
Hava, keskin bir çelik sesiyle yarıldı.
Adamın kılıcı, Kutay’ın boynuna ulaşmak için savrulmuştu ama… o artık orada değildi.
Adamın gözleri aniden büyüdü. Kılıcı boşa gitmiş, yalnızca rüzgârı kesmişti. Dengesini toparlamak için bir adım geriye çekildi. Kaşlarını çatarak etrafına baktı. Nereye kaybolmuştu bu herif? Kalbi hızlanmış, göğsüne bir sıkışma oturmuştu. Az önce kılıcını boynuna dayadığı adam bir anda yok olmuştu.
Ve sonra…
Gözleri onu gördü.
Biraz ileride, taş yolun tam ortasında duruyordu. Dimdik. Sarsılmaz. Gökyüzüne meydan okuyan bir dağ gibi…
Sırtı gerilmiş, başı yüksek, elleri belindeydi.
Kutay.
Sanki ölümün kıyısından dönmemiş gibi… Sanki az önce kılıç boğazına dayanıp kaderi mühürlenmemiş gibi… Sanki bu dünyanın kanunları onun için geçerli değilmiş gibi orada, hareketsiz duruyordu.
Gözleri… başka bir dünyaya açılan bir kapı gibi parlıyordu. Derin, dipsiz bir okyanusun içinde alev alan bir yıldız gibi… Karanlığın içinden ışıldayan, hem ürkütücü hem de durdurulamaz bir şey…
Adamın kanı çekildi. Ellerinin terlediğini hissetti. İçindeki en ilkel içgüdü bağırıyordu: Kaç!
Ama hareket edemedi.
Bütün vücudunu açıklayamadığı bir korku sardı.
Karşısındaki adam, az önce ölüme en yakın olduğu anda gözlerini kapatmayan, korkmayan, kaçmayan biriydi.
Şimdi ise... kendi iradesiyle geri dönmüştü.
Ve bunu nasıl yaptığını kimse bilmiyordu.
Bu nasıl mümkündü?
Nasıl bu kadar hızlı hareket etmişti?
Ama Kutay’ın aklında şu an bambaşka bir düşünce vardı. Damarlarında bir şeylerin aktığını hissediyordu. Göğsünden kollarına, bacaklarından parmak uçlarına kadar yayılan sıcak, yoğun bir his… İçinde kaynayan bir güç, adeta daha önce hiç tatmadığı bir alev gibiydi.
Bilinmeyen Güçlerle konuştuğunda böyle olmuştu.
Bu kalıcı mıydı?
Bu güç… hep onunla mı olacaktı?
Bunu düşünürken, bir anda kendisine doğru gelen bir hareketi gözden kaçırdı. Adam tekrar saldırıyordu! Kılıcını yukarıdan aşağı hızla savurdu, keskin çelik, havayı yararak üzerine geliyordu. Kutay’ın tepki vermek için yalnızca bir saniyesi vardı!
Ama…
O anda bir şey oldu.
Bir el, adamı sertçe yana itti.
Adam sendeleyerek birkaç adım geriye savruldu, kılıcı elinden kaymak üzereydi. Ve o an tok bir ses gökyüzünü doldurdu.
"ULAN SİZ NE YAPMAYA ÇALIŞIYORSUNUZ?"
Kutay, başını çevirdi.
Bu ses... Taygun!
Ama… Bu Taygun, tanıdığı adam değildi.
Gözleri ateş gibi parlıyordu. Omuzları gerilmiş, vücudu öfkeden titriyordu. Hiddetle bağırıyordu, ama sesi sadece öfke dolu değil… tehditkârdı. Öyle bir güçle konuşmuştu ki, sanki sesi bile havayı yarıp geçiyordu.
Kutay ona bakarken bir anlığına Taygun’u başka bir adam gibi gördü. Daha önce bu kadar öfkeli görmemişti onu. İçinde bir savaşçının kükremesi gibi bir şey saklıydı.
Ama o sırada…
Taygun’un ittiği adam hızla dengesini toplayarak ayağa kalktı. Ve gözleri kısılarak kılıcını Taygun’a doğru kaldırdı!
Kutay’ın içgüdüleri harekete geçti.
O an… düşünmedi.
Adamın kol kasları gerildi, kılıcı Taygun’un boğazına indirecekti!
Ama…
Kutay yıldırım gibi harekete geçti.
