerini tavana dikti. Tavan, yılların yorgunluğunu taşıyan kalın ahşap kirişlerle desteklenmişti. Küçük bir yağ lambası, duvara asılmış deri bir çantayla birlikte hafifçe sallanıyordu. Gözü, odanın köşesindeki ahşap masaya takıldı. Üzerinde birkaç parşömen ve bir kandil vardı. Duvara dayalı kalkan, neler olup bittiğine dair bir işaret gibiydi.

Bu dünya…

Gerçek olabilir miydi?

Zaten ihtimalleri defalarca düşünmüştü. Ama bir insan, düşünerek de olsa böyle bir gerçekle nasıl yüzleşirdi? Sanki bir oyun dünyasının içine hapsolmuş gibiydi.

İçini garip bir heyecan kapladı. Eğer buradaysa, eğer gerçekten buradaysa… Bu dünyaya ait olmalıydı. Onu anlamalı, keşfetmeliydi.

Ayağa kalktı. Yavaş ama emin adımlarla kapıya yöneldi. Adımları ahşap zeminde hafif bir gıcırtı oluşturdu. Elleri kapının tokmağına uzandı. O an, o soğuk metalin tenine değmesiyle birlikte gerçeklik iyice yüzüne çarptı.

Bu dünya ya gerçekti… ya da delirmek üzereydi.

Derin bir nefes alarak kapıyı araladı. Gelen ilk şey, dışarıdan taşan sabah serinliğinin yüzüne çarpmasıydı. Ve hemen ardından… o eski ahşap kokusu. İçine çekti, her zerresiyle hissetti. Burası, modern dünyanın steril ve kusursuz atmosferinden çok uzaktı.

Dışarıda onu neler bekliyordu?

Kutay, bilinmezliğe doğru ilk adımını attı.

Kapının önünde bir an duraksadı. Taygun onu buraya getirdiğinde, çevresindeki her ayrıntıyı dikkatle incelemişti. Ama şimdi, sabahın ilk ışıkları altında buraya bir kez daha bakarken, her detay çok daha gerçek, çok daha dokunulabilirmiş gibi hissettiriyordu.

Ev, büyükçe bir taş yapının bir köşesine yaslanmıştı. Taş duvarlar, yılların yıpratıcı izlerini taşıyor, rüzgârın ve yağmurun zamanla oyarak bıraktığı küçük çukurlar yüzeye gölgeler düşürüyordu. Ahşap kapı, yer yer solmuş, bazı kısımları sert darbelerle ezilmiş gibiydi. Tokmak ise demirden, yüzeyi zamanla paslanmaya yüz tutmuştu.

Kapının iki yanında, alt kısmı tuğladan, üstü ahşap kafesli küçük pencereler vardı. İçeriden belli belirsiz kımız ve yanmış odun kokusu sızıyordu. Çatının ucundan birkaç saman parçası sarkıyordu, belli ki içeride saman döşeli bir yer vardı.

Kapının hemen önündeki taş basamaklar, yıllar içinde aşınmış, orta kısımları hafifçe çukurlaşmıştı. Zeminde rastgele yerleştirilmiş taşlar, çamurun içine iyice gömülmüştü. Birkaç adım ötede, eski bir su oluğu vardı. Ahşaptan yapılmış ve kenarları yosun tutmuştu. Yanında ise içi yarıya kadar su dolu, eğreti bir kova duruyordu.

Kutay, başını kaldırıp çevresine baktı. Evinin etrafı, diğer taş evlerle çevriliydi. Dar bir sokaktaydı burası. Çarprazında, pencerelerinden siyah tütsü dumanları yükselen bir bina daha vardı. Muhtemelen bir demirci dükkânıydı. Duvarda asılı birkaç paslı nal ve yerde bir demir parçası dikkatini çekti.

Sokağın zemini kuru toprakla kaplıydı ama belli ki yağmur yağdığında burası balçığa dönüşüyordu. Oradan geçen atların ve at arabalarının izleri hâlâ duruyordu. Kenarda biriken samanlar ve taşların arasına sıkışmış ayakkabı izleri, buranın sık kullanılan bir geçit olduğunu gösteriyordu.

Biraz ötede, sabahın erken saatlerinde sokaklarda dolaşmaya başlamış birkaç insan vardı. Başlarında bez örtüler, üstlerinde keten giysilerle taş yolları ağır adımlarla geçiyorlardı. Biri, sırtında büyük bir odun demeti taşıyor, diğeri de elindeki testiyle su taşıyordu. Daha ileride, bir çocuğun, bir köpeğin kuyruğunu çekiştirirken kahkahalar attığını duydu.

Kutay, her ayrıntıyı hafızasına kazıdı. Bu dünya... burası... artık sadece bir rüya değil, onun gerçeğiydi. Derin bir nefes alıp içini çektikten sonra, bilinmezliğe bir adım daha atmaya hazırlandı.

