
Alarmın tiz sesi odada yankılanıyordu. Çağrı, göz kapaklarını ağır ağır araladı. Tavana dikili gözleriyle birkaç saniye öylece yattı. Kalbi hâlâ hızla atıyordu.
Vücudu serin çarşafların arasına gömülmüş olsa da, zihni hâlâ taş sokaklarda, dövüşün ortasında ve Taygun’un sırtında taşınırken hissediyordu.
Nefesini dengelemeye çalıştı. Kafasının içinde yankılanan sesler… Bilinmeyen Güçlerin sözleri, Kutay’ın dünyasındaki kavga, güç patlaması, baygın düşüşü… Her şey bir kabus gibi zihnine kazınmıştı. Ama bu bir kabus değildi. Gerçekti.
Başını yana çevirdi. Bilgisayarı açık kalmış, ekranda LoL istemcisi öylece duruyordu. Masanın üstünde boş bir cips paketi ve yarım kalan bir kola vardı. Pencerenin arasından sabah güneşinin soluk ışığı süzülüyordu.
Derin bir nefes aldı.
Dün gece yaşadıkları tekrar zihnine hücum etti.
İlk başta ölümle burun buruna gelişi… Ardından Bilinmeyen Güçler'in sesi… Ve sonra o kısa süreli güç patlaması. O an, her şeyi yapabilecek gibi hissetmişti ama gerçeği öğrenmesi uzun sürmemişti. Güç, onun değildi. Birkaç dakika içinde vücudu pes etmiş, kontrolü tamamen kaybetmişti.
Ellerini açıp avuçlarına baktı. Modern dünyada hiçbir şey değişmiş gibi görünmüyordu. Fakat kendisinin değiştiğini hissediyordu.
Bu iki dünya arasındaki geçiş… Her seferinde onu biraz daha farklı biri yapıyordu.
Başını iki yana salladı. Şimdi bunları düşünmenin sırası değildi. Daha önemli bir şey vardı.
Gerçek Kutay, onun bedenindeydi.
Yatağından doğruldu. Üzerindeki battaniyeyi yere attı ve odada kısa bir tur attı. Her şey yerli yerindeydi. Geçen sefer odadaki eşyaların yerleri değişmişti. Ama bu defa… bir tuhaflık yok gibiydi.
Bu Kutay’ın Çağrı’nın bedeninde bu dünyaya alışmaya başladığı anlamına mı geliyordu?
Eğer öyleyse… Onunla iletişim kurmalıydı.
Masasına oturdu. Bilgisayarının yanında duran not defterini eline aldı. Ama… hangi dille yazmalıydı?
Kutay, Orta Çağ Anadolu’sunda yaşayan biri olarak okuma yazma biliyordu. Fakat Çağrı’nın yazdığı Latin harflerini okuması mümkün değildi. O dönemde Arap alfabesi kullanılıyordu.
Bunu hatırlayınca, içini hafif bir huzursuzluk kapladı. Arapça bilmiyordu.
Ama… öğrenebilirdi.
Hızla bilgisayarını açtı. Google’a girip, “Türkçe Arap alfabesiyle nasıl yazılır?” diye arattı. Karşısına bir sürü kaynak çıktı. Bazıları Osmanlıca, bazıları daha eski metinlerdi. Çağrı, basit bir şekilde nasıl yazacağını öğrenmeye çalışıyordu.
"Ben Çağrı. Sen Kutay mısın?"
Ama… bunu nasıl yazacaktı?
Kendi kendine homurdandı. Bu iş düşündüğünden zor olacaktı.
Ama pes etmeyecekti.
Klavyeden Arap harflerini kopyalayarak, kelimeleri tek tek yazmaya başladı.
خطاي، أنا جهري. هل أنت؟
(Aslında söylemek istediği: Kutay, ben Çağrı. Sen misin? -ama mesajda çok hata var-)
Gözüyle cümleye baktı. Bu doğru muydu? Emin olamıyordu. Ama denemeye değerdi.