İki eliyle adamın bileğini kavradı.
Ve bütün gücüyle sıkıp, kılıcı çekerek onu havaya fırlattı!
Çelik, bir kayanın üzerine çarparak yere düştü.
Sessizlik.
Adam şok içinde eline baktı. Kılıcı nasıl kaybetmişti?
Kutay da nefes nefese… ellerine bakıyordu.
Bu gücü… nasıl kullanabilmişti?
Kendi gücünü bu kadar artıracak ne olmuştu?
Ama ne Kutay, ne de adam buna inanabiliyordu.
Ve… Bilinmeyen Güçler’in sesi yeniden zihninde yankılandı.
> "Sana hayatta kalman için geçici bir güç bahşettik, ama bu yalnızca bir istisnaydı. Gerçek gücünü kendin kazanmalısın."
Kutay’ın nefesi sıklaştı. Ellerini yumruk yaptı.
Bu… sadece bir istisnaydı.
Ama eğer isterse… bunu kendisi yapabilir miydi?
Taygun, gözlerini Kutay’a dikmişti. Şaşkınlık, hayranlık ve anlam veremediği bir korku karışımı bir ifadeyle ona bakıyordu. Az önce gördüğü şey... normal değildi.
Kutay, az önce bir adamın bileğini tek hamlede sıkıp, kılıcı elinden koparırcasına çekip fırlatmıştı. Bunun insanüstü bir hareket olduğunun farkındaydı. Ama… bu gücü nasıl kazandığını bilmiyordu.
Bu o muydu?
Yoksa… o sesi duyduktan sonra içinde bir şeyler mi değişmişti?
Ama düşünecek vakti yoktu. Adam hâlâ şok içinde bileğine bakarken, arkasındaki diğer adamlardan biri hızla Kutay’a doğru ilerledi.
Kılıcı yukarıdan aşağıya hızla savurdu.
Kutay’ın vücudu içgüdüsel olarak hareket etti.
Bir adım yana kayarak hamleyi boşa çıkardı. Ama… çok fazlasını düşündü. Ayaklarının hareketi, modern dünyada alıştığı gibi seri ve güçlüydü, ama bu vücut...
Bu vücut, o gücü kaldırmıyordu!
Ayağı hafif takıldı, dengesini kaybetti.
Bunu fırsat bilen adam, hemen ardından tek hamlede ona omzuyla çarptı.
Kutay’ın nefesi göğsünde sıkıştı. Geriye doğru savruldu, dengesini toparlayamadan yere düştü.
Kontrol edemiyordu.
Bilinmeyen Güçler ona geçici bir güç vermişti. Ama vücudu bu güce ayak uyduramıyordu, daha temkinli olmalıydı. Ama Taygun… Taygun, bir saniye bile tereddüt etmeden harekete geçti.
Adam, Kutay’ı yere serdiği anda, Taygun’un sert yumruğu adamın çenesine oturdu.
Kırılan bir kemiğin sesi havaya karıştı.
Adamın gözleri büyüdü, vücudu istemsizce geriye çekildi. Dengesini kaybetti ve yüzü öne eğildi.
Ama Taygun durmadı.
Bir adım öne çıkıp, dirseğini adamın yanağına indirdi.
Adam, boylu boyunca yere serildi.
Herkes bir anlığına dondu.
Sadece Taygun nefes nefese, hiddetle karşısındakilere bakıyordu.
"Bu kadarına izin vermeyeceğim."
Kutay, yere oturmuş, nefesini dengelemeye çalışırken Taygun’a baktı. Taygun... az önce birini tek hamlede devirmişti.
Ama Kutay’ın kafasını kurcalayan şey başkaydı.
Taygun neden buradaydı?
Nasıl oldu da tam zamanında onu bulmuştu?
Düşüncelerini bir kenara itti. Önündeki adamlar, Taygun’un sert bakışları altında bir an tereddüt etti. Ama sonra…
Kılıçlarını daha sıkı kavradılar.
Şimdi… işler gerçekten ciddileşiyordu.
Kutay, içindeki enerjinin hala orada olduğunu hissediyordu. Ama onu nasıl yönlendireceğini bilmiyordu. Vücudu güç doluydu, ama bu gücü kontrol edemiyordu.
Adamlar hızla üzerlerine gelirken, Kutay dişlerini sıktı.