 

Kutay, adımlarını hızlandırmadan, etrafı gözlemlemeye devam etti. Güneş ışıkları, taş binaların arasından süzülerek toprak yolları aydınlatıyordu. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen sokaklar hareketliydi.

 

İnsanlar işlerine koyulmuştu; demirciler ocaklarını yakıyor, çıraklar kovalarla su taşıyor, pazarcılar mallarını diziyor, kadınlar ise kapı önlerinde sohbet ediyordu. Oyun oynayan çocukların neşeli çığlıkları, kılıçlarını çarpıştıran askerlerin metalik yankılarıyla karışıyordu. Her köşede ayrı bir sahne, her yüz ifadesinde farklı bir hikaye vardı.

 

Kutay, her şeyi zihnine kazımaya çalışıyordu. Burası artık sadece bir rüya değildi, onun yeni dünyasıydı.

 

Ama…

 

O an garip bir his belirdi içinde.

 

Biri onu takip ediyordu.

 

Görüş alanının kenarında, bir gölge sürekli peşinden geliyordu. Bunu ilk fark ettiğinde, göz ucuyla dönüp bakmış ve yüzünü net seçemese de bu kişinin Taygun’dan başkası olamayacağını anlamıştı.

 

Ama neden?

 

Neden Taygun en yakın dostunu takip ediyordu?

 

Durup sormak istedi ama keşif yaparken aldığı keyif daha ağır bastı. "Sonra sorarım." diye düşündü.

 

Tam bu düşüncesi zihninde yankılanırken…

 

Arkasında bir gölge belirdi.

 

Ve sonra bir tane daha.

 

Kutay yavaşça durdu ve başını çevirerek geriye baktı.

 

İki adam, gözlerini ona dikmiş, sert ifadelerle duruyordu.

 

İçinde tuhaf bir his kıpırdadı.

 

Birkaç adım attığında, karşısına iki kişi daha geçti.

 

Önünde ve arkasında toplam dört kişi vardı.

 

Ve hiçbirinin yüzünde dostça bir ifade yoktu.

 

Kutay, ne olduğunu anlayamıyordu ama bir şey kesindi.

 

Bu adamlar onu rahat bırakmayacaktı.

 

Arkasındaki adam boğuk bir sesle söze girdi.

"Gardaş, seni hiç bu taraflarda görmedik. Kimlerdensin? Necisin, bi anlat bakalım."

 

Kutay, adama döndü. Ama Çağrı için bu soruların cevabı tam bir muammaydı. Gerçek Kutay’ın geçmişi hakkında bildikleri hâlâ sınırlıydı. Yine de burada hiçbir şey söylemeden duramazdı. Bu adamlar pek de dost canlısı görünmüyordu.

 

Boğazını temizleyip sesini biraz daha tok ve kendinden emin bir hale getirmeye çalışarak konuştu:

"Ben Kutay. Eski askerim, şimdi de çiftçilik yapıyorum. Niçin sordun, gardaş?"

 

Adam kaşlarını çattı, başını yana eğerek onu tepeden tırnağa süzdü. Gözlerinde güvensizlik ve şüphe vardı.

"Hmm… Çok şüpheli görünüyorsun."

 

Kutay’ın kaşları çatıldı. Neyin şüphesi lan bu?! diye geçirdi içinden. Az önce kendisine yöneltilen soruya gayet net bir cevap vermişti. Ama belli ki adamlar bahane arıyordu.

 

İçinden "Şimdi mal mal sorular soracaklar, ben de bu çamurun içinden çıkmaya çalışacağım." diye geçirdi ama dışarıdan kendini kayıtsız göstermeye çalıştı. Ancak, arkasındaki adam bir adım daha yaklaşınca Kutay’ın içgüdüleri alarm vermeye başladı.

 

"Bize burada haftalardır hırsızlık yapıp izini kaybettiren birileri var. Senin de bu mahallede ilk defa görülmen garip değil mi?" dedi adam, sesi daha da sertleşerek.

 

Şimdi taşlar yerine oturuyordu. Demek bu yüzden ona bu kadar şüpheli yaklaşıyorlardı. Yabancı olduğu için hırsız olabileceğini düşünüyorlardı.

 

Kutay, durumun ciddiyetini fark etti. Ne yaparsa yapsın, bu adamlara "Ben suçlu değilim." diyerek ikna edemezdi. Eğer lafla çözülseydi, bu adamlar zaten böyle tehditkâr bir tavır takınmazdı.

 

Tam bir şeyler söyleyecekken, birisi hızla kolunu kavradı.

 

"Bence boşuna çene çalmayalım. Hırsız mı değil mi, bunu öğrenmenin bir yolu var."