Bir kâğıt aldı, kelimeleri tek tek kendi eliyle yazmaya çalıştı. Harflerin kıvrımlarını ve noktalarını titizlikle kopyaladı. Yanlış yapma ihtimali yüksekti ama en azından bir şeyler deniyordu.
Bu notu masanın üzerine bıraktı. Eğer gerçekten her gece yer değiştiriyorlarsa, Kutay bu notu görecekti.
Çağrı, başını geriye yasladı, gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. İçinde tarifsiz bir ağırlık vardı. Kutay’ın bu notu okuyup okumayacağını bilmiyordu. Hatta gerçekten onun yerini alıp almadığını bile henüz tam olarak kanıtlayamamıştı.
Ama bir şey kesin gibiydi.
Eğer doğruysa… Eğer her gece yer değiştiriyorlarsa, Kutay bu notu görecekti. Ve belki de, bir yanıt bırakacaktı.
Gözlerini tekrar açtı. Odasına kısa bir bakış attı. Her şey sıradan görünüyordu. Bilgisayar masası, yatağı, dolabı… Ama hiçbir şey eskisi gibi hissettirmiyordu. Modern dünya, bu odanın duvarları arasına sıkışmış gibi duruyordu. Burada doğmuştu, burada yaşamıştı. Ama artık… buraya ait olduğunu hissetmiyordu.
Dizlerinin üstüne yaslanarak yatağından kalktı. Pencereden dışarı baktı. Hava hâlâ griydi. Baharın gelmesine rağmen gökyüzü kasvetliydi, sanki yağmur yağmak için zaman kolluyordu.
Ne yapmalıydı?
Geriye tek bir şey kalıyordu.
Okula gitmek.
Çağrı, hızlıca kıyafetlerini giydi. Okula gitmek ona her zaman işkence gibi gelmişti ama dört gündür ortalıkta görünmemek yeterince dikkat çekiciydi. Eğer daha fazla kaybolursa, öğretmenlerin ve öğrencilerin şüpheleri iyice artacaktı.
Dış kapıyı açtığında, yüzüne serin bir rüzgâr çarptı. Arabaların sesi, caddelerde yürüyen insanların ayak sesleri, uzaktan gelen motor uğultuları… Her şey aynıydı. Ama kendisi aynı değildi.
Günlerdir içinde bulunduğu o farklı dünyanın, taş sokaklarının, odun kokulu evlerinin, sert rüzgârlarının izleri üzerindeydi. Buradaki dünya çok… sönüktü. Sanki her şey plastik gibiydi. İnsanlar yürüyordu ama varlıkları gölge gibi geliyordu ona.
Adımlarını hızlandırdı.
Her ne kadar gitmek istemese de… oyunu normal oynamak zorundaydı.
Kapıdan içeri adım attığında, gözler anında üzerine çevrildi.
Okulun uzun, beyaz duvarlı koridorları her zamanki gibi aynıydı ama insanların bakışları daha yoğundu. Arkadaş grupları kendi aralarında konuşuyordu. Çoğu umursamıyor gibi görünse de, bazıları kaşlarını çatmış, açıkça Çağrı’yı süzüyordu.
Fısıltılar kulağına çalındı.
"Ne olmuş lan buna?"
"Dört gündür ortalıkta yoktu, nerede geziyordu acaba?"
"Bir şey mi oldu acaba?"
Çağrı omuzlarını düşürmeden, gözlerini kaçırmadan yürümeye devam etti. Sıradan davranmalıydı. Gözlerini yere dikmek ya da aniden birilerini terslemek dikkat çekecekti.
Ama yine de… İçindeki rahatsızlık hissini bastıramıyordu. Sanki farklı bir dünyadan gelmiş gibiydi—ki gerçekte de öyleydi. İnsanların arasında yürürken bir yabancı gibi hissediyordu. Ne bu dünyaya ne de insanlarına ait gibiydi.