"Bu sefer hata yapmayacağım."
Gözleri Taygun’a kaydı. Taygun’un duruşu sağlamdı, bakışları hiddetliydi. Bu adam bir savaşçıydı.
Kutay hızlıca Taygun’un yanına döndü, "Birisi sende, kalanları ben halledeceğim."** dedi.**
Taygun tek kaşını kaldırdı. Bir anlık tereddüt yaşadı, ama Kutay’ın gözlerindeki o tuhaf güveni görünce başını hafifçe salladı.
Ve sonra…
Dövüş başladı.
Öndeki adam, kılıcını sertçe Kutay’ın göğsüne doğru savurdu.
Kutay, bu sefer bilinçli bir şekilde adım attı. İçindeki gücü hissetti, hareketlerine yön verdi.
Ve...
Hızlıydı.
Sıradan bir insanın asla yapamayacağı bir çeviklikle yana kaydı. Gövdesini hafifçe eğdi, adamın kılıcı sadece havayı yardı.
Şimdi!
Kutay, bir an bile tereddüt etmeden dirseğini adamın göğsüne geçirdi.
Bir patlama gibi… Adamın ayakları yerden kesildi, göğsü içeri göçtü. Kutay, kendini durduramıyordu!
Adam 5 adım geriye savrulup sırtüstü yere düştü.
Ama Kutay’ın gözleri büyüdü.
Ne… yaptım ben?
Adam kımıldamıyordu.
Kutay nefesini tuttu. Onu öldürmüş müydü?!
Ama düşünmeye vakit yoktu. Bir diğer adam arkasından hızla saldırdı.
Taygun da kendi rakibini meşgul ediyordu. Kutay arkasına bile bakmadan eğildi, saldırıyı boşa çıkardı.
Ve sonra…
Gövdesini kendi ekseninde döndürerek, tek bir tekmeyle adamı yere çarptı.
Bu sefer daha kontrollüydü.
Kutay hızla doğrulup etrafına baktı. İçindeki güç hala canlıydı.
Ama onu daha fazla kullanırsa, vücudu ne kadar dayanabilirdi?
Taygun, Kutay’ın dövüşünü izlerken kaşlarını çattı. Bu adam… gerçekten Kutay mıydı?
Her zamankinden daha hızlıydı. Daha güçlü. Daha vahşi.
Ama Taygun’un dikkatini dağıtacak vakti yoktu.
Önündeki adam, hiddetle ona saldırdı.
Taygun, bu hamleyi daha saldırı gelmeden önce sezdi. Bir adım geriye çekildi, kılıcını hızla savurarak adamın hamlesini bloke etti.
Demir, demire çarptı.
"Sen kim oluyorsun da buraya gelip insanlara saldırıyorsun, ha?!" diye bağırdı Taygun, kılıcıyla sert bir hamle yaparak adamı geri itti.
Ama adam kolay kolay pes etmedi.
Hemen dengesini toparladı, hızlı bir kılıç darbesi savurdu.
Taygun geriye sıçrayarak kıl payı kurtuldu.
Ama adam onun kadar şanslı değildi.
Kutay, bir saniye bile tereddüt etmeden adamın bacaklarının arasına girip onu omzunun üzerinden yere fırlattı.
Adam, taş zemine sırt üstü düşerken acılı bir inleme çıkardı.
Ve sonra... sessizlik.
Geriye sadece iki adam kalmıştı.
Ve bu sefer… korkmuşlardı.
Kutay, nefes nefeseydi. İçindeki o yabancı güç, az önce damarlarında şimşek gibi dolaşan o ham enerji, şimdi hızla sönüyordu.
Daha az önce üstlerine çullanan o kendinden emin adamlar, şimdi arkadaşlarının acı içinde kıvrandığını görünce yüzlerindeki korkuyu gizleyemediler.
Önce birisi, sanki hayalet görmüş gibi irkilerek geriledi.
Sonra diğer adam, gözlerini Kutay’ın üstünde sabitlemiş halde geriye birkaç adım attı.
“B-bu insan olamaz…!”
Ve sonra, panikle döndüler ve koşa koşa kaçtılar.
Kutay, şimdi derin bir nefes aldı.
Etrafına bakındı, yerde yatan adamlardan biri hala hareket etmiyordu.
Bir anda, göğsünde keskin bir endişe hissetti.