 

Kutay ne olup bittiğini anlayamadan adamın sert kavrayışıyla sarsıldı. İçindeki savaşçı içgüdüleri harekete geçmek için bağırıyordu, ama bir yandan da burada olay çıkarmak istemiyordu.

 

Önündeki adam, hafif bir sırıtışla başını öne eğdi.

"Haydi bakalım, seni biraz sorguya çekelim."

 

Kutay, dişlerini sıktı.

 

"Siktir!" dedi içinden. Bu hiç iyi olmadı.

 

Önündeki adam sertçe omzuna bastırarak onu diz çökmeye zorladı. Kutay, içgüdüsel olarak direndi ama adamın gücü karşısında yerinde sabit kalmakta zorlandı.

 

"Diz çök, hırsız!" diye hırladı adam, sesi tehditkârdı.

 

Kutay dişlerini sıktı. Bu duruma düşmek gururuna dokunuyordu. Çağrı’nın dünyasında olsaydı, birini tek yumrukla yere yapıştıracak kadar güçlüydü. Ama burada... Burada, Orta Çağ’ın sert gerçekleriyle yüzleşmek zorundaydı.

 

İçindeki o tanıdık öfke yükseldi. Boks antrenmanlarında öğrendiği teknikler aklına geldi. "Bir yumruk atarsam, dengelerini bozarım. Belki kaçacak bir boşluk yaratırım."

 

Vücudunun hafifçe yana kaymasına izin vererek, tüm gücüyle adama sert bir yumruk savurdu. Yumruk, adamın çenesine oturdu. Ama…

 

Adam titremedi bile.

 

Kutay’ın gözleri büyüdü. O kadar kuvvetli bir darbe almasına rağmen adam sadece başını hafifçe yana eğmişti.

 

"İşte şimdi sıçtık."

 

Adam, hafifçe çenesini ovuşturup gülümsedi.

"Bu muydu? Hah, sen bayağı cılız bir adamsın."

 

Kutay gözlerini devirdi. Belli ki burada fiziksel gücüyle işin içinden sıyrılamayacaktı.

 

Ama düşünmeye bile fırsatı olmadı. Arkasındaki adam, saçlarından kavrayarak başını aşağı bastırdı. Kutay istemese de dizleri taş zemine çarptı. Dizleri acıyla zonklarken, diğer adam da kılıcını çekti ve soğuk metalin boynuna değdiğini hissetti.

 

Kalbi hızla atıyordu. İlk kez, Orta Çağ’ın vahşi dünyasında gerçekten ölebileceğini hissetti.

 

Ama tam o anda…

 

Zaman durdu.

 

Rüzgâr kesildi. Yapraklar havada asılı kaldı, sokaktan gelen gürültüler, insanların soluk alışları bile bir anda sustu. Kuşların cıvıltısı, ayak sesleri, hatta kendi nefesinin sesi bile kaybolmuş gibiydi. Kutay, boğazına dayanan kılıcın soğuk metalini hissedebiliyordu ama hiçbir şey hareket etmiyordu. Adamlar birer taş heykel gibi donmuştu. Gökyüzünde bulutlar bile sabitlenmiş, zamanın kendisi bu anın içinde sıkışıp kalmıştı.

 

Göz bebekleri titredi. Bedenine ait olmayan bir ürperti tüm vücuduna yayıldı. Her şey durduysa… neden kendisi hâlâ hareket edebiliyordu? Nefesi sıklaştı. Zihninde, bir fısıltı yükseldi. Ama bu bir insan sesi değildi.

 

Güçlü, yankılanan, kadim bir ses zihnini doldurdu. Sanki dünyanın kendisi konuşuyordu.

 

"Ey Seçilmiş Soydan gelen ve görevi devralan kişi. Omuzlarına sen istemeden çok ağır bir yük yükledik."

 

Kutay kaslarının gerildiğini hissetti. Kalp atışları yavaşladı, ama vücudu sanki bir girdabın içine çekiliyordu. Bacaklarının altındaki zemin sağlamdı ama kendini ağırlıksız gibi hissediyordu. Sanki gerçeklikle bağı kopmuştu.

 

Bilinmeyen Ses devam etti:

 

"Sana, ilk seçilmiş olan atanın hikâyesini anlatacağız."

 

Duyduğu her kelime, zihnine kazınıyor, bir yankı gibi beyninin içinde tekrar tekrar çarpıyordu.

 

"İnsanlık, yaratıldığı ilk dönemde 10.001 yıl yaşadı. Ancak bu uzun ömür, onları yozlaştırdı. Kendi hırsları ve ihtirasları içinde kayboldular. Zayıfları ezdiler, toprakları mahvettiler, dünyayı ateşe verdiler. Sonunda Evren, onların hükmüne son verdi. Dünyayı sıfırladı ve 10.000 yıllık bir yaşam süresi sınırı koydu."

 

Kutay, beyninde yankılanan kelimelerin ağırlığını hissetti. O kadar gerçekti ki... rüyada olmadığını biliyordu.

 

"Dünya… sıfırlandı mı?"

 

Kendi sesi ona ait değilmiş gibi çıkmıştı.

 

Bilinmeyen ses, yankılanarak devam etti:

 

"Bu böyle üç kere devam etti. Dünya her defasında 10.000 yıllık sürecini tamamladı ve yeniden başlatıldı."

 

Kutay’ın zihni zonklamaya başladı.

 

“Bütün insanlık… defalarca yok edildi mi?”

 

"Bu nasıl olabilir...?”

 

Bilinmeyen Ses devam etti:

 

"Ama biz, bunun haksızlık olduğuna inandık. Birkaç insanın işlediği günahın, tüm insanlığa mal edilmemesi gerektiğine karar verdik. Bu yüzden, bir seçilmişin doğmasına vesile olduk. İşte, sen onun soyunun devamısın."

 

Kutay’ın kalbinin atışı hızlandı. Soğuk terler sırtından süzüldü. Bu gerçek olamazdı.

 

"İlk Seçilmiş olan, senin 80.000 yıl önceki atan, dünyanın kaderini değiştirmeye çalıştı. Ama başaramadı. O öldü. Ve dünya bir kez daha sıfırlandı."

 

80.000 yıl...

 

Kendi atası mıydı?

 

Bu cümle zihninde yankılanırken, dünya üzerine çöken devasa bir yük gibi hissettirdi.

 

Bilinmeyen ses tekrar konuştu:

 

"Ama bu hikâye burada bitmedi."

 

Kutay’ın gözleri daraldı. "Bitmedi mi?"

 

Ses, zamanın içinden gelen yankılar gibi ağır ve otoriterdi:

 

"Ondan sonra senin soyundan yedi kişi daha seçtik. Her biri kaderi değiştirmeye çalıştı. Ama her biri başarısız oldu. Ve dünya her defasında yeniden sıfırlandı."

 

Kutay’ın yüzü gerildi.

 

"Yedi kişi… ve hepsi başarısız mı oldu?"

 

"Evet."

 

"Kimi kendi hırsına yenik düştü, kimi dünyayı kurtarmak için yanlış yolu seçti, kimi ise daha savaş başlamadan öldü. Ama bu yedi başarısızlık, bize bir şey öğretti: Yanlış insanları seçiyorduk."

 

Kutay’ın nefes alışları hızlandı.

 

"O zaman neden hâlâ benim soyumdan seçiyorsunuz?"

 

Bilinmeyen ses bir an sessiz kaldı.

 

Sonra cevap geldi:

 

"Çünkü senin soyun, dünyayı sıfırlamadan önceki ilk seçilmiş kişinin soyundan geliyor. O, 80.000 yıl önce de bu savaşı başlatmıştı. Ve biz, onun soyundan gelenlerin bu döngüyü kırabileceğine inanıyoruz."

 

Kutay yutkundu.

 

Bu bir lanetti.

 

Bu onun kaderi miydi?

 

Bilinmeyen ses, onun aklından geçenleri duymuş gibi cevap verdi:

 

"Son 500 yılda, senin soyundan beş kişi daha Seçilmiş oldu. Ve her biri, dünyanın yok oluş süresini 100’er yıl uzattı. Dünya, ilk kez 10.500 yıl yaşadı. Şimdi sıra sende."

 

Kutay başını kaldırdı.

 

Yüz yıl… sadece yüz yıl mı?

 

Zihninde bir kıvılcım çaktı.

 

“Niye sadece 100 yılla yetiniyorum?”

 

Derin bir nefes aldı. Sesi artık titreksiz ve netti.

 

"Ben bu döngüyü kırmak istiyorum! Bu mümkün mü?"

 

Bilinmeyen ses, önce sustu.

 

Sonra…

 

"Mümkün."

 

Kutay’ın gözleri parladı.

 

Ama ses devam etti:

 

"Ama bunun bedeli ağır olacak. Senin yolun, öncekilerden çok daha zorlu olacak. Ve başarısız olursan, yalnızca kendi sonunu değil, tüm insanlığın sonunu hazırlayacaksın."

 

Kutay derin bir nefes aldı. Beyninde yankılanan o kelimeleri bastırarak konuştu:

 

"Kabul ediyorum."

 

Tam o anda zihin patlaması gibi bir güç onu sardı.

 

Zaman... tekrar akmaya başladı.

 

Adamın kılıcı aniden ilerlemeye devam etti—ama Kutay artık orada değildi.

 

Gözleri yeni bir kararlılıkla parlıyordu.

 

Ve şimdi, kaderi kendisi yazacaktı.

 

 

Bölüm : 13.03.2025 17:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...