Tam sınıf kapısına yöneldiğinde, bir ses onu durdurdu.
"Çağrı?"
İç çekerek başını çevirdi.
Gizem.
Sınıf arkadaşı. Ama diğerleri gibi değildi. Onun bakışları meraktan çok endişe taşıyordu.
Kollarını göğsünde kavuşturmuş, kaşları çatılmıştı. Onunla konuşmaya gerçekten niyetli olduğu belliydi.
Çağrı, bir an için ne diyeceğini bilemedi. Kendini hazırlamamıştı. Yokluğunu nasıl açıklayacaktı? Uyduracağı yalan ne olacaktı?
Gizem birkaç adım yaklaştı. Sesini alçaltarak konuştu. "Sen… iyi misin?"
Çağrı, gözlerini ona dikti. İlk defa biri ona gerçekten samimi bir şekilde bir soru soruyordu. Sadece merak ya da dedikodu için değil… Sanki gerçekten cevabı önemsiyormuş gibi.
Ama…
Bu soruya nasıl cevap verebilirdi ki?
"Hayır, iyi değilim. Çünkü her gece uyuduğumda başka bir dünyaya geçiyorum. Kendi bedenimde uyanmıyorum, başka bir adamın hayatını yaşıyorum. Ölümle burun buruna geliyorum ve bilinmeyen varlıklar bana dünyanın kaderinin elimde olduğunu söylüyorlar. İyi miyim? Sence?"
Tabii ki böyle bir şey diyemezdi.
Onun yerine omuzlarını hafifçe silkti. "İyiyim. Biraz hastaydım o yüzden gelmedim."
Gizem kaşlarını kaldırdı, gözlerini kıstı. Belli ki yalan söylediğini anlamıştı.
Ama sorgulamadı.
Bunun yerine yumuşak bir sesle devam etti. "Çağrı, eğer bir şey varsa… yani gerçekten bir şey oluyorsa, bunu benimle paylaşabilirsin. Biliyorsun değil mi?"
Çağrı’nın içinde bir anlığına garip bir sıcaklık yayıldı.
Ama… güvenebilir miydi? Bunu gerçekten birine anlatabilir miydi? Bir kısmı bunu yapmanın aptallık olduğunu düşünüyordu. Ama diğer bir kısmı, bunu duyacak birine ihtiyacı olduğunu haykırıyordu.
Birkaç saniye boyunca sadece Gizem’in yüzüne baktı. Endişeli, içten ve gerçekten ilgilenen bir bakış.
Ama sonra… bir duvar çekti. Yüzüne soğuk bir ifade yerleştirdi.
"Teşekkürler, ama gerçekten önemli bir şey yok."
Kısa, net ve konuyu kapatan bir cümleydi.
Gizem bir an duraksadı. Gözlerinde hafif bir hayal kırıklığı belirdi ama bunu gizledi.
Sonra hafifçe başını salladı. "Tamam, ama fikrin değişirse buradayım."
Çağrı, hafif bir gülümsemeyle başını eğdi. Sonra hiçbir şey söylemeden sınıfa yöneldi.
Arkasından Gizem’in ona bakmaya devam ettiğini hissedebiliyordu.
Ama şu anda bununla ilgilenecek durumda değildi.
Önünde çözmesi gereken çok daha büyük bir problem vardı.
Ders Başlıyor, Ama Zihin Susmuyor
Çağrı, sınıfa girip en arka sıralardan birine geçti. Cam kenarındaki yerine oturdu, çantasını masaya koydu ve sırtını hafifçe geriye yasladı. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Herkes yerinde, herkes sıradan.
Ama o, artık sıradan değildi.
Öğretmen içeri girerken hafifçe iç çekti. Dersin başlayacağını biliyordu ama zihni tamamen başka bir yerdeydi. Kutay notu okuyacak mı? Ona ulaşabilecek miyim? Eğer gerçekten yer değiştiriyorsak, bu döngüyü nasıl kıracağız?
Düşünceleri, modern dünyanın sesleriyle iç içe geçmişti. Ders anlatan öğretmenin sesi, uzaktan gelen bir uğultu gibi kulaklarına çarpıyordu. Tahtaya yazılan kelimeler, anlamını yitirmiş semboller gibi görünüyordu gözünde.
Ve sonra, gözlerinin üzerinde bir ağırlık hissetti.
Yavaşça kafasını kaldırdı. Hafifçe yana döndü.
Gizem ona bakıyordu.
Kaşlarını çattı.
Şimdiye kadar hiç fark etmemişti ama Gizem’in bakışları doğrudan ona sabitlenmişti. Belli belirsiz bir ifadeyle izliyordu. Sorgulayıcı, dikkatli ve biraz da endişeli.
Ve o an aklında bir kıvılcım çaktı.
Bu kızla aynı sınıftayım. Üç senedir.
Ama onu hiç fark etmedim.
Nasıl olur da şimdiye kadar hiç tanışmadım? Onunla hiç konuşmadım? Niye bir anda benimle konuşmaya başladı?
Düşünceleri hızlanıyordu. Bu, sıradan bir durum mu? Yoksa bu işin içinde başka bir şey mi var?
Görevin bir parçası mı?
Bir anda içini rahatsız eden bir his kapladı. Bunca zamandır onu fark etmemişti ama şimdi, tam da hayatı değişmeye başladığında onun karşısına çıkması… Bu fazla tesadüfi değil mi?
Ya bilinmeyen güçler… onu gözlemlemesi için birini yönlendirdiyse?
Ya bu kız… onun hakkında daha fazla şey biliyorsa?
Bir süre daha ona baktı. Gizem, göz göze geldiklerini fark edince hafifçe başını eğdi, bakışlarını kaçırdı. Ama yüzünde tedirgin bir ifade yoktu. Sadece… doğal bir utangaçlık.
Çağrı, gözlerini kıstı.
Ya gerçekten sadece… normal bir insansa?
Beyninde yankılanan bu cümle, tüm teorilerini sarsmıştı. Belki de gerçekten hiçbir bağlantısı yoktu. Belki de Gizem uzun süredir onu izliyordu ama Çağrı bunu hiç fark etmemişti.
Ve şimdi, Gizem sadece konuşmaya cesaret etmişti.
Belki de… onu umursayan biri olduğu için.
İçinde garip bir huzursuzluk belirdi. Ona gereksiz yere şüpheyle bakıyor olabilir miydi?
Derin bir nefes aldı. Gözlerini Gizem’den çekti ve tahtaya çevirdi.
Şu anda asıl mesele bu değildi.
Kutay’a ulaşmalıydı.
Ama yine de…
Gizem’in bakışları, aklının bir köşesinde takılı kaldı.
Sınıfta derin bir sessizlik hakimdi. Tahtaya yazılan formüller, öğretmenin monoton sesi, kalemlerin hafif tıkırtıları… Çağrı için hepsi uzak bir yankı gibiydi.
Ve sonra zil çaldı.
Teneffüs.
Ama bu sıradan bir teneffüs olmayacaktı.
Çağrı, parmaklarını hafifçe masanın kenarında gezdirdi. İçinde bir ağırlık vardı. Bu belirsizlik onu rahatsız ediyordu. Gizem’in ona olan ilgisi gerçekten normal miydi? Yoksa… bu işin içinde başka bir şey mi vardı?
Bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı.
Derin bir nefes aldı. Sonra kararlı bir şekilde sandalyesinden kalktı.
Gizem’in sırasına doğru yürüdü. Gizem, teneffüse çıkmak için çantasına uzanıyordu.
Çağrı, sesini olabildiğince sakin ve doğal tutmaya çalışarak konuştu:
"Kahve içmek ister misin?"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.79k Okunma |
1.66k Oy |
0 Takip |
25 Bölümlü Kitap |