Kutay hemen diz çöküp, az önce dirseğiyle yere serdiği adamın yanına geldi. Eli titreyerek nabzını kontrol etti.
Bir an için, adamın ölmüş olabileceği ihtimali bile midesini bulandırdı.
Ama...
Nabzı atıyordu.
"Ohh..." diye hafifçe inledi, derin bir nefes vererek.
Şu an için katil olmanın psikolojisini kaldıramazdı.
Ama…
Vücudu çok garip hissediyordu.
Önce bacaklarında bir ağırlık oluştu. Sonra kolları güçsüzleşti.
Sanki az önce içinden geçen o enerjinin tamamı, şimdi geriye çekiliyordu.
İçindeki her şey aniden sönmüş gibi.
Nefesi düzensizleşti, bacakları titredi.
Bayılacak gibiydi.
Ayakta durmak gittikçe daha zor hale geliyordu.
Ve tam yere yığılmak üzereyken, bir çift güçlü kol onu havaya kaldırdı.
Kutay başını kaldırdı.
Taygun onu sırtına almıştı.
"Daha iyi misin, gardaşım?"
Kutay hırıltılı bir şekilde güldü.
"Daha iyiyim de... sen beni niye takip ettin?"
Taygun, adımlarını hızlandırarak onu eve doğru taşımaya başladı.
Kutay, adamın sırtında taşınmanın garip hissettirdiğini düşündü. Ama şu an kendi ayakları üzerinde duracak halde değildi.
Taygun derin bir nefes aldı. Belli ki bir şeyleri tartıyordu.
Ve sonunda, konuştu:
"Gardaşım..." dedi, sesi biraz tereddütlüydü. "İki gün önce handa sızıp uyandığında... sen normal değildin."
Kutay’ın gözleri kısıldı.
Taygun devam etti:
"Üstüne dün de çok paniktin. Saçma sapan şeyler yapıyordun."
Kutay'ın beyninde şimşek çaktı.
"Dün..."
Kutay, dün gece bu bedende GERÇEK Kutay’ın olduğunu fark etti.
Ve Taygun’un dediğine göre... o, çok panik haldeydi.
Kutay’ın kalbi hızla atmaya başladı.
Acaba...
Gerçek Kutay da, Çağrı'nın bedenine mi geçiyordu?
Kutay’ın zihni, çılgınca bir hızla çalışıyordu.
Gerçekten de böyle bir şey mümkün olabilir miydi?
Eğer kendisi bu bedene geçiyorsa...
O halde Gerçek Kutay da onun bedenine geçiyor olmalıydı.
Bu düşünce ilk başta inanılmaz gelmişti.
Ama…
Evin darmadağınık olması.
Eşyaların yer değiştirmiş gibi durması.
Her şey nihayet anlam kazanmaya başlamıştı.
"Demek ki o da benim dünyamda…"
Kutay, içinden geçen bu cümleyi yüksek sesle söylemedi.
Ama bir an, bu absürt fikrin içinde komik bir detay yakaladığını hissetti.
Ve istemeden de olsa, kıkırdadı.
Taygun, onu hâlâ sırtında taşırken şaşkın bir ifadeyle başını hafifçe çevirdi.
"Ne oldu, gardaşım?"
Kutay, kendini biraz toparlayarak yorgun bir gülümsemeyle başını iki yana salladı.
"Boş ver… sadece bir sahne gözümün önüne geldi."
Taygun, kaşlarını çattı ama bir şey sormadı.
Kutay ise, zihninde beliren o görüntüyle eğlenmeye devam ediyordu.
Gerçek Kutay, modern dünyada, onun evinde.
Ve ocak yakmayı bilmiyor.
Kutay’ın yüzü iyice gevşedi.
İstemsizce kafasını Taygun’un omzuna yasladı, dudaklarında hâlâ silik bir tebessüm vardı.
"Hayal edebiliyorum…"
Çağrı’nın mutfağı.
Tezgâhta duran bir tabak.
İçinde yumurta.
Ve... ocağın altı kapalı.
Gerçek Kutay, tavada kırılmış yumurtalarla ocağın başında durmuş,
"Ulan bu ateş niye yanmıyor?!"
diye söyleniyor olmalıydı.
Kutay gözlerini kapattı, nefesi hafifçe titredi.
Bir şey kesin gibiydi…
Gerçek Kutay, şu anda modern dünyada kesinlikle çaresiz hissediyordu.
Kutay, ona nasıl yardım edeceğini bilmiyordu.
Ama bu fikri şimdilik bir kenara koyması gerektiğini biliyordu.
Taygun'un sesi, düşüncelerini böldü.
"Eve geldik sayılır gardaşım."
Kutay, zihnindeki karmaşayı bastırmaya çalıştı.
Gerçek Kutay’ın Çağrı’nın dünyasında ne yaşadığı belirsizdi ama tahmini zor değildi. Eğer her uyuduklarında yer değiştiriyorlarsa, o da şimdi Çağrı’nın hayatını yaşıyordu. Bilmediği bir şehirde, bilmediği teknolojiler içinde, bilmediği bir hayatta…
Şimdiye kadar anlamlandıramadığı pek çok şey, bir anda yerine oturmuştu. Evdeki eşyaların yer değiştirmesi, buzdolabındaki yarım bırakılmış yumurtalar… Gerçek Kutay ocak yakmayı bilmiyordu. Yumurtaları kırmış ama pişirememişti. Bu düşünce Kutay’ın dudaklarına istemsiz bir gülümseme kondurdu.
Ama bu gülümseme uzun sürmedi.
Zihninin derinliklerinden yankılanan o kadim ses, düşüncelerini gölge gibi takip ediyordu. "Son 500 yılda, senin soyundan beş kişi seçildi ve her biri dünyanın süresini 100 yıl uzattı. Şimdi sıra sende."
Bu cümle, beyninde tekrar tekrar yankılandı. Sıra sendeydi. Peki, gerçekten ne yapması gerekiyordu?
Kendi kendine iç çekti. En iyisi modern dünyaya döndüğünde, uyumadan önce Kutay’a bir not bırakmaktı. Eğer gerçekten yer değiştiriyorlarsa, o da mesajı okuyacaktı.
Tam o sırada, Taygun’un sesi onu düşüncelerinden kopardı:
"Eve geldik sayılır, gardaşım."
Kutay başını kaldırıp çevresine bakındı.
Güneş, batıya doğru alçalmaya başlamış, gökyüzü turuncu ve mor tonlara bürünmüştü. Uzun taş duvarlarla çevrili dar sokaklardan geçiyorlardı. Yollar, gün boyu geçen atların ve arabaların bıraktığı izlerle doluydu, kuru toprak bazı yerlerde çamur birikintileriyle kaplanmıştı.
Sokağın köşesinde, yaşlı bir adam tahtadan oyulmuş bir taburede oturmuş, önündeki hasır sepete bakıyordu. İçinde taze pişmiş ekmekler vardı, kokusu havaya yayılıyordu. Az ileride, elinde fırın küreğiyle bir kadın, hamuru yoğurarak tezgâhın üzerine yayıyordu. Bazı dükkanlardan yükselen kavrulmuş et ve baharat kokuları, havada keskin bir iz bırakıyordu.
Fırıncının karşısında bir demirci dükkânı vardı. İçeriden gelen metalin metale çarpma sesi, sokakta yankılanıyordu. Bir çırak, kor halinde kızarmış bir demir parçasını maşayla tutuyor, ustasıysa çekici hızla savurarak ona şekil veriyordu. Körüklerden yükselen gri duman, havada hafifçe süzülerek kayboluyordu.
Kutay, çevresindeki her detayı zihnine kazıyordu. Burası onun dünyasıydı artık.
Taygun, omzunda Kutay’ı taşıyarak nihayet eve ulaştı. Kapıyı tek hamlede açıp içeri girdi, sonra Kutay’ı dikkatlice yere bıraktı.
Kutay derin bir nefes aldı, bedeni yorgunluktan titriyordu. İçindeki güç patlamasının etkileri yavaş yavaş kayboluyordu ama kasları hâlâ sızlıyordu.
Taygun elini beline koyup kıkırdadı.
"Gardaşım, sen bayağı dağıldın. Biraz yemek yemen lazım."
Kutay istemsizce başını salladı. Aç olduğunu ancak şimdi fark ediyordu.
Taygun, kılıcını bir kenara bırakıp mutfak kısmına geçti. Tencereleri karıştırdı, dolaplardan kuru et ve birkaç sebze çıkardı. Bir yandan bir demir bıçağı alıp sebzeleri doğramaya başladı.
Odada yemek kokuları yayılmaya başladığında, Kutay gözlerini kapadı.
Bilinmeyen Güçlerin sözleri hâlâ zihninin derinliklerinde yankılanıyordu:
"Dünya ilk kez 10.500 yıl yaşadı. Şimdi sıra sende."
Kutay’ın düşünceleri, havaya yayılan baharat kokusuyla bölündü.
Taygun, büyükçe bir kazanda çorba benzeri bir yemek pişirmişti. İçinde doğranmış et, birkaç baharat ve haşlanmış sebzeler vardı. Kaynar suyun yüzeyinde yağ damlacıkları hafifçe dalgalanıyor, yemeğin sıcak buharı odanın soğuk havasına karışıyordu. Tabağı Kutay’a uzattığında, Kutay bir an duraksadı.
Modern dünyada böyle bir yemek yeme şansı neredeyse hiç olmamıştı. Hızlı yiyecekler, paketli ürünler ve mikrodalgada ısıtılan yemekler… Her şey fabrikasyondu, yapaydı. Ama burada, yemek bile bir ritüeldi. Doğal, ağır ve sabırla hazırlanmış.
Kaşığı kaldırıp bir lokma aldı. Sıcak, baharatlı ve hafif acıydı. Boğazından aşağı inerken içini ısıttı. Yemeğin yoğun tadı, ona modern dünyadaki tatsız ve hızlı öğünleri hatırlattı. Buradaki her şeyin farklı olduğunu bir kez daha anladı.
Taygun ise iştahla yemeğini yiyor, arada bir Kutay ne yapıyor diye bakıyordu.
Dışarıda hava tamamen kararmıştı. Pencereden süzülen loş ay ışığı, odanın taş duvarlarına yumuşak gölgeler düşürüyordu. Sokaklardan gelen sesler yavaş yavaş kesiliyor, gece Orta Çağ’ın derin sessizliğini getiriyordu.
Yemekler bitince Taygun ayağa kalktı.
"Allah'a emanet gardaşım, yarın görüşürüz."
Kutay da elini kaldırarak selam verdi, Taygun kapıdan çıkıp evine doğru gitti.
Gözleri, şimdi boş olan yemek tabağına kaydı. Yorgundu. Hem bedeni hem de zihni tükenmişti. Yavaşça sedire uzandı, gözlerini tavana dikti.
Bu gece de uyuduğunda… tekrar modern dünyaya dönecek miydi?
Göz kapakları ağırlaşırken, içinde garip bir huzursuzluk belirdi.
Sonra, bilinmeyen güçlerin sesi zihninde yankılandı:
"Sıra sende."
Bilinç yavaş yavaş kayboluyordu.
Ama bu sefer…
Farklıydı.
İçinde bir ürperti hissetti. Önce parmak uçlarında, sonra bileklerinde, ardından tüm vücudunda. Sanki damarlarında buz gibi bir şey akıyordu. Kasları aniden kasıldı, nefesi sıkıştı. Göğsüne görünmez bir ağırlık oturdu, sanki derisinin altındaki bütün sinirler bir an için aynı anda titremişti.
Zihni bulanıklaştı.
Gözleri kapalıydı ama bir ışık gördü. Küçük, titreşen bir parıltı. Sonra ışık büyüdü, parlamaya başladı. Göz kapaklarının ardında, parlak bir boşluk onu içine çekiyordu.
Kulakları uğuldamaya başladı. Zaman algısı kayboldu. Uyumuyordu, ama uyanık da değildi.
Sonra birden…
Her şey sustu.
Bir an için ne karanlık vardı, ne ışık.
Ne ses vardı, ne his.
Ve ardından…
Bir alarm sesi yankılandı.
Çağrı, gözlerini açtı.
Nefesi düzensizdi. Tavan… odasının tavanıydı. O tanıdık beyaz yüzey. Ama başı dönüyordu. Sanki hâlâ iki dünya arasında sıkışıp kalmıştı. Kaslarını hareket ettirmek zor geldi.
Nefes aldı. Derin, uzun bir nefes.
Ve o an fark etti.
Geri dönmüştü.
Ama burada işler eskisi gibi olmayacaktı.
Çünkü artık bir şey kesindi.
"Gerçek Kutay da buraya gelmişti."
Ve onunla iletişim kurması gerekiyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.79k Okunma |
1.66k Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |