12. Bölüm

ONBİRİNCİ BÖLÜM

Kütüphaneci
kutuphaneciih

SEVGİLİ SENİ BULDUĞUMDA OKURLARI;

Sizleri çok beklettim, sabrinizi için teşekkürlerimi iletiyorum...

umarım beklediğinize değecek bir bölüm okursunuz...

Bu bölümü tüm dava ve hukuk konularında bana sınırsız yardım desteği sunan Sayın Savcıma atıf ediyorum...

İyi okumlar dilerim...

Yorum ve beğenileriz benim için çok kıymetli.

instagram: Kutuphaneciih

&&&&&&&&&&&&&&

Bir yangının içerisinde büyüdüğümü sanıyordum. Lavların arasından çıkıp bugünlere geldiğimi düşünürdüm. Ama yanmak sandığımdan fazlasıymış. Kenetlendiğim güçlü kolların arasında küçücük kaldığımda anladım ki yanmak buydu. Biri elini boğazımdan içeri sokmuş kalbimi yerinden söküyordu. Bağırmak bir yana fısıldayacak kadar bile gücüm kalmadığında Ahi’nin içinde götürüldüğü araba gözden kaybolmuştu. Yere yığılmayayım diye sarmalandığım bedene direnmeyi bıraktım. Göz yaşlarım yüzümü yakıp yere birer ateş parçası olarak düşerken kendimden başka ağlayan birisinin daha sesini duyuyordum. Su Ela… bu küçük yaşında şahit olmasını asla istemeyeceğim bir anın içerisinde kıvranan küçük can.

“Sana söz,” dedi Afşin kulağıma. Daha sıkı sarıldı. “Döktüğün bu göz yaşlarını mutluluk göz yaşlarına çevirene kadar durmayacağım.”

İç çekerek ağlıyordum. Tabiri caizce iç çeke çeke yanıyordum. “O bana emanetti.” Diye fısıldadım son gücümle. Afşin desteğini azaltmadan beni kendisine doğru çevirdi. Göz yaşı akmıyordu ama gözünün beyazı kıpkırmızıydı. Dudaklarını alnımda hissettiğimde gözlerimi yumdum. Tüm bunlar geçsin istedim. Gözümü tekrar açtığımda Su Ela, Ahi’yi oynatıyor olsun istedim.

“Sana emanetini geri vereceğim Yıldız Çiçeği’m.”

Gözlerimi araladım ve göz göze geldik. İnancı gördüm, verdiği güveni gördüm.

“Şimdi dik durma zamanı. Son kez savaşacaksın. Ve bu savaşta yanında ben olacağım. Evimize yeniden döndüğümüzde Ahi kucağında olacak.”

Göz yaşlarım gözlerimden süzülürken kahve harelerimi maviliklerine kenetledim. Çaresizliğim yansıyordu onun gözlerine. Acımı görüyordum onda.

“Olacak mı?” diye sordum. Buna inanmak istiyordum. Yeniden bebeğimi koynumda uyutmak istiyordum. Ahi’mi istiyordum. Yoldaşımı…

Bacaklarımda bir kuvvet hissettiğimde başımı eğdim. Su Ela kollarını bacaklarıma dolamış başı geride bana bakıyordu. Gözlerinden süsülen yaşlara kıyamadım.

“Kaldeşimin yanına gidelim Dalya Teyse.” Dedi iç çekerek. “Ben onu çok öslelim.”

Dişlerimi dudaklarıma geçirdim. Bir ailem oldu dediğim anda yeniden eksilmiştim. Tamamlandığımı hissettiğim anda yapbozun bir parçası -en kıymetli parçası- ellerimden kayıp gitmişti. Bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. Başımı Afşin’in omzuna bıraktım ve hıçkırıklarımın içinde boğulana dek ağladım.

Oğlumu istiyordum.

Bebeğimi koynumda istiyordum.

Bana bahşedilmiş o canı istiyordum.

Gözlerimi sıkı sıkı yummuşken gözümün önüne Dilay geldi. Onu en son gördüğümün aksine yüzünde renkler vardı. Kıvırcık saçları uçuşuyordu. Dudaklarında bir mahzun tebessüm vardı. Bir vadinin ortasındaydık. Bana doğru yürüyordu. Bakışları ise ben de değil kucağımdaydı. Başımı eğdiğimde Ahi’yi gördüm. Kollarımın arasında bana gülümsüyordu. Onu göğsüme bastırdım. Kokusunu içime çekmek için yüzümü boynuna gömdüm.

“Onu sana emanet etmiştim.” Duyduğum kırgın sesle başımı kaldırdım. Dilay çok yanımızdaydı. Gözlerinden hayal kırıklığı belli oluyordu. “Oğluma anne olarak seni seçmiştim.”

“Ben-“

“Sen onu istemedin!” diye çıkıştı. Uzanıp kollarımın arasında Ahi’yi aldığında engel olmak istedim ama izin vermedi. Kollarımdaki boşluk benliğimi sardı.

“İstedim.” Dedim hızlıca. “Çok istedim onu.” Dilay başını iki yana salladı ve bana arkasını döndü. Kolunu tuttuğumda omzundan geriye baktı.

“Sen hiçbir güzelliği hak etmiyorsun.” Kalbimin ortasına bir bıçak saplandı. “Sen verdiği sözü tutamayacak kadar aciz ve bencilsin. Onu sana bırakmak büyük hataydı.” Ve o bıçağı defalarca kez çevirdi. Kolumu kolundan ittiğinde yere çöktüm.

“Ben özür dilerim!” diye bağırdım. “Onu benden alma! Yalvarırım. Söz veriyorum ona dünyadaki en iyi anne olacağım.”

Dilay, göz ucuyla baktı bana. Yüzündeki o acıma ifadesi canımı daha da yaktı.

“Sen daha düştüğün yerden kalkamıyorsun nasıl anne olacaksın!” önüne döndü ve yürümeye devam etti. Ardına bakmadan gitti. Yeşil vadinin renkleri soldu. Topraktaki tüm su çekildi birdenbire. Toprak kuruyup çatlamaya başladığında gökyüzünde kara bulutlar belirdi.

“Ben kalkabilirim.” Diye fısıldadım. “Söz veriyorum kalkacağım.”

Bir derin nefesle açtım gözlerimi. Hızla inip kalkan göğsüme bastırdığım elime baktım. Gözlerim etrafta gezindi. Hava karanlıktı. Arabadaydım. Arka koltukta. Yanımda oto koltuğunda uyuyan Su Ela vardı. Araç hareket halinde değildi. Ön koltukta kimse yoktu. Yol kenarında bir yerdeydik. Işığa baktığımda bir benzin istasyonunda olduğumuzu fark ettim. Algılamakta zorluk çektiğim anların içerisindeydim. Sanki olduğum yer dar geliyordu da nefes alamıyordum. Kapıyı açıp kendimi dışarıya attım. Etrafa göz attığımda az ileride telefonla konuşan Hazan’ı gördüm. Peruktan kurtulmuş kendi haline dönmüştü. Yüzünü göremiyordum. Ona doğru gitmek için adım atmıştım ki hemen sağ tarafımdan bana doğru hızlı adımlarla gelen Afşin’i gördüğümde durdum.

Tüm vücudumda bir ağrı vardı da onunla göz göze gelince hafiflemişti sanki. Birkaç adımda bana ulaştığında elleri ellerimi buldu hemen.

“Uyanmışsın.” Dedi sakin sesiyle.

“Bana son yaşadıklarımızın benim kâbusum olduğunu söyle.” Dedim büyük bir beklentiyle. Bir elimi bırakıp saçlarımı geriye çekti. Elini yanağımın üzerine bastırdığında yüzümü avcuna doğru eğdim. İçimdeki yangını söndürmek umuduyla derin bir nefes aldım. Her şey gerçekti. O adamın ve kadının birdenbire belirip bebeğimi almaları, Dilay’ın bana söyledikleri hepsi gerçekti.

Afşin cevap vermediğinde etrafa bakındım. “Neredeyiz?”

“İstanbul’a gidiyoruz.” Dedi şefkat dolu sesiyle. Bana biraz daha yaklaştı. Bakışları Hazan’ı buldu. “Nerede kaldıklarını öğrenmeye çalışıyoruz. Serdar bize en yakın oteli ya da evi bulacak.”

“Serdar’a söyledin mi?”

Başını onaylarcasına salladı. Gözleri gözlerime değdi. “Bayılınca telaşlandım. Serdar’ı aradım.”

Kaşlarım çatıldı. “Ben bayıldım mı?” beynimin içi sirk meydanı gibiydi. En son hatırladığım şey Ahi’nin benim kollarımdan alınıp o kadına verildiğiydi. O an gözümün önünde dönüyordu. Ağlayışı kulaklarımda yankılanıyordu.

“Dalya…” sesi öyle yumuşaktı ki istemsizce gözlerimi yumdum ve kendimi onun sesine bıraktım. “Yıldız Çiçeğim…” Ona doğru sokuldum. Elimdeki eli belimi kavradı. Yüzümdeki eli ise yanağımı okşuyordu. “Beni çok korkuttun. Sana bir şey oldu diye aklım çıktı.”

Bana bir şey olmuştu.

Bana çok kötü bir şey olmuştu.

Bunca badire atlatmıştım da hiç bayılmamıştım.

Ama o kadar büyük bir acıydı ki yüreğimde hissettiğim, öldüm sanmıştım.

“Kalacakları oteli öğrendim.” Yanımıza gelip bilgi veren Hazan’la gözlerimi açtım. Bakışlarım onu bulduğunda tanıdığım kadından başkası vardı karşımda. “Hadi yola devam edelim.”

Derin bir nefes aldım. Afşin’in yönlendirmesi ile ön koltuğa oturdum. Afşin eğilip kemerimi bağlarken kokusu doldu ciğerlerime. Bir mahzun tebessüm belirdi dudağımın kıyısında.

Kapımı kapatıp sürücü koltuğuna yerleşti. Hazan da az önce benim indiğim yere geçtiğinde yola devam ettik. Afşin’in eli elimi buldu. Başımı çevirip onu izledim. Çetin bir savaşın içerisinde bulmuştum kendimi ama bu kez gerçekten yalnız değildim. Varlığından güç aldığım birisi vardı. Düşmüştüm elimden tutup kaldırıyordu beni. Bir saniyeliğine bana döndü ve gülümsedi. O gülümseme bana verdiği güvenceydi sanki.

Telefon çaldığında Afşin cevapladı. Araca bağlı olduğu için Serdar’ın sesi arabanın içinde duyuldu.

“Yaklaştınız mı?” sesi buz gibiydi. Kaşlarının burnuna kadar çatıldığını görebiliyordum.

“Bir saate gireriz İstanbul’a.” Dedi Afşin. Kaşlarım çatıldı. Uzun bir süre uyuduğuma inanmakta zorluk çeksem de çok üzüldüğüm zamanlarda beynimin sistemi otomatik kapattığını biliyordum. Eğer çok üzülürsem uyurdum. Bir koca gün uyumuşluğum vardı. Hatta Serdar ölüp ölmediğimi kontrol etmek için kaldığım yurda gizlice girmişti.

“Dalya ne durumda?”

Derin bir nefes aldım. “İyi denemez.” Diye kendim cevapladım.

“Kraliçe?” sesi titredi. Onun sesiyle benim de dudaklarım titremeye başladı. Gözlerim yanıyorudu.

“Onu benden aldılar.” Dedim, gözümden bir damla yaş fire verdi. “Kucağımdan söküp aldılar.”

“Buna izin vermem!” dedi sert sesiyle. “Onu senden almak için benim ölmem gerekir.”

Babam yoktu. Hatta kan bağım olan hiç kimsem yoktu ama bir abim vardı. Ömrünü ömrüme verecek kadar beni koruyup kollayan Serdar’ım vardı. Sevdiğim adam vardı. Oğluma kavuşmam için dünyayı tersine döndürebileceğine inandığım Afşin’im vardı. Bu iki adam sanki bu dünyada beni koruması için gönderilmiş şövalyelerdi. Seslerinde, gözlerinde duruşlarında görünüyordu. Onlar oğlumu bensiz bırakmamak için sonuna kadar savaşacak iki adamdı.

“Kraliçe?” bana seslendiğinde daldığım yerden çıktım.

“Buradayım.”

“Kuşan zırhını! Seni yıkık dökük görmek istemiyorum. Tam da şu an o buz kraliçesine ihtiyacımız var.”

Oğlumu almak için neye dönüşmem gerekiyorsa dönüşürdüm. Aylardır içimde sakladığım o dikenli kadını salmam gerekecekse tek bir an düşünmezdim. Hırçınlaşmak istemesem de şartlar beni buna sürüklüyordu.

“Merak etme,” dedim sağlam bir sesle. “Bebeğimi alana kadar pes etmeyeceğim.”

“İşte benim kraliçem be!” Sesi bir nebze olsun canlanmıştı. Gözüm Afşin’e kaydığında onun da gülümsediğini gördüm. Büyük bir darbe almıştım ama yıkılmanın sırası değildi. Dilay’ı yattığı yerde acıdan kıvrandırmayacaktım. O bana canından can verdiği evladını emanet etmişti. Ben de emanetime ömrümün sonuna kadar sahip çıkacaktım.

Yolun devamında camdan dışarıyı seyrettim. Işıklar çoğalmaya başladığında, yanımızdaki araçlar arttığında ve en önemlisi trafik sıkışmaya başladığında anladım vardığımızı. Camı indirdiğimde İstanbul’un gürültüsü doldu içeriye. Korna sesleri, insan gürültüleri. Bir telaşeyi seyre daldım sonra. Yaşadığım son birkaç ayın aksine sakinlikten çok uzak bir hayata yeniden dönmüştüm.

Ben bu şehirden kucağımda bebeğimle gidip, yanımda sevdiğim adam, kendimi bulduğum küçük kız çocuğu ve bir avukatla bebeğimi geri almak için dönmüştüm. Planladığımdan erken olmuştu. Ve de eksik ama dönerken tamamlanmış şekilde dönecektim.

Sana söz veriyorum bebeğim, yerinde, koynumda büyüyeceksin.

Neyse ki trafik bizi çok oyalamadan varmıştık Ahi’nin olduğu otele. Afşin arabayı otel girişinde durdurduğunda kapıda bizi bekleyen Serdar ve Dafne’yi gördüm. Hızlıca kemerimi çözüp indim araçtan. Serdar ben kapımı daha açmadan gelmişti bile yanıma. Kollarını bana sıkıca doladığında ben de ona sığındım.

“Gördün mü onu?” diye sordum telaşla. “Geldiler mi?”

Serdar geri çekilirken başını onaylarcasına salladı.

“Ağlıyor muydu?” ağlardı çünkü, sevmezdi yabancı birisinin kucağında olmayı. Beni isterdi. Bir kere Su Ela’nın okulunda lavaboya girmem gerektiği için Ahi’yi müdire hanıma bırakmıştım ama iki dakika içinde avazı çıktığı kadar ağlamıştı.

“Endişelenmene gerek yok Kraliçe. Birazdan gidip kendin görürsün.” Serdar’ın söylediğiyle girişe doğru ilerlemeye koyuldum. Saatler geçmişti ve ben nefes alamıyordum. Benim oksijen kaynağım bebeğimdi. Lobide hızlı adımlarla ilerlerken ayaklarım birbirine dolanıyordu. Susuz kalmıştım da çölün ortasında gördüğüm seraba koşuyordum sanki. Kalp atışlarım lobide yankılanıyordu. Resepsiyona geldiğimde şık giyimli kadın o samimiyetsiz tebessümü ile bana ‘hoş geldiniz’ dedi.

“Ben Tahir Yılmaz’ın odasını öğrenebilir miyim?” diye sordum direk konuya giriş yaparak. Kaybedecek vaktim kalmamıştı.

“Misafirlerimizin bilgilerini maalesef paylaşamayız hanımefendi.” Despot tavrına karşı son demlerinde olan sabrım taşıyordu.

“Bebeğim onlarda!” diye çıkıştım. “Oğlumu göreceğim.”

Kadının kaşları çatıldı. Gözü yanındaki arkadaşına çevrildiğinde bakıştılar. Ben acele ile içeriye girdiğimden diğerleri ardımda kalmışlardı. Yanımda birini hissettiğimde peruğunu takmış Hazan’ı gördüm.

“Tahir Yılmaz’a lobide kendisini beklediğimizi iletebilir misiniz? Geleceğimizden haberdar kendisi.”

Benim telaşlı halimin yanında soğuk kanlı tavrı resepsiyondaki gerginliği ortadan kaldırdı. Kadın başını sallayıp telefonu aldı ve bir numara tuşladı.

“Misafirleriniz geldi Tahir Bey.” Kaşları çatıldı. Gözü bizim üzerimizde gezindi. Geriye doğru baktığımda Serdar, Dafne ve kucağında uyuyan Su Ela ile Afşin hemen arkamda duruyorlardı.

“Anladım efendim. Rahatsızlık verdiğimiz için özür dileriz. İyi istirahatler.”

Kadın telefonu kapattığında suratıma dümdüz bakıyordu. Beni es geçip Hazan’a döndü.

“Tahir Bey istirahate çekildiklerini ve sizinle görüşemeyeceğini iletmemi istedi.”

Ellerimi hiddetle saçlarımın içinden geçirdim. Nefesim hızlanıyordu. Oteli ateşe vermek ve bebeğimi alıp gitmek istiyordum. Dudaklarımı dişledim. İçimde büyüyen bu öfkeden korkuyordum. Her şeyi berbat etmekten kaçınıyordum ama suratıma dik dik bakan kadın bana yardımcı olmuyordu. Soluklarım o kadar sesliydi ki etrafta ki tüm sesler kesilmişti. Birkaç göz benim üzerimdeydi.

“O adamı ara ve ona de ki,” dedim ateş saçan gözlerimi kadına dikerek. “Bebeğimi bana getirmek için bir dakikası var.”

Kadın bir adım gerileyip bir Hazan’a bir de yanındaki arkadaşına baktı. Sadece bebeğimi görmek istiyordum. Onu koynumdan alıp görmeme engel olamazlardı. Bunu yapmaya hakları yoktu. Hazan’a döndüm.

“Bebeği görmeme engel olabilirler mi?”

Hazan güven vermek adına gülümsedi. Eli koluma dokunduğunda bir adım geriledim.

“Bana söz verdiniz!” diye bağırdım. “Bebeğimi görecektim!”

Hazan bir adım daha yaklaştı. “Dalya, sakinleşir misin lütfen. Çözeceğim ben.”

Kolumu ondan kurtardım.

“Sakin olmak mı?” diye sordum inanamayarak. “Siz kafayı mı yediniz! Benim bebeğimi aldılar!”

Serdar bana doğru adım attığında durdurdum onu. Titreyen elimi ona kaldırmış beklerken Hazan’a baktım.

“Bana bebeğimi getirecekler! Ya da ben oda oda gezip onları bulacağım.”

Güvenlikler bize doğru yürüyorlardı. Nefesim daha da hızlandı. Öfke beni sarmalıyordu. Serdar’a döndüm.

“Bu otelin sahibi kim?” diye sordum. Biliyordum ki Serdar öğrenmişti bunu. O işleri her zaman kendi yöntemiyle yönetirdi. Elimiz kolumuz uzundu. İstanbul’da ulaşamayacağımız hiçbir iş adamı yoktu. Hele ki Serdar tüm piyasalarla yakinen ilgilenirdi. Şahsen olmasa da araya birilerini koyar istediği kişiye ulaşırdı.

“Şahin Gürtepe.” Dedi. İşte bu iyi bir haberdi. Güzel bir otel tercih etmişlerdi. Serdar’a gülümsediğimde gözlerini iki kez yumdu ve uzaklaştı. Şahin bey yabancı ortaklarımızın konaklamasıyla ilgilenen birinci isimdi. Birçok oteli vardı. Yurt içi ve yurt dışında birlikte çok iş birliğimiz olmuştu. Otelleri için bizzat kendim bir yazılım programı hazırlamıştım. Yaptığımız proje sayesinde oteller zincirini genişletmişti. Türkiye dışına açılışında bizzat payım vardı.

Ben sakinlediğimde güvenlik yerinde beklemeye başladı. Bakışlarım Afşin’i bulduğunda ona sadece sorun yok dercesine gözlerimi yumdum. Beş dakika geçmeden Serdar yanında şık bir takım elbise giymiş birisiyle geldi. Adam elini bana uzattı.

“Ben Harun. Otelin müdürüyüm.” Dedi. Uzattığı elini sıktım. Bakışları resepsiyona döndü. “Dalya hanıma yardımcı olabilir misiniz?” dediğinde görevli kadının rengi attı. O sadece işini yapıyordu ama ben hak hukuk arayacak günümde değildim.

“Hemen efendim.” Dedi ve önündeki ekranda bir şeylere baktı. Titrek bakışları beni buldu. “6278. oda.”

Tuttuğum eli bırakmadan Harun Bey’e döndüm. “Yardım için teşekkürler.” Bakışlarım kadına döndü. “Hanım Efendi işini yapıyordu.” Dedim ve elini bıraktım. Kimsenin işinden olmasını istemezdim.

Harun Bey’e döndüm yeniden. Anladığını belirtircesine başını salladı. “Odaya kadar eşlik edebilecek birisi var mı?” diye sordum. Harun bey eliyle asansörleri işaret etti.

“Ben yardımcı olayım Dalya hanım.”

Telaşlı adımlarımı asansöre doğru çevirdim. Odanın önüne gelene kadar elim hep kalbimin üzerindeydi. Özlemden burnumun direği sızlıyordu. Ellerim uyuşuyor, vücudum yaz gecesinde üşüyordu. Ve birkaç dakikanın ardından gelmiştik.

   6278

Beklemeden kapıyı çaldım. Yanımda Hazan arkadaysa Serdar ve Afşin vardı. Dafne ve Su Ela ise görünmüyordu.

“Kim o?” içeriden gelen adam sesiyle tüylerim diken diken oldu.

“Dalya Ulus!” dedim sert sesimle. İçeriden ses kesildi. Bekledim. Tam sabırsızca ikince kez kapıya vuracağım sırada kapı açıldı ve aralıktan adam kendisini gösterdi.

“Ne var?” dedi sinirlerimi hoplatacak bir tonda. “Gece gece niye geldiniz?”

“Bebeğimi görmeye geldim!”

Adamın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdiğinde yumruğumu suratının ortasına vurmamak için kendimi zor tuttum.

“Bebek uyudu.” Dediğinde sinir yüklü bir nefes daha aldım. “Sabah gel.”

Takındığı üslubu beni iyice geriyordu. Hazan’a çevirdim bakışlarımı. Aleyhimize işlenecek hiçbir şey yapmak istemiyordum hele ki kameraların kayıt aldığı bir yerde.

“Beyefendi, Dalya Hanım bebeğin iyi olduğundan emin olmak istiyor. Müsaade edin bir görsün.”

“Bebek iyi.” Dediği an bir ağlayış duydum. İçim titredi. Benim bebeğim ağlıyordu. Geldiğim hissetmiş miydi? Varlığımı?

Ağlaması an ve an artarken sabrımın son damlası da taştı. Kapıyı tüm gücümle ittirdiğimde adam bunu beklemediği için kapıyla bir geriye savruldu. Oluşan boşluktan içeriye girdim. Ben dar koridorda ilerlerken adamın itiraz ile yükselen sesi bir anda kesildi. Geriye baktığımda Serdar’ın adamı duvara yasladığını gördüm. Arkamı kollayan olduğunu bilerek içeriye doğru ilerledim. Oda görüş alanıma girdiğinde kucağında ağlayan bebeğimle bana bakan kadını gördüm. Ahi ağlıyordu. Kadın onu yatar pozisyonda pışpışlıyordu.

Ahi o pozisyonda asla sakinleşmezdi. Daha da ağlardı. Yatmayı sevmezdi ki benim oğlum. Kadının gözleri kocaman açıldı. Bir adım geri gidecekken elimi havaya kaldırdım.

“Korkma!” dedim sert sesimle. “Sen korkarsan daha çok ağlayacak.” Onlara iyice yaklaştığımda görüşüm bulanıklaştı. Birkaç senelerdir görmüyormuşum gibi bir hasretti bende ki. Kollarımı uzattığımda kadınla göz göze geldim. Onun da gözleri dolmuştu.

“Onu bana ver.” Dediğimde bir adım geriledi.

“Biz aldı onu.” Dedi bozuk Türkçesiyle. “Karar var bizde.”

Bir adım atarak açtığı arayı kapattım. Sakinliğimi korumak için çabalıyordum ki Ahi ürkmesin.

“Çok ağlıyor. Bana ver sakinleştireyim.” Ahi her geçen dakika daha yüksek desibel ağlarken kadın bir bana bir bebeğime baktı. Nihayetinde bebeğimi bana uzattığında hızlıca kavradım onu. Öyle kavradım ki varlığım anlamını buldu sanki. Burnumu boynuna gömdüm kokusunu içime çektim. Ağlayışı yavaşça dinerken yanımdaki tekli berjere oturdum. Onu yüzü koyun göğsüme yerleştirdiğimde ağlayışı iç çekişlere döndü. Bir elimle onu sıkıca kavramışken bir elimle yanağını, saçlarını okşuyordum. Onu yeniden kucağıma almak nefes almaya devam etmekti.

“Geldim bebeğim.” Diye fısıldadım. “Seni asla bırakmayacağım.” Gözlerini yumdu. Gülüşü belirdi yüzünde. Sakinleşti. Ben de sakinleştim. Odada ki herkes bizi izliyordu. Öylece ayakta dikilen kadına baktım.

“İzin ver bebeğim bende kalsın.” Dedim yalvarır gibi. Bu iş uzamadan bitsin istiyordum. Onu alıp bu otelden çıkıp gitmek istiyordum. Ama kadın başını iki yana salladı.

“Biz çok bekledi bebek.” Sinirle başımı iki yana salladım.

“Siz daha çok bekler bebek!” diye çıkıştım. Ahi yüzünü buruşturduğunda kendimi dizginledim. “Canım pahasına savaşacağım ve bebeğimi alacağım.”

“Biz velayeti aldı çoktan.” Diyerek ortaya atıldı adam. Bakışlarımı karısından çektim ve ona baktım. Serdar adamın yakasını bırakmış olsa da dibinde dikilmeye devam ediyordu.

“Hiç merak etme velayeti sizde bırakmayacağım.” Dedim ve ayaklandım. Kapıya yöneleceğim sırada Hazan dikildi karşıma.

“Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordum sinirle. “Çekil önümden!”

“Dalya, seninle ne konuştuk?” dedi sakinliğini koruyarak.

“Sen bana bebeğimi vereceğine söz verdin. Ben de bebeğimi alıyorum.”

“Ben sana velayeti alacağız dedim.” Derin bir nefes aldı. “Biraz sabretmen gerekiyor.”

Sabretmek istemiyordum. Ben 22 yıl sabretmiştim. Ben artık sadece mutlu olmak istiyordum. Ben bu sabahki mutlu anımıza geri dönmekten başka bir şey arzulamıyordum.

Yanımda Afşin’i hissettiğimde elini belime koyup başımdan öptü. “İstersen yan odaya yerleşelim.” Dedi tüm şefkatiyle. Kulağıma doğru eğildi. “Karşı çıktığın her an aleyhimize işliyor.” Diye uyardı. Sıkıntılı bir nefes aldım. Göz göze geldiğimizde sakinleştim. Üzerimdeki bu etkisi ilk kez beni kızdırıyordu. Ama kendimi ona teslim ettim. Geriye döndüğümde kadın ayakta durmaya devam ediyordu. Onu es geçip yatağa doğru ilerledim. Ahi’yi yatağına bırakıp yastıkları etrafına dizdim. Ellerini, saçlarını öpüp kokusunu içime çektim. Yataktan kalktığımda kadının tam karşısında durdum.

“Yatakta tek başına bırakma. Dönüp düşebilir. Gece iki kez uyanıyor. Mamasının ölçüsünü iyi ayarla. Soğumuş mama içmez, kusar. Altını sürekli temiz tut yoksa uyanır. Gazını da mutlaka çıkart.” Dediğimde kadın başını onaylarcasına salladı. Gözlerim etrafı taradı. Masanın üzerindeki kağıdı gördüğümde hemen oraya doğru ilerledim ve kağıdın üzerine numaramı yazdım. Küçük kağıdı kadına uzattığımda titreyen elleriyle aldı.

“Bu numaram,” dedim yumuşak bir sesle. “Eğer gece huysuzlanırsa beni ara. Uykusunu alamazsa hastalanır. Eğer sakinleşmezse, beni mutlaka ara.”

Kadın başını onaylarcasına salladı. Eşinin aksine onun gözlerinde bir merhamet görüyordum. Bana acıyordu. Başka şartlar altında birisinin bana acımasını kabullenemezdim ama eğer bebeğimi bana acıyarak verecekse sesim çıkmazdı. Hatta bana acısındı. Acısın da oğlumu bana bıraksın.

Gözüm ve gönlümü ardımda bırakıp çıktım odadan. Kalbimin acısı tekrar baş gösterdiğinde kendimi Afşin’e yasladım. Kapının önünde dikilmiş bekliyorduk. Serdar’la göz göze geldiğimizde kaşlarım çatıldı. Görmem gereken bir hesap vardı.

“Nerde o avukat bozuntusunun evi?” diye sordum hiddetle. Nasıl bir hesap peşine düşmüştü de beni karşısına almıştı gidip öğrenecektim. Yaptığını yanına bırakmayacaktım. Ben ne yaşadıysam o bin katını yaşayacaktı. Gerekirse onu mesleğinde bile edecektim.

“Dalya geç oldu.” Dedi Serdar. Tek kaşımı kaldırmış ona doğru yürürdüm. Afşin durdurmak için kolumu tutsa da izin vermedim.

“Serdar!” dedim sadece. Ama o analdı.

“Ben de geleceğim.” Dediğinde başımı salladım. “Tamam gidelim.” Dediğinde yürümeye başladım. Lobiye indiğimizde Dafne kucağında uyuyan Su Ela ile koltuklarda oturmuş bizi bekliyordu. Afşin’e döndüm.

“Sen al benim anahtarımı eve geçin.” Dedim. Afşin’in ise dudaklarında alaycı bir tebessüm belirdi. Ben kaşlarımı çatmış ona bakarken o elimi tuttu ve beni yürümeye zorladı. Dafne’nin yanına geldiğimizde soru dolu bakışlarını hepimizin üzerinde gezdirdi. Serdar uzanıp başına bir öpücük bıraktı.

“Sevgilim sen Su Ela’yı da al eve geç. Biz bu gece karakolluk olacağız.” Dediğinde Dafne’nin gözleri açıldı. Ben Serdar’a göz devirirken Afşin’e döndüm.

“Sen bakma ona.” Dedim. “Sadece gidip konuşacağım. Siz eve geçin.”

Afşin’in boştaki eliyle yüzümdeki saçları kulağımın arkasına sıkıştırırken bana doğru eğildi.

“Sen benim seni, bensiz şuradan şuraya göndereceğime inanıyorsun yani?” diye sordu ama bir soru değildi. Gülüşüm yayıldı yüzümde.

“İtiraf etmeliyim ki sensiz şuradan şuraya gitmek istemiyorum.”

“Güzel.” Dedi gülümseyerek. “Hadi gidip şu avukatın defterini dürelim.”

&&&&&&&&&

Tamam kabul ben çok da iyi birisi değildim. Herkesi azarlar, herkese nefretle bakardım. Sinirliydim, huysuzdum, aksiydim hepsi kabul ama ben bir kadının kucağından bebeğini söküp alacak bir nefret beslememiştim hiç içimde. Hem de iş yüzünden. Bir nefretin kurbanı seçilmiştim. Neden mi? Avukatlık bürosu ile ilişkimizi kestiğimiz için. Zedelenen imajlarının intikamını benim oğlumdan ayrılışımla almak istemişti.

“Seni süründüreceğim!” diye bağırdım karşımda hırpalanmış haliyle duran avukata bakarken. “Bu yaptığın aptal oyununun bedelini ödeteceğim. Duydun mı beni!” bağırdığımda bir adım geriledi. Nefretle kabaran göğsümde atan kalbim depara koşuyordu.

“Nasıl el verdi vicdanın mahkeme celbini saklamaya? Nasıl sızlamadı için?” hayret içindeydim. “Para için!” derken bir adım attım. Geri gitmek istedi ama Serdar ona engel oldu. “Para için bir bebeği annesinden ayırdın! O şimdi bensiz! Sen onu ikinci kez annesiz bıraktın!”

Öfke doluydu içim. Ne yana gideceğimi şaşırmıştım. Yakasına yapışmış, hırpalamıştım da içim soğumamıştı. Beni tanıyordu. Üç yıldır bizimle çalışıyordu. Ben karşısında göz yaşları içerisinde ona bağırıyorken bana öylece bakıyordu.

“Benim bebeğim bu gece başka bir kadının koynunda uyuyacak!” bir adım daha yaklaştım. “Bir yabancının koynunda!” bir adım daha. “Belki de uyuyamayacak.” Bir adım daha. “Ağlayacak!” bir adım daha attım ve tam önündeydim. Pijamasının yakasından tutup yüzünü yüzüme yaklaştırdım.

“Sen avukatlık mesleğini kaybedene kadar durmayacağım!” Gözleri korkuyla gözlerimi buldu. “Mahkemede yalnızca davalı olarak katılabilecek hale getireceğim seni.”

“Dalya hanım-“

“Sus!” diye bağırdım. Sesine tahammülüm yoktu. Onu geriye doğru ittirirken yakasını bıraktım. “Bir avukat ordusu kurmam gerekiyorsa öyle yapacağım ama sen bir daha avukat cübbesi giyemeyeceksin.”

Son sözümü söyledikten sonra arkamı döndüm ve kapının girişinde beni izleyen Afşin’e doğru yürüdüm. Bakışlarındaki o sıcaklık içimi ısıtıyordu. Yanına vardığımda beni kolları arasında sarmaladı.

“Beni buradan götürür müsün?”

“Nereye istersen…”

Dünyanın yükü üzerime yüklenmişçesine düşmüş omuzlarımla ona yaslandım ve beni yönlendirmesine izin verdim. İçim yanıyordu. Deli gibi bir korku sarmıştı her yanımı. Ne kadar sürecekti? Oğlumu yeniden kucağıma almak için ne kadar sabretmem gerekiyordu. Ben mutluluğu hak etmediğim için mi tüm güzel şeyler benden söküle söküle alınıyordu? Ben ne tür bir günah işlemiştim de bedelini ödüyordum.

İçimde yanan ateşle nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Arabaya bindiğimizde Afşin ‘nereye gidelim?’ diye sorduğunda cevap vermeyişim de bu yüzdendi. Otele gitmek istemiyordum. Onun hemen yan odamda başka bir kadının yanında uyuyor olması beni deli ediyordu. Göğsümde bir ağırlık, yüreğimin orta yerinde bir deprem enkazı vardı. Yolun sonu bizi benim evime getirmişti. O ruhsuz, gri eve. Kapıyı Dafne açtı. Ağlamaktan şişmiş gözlerini fark ettiğim gibi bana sarıldı. Hassas kalpliydi. Başkasının derdiyle dertlenir, ağlardı. Eve adım attığım anda kan damarlarımdan çekilir gibi oldu. Bu evim duvarları üzerime üzerime geliyordu. Ruhumu sıkıştıran bir havası vardı.

Dar koridoru aşıp salona girdiğimde Su Ela gözlerini ovuşturuyordu. Uyku sersemi haliyle kaşlarını çatmış nerede olduğuna bakıyordu. Bizi fark ettiğinde gülümsedi ve koltuktan inip adımladı.

“Neldeyis baba?”

Afşin bir adım atıp Su Ela’yı kucağına aldı. “İstanbul’a geldik babacım. Neden uyandın sen?” saat gece yarısını geçiyordu. Bitik bir haldeydik hepimiz. Su Ela titreyen dudağıyla bana baktı.

“Kabus göldüm de ondan.” Dedi ağlamaklı bir sesle. Afşin ona sıkıca sarıldı ve saçlarını öptü.

“Korkma babacım. Kabuslar gerçek değildir.”

“Ama baba çok kolkunçtu.” Dediğinde gözünden bir damla yaş süzüldü. “Minik fasullemisi götüldülel. Altık bise hiç velmiceklelmiş.” Su Ela’nın göz yaşları içerisinde söylediği sözler kalbime bir ok gibi saplanırken göğsüm öfkeyle inip kalmaya başlamıştı bile. Aynı kâbusu ben de görüyordum ama hala uyanamamıştım.

Su Ela’nın minik elini avuçlarımın içine aldım. Ve narin bir öpücük kondurdum. Kendimde bulduğum son gücü kullanıyordum. “Korkmana gerek yok Su Perisi. Fasulyemizi kimse bizden alamaz.” Bakışlarım Dafne’yi buldu. “Sen şimdi Dafne ablanla git ve güzelce uyu.” Dedim gülümsemeye çabalayarak. İçimde büyüyen bu acıyı dışa vurmamak için kendimi tutuyordum çünkü Su Ela’nın beni öfke nöbeti geçirirken görüp korkmasını istemiyordum. O minicik yüreğinde bir yara da ben açmaktan korkuyordum.

“Hadi Su Perisi, Dalya teyzen haklı. Şimdi uyuyup güç toplama zamanı.”

Su Ela babasına döndü. Gözleri gözlerine bir cevap bekliyordu.

“Gideyim mi baba?”

Afşin, Su Ela’nın saçlarına kocaman bir öpücük bıraktı. “Git güzel kızım. Dafne ve Serdar amcan seni bu akşam misafir etmek istiyorlar.”

“Peki sen gelmeyecek misin?”

Afşin döndüm ve gülümsedim. “Sen de gidebilirsin.” Dedim. Yalnız kalmak benim için daha iyi olabilirdi. Bildiğim gibi.

“Ben bu gece Dalya teyzenle kalsam daha iyi olacak.” Dediğinde Su Ela başını salladı.

“Tamam.” Dedi ve yanağından öpüp kendini bıraktırdı. Dafne, Su Ela ile evden çıkarken ben de Hazan ve Serdar’a döndüm.

“Ben yalnız kalsam iyi olacak.” Dediğimde Serdar alışık olduğunda yadırgamadı ve bana sarılıp kapıya yöneldi. Hazan’sa ‘bana güven’ diyerek çıktı evden. Çelik kapının kapanma sesinden sonra odama ilerledim. İçeriye girdiğimde yatağımın kenarında duran minik bebek zıbını gördüm. Elime aldığımda göz yaşları. Yanaklarından süzülmeye başlamıştı bile. Burnuma götürdüm ama bir koku yoktu. Üç ay önceden kalma bir kıyafette koku kalmazdı zaten. Minik zıbını göğsüme bastırdım ve hıçkırıklarımı serbest bıraktım. Birkaç saniye sonra dizlerimin üzerine çökmüş ağlıyordum. Ağlayışımın bir feryattan eksiği yoktu.

“Ah! Ah! Ölüyorum!” başımı iki yana salladım. “Dayanamıyorum!” bir kuyunun dibindeydim. Üstelik yara bere içindeydim. Bir ışık arıyordum. Bir ip. Yoktu. Ayağa kalktım ve İstanbul’dan ayrılırken boşaltmadığım dolabına yöneldim. Kapağı açtığımda beni minik kıyafetler karşıladı. Bunların hepsini ben katlamıştım. Özenle dizmiştim. Elim kıyafetlerin üzerinde gezindi. Belki kokusunu duyarım umuduyla hepsini tek tek kokladım. Ama hepsi bebek deterjanı kokuyordu.

“Hiç birisinde kokusu yok!” dedim sinirle. Ellerimi açmış boşluğuna bakıyordum. “Sesi yok, gülüşü yok!” Bakışlarım Afşin’i buldu. Kapının pervazında beni izliyordu.

“Ben nasıl baş edeceğim bu acıyla?” diye sordum. “Bilmiyorum! Ne yana gideceğimi bilmiyorum! Ne yapacağım bilmiyorum!”

Göz yaşlarım o kadar çok akıyordu ki bir musluk misaliydi. Omuzlarım düştü. “Kokusunu istiyorum.” Diye fısıldadım. Afşin yavaş adımlarla bana geliyordu. “Bu acı çok başkaymış… bu yanmak… ölmekmiş bu.”

“Hepsi geçecek.” İlk kez konuştuğunda bedeni bedenimi sarmaladı. “Sana söz bu zifiri karanlık geçecek.”

“Ya onu hiç geri alamazsam?”

Göz yaşlarımı sildi. Elleri yüzümü kavrıyordu. “Dalya, göreceksin. O kadın kendi elleriyle getirecek bize bebeğimizi.”

“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

Beni yavaşça yatağa doğru yürüttü. Önce kendisi uzandı sonra da beni göğsüne çekti. Bir nebze dinleniyordum onun göğsünde. “Eminim çünkü gördüm.” Dedi. Elleri saçlarımı okşuyordu.

“Neyi gördün?”

“O kadının sana bakışını gördüm. Senin Ahi’ye nasıl baktığını gördüğünü… Kimsenin vicdanı bir bebeği annesinden koparmaya izin vermez.”

“O zaman niye aldılar kucağımdan? Feryatlarıma neden kulaklarını tıkadılar?”

Götürmesinler diye arkalarından bağırmamış mıydım? Otel odasında yalvarmamış mıydım? Göz yaşlarım akarken vicdanlarını susturmuşlardı da şimdi neden vicdanlarını dinleyeceklerdi.

“Çünkü bilmiyorlardı.”

“Neyi?”

Çenemin altından hafifçe destek verip yüzümü kaldırdığında göz göze geldik. “Bebeğini ne kadar istediğini. Onlar sen istemediğin için velayeti almak için başvurmuşlardı. Ama gördükleri bebeği istemeyen bir kadın değil evladı için dünyayı yakabilecek bir anne.”

Kalpleri yumuşar mıydı? Benim bebeğimsiz öleceğimi anlarlar mıydı? Oğlumu bana bırakırlar mıydı gerçekten.

“Onu yeniden koynumda uyutabilecek miyim?” diye sordum gözlerinin içine bakarak. Cevabım sanki onun mavi harelerinde gizliydi. İki dudağının arasından çıkacak her şeye inanırdım.

“Su Ela, Ahi’den biraz daha küçüktü, ben iyi değildim.” Gözleri doldu. Rahat konuşsun diye yüzümü göğsüne gömdüm. “Sürekli sinirliydim, sürekli bağırıyordum. Acım çok büyüktü. Asla Su Ela’yla ilgilenmiyordum. Acımda boğuluyordum. Gözüm kimseyi görmüyordu. Özellikle de Su Ela’yı.”

Bilmediğim bir gerçekliği anlatıyordu ama inanmakta zorluk çekiyordum. Çünkü benim tanıdığım Afşin, kızından başka gözü hiçbir şey görmeyen bir adamdı.

“Atölyeye kendimi kapatmış sürekli bir şeylerle meşguldüm. Müziğin sesini o kadar çok açıyordum ki Su Ela’nın ağlayışlarını duymuyordum. Bir gün, ananesi gelmiş. Ben duymadım. Atölyeye girdiğinde sırtım dönükmüş. Su Ela o kadar ağlamış ki mosmor olmuş. Ben onu da görmemişim. Ananesi bana hiç ses etmeden almış Su Ela’yı.” Sesi titriyordu. Ağladığını hissedebiliyordum. “Arkamı dönüp onu göremediğimde aklımı kaçıracağımı sandım. Bahçeyi aradım, evi aradım. Hiçbir yerde bulamadım. Polisi aradım. Saatler sürdü bulmamız. Ananesi aldığı gibi Bursa’ya yola çıkmış. Bana ‘Kızımı senin hevesin uğruna toprağa koydum, yavrumun yavrusunu acında gömmene seyirci kalmam.’ Dedi. O kadar ağrıma gitti ki…” Bir hıçkırık koptu dudağından. Başımı usulca kaldırdım ve kızarmış, yaş süzülen gözlerine baktım. “Ben… kendi kızına bakamayacak kadar acısında ölen bir adamdım. Haklıydı ama yine de kızımı veremezdim. Toparlanacağıma dair yeminler ettim. Ona iyi bakacağıma söz verdim. Ama yetmedi. Dava açtılar. Ve davayı kazandılar.”

“Ama?”

Afşin daha önce Su Ela’yı kaybetmişti. Su Perisi olmadan onu hayal bile edemezdim. O zamanlar canının nasıl yandığını şimdi bile gözlerinde görüyordum.

“Hazan’la o zaman tanıştık.”

“Avukatın mıydı?”

Başını iki yana salladı. “Karşı tarafın avukatıydı.” Kaşlarım çatıldı. Su Ela’yı Afşin’den alan Hazan mıydı?

“Kaybettiği hiçbir davası yok demiştim.” Dediğinde dudağında bir hafif tebessüm belirdi. “Ben çabaladım Dalya. Çok çabaladım. Görmedi kimse. Kendi anne babam bile Su Ela için en iyisinin ananesi ile büyümesi olduğuna inanırken hiç şansım yoktu.”

Kızı elinden alınmıştı ve en yakınları bile ses etmemişti. Hatta karşı tarafa destek vermişti. Böyle büyük bir acıda yapayalnız bırakılmış olması beni sarstı. Afşin’in geçmişinde bu kadar acı çekmiş olması benim de canımı yakıyordu.

“Bir tek Hazan gördü.” Dedi iç çekerek. “O gördü ve bana inandı. Sonra da herkesi ikan etmeme yardım etti. Bile isteye bir dava kaybetti.”

Demek o yüzden bu denli bağlıydılar birbirlerine. O yüzden Su Ela ‘hala’ diyecek kadar çok seviyordu Hazan’ı.

“Ne kadar sürdü?” diye sordum. “Kızın olmadan?”

“5 ay.” Kaşlarım çatıldı. Afşin 5 ay boyunca benim bugün çektiğim acıyı mı çekmişti.

“Nasıl dayandın?” ben Ahi olmadan 5 gün bile dayanamazdım. Bu acı beni öldürürdü.

“Onu yeniden kucağıma aldığım günü hayal ederek.”

Ben de hayal ediyordum Ahi’yi yeniden kucağıma aldığımı. Öpüp kokladığımı, onunla konuştuğumu, ona şarkılar söylerken onun kıkırdamasını dinlemeyi.

“Ben nasıl dayanacağım Afşin?”

Uzanıp alnımdan uzunca öptü. Bir derin nefes çekti içine. “Sana inanan bir sürü kişi var. Hepsi teker teker şahitlik ederler senin sevgine. Sen bebeğine kavuşana kadar durmayacağız. Gerekirse defalarca kez dava açacağız. Ama biz eve bebeğimizle birlikte döneceğiz.”

Bebeğimiz… bu ikinciydi.

Bizim bebeğimizdi. Biz onu birlikte büyütüyorduk. Ben yoksam onun koynunda uyuyordu Ahi. Benim kokumda sakinleşmediyse Afşin’in kokusunda sakinleşiyordu. Ben uykusuz olduğumda hep Afşin ilgileniyordu. Bezi azaldığında, maması bitmeye yaklaştığında hemen fark edip bitmeden yeniliyordu. Benim kadar emeği vardı. Bizim bebeğimizdi Ahi Adar.

“Ben ilk kez aile olduğu hissetmiştim bu sabah.” Göz yaşlarım süzüldü yeniden. “Senin yanında gözümü açtığımda, ortamızda oğlumuz ve kızımızla… bir ailem var gibiydi.”

Uzanıp göz yaşlarımdan öptü. “Bir ailen var Dalya.” Beni göğsüne çekip sıkıca sarmaladı. “Bir ailemiz var.”

Kollarımı onun gövdesine sardım. Gözlerimi yumdum ve ailemizi düşündüm. Bizim güzel ailemizi.

&&&&&&&&

Uyumuş muydum emin değilim. Gözlerimi kapatmış yaşadığım son bir aç ayı düşünüyordum. Kendimi o mutlu anların içeresinde görmek beni gerçeklikten uzaklaştırıyordu. Afşin’in koynuna sokulmuş kendimi dinlememek için savaşırken onun varlığının beni ayakta tuttuğunun farkındaydım. Evet o olmasaydı, ben tüm bu kâbusu -yine ömrüm boyunca olduğu gibi- tek başıma atlatıyor olsaydım da ayakta kalabilirdim ama insanlığın geri kalanı için öfkem bir kıyamet olurdu. Yakmadık can, yıkmadık düzen bırakmaz ve belki öfkem yüzünden de Ahi’yi sonsuza dek kaybederdim. Afşin benim fırtınamı dindiriyordu. Onun sesi, kokusu, dokunuşu sakinleştirici etkisine sahipti sanki.

Derin bir nefes alıp daha da sokuldum ona doğru. Kalbinin tam üzerine denk gelen avcumun içerisinde ritmini hissedebiliyordum.

“Adını sayıklayarak atıyor.”

Duyduğum cılız sesle gözlerimi aralayıp sözlerin sahibine bakmak için başımı yukarıya doğru uzattım. Abajurun ışığıyla aydınlanan yüzünde bir mücevher gibi parlayan lacivert hareleriyle kesişti kahvelerim.

“Sen…” elimi teninde sürükleyerek yüzüne kadar ilerlettim. Avuç içime batan sakallarını sevdim usul usul.

“Ben ne?” diye sordu mahmur sesiyle.

Nerden geldin de girdin hayatıma?

Neden bu kadar geciktin?

Nasıl oldu da sen, ruhumun kanayan yaralarını birer birer iyileştirebildin?

“Sen uyumadın mı?” gözlerinin içine bakmak hayat bulmakla eş değerdi benim için. Bu kadar kısa sürede bu denli nasıl tutulmuştum bilmiyorum. Ama Afşin, belki de başıma gelen en güzel şeylerden birisiydi.

“Sevdiğim kadın göğsüme uzanmış, uykuya direnirken uyusaydım ben nasıl bir adam olurdum?”

Gülümsemem yavaşça yayıldı yüzüme.

“Sevdiğin kadın mıyım gerçekten?” bu bir soru değildi, bu; duyma isteğiydi, ihtiyaçtı, hatta ilaçtı.

Eli dağılmış saçlarıma uzandı. Yavaşça, hiç acele etmeden saçlarımı düzeltti. Gözleri bir saçlarımda dolanıyor bir de kahvelerime değiyordu. Derin bir nefes aldığında başımda onun göğsü ile inip kalktı.

“Sen benim sevdiğim kadınsın Yıldız Çiçeğim…” konuşmak değildi onun yaptı, şiir okumaktı.

Afşin’in sevdiği kadın…

Afşin’in Yıldız Çiçeği…

Afşin’in sevgilisiydim ben…

Saçlarımda hissettiğim dudaklarıyla gözlerimi yeniden yumdum. Biraz daha yukarı kayıp başımı boynuna gizledim. Kokusu baş döndürücüydü. Dokunuşları değdiği yerde yangınlara sebep oluyordu. Afşin Adalı’nın vücudum üzerinde kurduğu bir hükümdarlık vardı, ona doğru çekiliyordum. İstemsiz ama istekli bir çekilmeydi bu. Şikâyetim yoktu.

Kolları vücudumu sıkıca sarmaladığında biraz daha ona doğru ittim vücudumu. Karşıdan bakıldığımızda yatakta iki kişi değil yalnızca tek kişi gibi görüldüğümüze emindim. Başımı hafifçe kaldırdığımda yüzlerimizin arasında santim bile yoktu. Hatta nefes alıp verdikçe değiyorduk birbirimize. Aynı anda bir derin soluk aldık. Gözlerimiz kesişti. Bir ateş yanıyordu aramızda hatta bir yanar dağ patlamak üzereydi.

“Af-şin!” dedim kesik kesik. Nefes alışverişimiz hızlanmıştı.

“Söyle… Yıldız Çiçeğim…” her kelimesinde dudakları dudaklarıma değiyordu. Artık aramızda yalnızca bir milimetrelik mesafe kalmıştı.

“Seni seviyorum.” Zihnim bulanıyordu. Ama tüm o karmaşanın içinde net bildiğim şey onu ne kadar sevdiğimdi.

Gözlerimi yumduğumda o bir milimetrenin kapanmasını bekledim. Dudaklarımın üzerinde dudaklarını hissettiğim an telefonumun zil sesi odadaki tüm sessizliği yırtıp geçti. Işık hızıyla Afşin’in göğsünden kalktım ve telefonuma uzandım. Aramızdaki büyü birden dağılıvermişti. Afşin de benimle birlikte doğruldu.

Arayan bir numaraydı.

“Bebeğim iyi mi?” diye cevapladım telefonu. Numarayı tanımıyordum ama içim biliyordu, arayan o kadındı.

“Ne yaptıysam susturamıyorum.” O garip aksanıyla kurduğu cümledeki çaresizliği hissettim. Uyumuyordu, çünkü kokumu istiyordu. Yokluğumun farkındaydı.

“Geliyorum.” Dediğimde çoktan yataktan çıkmış, kapıya doğru ilerliyordum “Çok mu ağlıyor?”

Derinden bir ağlama sesi duyuyordum. Ama oldukça derinden, belki de kafamda ağlıyordu.

“Evet.” Aldığım cevap beni daha da hızlandırdı, ses kafamın içinde değildi. Bebeğim ağlıyordu ve ben ona koşarak ulaşacak kadar büyük bir istekle yanıp tutuşuyordum.

“Göğsüne yatır,” dedim ayakkabılarımı giyerken. Afşin hemen arkamdaydı. Geçmem için kapıyı açtığında göz ucuyla ona baktım. Yüzümde hem korku vardı hem de heyecan. Hasret ateşi daha da alevleniyordu ama kavuşmanın telaşı içerisindeydim.

“Sana ses atacağım onu dinleyince sakinleşiyor.”

“Tamam” dedi karşıdaki ses. Pes etmiş gibiydi. Onu bana verecek gibi…

Telefonu kapattım. Ve hemen ses kayıtlarına girdim. Orası dipsiz bir kuyuydu çünkü sürekli Ahi’nin mırıltılarını kayda alıyordum. Aralarındaki kendi sesimi bulana kadar hepsini teker teker açıp dinledim. Onun, o saniyelik mırıltılarını duymak bile kalbime iyi geliyordu. En nihayetinde ona her zaman söylediğim şarkının kaydına ulaştım. Bir kere -Altınoluk’ta ki ilk zamanlarda- Ahi’yi Afşin’e bırakmak zorunda kalmıştım ama benim huysuzluğu üzerinde olan oğlum ortalığı birbirine katmıştı. Ulaşmam zaman alacağı için ses kaydı alıp onu dinletmesini istemiştim. İşe yarayacağından emin olmadan yaptığım bu hamle işe yaramıştı. Benim sesim, kokum onu sakinleştirmek için yeterliydi.

Nasıl arabaya bindim, nasıl kullandım da 20 dakika içinde otelin kapısına vardım bilmiyordum. Aklımdaki tek düşünce oğluma kavuşmaktan ibaretti. Arabayı girişin önünde durdurduğumda elimi kalbime bastırdım. Ve bir saniye sonra elimin üzerinde başka bir el hissettim.

“Sakinleş güzelim,” dedi nahif sesiyle. “Seni bekliyor.” Gözlerimi onun içine hapseden lacivertlerine kenetledim. Eğer sakinleşmem gerekiyorsa bunun formülü o lacivert menevişlerde gizliydi. Hızlı hızlı inip kalkan göğsüm saniyeler içerisinde yavaşladı. Nefes alışverişim normale döndüğünde önce Afşin indi arabadan. Daha sonra da benim yanıma gelip kapımı açtı. Titreyen ellerimle zor zor çözdüğüm kemerimden kurtulup bana uzattığı elini tuttum. Parmakları parmaklarıma kenetlendi. Eli elimde, yüreği yüreğimde birlikte ilerledik otelin lobisinde. Bildiğim yolları telaşlı adımlarla geçip giderken burnumun direği sızılıyordu. Özlemek fiili belki de en aşinası olduğum hisken Ahi’ye duyduğum bu hasret özlemekten çok ölmek gibiydi. O ufacık bedeniyle hayatıma girdiği günden bu yana sevgisi etime kemiğime hatta her bir hücreme işlenmişti. O yüzden benden alınmaya çalıştıkları sadece bebeğim değil de canım, ruhumdu.

Kapının önüne geldiğimde ellerimde hiçbir his yoktu. Uyuşmuş gibiydim. Afşin kapıyı tıklattı ve elini belime yerleştirip beni kendisine doğru çekti. Düşmezdim ama birisine yaslanmak, ona yaslanmak tam da ihtiyacım olan şeydi. Ve o, bunu ben söylemeden de biliyordu.

Kapı yavaşça açıldığında birkaç saat önceki ‘bebek artık bizim’ diyen tavrından eser kalmamış adamı gördüm. Gözleri kızarmış, omuzları çökmüştü. Belli ki bir şeyler ters gitmişti.

“Oğlum nerde?” diye sordum ılımlı tutmaya çalıştığım sesimle. Cevap vermek yerine hafifçe geri çekilip içeriye geçmemiz içi bize yol verdi. Kısa koridoru geçip odaya girdiğimde Kadın berjerde oturmuş Ahi’yi de yüz üstü koynuna yatırmıştı. Bir öfke yükseliyordu içimde. Kıskançlık! Ona sadece ben dokunmalıydım, ben uyutmalı, göğsümde ben sakinleştirmeliydim. Birdenbire ortaya çıkan bir kadın değil. Odada, atığım ses kaydı duyuluyordu. Hafif yan çevrilmiş başından gözlerini ve minik dudakalrını gördüm. Büzdüğü dudakları, nemli gözlerini…

Kadın yavaşça ayağa kalktı. Gözleri kırmızı ve nemliydi. Hayal kırıklığı vardı ela harelerinde. Böyle olmasını beklemdiği anlaşılıyordu. Ona baktığımda Ahi’yi ilk kez eve getirdiğim geceyi hatırladım. İlk süreç ikimiz içinde zor olmuştu. Onun ağlama krizleri, benim ona bakmayı beceremeyişim… biten mamalar, unutulan bezler… hala da zorlanıyordum ama bir ahenk tutturmuştuk. Ben onun tüm zorluklarını seviyordum. O benimle olduğunda aşamayacağım hiçbir şey yok gibi güçlü bir his vardı içimde. Ama kollarımdan alındığında sanki biri üflese parçalara bölünecek kadar güçsüzdüm.

“Onu alabilir miyim?” dedim sakince. Öfkeme yenilip karşı tarafı tetiklemek istemiyordum. Tam pes etme aşamasına görünüyorlarken işi inada bindirmek yapılacak en saçma şey olabilirdi.

Ahi’yi göğsünden uzaklaştırıp kolları arasına yatırdı ve bana doğru uzattı. Bebeğimin gözleri beni bulduğunda büyüyüp dudakları titredi. O daha ağlamaya başlamadan kollarımın arasına aldım, içli içli nefes alıyordu. Kokumu çekiyordu sanki içine. Kollarım sıkıca kavradı onu ve burnumu boynuna götürüp derin bir nefes aldım.

“Annem… bebeğim…” göz yaşlarıma hâkim olamıyordum. Bir musluktan boşalırcasına akıyordu göz yaşlarım.

“Sen beni mi aradın oğlum?” dudaklarımı alnına bastırdım artı ardına buseler kondurdum. “Anneni mi bekledin?”

Minik parmakları boyunum da ki kolyeyi buldu. Bizim aramızdaki ilk bağı… benim, onun ve annesinin arasındaki o bağlayıcıyı…

Mırıltıları sitemkardı. Kolyeme asıldı, yüzümü yüzüne yaklaştırdığımda gözlerine baktım. Titreyen harelerinden süzülen yaşlar boğazımdan büyük bir hıçkırık tufanının başlangıcı için yeterli olmuştu. Öyle bir sarıldım ki -içimde büyümeyişini telefi edercesine- içime alacaktım sanki. Dizlerimin bağı çözüldü, ayakta duracak takatim kalmadığını hissediyordum. Tam yere çökeceğim esnada Afşin’in kolları sarmaladı beni. Yavaşça oturtturdu yere ve o da hemen arkama oturdu. Sırtım onun göğsünde, kolları bizi sarmalarken sadece ağlayıp, Ahi’yi koklaya koklaya öptüm.

Allah’ım onu alma benden.

Benim yer yüzünde bir ayrılığa daha yetecek gücüm kalmadı.

Benim ömrümü oğlumdan ayrı yaşatma.

Evladımdan koparmalarına izin verme.

Minik elli yanağımı bulduğunda yavaş yavaş sakinleşiyordum. Elini tutup avuç içlerine sayısız öpücük bıraktım. “Geldim annecim. Geldim can parçam.” İçim titriyordu. Başımı Ahi’den kaldırdığımda odanın bir köşesinde birbirlerine sarılmış bizi izlerken ağlayan karı-kocaya baktım uzunca. Göz göze geldiğimiz kadın gözlerimi yumdu. Acı çekiyordu. Ben de acı çekiyordum.

Afşin’e yasladığım sırtımı biraz doğrulttum. Kalkmak istediğimi anlayıp benden önce ayaklandı ve bizi de kaldırdı. Yorgun adımlarımla onlara doğru ilerledim. Gecenin bir yarısında, bir otel odasında canı yanan iki kadın, karşılıklı ağlıyordu. Ben evladımdan koparıldığıma ağlıyordum, o evladımı alamayacağını anladığına…

“Herkes çok yıprandı,” diye başladım cümleme. “Çok çetin bir sınav veriyoruz.” Bakışlarım kucağımdaki Ahi’ye kaydı. “En çok da o etkileniyor.” Bakışlarım kadını bulduğunda başını onaylarcasına salladı. “Bu geceyi burada noktalayalım. Otelde, mümkünse bu katta bir odaya yerleşeceğiz. Sabah, sakin kafa ile görüşelim. Eminim bir yol buluruz.”

Aklım karmakarışıktı ama bana bu mantıklı cümleleri kurduran bir his vardı. Annelik hissi. Ben empati kurabilen birisi olduğumu bilmiyordum ama o otel odasında bunu öğrendim. O kadının da çaresiz bakışları olduğunu gördüm. Bebeğimi bana vereceğini de gördüm. Yüreği dayanamamıştı benden kopartmaya ama bırakmak da istemiyordu. Evli bir kadın başka birisini bebeğini alacak kadar, ileri gidiyorsa bir şeyler var demekti. Sorun neyse çözmek için elimden geleni yapmaya hazırdım. Ama bu çözüm Ahi’yi almaları değildi.

Kadın başını aşağı yukarı sallarken hıçkırıklarını tutamayıp kocasının sinesine yaslandı. İçimde bir sızı vardı. Kendin başkasının acısını umursamayan Dalya Ulus, bebeğini kendinden koparmaya çalışan kadın için üzülüyordu. Benden yeni bir ben doğuyordu. Ahi ile… Afşin ile… Su Ela ile… Dalya Ulus şefkatli, merhametli, anlayışlı bir kadına dönüşüyordu.

“İyi geceler.” Dedim ve Afşin’e döndüm. Bir öncekinde boş döndüğüm kapıdan kucağımda bebeğimle çıkıyordum. Afşin beni sarmalamış, yürütüyordu. Yüzümde bir tebessüm, gözlerimdeyse yaş vardı. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Ömrümden bir 10 yıl eksilmişti.

“Siz beni bekleyin, ben odamızı ayarlayayım.” Dedi bizi kattaki dinlenme alanına oturturken. Afşin başımın üzerine derin bir öpücük bıraktı. Sonra da eğilip Ahi’nin ellerini öptü. Yanımızdan ayrılmış koridorda ilerlerken onu seyrettim. Dik duruşlu, geniş omuzluydu. Heybetli görünüyordu. Babam burada olsa benimle gurur duyardı. Kalbimi emanet etmek için seçtiğim bu adamı görseydi eğer ‘Aferin Yıldız Çiçeğim’e, babası kadar çok sevecek bir adamı ömrüne almış.’ Derdi. Kalender bir adamdı babam. Delikanlıydı. Adildi. Şefkatliydi. Anneme ve bana bakarken gözlerinin içi titrerdi hep. Afşin de öyleydi. Kırmaktan korkacak kadar güzel seviyordu bizi.

Afşin gözden kaybolduğunda bakışlarım kucağıma döndü. Ahi’nin gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. Saçlarını okşadım. Dudakları belli belirsiz yukarı kıvrıldı.

“Güzel oğlum benim… yüreğimin en nazlı sızısı. Canımın parçasısın sen. Yaşam kaynağımsın.” Minik parmakları işaret parmağımı kavradı. Bir buse kondurdum o minik elinin üzerine. “Tut annecim, sıkı sıkı tut. Tut ki kimsenin gücü yetemesin bizi ayırmaya.”

Öyle bir korku yaşamıştım ki, daha da başka şeyden korkmazdım herhalde.

Çok geçmeden Afşin yeniden göründü. Yorgunluğu yüzünden belliydi. Yanımıza vardığında o şefkatli tebessümü yine dudaklarındaydı.

“Bu katta boş oda varmış.”

“Hadi gidip uyuyalım.”

Gülümsemesine karşılık benim de gülüşüm yeşerdi dudaklarımda. Kalktığımda elini belime sarmaladı. Sarmaş dolaş ilerledik koridorda. Odamıza vardığımızda kartı okutup açtı kapıyı. Önce benim girmem için eliyle hafif öne itti belimden. Ayakkabılarımı çıkarttığım gibi kendimi yatağa bıraktım. Ahi göğsümde uykuya geçmişti. Derin solukları tişörtümün açıkta bıraktığı gerdanıma çarpıyordu. O nefes bir ömür orada kalsın istiyordum.

Afşin de ayakkabısını çıkartıp yanımıza uzandı. Kendimi hemen onun göğsüne bıraktım. Bir kıkırtı duyduğumda başımı hafif geri atıp Lacivert harelere baktım.

“Niye güldün?”

Gülüşü bulaşıcıydı. Beni de sarmalamıştı.

“Herkes kendi bebeğini göğsünde uyutuyor.” Dedi. Bu o kadar hoşuma gitti ki kıkırtılarımı durduramadım. Bir çocuğun neşesi kapladı içimi.

34 yaşında, kocaman kadındım ama birisinin bebeği olmak beni çok mutlu etmişti.

Afşin’in bebeği…

“Bakıyorum da hoşunuza gitti?” alaycı tavrına karşılık alnımı çenesine yasladım ve gülmeye devam ettim. Biraz utanmıştım açıkçası. Yüzümde elini hissettiğimde Afşin başımı kaldırıp ona bakmamı sağladı.

“Kızardın mı sen?” halimden zevk alıyordu ve bunu gizleme gereği duymuyordu da.

“Keşke Su Ela’da yanımızda olsaydı.” Dedim konuyu değiştirerek. Afşin’in bakışları alaydan sıyrıldı. “Ailemiz tamam olsun artık.”

“Ailemiz…” cümlemdeki tek kelimeyi aldı ve öyle bir tonda söyledi ki içimde yankılandı.

“Ailemiz.”

Alıma uzun bir öpücük kondurdu. “Hiç endişen olmasın. Yarın gece hep birlikte, yatağımızda yatıyor olacağız.”

“Hiç ayrılmayalım Afşin.”

Göz göze kaldık. Ağır ağır yumup açtı gözlerini.

“Ayrılmayacağız Yıldız Çiçeğim.”

Yüzlerimiz yine birbirine yakındı. Derin bir soluk aldım. Gözlerim dudaklarına kaydığında aynı anda yutkunduk. Elini yanağıma koydu ve baş parmağı ile okşadı. Onun en hafif dokunuşu içimde fırtınalar kopartıyordu. Gözlerimi yumdum ve biraz daha yaklaştım yüzüne.

“Af-şin…”

“Söyle… yıldız Çiçeğim…”

Söylenecek bir şey yoktu. Yapılacak bi şey vardı. Teslim olmak.

Ve ben Dalya Ulus, kalbimin önüne kurduğum tüm kaleleri yıktım. Savaş bayraklarını indirdim.

Aşka teslim oldum.

Afşin Adalı’ya bile isteye yenildim.

Ama savaşın kazananı bendim.

&&&&&&&&&

Gece sözleştiğimiz gibi sabah olduğunda kahvaltıda buluştuk. Ahi kollarımda etrafı inceliyor, mırıltıları ile konuşuyor, gülücükler saçıyordu.

“Mutlu bir bebek.” Dedi kadın, bakışlarını Ahi’den kaldırıp bana çevirdi.

“Onu yer yüzünde en çok sevecek kadının kucağında çünkü.” Bu cümlemde bir kibir yoktu. Gayet yalın söylemiştim gerçeği.

“Biz istemediğini sanıyorduk.” Dedi adam. Dün ki o aksi tavrından eser yoktu.

“Sizi temin ederim ki hayatta onun kadar istediğim hiçbir şey olmadı.”

Kimse kahvaltı etmiyor sadece bakışıyordu. Bir süre geçti ki derin bir nefes aldım.

“Ben ilk Ahi’yi öğrendiğimde kardeşimin öldüğünü öğrendim.” Diye başladım söze. “22 yıldır görmediğim kız kardeşimden aldığım ilk haber onun bir kaza geçirmesiydi. Benim hayatım zor oldu.” Yutkundum. Afşin’den sonra ilk kez kalbimin en derin yarasını bir başkasına açıyordum. Ama eğer anlayacaklarsa, Ahi’yi bana bırakacaklarsa bana acımaları umurumda bile değildi. “Henüz çocukken önce babam öldü, sonra da annem beni yetimhaneye bıraktı. Bir daha da hiç görmeye gelmedi. Yapayalnız geldim bu yaşa.”

Bir tek Serdar vardı. O da ona izin verdiğim kadarıyla. Kaleleri fetheden olmamıştı. Ta ki ailemi bulana kadar.

“Bazen öyle anlar geliyor ki yolumu kaybediyorum… hatta sanırım ben yolumu 12 yaşımda kaybettiğimden beri bulamıyorum… bulamıyordum! Sonra o geldi, benim kutup yıldızım oldu. Bana önce yolumu buldurdu sonra da evime kavuşturdu. Benim 12 yaşımda kolumu kanadımı kırdırlar da evimden sökülüp atıldım. Şimdi… siz de gelmiş 22 yıl sonra bana verileni, benim kalbimi yerinden sökerek almaya çalışıyorsunuz… yapmayın! Benim bir acılık daha canım kalmadı.”

Bir canım kalmıştı o da Ahi, Afşin ve Su Ela’ydı.

“Ben…Benim…” söze nasıl gireceğini bulmaya çalışıyordu kadın. Yutkunduğunu gördüm. Göz bebeklerinde titreşen acıyı hissettim. “Benim bebeğim öldü.”

Duyduğum cümleyle sarsıldım. Gözle görülür bir sarsılmaydı bu. Ne kadar ağır bir cümleydi.

Benim bebeğim öldü

Bir annenin ağzından dökülebilecek en ağır cümleydi.

Göz yaşları sicim sicim dökülürken devam etti.

“Oğlum… 10 ay oldu. Bir kere aldım kucağıma. Onda da nefes almıyordu.”

Benim de göz yaşlarım akıyordu artık.

Bebekler ölür müydü?

Ölüm belki de en çok da bebeklere yakışmıyordu.

“Benim başka bebeğim olmayacak. Doğum da çok kan oldu. Aldılar rahmimi.”

Bir evladın hasreti başka evlatla diner miydi bilmiyordum ama yerinin hiç dolmayacağını bilerek yaşamak çok zordu.

“Ben istemedim hiç evlat almak. Sonra haber geldi. Anne babası ölmüş bebek, tek akraba siz, dediler. Allah onu bize, bizi ona emanet bıraktı dedik. Düştük yollara. Bilseydim onu bu kadar sevdiğini… ben gördüm, sen onun annesisin. Ben evlat acısıyla yanarken başka kadını yakamam.”

Aynı anda hıçkırık koptu dudaklarımızdan. Elinin tersiyle sildi göz yaşlarını. İçimde bir fırtına kopuyordu. Ahi’yi yanımda oturan Afşin’in kollarına bıraktım ve kalktım sandalyemden. Gözde’de kalktı benimle birlikte. İçten gelen bir hisle sarıldık birbirimize. Ben sadece bir günlüğüne ayrı düştüğüm oğlumun acısında yanmış kül olmuştum. Gözde ise kendi bebeğini toprağa bırakmıştı. Bunun düşüncesi bile yüreğimden çığlıklar kopartırcasına ağlamama için yetiyordu.

“Teşekkür ederim.” Diyebildim sadece. Ayrıldığımızda ellerini kavradım. Göz yaşlarımız kendiliğinden süzülürken hiç dokunmadık. “Gözde, ben acını tahmin bile edemem. Sana minnettarım. Eğer izin verirsen seni bir yere götürebilir miyim?”

Gözde’nin bakışları eşini buldu. Adamın bakışlarındaki çaresizliği gördüm. Onun da tek istediği eşinin yaralarını sarmaktı belli ki. Gözde başını ağır ağır salladı.

Yer yüzünde annesi-babası ölmüş onlarca çocuk, evladını toprağa vermiş onlarca anne-baba vardı. Anne şefkatinden yoksun büyüyen çocuklar, bebek sesinden mahrum kalmış ıssız evler…

Bir saatlik yolculuğun sonunda varabilmiştik. Arkalı önlü park ettiğimiz araçlarımızdan indik. Ahi kucağımda, ağlayarak çıktığım bahçeye yeniden giriyordum. Az kalsın ondan vazgeçtiğim zamanlar aklıma geldikçe kendime kızıyordum.

Yetimhane müdürü Seren Hanım bizi kapıda karşıladı. Ahi’yi sevdi. Daha sonra da odasına davet etti. Yola çıktığımızda geleceğimizi haber vermiştim. Sağ olsun ziyaret isteğimizi geri çevirmemişti. Biraz hal hatır faslı yaptıktan sonra müsaade istedim. Gözde’ye göstermek istediğim şeyler vardı.

Zaten bildiğim koridorlarda birlikte ilerliyorduk. Ahi, Afşin’in kucağındaydı. Bebeklerin yatırıldığı odanın önüne geldiğimizde Gözde’yi durdurdum.

“Birazdan gireceğin kapının arkasında annesi ölmüş, babası gitmiş ya da terk edilmiş birçok bebeği göreceksin. Evladının yerini doldurmaz belki ama onların bir annenin şefkatine ihtiyacı olduğunu bilmeni isterim.”

Kapıyı araladım ve önce onun geçmesine izin verdim. 20 bebek vardı odada. Gözde’nin beşiklerin etrafında dolaşmasını izledik. Bebeklerin yanında durup hepsini uzun uzun izledi. Dokunamadı hiç birisine. Son beşiğin önünde durduğunda başını yukarı kaldırdı. Dayanmak için güç bulmaya çalışıyordu. Çok derin bir nefes aldı. Sanki içindeki yangını söndürmeye çalışıyordu. Eli göğsüne gitti. Gözlerini yummuş acısını dinliyordu. Diğer eli ile beşikten destek aldı.

Onu buraya getirmek iyi bir fikir miydi sorguluyordum ki bir şey oldu. Beşikteki bebek kenarla tutunarak ayaklanmıştı. Gözde’nin beşiğin kenarına yasladığı elinin üzerine koydu minik elini. Gülümsüyordu bebek. Gözde gözlerini araladığında bebeği gördü. Beyaz tenli, kumral kıvırcık saçlı, büyük gözlü bir oğlandı. Yanakları doldun dolgundu. Gözde dikkatlice elini tuttuğunda bebek kendini beşiğe geri bıraktı. Düşecek korkusuyla onu kavradı Gözde. Bebeğin kollarını kaldırmasıyla yutkunuşunu duyduk. Bakışları bize döndü. Tahir, bir adım öne çıkıp ona doğru yöneldi. Gözde kendisini kucağına alması için bekleyen bebeğe dayanamayıp istediğini ona verdi. Bağrına basışını gördüm. En yaralı yerine bastırdı bebeği. Göz yaşları sicim sicim akıyordu. Usulca öptü bebeğin başını.

Bebek annesini seçmişti.

Tahir, Gözde’ye sarıldı sıkıca. Bir eli de bebeğin üzerindeydi.

Seren hanım yanlarına vardığında gözleri dolu doluydu. “Armağan, buraya doğduğunda geldi. Babası o doğmadan iş kazasında vefat etmiş. Annesi de doğumda gelişen kanama sebebiyle kurtarılamamış. Kimi kimsesi yok. Buradaki en güler yüzlü bebek odur. 10 aydır, hiç üzmedi bizi.”

Gözde’nin kaşları çatıldı. “10 aylık mı?” diye sordu inanamazcasına. Ben de şaşırmıştım.

“Evet.” Dedi Seren Hanım, “27 Eylül doğumlu.”

Tahir ve Gözde’nin birbirlerine bakışlarını gördüm. Birçok şey konuştular birbirleriyle. Ve aynı anda hıçkırarak ağladılar. Tahir, Gözde’nin saçlarından öpüyor, Gözde ise Armağan bebeğin saçlarından öpüyordu. Onlar içli içli ağlıyorken bebek gülücükler saçıyordu etrafa.

“Benim… bebeğim…” dedi zar zor gözde. Bakışları beni buldu. “27 Eylül’de doğmuştu.”

Bu beklenmedik bir şeydi. Aynı gün doğum yapan iki kadın. Birisi bebeğini birisi ise canını kaybetmişti. Böylesi bir rastlantı ancak kader olabilirdi.

Odada bir sessizlik hüküm sürdü. Gözde, bebeğini bulmuştu. Armağan bebekse annesini.

&&&&&&&&&&

Serdar’ın bahçesinden girdiğimizde yüzümde bir tebessüm içimde bir huzur vardı. Bebeğim olması gereken yerde, kucağımdaydı. Sevdiğim adam yanımdaydı. Az sonra dünyalar güzeli kızım da kucağımda olacaktı. Ben bebeğime yeniden kavuşmuştum. İki anne evladına, iki evlat annesine kavuşmuştu.

Gözde ve Tahir’den Ahi’nin velayetini almak için yeni bir dava açmaya karar verdik. Anlaşmalı olacağı için uzun sürmeyecekti. Bu süreçte Ahi’de benimleydi. Armağan’ı evlat edinmek için de başvuru yapacaklardı. Ben de bu süreçte tüm desteğimi onlara sunacaktım.

Afşin zile bastığında içeriden Su Ela’nın sesini duydum.

“Deldilel! Deldilel, Seldal amca.” Neşeli sesi, içimi ısıtıyordu. Kapı açılmadan önce Ahi’yi Afşin’in kucağına bıraktım.

“Su Ela’yı çok korkuttum. O yüzden ilk sarılma hakkını senden çalmayı talep ediyorum.”

O minicik kalbi şahit olmaması gereken şeyleri görmüştü. Zaten bir kuş kadar ince olan kalbinin derin acılar yaşamasına dayanamazken bir de ben üzerine dert eklemiştim.

“Talebiniz kabul edilmiştir.” Dediğinde kapı açıldı ve Altın saçlı deniz gözlü Su Perisi göründü. Hemen onun hizasına indim ve sıkıca sarıldım. Minicik kollarını boynuma doladığında kalbimin eksik parçası tamamlandı.

“Dalya teyse çok mu ösledin beni?”

Daha sıkı sarıldım. İpek saçlarından öptüm koklaya koklaya. Hala bebek gibi kokuyordu. Misler gibiydi.

“Hem de kocaman kocaman özledim seni altın saçlı kızım.”

Kıkırtısı doldu kulaklarıma. Onu kucaklayarak ayağa kalktığımda göz göze geldik. “Altın saçlı kısın mıyım gelçekten?”

Bal yanaklarından sulu sulu öptüm.

“Altın saçlı kızımsın.”

İçimde coşan bu sevgi beni iyileştiriyordu. Artık sadece güzel günlerimiz olacaktı. Aile olduğunda zorluklar bile güzel gelirdi.

“Fasulleyi getilmişsiniz.” Dedi neşeyle bağırarak.

“Kızımı kardeşinden ayırır mıyız hiç?” dedi Afşin.

Kucaklarımızda çocuklarımız, ailecek misafirliğe gelmişiz gibi girdik içeriye. Sanki dün hiç yaşanmamış gibi… Serdar ve Dafne bizi bekliyorlardı. Serdar beni gördüğünde yüzündeki gülümsemesi yayıldı. Kollarını açmış ona varmamı bekledi. Vardığımdaysa kollarını bana doladı. Alnını alnıma dayadığında aramızda sıkışan Su Ela kıkırdadı.

“Seldal amca sıkıştım.”

Serdar geri çekilmeden önce Su Ela’nın yanağından makas aldı.

“Affedersin Su Kuşum.”

Su Ela’yı yere bıraktığımda babasına döndü. Ahi’yi görebilmek için Afşin’i çekiştiriyordu. Onlar koltuklara doğru ilerlerken Serdar kolunu omzuma attı.

“Şu hatta bir savaş da kaybettiğini görecek miyiz Kraliçe?”

Ona yandan baktım. Yılların verdiği dostluğumuzun gülüşü vardı gözlerimizde.

“Bilirsin ki…” dediğimde,

“Sen kaybedeceğin savaşa girmezsin.” Diye tamamladı beni.

Bir süre bakıştık. Sonra bakışlarım koltukta oturan hayatımın en değerli üç insanına döndü.

“Bunca yıl sonra bulmuşum ailemi. Kimin gücü yetebilir ki onları benden almaya.”

“Bu huzuru yer yüzünde senden daha çok hak eden birisi yok Dalya.”

“Orasını bilmem Serdar.” Derin bir nefes aldım. “ama ben bunu sonuna kadar hak ettim.”

“Hak ettin Kraliçe.”

&&&&&&&&

İstanbul’da geçirdiğimiz üçüncü günümüzdü. Hazan, işlemlerle ilgileniyordu. Biz de İstanbul’u kötü hatıralarla terk etmemek için biraz kalmaya karar vermiştik. Bu süre zarfında ben de şirkete uğramanın iyi bir fikir olduğunu düşünmüştüm.

Şirketten içeriye girdiğimde aylar sonra topuklu ayakkabılarımın zeminde yankılanan sesiyle herkes hizaya geçiyordu. Tabi bir fark vardı. Eskiden korkulan gözlerle izlenirdim şimdiyse şaşkınlıkla izleniyordum. Yüzünde tek bir mimik görmeye alışık olmadıkları Dalya’nın yerine yüzünde kocaman bir gülümsemeyle gezen Dalya vardı. Tabi bir de elimden tutmuş, cilveli edasıyla yürüyen Su Ela’nın da bu şaşkın bakışlarda payı vardı.

“Dalya teyse bulası ne kadal büyük.” Dedi gözlerini açmış etrafı incelerken. “Hepsi senin mi?”

“Hepsi benim değil Su Perim. Serdar amcan ve ben burayı birlikte kurduk ama burada gördüğün bütün abi ve ablaların emekleri sayesinde.”

“Bu ablalal ve abilel tuylalalı hep onlal mı taşıdı?”

Sorduğu soruyu anlamaya çalıştım. “Hangi tuğlalar?”

Su Ela durdu, beni de durdurdu. Başını yukarı kaldırmış, beni görmeye çalışıyordu. “Sen dedin ya, bulayı Seldar amcanla belabel kulduk diye. O tuylalalı.”

Kafasında kurduğu düşünceye gülmeden edemedim. Onu yürümesi için hareketlendirirken aklındaki sorularını cevapladım.

“Binayı biz inşa etmedik güzel kızım. Sadece içerisinde yapılan işleri biz kurduk.”

“Şis ne iş yapıyolsunus ki? Babam gibi ayşap mı kesiyolsunuz?”

Odamın önüne gelmiştik. Asel bizi yüzündeki gülümsemesiyle karşıladı. “Hoş geldiniz Dalya Hanım.” Başını aşağı eğilip Su Ela’ya baktı. “Siz de hoş geldiniz küçük hanım.”

“Hoş bulduk Asel. Nasıl buralar?”

Asel kapıyı açıp kenara çekildi. “Sizsiz eksik Dalya Hanım.”

Su Ela’nın geçmesine izin verdim. “Serdar pek öyle demiyor. Bensiz keyifler yerindeymiş duyduğuma göre.”

Asel söylediğimi gülümsedi. Ben içeri geçmiş Su Ela’yı kendi koltuğuma oturtuyordum.

“Sizi kızdırmak için söylemiştir.” Dedi Asel. Elinde tuttuğu -mesai saatleri içerisinde bir organı haline gelmiş- tabletini açtı. “Sizin yokluğunuzda Serdar Bey çok değişti. Artık kimseyle şakalaşmıyor. Çok ciddi. Hiçbir toplantıda oyun oynamıyor.”

Kaşlarım havalandı. “Serdar toplantıda oyun oynamıyor?” diye hayretle sorguladım.

“Seldal amcam kasık kadal adam Dalya teyse neden oyun oynasın ki?” Su Ela’da gelen soruyla kıkırdadım.

“Serdar amcan kocaman bir bebekte de ondan Su Perim.”

Su ela benim cevabıma kıkırdarken ben de masamın önündeki koltuğa oturdum. Elimle diğer koltuğu işaret ettiğimde Asel de oturmuştu.

“Su perim sormuştun ya siz ne iş yapıyorsunuz diye?” Su Ela’nın meraklı gözleri parıldadı. “Biz bilgisayarlardaki programları yapıyoruz.”

“Nasıy yani? Oyunlalı da mı sis yapıyolsunuz?”

“Evet oyun da yapabiliyoruz.”

Su Ela ağzını şaşkınca açmıştı. O şu anda gördüğü Dalya teyzesine yabancıydı. Kalem etek, askılı ipek bir bluz, ince topuklu ayakkabılar, yoğun bir makyajla gördüğü kadını yadırgaması normaldi. Sabah beni ilk gördüğündeki gibi şaşırmıştı şimdide. Çiçekli, uçuş uçuş elbiselerim, genellikle çıplak olan ayaklarım ve makyajsız yüzüme aşinaydı.

Asel bana bilgi aktarımı yaparken Su Ela onun için istediğim boya kitabıyla uğraşıyordu. Serdar’ın köklü değişimi hariç şirkette her şey aynıydı. Bütün ekip disiplinle ve özveriyle çalışmaya devam ediyorlardı. Serdar’ın şirkete giriş yaptığı haberini aldığımda yazılım ekibi ve yönetim ekibini toplantı salonuna çağırdım. Yarın bir gün dönmeden önce hepsine etmem gereken içten bir teşekkür vardı.

“Su Perim, ben toplantıya gireceğim. Sen de benimle gelmek ister misin?” diye sorduğumda Su Ela koltuktan atlayıp yanıma geldi. Eli elimi kavradığında birlikte çıktık odadan. Afşin ve Ahi evde kalmışlardı. Afşin’e her ne kadar gelmesini teklif etsem de o beni reddetmişti hem de yüzümü kızartacak sözleriyle.

Küpelerimi kulağıma takarken aynadan yatakta yatan Afşin’i süzüyordum. Yüzünde o muzır gülüşüyle beni izliyordu.

“Gelmek istemediğine emin misin sevgilim?” diye sordum.

“Sen git sevgilim,” dedi kollarını yukarı kaldırmış gerinirken, tüm kaslarını göz önüne seriyordu. “Benim dinlenmem gerekiyor. Dün gece oldukça yorucuydu.” O bakışlarındaki ateş elimdeki küpeyi düşürmem için yetmişti. Afşin’in arsız bir tarafı olduğunu yeni yeni anlıyordum.

“Edepsizsin!” dedim küpemi yerden alırken. “Utanmadan bel altı vuruyorsun!”

Yataktan kalktı. Bana doğru yaklaştı ve ben ayağa kalktığımda belimden kavrayıp kendisine çekti. Yüzüme düşen saçlarımı üfleyerek geri attığında yüzüme değen nefesiyle gözlerimi kapattım.

“Dün gece bir şikâyetiniz olduğunu hatırlamıyorum Dalya Hanım.”

Dişlerimi sıkıp nefes verdim. “İşe gitmem gerekiyor.” Diyebildim sadece. Tek bir dokunuşu yetiyordu bana. Aklımı bulandırmaya…

“Bence bir patron olarak geç kalma hakkınızı kullanabilirsiniz?”

Kullanabilir miydim?

   Evet.

Kullanacak mıydım?

Kullanmamalıydım!

“Afşin Su Ela uyanık.” Dedim fısıltıya karışık. O elini koyduğu yeri okşarken ve nefesimi boynuma üflerken pek de mantıklı düşünemiyordum. Bulduğum son bir gayretle kollarından sıyrıldım.

“Ben işe gidiyorum.” Dedi kapıya yönelirken. “Seni de arsızlığınla birlikte bırakıyorum.”

Afşin kendisini yatağa geri bırakıp dirsekleri üzerinde hafif doğrulmuş bana bakıyordu.

“Ben ve arsızlığım seni bekliyoruz.”

Sondaki göz kırpışıyla birlikte rengimin gerçekten de kırmızıya döndüğünü hissediyordum.

“Kraliçe ne bu halin?” daldığım anıdan çıktığımda kendimi toplantı salonun kapısında bulmuştum. Karşımda da bana acayip bir şey görmüş gibi bakan Serdar’ı.

“Anlamadım?” dedim sorgularcasına.

“Diyorum ki…” işaret parmağıyla havada daire çizip yüzümü işaret etti. “Suratındaki bu aptal gülümseme ve yanaklarının kıpkırmızı olmasını neye borçluyuz?”

İstemsizce elim yanağıma gitti. Gerçekten de alev alev yanıyordu. Afşin Adalı yakınımda değilken bile beni öyle bir hale getiriyordu ki bu kilometrelerce öteden görülebilirdi.

Yine de kendimi ele vermemek adına suratımı düzelttim ve tek kaşımı kaldırıp Serdar’a ‘ne saçmalıyorsun?’ bakışlarımı atmaya devam ettim. Serdar kulağıma doğru eğildi.

“Eğer suratını düzeltmezsen herkes dün gecenin ne kadar harika geçtiğini anlayacak.”

Gözlerim irileşti. Bu kadar belli olamazdı. Olmamalıydı. Sinirle Serdar’ı geriye ittirdim.

“Bu konuda ağzından tek bir kelime duyarsam seni mahvederim Serdar Bahadır Bakırcı!”

Serdar tehdidimden gram etkilenmemiş tavrıyla toplantı salonuna girdi. Derin bir nefes aldım ve kendimi toparlamaya çalıştım. Su Ela çoktan içeriye girmişti bile. Neyse ki o bu konuşmalara şahit olmuyordu.

İçeriye girdiğimde herkes ayakta karşıladı. Masanın başına geçtiğimde herkese oturmasını işaret ettim ve ben de otururdum.

“Merhaba arkadaşlar. Sizlerle yeniden görüşmek çok güzel.” Herkesin gözlerine baktım. Bende ki değişimin onlarda farkındaydılar. “Bunca yıldır UandB için birlikte çalışıyoruz. Sizlerin yaptığı çalışmalar, fedakarlıklar ve burayı benimseyişiniz sayesinde şu anda bulunduğumuz konumdayız. İki genç üniversitelinin hayaline ortak olup bugünlere gelmemizde verdiğiniz tüm çabalarınız için teşekkür ederim. Ben uzun zamandır yoktum ama bu yokluğumda sizler gemiyi fırtınada bile sürmeye devam ettiniz. Ani bir gidiş oldu. İlk zamanlarda birkaç aylık bir kafa dinlemek maksadıyla çıktığım yolda kaybettiklerimi buldum. O yüzden de söylemeliyim ki Şirketimiz artık sizlere emanet.”

Sözlerim karşısında şaşkın bakışlarla incelendim.

“Bize veda mı ediyorsunuz?” diye sordu Erdinç.

“Ama bizim sizden öğrenecek çok şeyimiz var daha.” Dedi Eflin.

“Dalya Hanım siz olmadan yazılım ekibi nasıl ilerleyecek.” Dedi Ayşe.

Onlar benim üniversite yıllarında yanıma aldığım ve yetişmeleri için ilmek ilmek işlediğim pırlanta değerindeki genç yazılımcılardı.

“Arkadaşlar, ben sizlerdeki cevheri gördüm ve bütün bilgi birikimimle sizlere bir şeyler öğretmek için çabaladım. Şu an da her biriniz ben olsam da olmasam da yazılım konusunda birer uzmansınız. Ekip olarak sizden daha kuvvetlisini düşünemem.” Bakışlarındaki gurur gördüm. “Evet sizlere bunları ilk kez itiraf ediyorum. Çoğu zaman sizleri azarladım, bazen gece gündüz uğraştığınız projelerinizi çöpe attırdım. Ama bunlar sizi daha iyi yere ulaştırabilmek içindi. Ve görüyorum ki ben umduğum şeye ulaşmışım. Bu zaman kadar olduğu gibi her zaman destek olarak buradayım. Sizler bir şeyler öğrenmek istediğinizde, telefonum her daim açık. Online toplantılar ve sunumlarla devam edeceğiz.”

Gözlerim doldu. Benim bu duygusal yanım beni bile hala şaşırtırken ekip arkadaşlarım hayretler içerisinde beni dinliyorlardı.

“Üzülmenize gerek yok,” dedim gülümsemeye çalışırken. “Ben size telefondan da bağırırım.”

Toplantı salonunda kıkırtılar çoğaldı. Belki de bunca yıldır ilk kez bir toplantım böylesi samimi geçiyordu. Emek emek kurduğumuz bu şirketten kendi isteğim ile uzaklaşacağımı söyleseler de inanamazdım. Çünkü o zaman tek servetim bu şirketti. Şimdiyse şirketten, paradan daha önemli bir servete sahiptim. Tabi ki işimi bırakmayacaktım. Sadece artık evden çalışan, çok sevilen, iki küçük çocuğu olan güçlü bir kadındım. Artık anneydim.

Sandalyemden doğruldum. “Bugüne kadar gösterdiğiniz gayretinizin devam edeceğine olan güvencimle buraları size emanet ediyorum.”

Su Ela, yanıma gelmiş elimi tutmuştu. Kapıya yöneleceğim sırada durdum ve ekibime döndüm. “Ayrıca kafa dağıtmak isteyen, tatile ihtiyacı olan herkesi de Altınoluk’a beklerim. Kapım her zaman açık.”

Hep güçlü bir kadın olarak görünürdüm.

Ama artık güçlü hissediyordum.

&&&&&&

“Şimdi neleye gidiyolus Dalya teyse?” diye sordu Su Ela. Oto koltuğunda oturmuş, yüksek binaları inceliyordu. Yolda gördüğü, aklına takılan her şeyi soruyordu. Saati akşam yapmıştık şirkette ama hava hala aydınlıktı. Su Ela’nın isteği üzerine camları açmıştım. Rüzgâr saçlarını savuruyordu.

“Şimdi benim çok sevdiğim birisinin yanına gideceğiz.” Dedim dikiz aynasından ona bakarak. Yüzüne gelen tutamları sürekli geri itmeye çalışıyordu. Artık bu durum sinirini bozmaya başlamıştı. Çattığı kaşlarından ve babası gibi laciverte çalmaya başlayan maviliklerinden anlaşılıyordu. Çamları biraz yukarıya kaldırdım ama tam da kapatmadım.

“Çok mu seviyolsun onu?”

Yola odaklandım. Trafiğin yoğunlaşmaya başladığı yerlerdeydik. “Evet çok seviyorum güzel kızım. Eminim tanıyınca sen de onu çok seveceksin?”

“Kim ki o çok sevdiyin? Babamdan ve benden daha çok mu seviyolsun?”

Biraz burkulan sesiyle birlikte kaşlarım çatıldı. Küçücük dünyasında nasıl korkular beslediğini anlamakta zorlanıyordum. Birkaç gündür her fırsatta bana sarılması, benimle uyumak istemesi ve sık sık eve ne zaman döneceğimizi sormasından bir şeylerden endişelendiğini sezmiştim. Küçük kalbi onu bırakıp gitmemeden, onu sevmememden korkuyordu. Trafiğin sıkışıklığından faydalanıp arka koltuğa döndüm.

“Babanı da seni de çok seviyorum Su Perim. Hem de çok.” Dedim gülümseyerek. Bunu anlatabilecek kelime dağarcığına sahip değildim sadece. “Yanına gideceğimiz kişi benim babam gibi sevdiğim bir amca. Onu da çok seviyorum. Tıpkı senin babanı ve beni çok severken Serdar amcanı ve Dafne’yi de çok sevmen gibi.”

İşaret parmağını yanağına dayadı, biraz düşündü. Sonra kaşları havalandı. “Ben en çok babamı, seni ve fasullemisi seviyolum. Seldal amca ve Dafne’yi de seviyolum. Ama en çok sisi seviyolum.” Öne doğru yaklaştı. “O zaman sen de en çok babamı, beni ve fasullemisi mi seviyolsun?”

Gülümsemem kocaman büyüdü. Başımı onun heyecanına ortak olarak aşağı yukarı salladım. “En çok sizi seviyorum.”

Su Ela duymayı arzuladığı cevabını alınca çalan şarkının ritmiyle dans etmeye başladı. Trafik akmaya başladığında ben de dikkatimi yola verdim. Bu yolu en son aşıp Rafet amcaya gittiğim gün Dilay’ın haberini almıştım. Hayatımın alt üst olduğu o anları hatırladığımda bir hüzün çöktü yüreğime. Koca bir ömür geçirmiştim. Bakıldığında yalnızca 34 seneydi ama ben acı ve ızdıraplarla bitiremediğim onlarca gecede beşer yaş birden yaşlanmıştım. İlk yetimhane zamanlarında o kadının beni aldığını, eve geri götürdüğünü hayal ederdim. Her seferinde beni bağrına basıp özürler dilediğini, kardeşimin yanına döndüğümü… Dilay’ı koklaya koklaya öptüğümü, okuldan gelip onunla oynadığımı hayal ederdim. Hatta babamın bana öğrettiği ne varsa ona öğrettiğimi. Ama bu hayaller bir yerde kesildi… ümidimin bittiği yerde. Üniversiteye başlayacağım sene yetimhaneye bir kız bırakılmıştı. Onu da annesi getirmişti. Camdan onları izlediğimin farkında bile değillerdi. Kadın, kızı defalarca öptü, sık sık geleceğine dair sözler verdi. Kız ağladı, annesi ağladı sonra da sıkıca sarıldılar. Birkaç gün o kızı izledim gizlice. Annesi iki günde bir gelip görüyordu. Bir hafta sonra da dayanamayıp geri aldı kızı. O kadının gözlerinde görmüştüm, kızını ne kadar sevdiğini. Anneliği görmüştüm. Dayanamamıştı. Şartlar ne olursa olsun kızından ayrılmaktansa tüm zorluğa göğüs germeyi seçmişti. Çünkü anneler öyle yaparlardı… evlatları söz konusu olduğunda pes etmezler, savaşırlar ve kazanana kadar da mücadeleyi bırakmazlardı. İşte o gün o kadının beni sevmediğini ve asla geri gelmeyeceğini kabullenmiştim. Umudum o gün, o anne ve kızın birbirlerine sarılıp evlerine dönüşünü izlediğim pencereden uçup gitmişti.

Ben o gün vazgeçmiştim Dilay’dan. İlk kızgınlığın o güne denk geliyordu. O seçilmiş çocuktu. Sevilen… annesinin bağrınca, yuvasında büyüyen oydu. Ama şimdi içimde kızgınlık kalmamıştı. Kırgınlığım da yoktu Dilay’a. Suçu olmayan şeylerden dolayı ona kin gütmem büyük bir saçmalık ve haksızlıktı. Ona hala vaktim varken sıkı sıkı sarılmak isterdim. Her şeyi onunla paylaşmak, dertleşmek isterdim. En sevdiği yemeği, en korktuğu şeyi, hoşuna giden tüm aktiviteleri, hayalindeki mesleği bilmek… onu tanımak isterdim.

Kardeşimle vakit geçirmek…

Ona sıkı sıkı sarılma…

Aşık olduğu adamla tanışıp, gerçekten iyi biri mi anlamak için onu test etmek isterdim…

Dilay benimle olsun çok isterdim.

Zihnimdeki tüm bu geçmiş kavgası ve hesaplaşmalar Rafet amcaya gidene kadar devam etti. Ne kendimi aklayabildim ne de o kadını. Bir tek aklanan Dilay olmuştu. Benim minik masum kardeşim…

Arabamı park ettikten sonra arka koltuğa döndüm. Su Ela, bir yarım saat önce kendisini uykuya teslim etmişti. Arabadan inip arka kapıyı açtım. Salık saçları yüzünde dağılmış, minik göğsü derin nefesle inip kalkıyordu. Tüm gün şirkette koşturmak onu yormuştu. Yüzündeki tutamları geriye iterken yumuşak bir sesle seslendim.

“Su perim, hadi uyanma vakti.” Gözlerini açamadan gerindi. Dudakları öne doğru kıvrılmıştı. Yanakları ise hafif pembeleşmiş. Bu Halini kaçırmamak için hemen telefonuma sarıldım ve birkaç poz yakaladım. Bu sıralar en büyük hobim kesinlikle Su Ela ve Ahi’nin her anını kayıt almaktı.

“Güzel kızım… hadi aç bakalım gözünü… bak nereye geldik.” Su Ela ağır ağır açtığı gözleri ile etrafı süzdü. Gözlerimiz kesiştiğinde gülümsedim ona.

“Geldik mi?”

“Evet,” dedim heyecanla. “Hadi gidip yemek yiyelim. Ben çok acıktım.”

Kaşları çatıldı, uyku sersemi haliyle etrafa göz attı. “Hani çok sevdiyin bilisine gelecektik?”

Kemerini çözmeye başladım. “Evet oraya geldik. O çok sevdiğim kişi bize çok güzel yemekler hazırladı.”

Kemerini çözdükten sonra dikkatlice arabadan indirdim. Ayakları yere bastığında yalpalayacak gibi oldu. Düşmemesi için sıkı sıkı tuttum onu.

“Çok sevdiyin kişi yemek yapabiliyol mu?” Arabanın kapılarını kapatıp Su Ela ile birlikte yürümeye başladım. “Hem de çok güzel, sen de bayılacaksın.”

Kebapçının bahçesine girdiğimizde bir masada müşteriler ile ilgilenen Rafet amcayı gördüm. Her zamanki tonton dede halleriyle müşterilerine güler yüzlü hizmetini sunuyordu. Birkaç adım daha atıp yaklaşırken bizi fark etti. Duyamasam da masadakilerden müsaade istediğini anladım. Yüzündeki gülümsemesi her adımda daha da genişliyordu.

“Aman efendim kimler gelmiş? Şerefler vermişler.” O tüm coşkusuyla bizi karşılarken benim de gülümsemem yüzümde yayılıyordu.

“Hayırlı akşamalar Rafet amcam.” Dedim ona sarılırken. Sırtımı sıvazladı. Babacan tavrıyla sarmaladı beni.

“Sen gelirsin de akşamlar hayırsız olur mu hiç?”

Tatlı dili, güler yüzü ve şefkatli bakışlarıyla içimi sıcacık ediyordu. Su Ela minik elleri ile elimi sıkı sıkı tuttu. Uyku mahmuruydu. Lacivertlerine vurulduğum babası gibi güzel mavi menevişleri ile Rafet amcayı süzüyordu. Rafet amcanın geri çekilirken bakışları Su Ela’yı buldu.

“Bu güzeller güzeli hanım kızımız kim?”

Başımı hafif eğip Su Ela’ya baktım. Gözleri beni buldu. Parıldayan maviliklerinde beklentiyi gördüm. Merakla bekliyordu. Bütün gün onu herkese tanıttığım gibi tanıttım Rafet amcaya.

“Bu güzel hanımefendi benim güzeller güzeli kızım, Su Ela.” Gözlerindeki beklenti sevince döndü. “Biz kendisine Su Perisi demeyi tercih ediyoruz.”

Rafet amca kırışık, iri elini Su Ela’ya doğru uzattı. “Öyle mi?” dedi uzatarak. “O zaman ben de senin Rafet deden oluyorum.”

Su Ela çekingen tavrıyla uzatılan iri eli minik eliyle sıktı. Rafet amca iki eli ile tutup sevdi hafifçe. “Hoş geldin Su Perisi.” Bakışları beni buldu. Gurur gördüm o bakışlarda. Yüzümde oldukça geniş bir tebessüm vardı.

“Hadi geçin de size en güzel yemeklerden hazırlayayım.”

Mekan doluydu ama Rafet amca kıymetli misafirleri için her zaman boşta bir yer bırakırdı. Bahçenin sağ tarafında, en arkadaki çardağa doğru döndüm. Su Ela etrafı inceleyerek yürüyorken ben ezbere bildiğim yolda yürüyordum.

Hayat garipliklerle doluydu. Birkaç ay önce ağlayarak çıktığım bu yerden şimdi elimi sıkı sıkı kavramış, gözlerimin içine bakan, kalbindeki tüm saf duygularla beni seven bir kız çocuğuyla dönmüştüm. Birazdan aşık olduğum adam ve oğlum da gelecekti. Birkaç ay önce neredeyse kimsesiz olan bir kadın olarak oturduğum masaya bir aile ile oturacaktım. 22 yıl… ağır bir bedeldi ama günün sonunda sevdiğim adamın kollarında uyuyup, gözümü onunla açıyordum. Bir masanın etrafında ailecek oturuyorduk.

Rafet amca bizi oturttuktan sonra yanımızdan ayrıldı. Çok geçmeden bahçenin kapısında kucağında Adar ile Afşin göründü. Keten krem pantolon, lacivert spor gömleği ile göz kamaştırıyordu. Üstten üç düğmesi açıktı. Ayrıca kucağındaki Adar’a da krem şort ve lacivert kısa kollu giydirmişti. Kombin yapma işini artık benden daha iyi yapıyordu. Etrafa bakındı, beni gördüğünde göz göze geldik ve yüzündeki düz ifade değişti. Göz bebeklerinin bile parladığını gördüm. Gülümsemesi yeşerdi. Zaten yüzümde genişçe yayılmış olan gülüşümü dizginlemek için alt dudağımı dişledim. Yanaklarıma hücum eden kan heyecanımı ele veriyordu. Afşin ağır adımlarla bize doğru yürüdükçe kalp atışlarım hızlanıyordu. Üzerimde kurduğu bu hakimiyet beni korkutuyordu. Birini böyle sevmenin mümkün olduğunu bilmezdim. Ne zamana kadar böyle devam edecekti? Alışacak mıydım onu sevmeye? Onun bakışlarındaki yoğun hislere? Normalleşecek miydi bu aramızda ki? Normalleşmesi gerekiyor muydu? Emin değildim. Bir şikayetim yoktu. Bize ulaştığında önce Su Ela’nın saçlarında öptü. Sonra bana döndü ve beni de saçlarımdan öptü. Kokumu içine çekişi öyle sesliydi ki duydum.

“İşte şimdi nefes aldım.” Diye fısıldadı kulağıma doğru. Gözlerimiz kesişti. Derin bir nefes aldım. Elim yanağına uzandı. Sakallarını sevdim. Bir derin nefes daha aldım. Başımı ağır ağır aşağı yukarı salladım.

“İşte şimdi nefes aldım.” Dedim onu taklit ederek. O benim kokumda nefes buluyorken ben onun gözlerinde nefes buluyordum. Tamamlıyorduk işte birbirimizi. Bütünleşiyorduk. Afşin… Sevmeye doyamadığım ve doyamayacağımı hissettiğim adamdı.

Biz öyle durmuş bakışırken Adar’ın sinirli mırıltıları aramızdaki çekimi kesti. Afşin geri çekilirken Adar’a yandan baktı ve bana doğru uzattı.

“Sabahtan beri aramız gayet iyiydi küçük adam. Anneni paylaşamamamız çok kötü…” serzenişine kıkırdarken oğlumu kucakladım ve yüzümü boyun girintisine gömdüm. Derin derin üç kez nefes aldım. Kıkırtıları yükseldi.

“Özledin mi beni annecim?” kucağıma oturttum. Başını kaldırıp yüzüme bakıyordu. Elleri çoktan kolyemi bulmuştu. “Ben çok özledim seni.” İyice tombullaşmış yanaklarından öptüm uzun uzun. Afşin tam karşıma oturdu. Su Ela’da hemen kucağındaki yerini aldı. Kafasını babasının göğsüne yasladı. Afşin’in kolları kızını sıkı sıkı kavradı. Gözleri gözlerimdeydi. Su Ela, Adar’a bakıyor ve onu fark etsin diye sesler çıkartıyordu. Nihayet dikkatini çektiğinde Adar bakışlarını ona döndürdü.

“Eeee, ne yaptınız bakalım bugün hanımlar?”

“Dalya teysemle billikte şilket yönettik baba.” Su Ela, Adar’a elleri ile hareketler yaparken babasını cevapladı. “Çok zol bil iş yaptık. Toplaltı bile yaptık.”

Afşin şaşkınca açtı gözlerini. “Bak sen…” dedi heceleri uzatarak. “Benim kızım şirkette mi yönetirmiş?”

“Valla benden iyi yönetti.” Dedim. Bütün gün herkesle konuşup, dertlerini dinlemişti. Ne istediklerini sormuş -ben sordurmuştum- yazmayı bilmese de elinde tuttuğu deftere not almıştı. Gün sonunda tüm herkese bir tatil, son model kahve makinası, sinema odası yapacağımıza dair plan yapmıştık. Sunum yapılırken o da boş kağıtlara bir şeyler çizmiş sunum bitince kendi projesini bize anlatmıştı.

“Yapar benim kızım.” Derken yanağından öptü Afşin.

“Eee siz ne yaptınız bakalım? Nasıldı beyler gününüz?” diye sordum. Sadece bir kere görüntülü görüşmüştük. O esnada da kahvaltı yapıyorlardı. Sonrasında vakit bulup arayamamıştım.

“Biz de bütün gün erkek erkeğe takıldık. Maç özetlerine baktık. Daha sonra da biraz yürüyüşe çıktık.”

“Bom boş işlel!” Su Ela’nın dediğine kıkırdamadan edemedim. “Biz o kadal çalıştık. Sis sadece maç isleyip yülüdünüs mü yani?”

Afşin kızından beklenmedik gelen darbe ile sahteden bir sarsıldı. “Affedersiniz Su Ela Hanım, bir sonraki beyler günümüzü lütfen siz planlayın.”

“En asından palka gitseydinis.”

Afşin, Su Ela’yı kolları arasında sıkıştırıp yanaklarından öptü.

“Kızım olamadan parka gitmek istemedim. Yarın birlikte gideriz.”

Su Ela’nın gözleri heyecanla büyüdü. Her çocuk gibi park zayıf noktasıydı. Parka çadır kuracağız desek hayır demezdi doğrusu.

“Neşeniz daim olsun…” Rafet amcanın sesi ile bakışlar ona döndü. Afşin’e biraz bahsetmiştim Rafet amcadan. Su Ela’yı yavaşça yan sandalyeye oturtup ayağa kalktı. Elini Rafet amcaya uzattı.

“Merhaba efendim,” dedi. “Ben Afşin.” Böyle efendi hali de çok fenaydı. Rafet amca uzattığı elini kavradı. Başını hafif hafif aşağı yukarı salladı.

“Merhaba evlat.” Dedi. Gülüşüm derinleşti. Rafet amca eğer evlat dediyse Afşin’i beğenmişti. “Ben Rafet usta, Dalya’nın babası say beni.”

Afşin tuttuğu eli öpüp başına koyduğunda gözlerim doldu. Hiç yaşayamayacağımı sandığım bir anın içerisindeydim. Sanki orada elini öptüğü Rafet amca değil de babamdı. Rafet amca omzuna vurdu babacan tavrıyla.

“Memnun oldum efendim.” Afşin ve bu tavrı kalp atışlarımda ritim bozukluğuna sebep oluyordu. İlk kez Afşin’i çekingen görmüştüm. Kendinden emin tavrı gitmiş, onay bekleyen bir çocuğa dönmüştü. Beklentili bakışları Rafet amcadaydı.

“Ben de memnun oldum evlat.” Verdiği derin nefesi gördüm. Bakışlarında gurur vardı. Bana baktı. ‘Başardın’ diyordu. Gözümden bir damla süzüldü. Hızlıca sildim. O gördü. Bakışlarına merhamet çöktü. Öyle bir baktı ki bana sıkı sıkı sarıldığını hissettim.

Rafet amca yanımıza oturdu. Yemek tercihini ona bırakmıştık. O da sağ olsun masaya ne kadar çeşit varsa yığmıştı. Hep babacandı ama bu akşam babamdı sanki. Heyecanım hiç geçmiyordu. 34 yaşında bir kadın değil de 20’li yaşlarda bir toy kızdım bu gece. Sevgilisini babasına onaylatmak için çırpınan bir kız.

“Ne işle meşgulsün evlat?” diye sordu Rafet amca. Afşin kestiği eti Su Ela’nın tabağına bırakırken cevapladı onu.

“Marangoz atölyem var. Ahşap üzerine çalışıyorum efendim.” Mütevaziliği beni vurdu. Sanki sıradan mobilya ustasıymış gibi bahsediyordu kendisinden. Ama çok yetenekli bir ahşap ustası ve iç mimardı.

“Zanaatkârsın demek…” başını salladı. “Güzel. Kaç yaşındasın?”

“38 efendim.”

“Gençmişsin. Nerelisin? Annen baban nerede?”

Rafet amca Afşin’in yemek yemesine müsaade etmeden seri soru yağmuruna tutuyordu. Afşin halinden şikayetçi görünmüyordu gerçi. Hala gerginlik vardı üzerinde.

“Bursalıyım Efendim. Annem babam da orada yaşıyorlar.”

“Onlar ne işle meşgul?”

“Babam, müteahhit. Annem ev hanımı.”

“Güzel… Tanıştırdın mı kızımı ailenle?” diye sordu bakışlarıyla beni gösterirken. Hiç aramızda böyle bir konuşma mevzu bahis olmamıştı. Hiç de düşünmemiştim. Rafet amcanın sorusu üzerine bir gerginlik bastı beni. Afşin’in ailesi hakkında bildiklerim söyledikleriyle sınırlıydı. Nasıl insanlar olduklarını bilmiyordum. Beni severler miydi? Oğullarının yanına yakıştırırlar mıydı? Bilemiyordum. Onaylanmama korkusu sarmaladı beni.

“Henüz tanışmadılar ama ailem hayatımda bu kadar güzel değişikliklere sebep olan kadını tanımak için can atıyorlar.”

Benden haberleri mi vardı?

Anlatmış mıydı?

Ne demişti benim için?

Bana ‘sevdiğim kadınsın’ diyordu. Ailesine de öyle mi demişti?

“Planlarınız nedir bilmem ama bence uzatmadan tanıştır ailenle.” Dedi Rafet amca. Sesli yutkundum. Önümde eşelediğim et parçası artık yenmeyecek haldeydi. “Belli ki bir yola baş koymuşsunuz. Hayırlı iş bekletmeye gelmez.” Rafet amca geleneklerine bağlı bir adamdı. Aileye önem verirdi.

“Benim planım…” dedi Afşin, bakışları yeniden beni buldu. “Dalya ile bir ömür geçirmek. O yüzden çok haklısınız efendim, uzatmaya gerek yok. En kısa zamanda tanıştırmayı ben de arzuluyorum.”

Kalbim bir et parçası değildi. Kan pompalamıyordu. Tam da bu sözleri işittiğimde bir kuştu artık. Kanat çırpıyordu. Nefes alışverişim hızlıydı. Elimi kalbimin üzerine bastırmamak için zor duruyordum.

“Sen belli ki mert bir delikanlısın evlat.” Dedi Rafet amca. Elini Afşin’in omzuna koydu. Afşin bakışlarını benden çekip Rafet maçaya baktı. “Kız babasısın anlarsın beni, yanlış anlama dediklerimi.”

“Estağfurullah efendim.”

Rafet amca bana döndü. Gözleri yaşarmıştı. “Dalya’yı tanıdığımda bir ürkek ceylandı. Yaraları o denli derindi ki, kimseyi yanına yaklaştırmazdı. Yıllar boyunca nasıl yaralarını sardığını, nasıl savaştığını, dik durduğunu gördüm, şahit oldum. Onca zamanımız oldu, ilk kez gözlerinin içinde böyle büyük bir mutluğa şahit oldum.” Artık göz yaşlarım süzülüyordu yanaklarımdan. “Belli ki sebebi kurduğunuz bu bağ. Sevmişsiniz birbirinizi. Kıymetini bil. Kızımı üzme! Kalbini incitme! Bir baba olarak senden isteğim budur.”

Afşin derin bir soluk aldı. Başını ağır ağır salladı.

“Tüm ömrüm üzerine yemin ederim ki kıymetini bilmeden aldığım tek bir nefesim olmayacak efendim.”

Dudaklarımı dişledim ki hıçkırmayayım. İçimdeki kız çocuğu benim yerime da hıçkırıyordu.

“Bir de kırmazsan isteyeceğim tek şey var.” Dedi Rafet amca, sesi hüzün yüklüydü. Bakışları ikimiz arasında gitti geldi.

“Emir bilirim efendim.”

“Allah’ın emri ile benden isteyin kızımı.”

İşte tuttuğum hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. Beklemiyordum. Yaşamam sandığım bazı anlar vardı. Hep eksik kalırım dediğim. Hiç evlilik hayali kurmayışımın bir sebebi de buydu. Bir gün evlenmeye karar verirsem bunun sadece mantık evliliği olacağını düşünürdüm. Sade bir nikah. Hepsi bu kadar.

Afşin ile evlilik hakkında hiç konuşmamıştık. Biz sevgililik hakkında bile hiç konuşmamıştık. Her şey kendiliğinden olup gelişmişti. Bildiğim tek şey onun ailem olmasını her şeyden çok istediğimdi. Çoktan aile olmuş gibi hissediyordum. Yapbozun eksik parçası tamamlanmıştı. Hiç evlilik gelmemişti aklıma. İsteme… hele beni birinden istemelerinin hayalini ömrün boyunca kurmamıştım. Yabancısıydım. Ama içimde çırpınan kuş sanki yıllardır bu anı bekliyormuşçasına kanat çırpıyordu. Göğüs kafesimi kırıp özgürlüğe uçarcasına çok çırpıyordu kanatlarını.

“İnşallah efendim.” Dedi Afşin kendinden emin sesi ile. “Kapınızı hayırlı bir iş için çalmayı çok isterim.”

Bakışlarımız kenetlendi. Gözlerinin dolduğunu gördüm. Bir tebessüm yeşerdi göz yaşlarımın arasından. Gözlerimi yumdum. Bu sessiz bir teşekkürdü.

&&&&&&&&&

Saat Su Ela için uyku vaktini gösterdiğinde onu yatağa yatırdım. İnce örtüyü üzerine örttüğüm esnada gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Bir şey söylemek istediğini anlıyordum. Kirpiklerini sık kırpıştırmasından belliydi.

“Bana bir şey söylemek istiyor gibisin Su kuşum.” Gözlerini etrafta gezdirdi. Yutkundu.

“Dalya teyse.”

“Efendim güzel kızım.”

Minik eli elimi tuttu. Gözlerini gözlerime kenetledi. “Sis babamla evlenecek misinis?”

Masada konuşulanlardan sonra bu beklediğim bir soruydu. Bekliyordum ama hazırlıklı değildim. Evet desem Afşin kızar mıydı? Kızına kendi mi söylemek isterdi? Evlenecek miydik? Ben henüz bir teklif almamıştım? Hayır demeye de içim el vermiyordu.

“Evlenmemizi ister miydin?” diye sordum. Su Ela’nın beni çok sevdiğini biliyordum. Ama tabi babasıyla evlenmemi isteyip istemediği konusunda endişelerim de yok değildi.

“Sis evlenilsenis…” gözlerini kaçırdı. “Sen o saman benim annem mi olacaksın?”

Gözleri dolmuştu. Elimin üzerindeki ellerine öpücükler kondurdum. O minik yüreğindeki yangın beni de küle çeviriyordu.

“Sen ister miydin,” göz yaşlarımı geri itmek için başımı yukarı kaldırdım. “Annen olmamı?”

Başını aşağı yukarı salladı. “Sen çok güsel annesin.” Dediğinde göz yaşım düştü yanağıma. Su Ela oturdu ve minik eli ile göz yaşımı sildi. Eli yanağımda kaldı.

“Sana anne desem…” sesi titredi. “Annem bana küsel mi?”

Bir ağır taş oturdu bağrıma. Yutkundum. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Seve seve annesi olurdum. Ama korkuyordum. Afşin’in tepkisini kestiremiyordum.

Yatağın diğer tarafında bir ağırlık hissettiğimde başımı çevirdim. Afşin nemli gözleri ile bize bakıyordu. Su Ela’nın elini avuçları içine aldı ve öpücükler kondurdu.

“Babasının narin çiçeği, Su Perisi…” Sırtını yatak başlığına yaslayıp Su Ela’yı göğsüne çekti. “Anneler çocuklarına küsmezler. Hele ki senin kadar güzel, akıllı bir çocuğa asla küsmez.”

“Dalya teyseye anne desem bile mi küsmes?”

“Eğer sen Dalya teyzene anne demek istiyorsan annen buna çok sevinirdi.”

“Sevinil miydi gelçekten?” başını kaldırmış, göz yaşlarıyla babasının gözlerine bakıyordu.

“Sevinirdi tabi ki. Çünkü Dalya teyzen seni çok seviyor.”

“Bana ‘güsel kısım’ da diyol.”

“Evet.” Dedi Afşin uzatarak. “Çünkü sen bizim güzel kızımızsın.”

“Sis evlenecek misiniz o saman?” bu kez soruyu babasına sordu. Afşin’in gözleri bana döndü. Bir eliyle benim elimi tuttu.

“Eğer Dalya teyzen de isterse…”

Su Ela bana döndü. Gözlerini kırpıştırıyordu. Sanırım az önce evlilik teklifi almıştım. Yani cevabım netti aslında. Çok da düşünmeye gerek görmüyordum.

“İstel misin dalya teyse?”

Afşin’in elimd ki eliyle oynuyordum. Yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Kaçırdığım gözlerimi önce Su Ela’ya sonra da Afşin’e çevirdim.

“Bilmem ki Su Perisi,” dedim gülümseyen sesimle. “Baban bana hiç sormadı?”

Su Ela bu kez bakışlarını ve sorusunu babasına yöneltti. “Solmadın mı baba?”

Afşin’de gülümsedi. “Fırsat bırakmadın ki Su Perim.”

Su Ela elini ağzına kapatıp kıkırdadı. Onun kıkırtıları bizi de güldürdü. Neşeli kıkırtılar kahkahalara döndü bir süre sonra. Mutluluk neydi diye sorsalardı bana eğer kısa süre öncesine kadar bilmediğimi söylerdim. Şimdi ise mutluğunu uzun uzun anlatabilirdim.

Mutluluk Afşin’in sevgilisi olmaktı.

Mutluluk Adar’ın annesi olmaktı.

Mutluluk Su Ela’nın yaralarını saran olmaktı.

Mutluluk benim için aile olmaktı.

Aşkı bulmak.

Sevmek.

Sevilmek.

Mutluluk tamamlanmaktı.

&&&&&&&&&&&&

Güneş ışıkları odaya dolmaya başlamıştı. Gökyüzü kızıllığını bize manzara olarak sunuyorken Afşin’in göğsünde uzanıyordum. Parmakları saçlarımla oynuyordu. Avcum kalbinin tam üzerinde ritmini dinliyordu. Odanın içindeki tek ses nefeslerimizin sesiydi. Uyum içinde inip kalkan göğüslerimiz bir nefes aldığımızı kanıtlar nitelikteydi.

“Sen…” dedi fısıltıyla. “Gördüğüm en büyülü şeysin Yıldız Çiçeği’m.” Gece boyu hiç durmadan iltifat etmişti bana. İçime, dışıma, huyuma, suyuma… övülmedik tek bir özelliğim kalmamıştı. Kendimi dünya üzerindeki tek kadın gibi hissediyordum. Sanki benden başka yoktu. Bir tek ben vardım. Benim için de bir tek Afşin.

“Sen…” dedim fısıltıyla. “Bana bahşedilen en büyülü şeysin Afşin Adalı.”

Sessizce gün doğumunu izledik. Uzun sessizliğimizi bozan ben oldum. Başımı hafifçe kaldırıp gözlerine baktım. O büyülü lacivertlerine.

“Ailenle tanışma konusu…” diye girdim söze. Gözlerimi kaçırdım. Birkaç kez hızlı hızlı kırpıştırdım göz kapaklarımı.

“Ciddiydim.” Dedi. Gözlerine baktım.

“Ya beni istemezlerse?” diye sordum. Endişeliydim. “Sana layık olmadığımı söy-“

Susturuldum. Dudakları tarafından. Öpmek değildi bu. Geri çekildi yavaşça.

“O cümleyi hiç tamamlama Dalya.” Dedi net sesiyle. “Sen benim eksik yanımdın. Ben seni buldum. Tamamlandım.”

“Afşin,” dedim tereddütle. “Seni seviyorum ama-“

Yeniden susturuldum.

“Aması yok Yıldız Çiçeğim. Beni seviyorsun. Ben de seni seviyorum. Cümle bu kadar.”

“Afşin?”

Büyük elleriyle yüzümü kavradı. “Dalya Ulus! Ailem, seni sever. Korkuların yersiz. Senin sevilmeme ihtimalin yok.”

“Var.” Dedim başımı eğerken. “Ben annesinin bile sevmediği-“

“Sen benim sevdiğimsin.” Dedi yüzümü kaldırıp ona bakmamı sağlarken. “Ve benim ailem benim sevdiğim kadını sever. Hatta seni benden bile çok sevecekler. Göreceksin. Ve bana diyeceksin ki ‘Afşin ne kadar da boş korkularla kendimi paralamışım.’”

“Sevecekler mi?”

Gülümsedi. Beni göğsüne yatırdı tekrardan. Saçlarımı sevdi usul usul.

“Aksi düşünülemez Yıldız Çiçeğim.”

“Ama biraz zamana ihtiyacım var.” Dedim. Kendimi hazırlamalıydım.

“Bakalım hayat bize ne gösterecek.” Dedi ve beni daha sıkı sarmaladı.

&&&&&&&&&

“Benim anlamadığım bir şey var!” dedi Serdar masaya tabağı bırakırken. “Biz neden sabahın 9’unda kahvaltı yapıyoruz.”

“Çünkü işe gideceğiz.” Diye cevapladım onu. Elimdeki kızarmış ekmekleri masaya bıraktım.

“Bugün benim izin günüm!” diye sitemlendi.

“Hafta içi?” dedim tek kaşımı kaldırarak.

“Siz aylardır hafta içleri hafta sonları fark etmeksizin tatil yaparken ben size böyle dedim mi Dalya Hanım?”

Ona cevap vermek yerine mutfağa yöneldim. Dafne’nin hazırladığı peynir tabağını alıp geri döndüğümde Serdar asık suratı ile masaya oturmuştu. Afşin çaylarımızı dolduruyordu. Tabağı bırakıp Serdar’ın karşısındaki sandalyeye oturdum. Kahvaltı için Serdar’ın evine gelmiştik. Ve o geldiğimizden beri söyleniyordu.

“Seldal amca bana tele yağ bal sülel misin?” Su Ela’nın isteğini dahi asık suratı ile yerine getirmemişti. Herkes oturduğunda kahvaltıya başladık. Serdar’ın asıl derdinin erken kalkmak olmadığını biliyordum. Artık dönmeye niyetlendiğimiz içindi tüm bu tavırları. Bir yanı mutlu olduğum yerde olmamı istese de bir yanı ayrı kalmak istemiyordu.

“Yarın mı geçeceksiniz Altınoluk’a?” diye sordu Dafne. Tam cevap vereceğim esnada Afşin benden önce davrandı.

“Önce Bursa’ya bizimkilere uğrayacağız.”

Serdar içtiği çayı püskürtecekken ben kocaman açılmış gözlerimle Afşin’e döndüm.

“O nereden çıktı?” diye sordu Serdar kendini topladığında. Benim sorumsa daha farklıydı.

Bu kadar erken mi?

“Amcamın oğlu evleniyor hafta sonu.” Dedi Afşin.

“Bundan benim neden haberim yok?” diye sordum. Daha birkaç saat önce tanışma üzerine konuşurken hiç böyle bir şeyden bahsetmemişti.

“Ben şanslı bir adamım.” Dedi gülümseyerek. “Sabah annem aradı. Ferman, amcamın oğlu kız kaçırmış. Alelacele düğün kuruyorlar. Gitmemiz şart.”

Boğazımı temizledim. “Peki sen git.” Dedim çayımdan bir yudum alırken. “Ben birkaç gün daha kalır. Sen Altınoluk’a geçeceğin zaman geçerim.”

Afşin ekmeğinden aldığı lokmasını yavaşça çiğnerken bakışları bendeydi. Gözlerindeki muzur ifadeden fikrimi kabul etmediğini anlıyordum.

“Bence de iyi olur. Dalya sen kal birkaç gün daha. Ben de kafa dinleyeyim.” Dedi Serdar. O da kendi ekmeğindeydi. Afşin lokmasını yuttuktan sonra çayını yudumladı. Hiçbir şey söylemesi sinirimi bozuyordu.

“Öyle yaparız.” Dedim Serdar’a.

Serdar, Dafne’ye döndü. “Bunu fırsata çevirip hafta sonu bir yerlere mi kaçsak sevgilim?”

Dafne bir bana bir de Afşin’e baktı. Benimse gözlerim Afşin’i buldu. Çayından son yudumu aldı ve bakışalrı Serdar’ı buldu.

“Kardeşim sen planlarını iptal et.” Dedi ve bana döndü. “Dalya benimle birlikte geliyor.” Göz kırptığında bardağımı sertçe masaya bıraktım.

“Emri vaki yapmayacaktın Afşin!”

“Ben emri vaki yapmıyorum sevgilim.” Dedi sakince. Bu sakinliği beni delirtiyordu.

“Yapıyorsun!” dedim. “Sana biraz zaman ihtiyacım olduğunu söylemiştim.”

Geriliyordum. Her ne kadar Afşin aksini iddia etse de içimde bir ses beni sevmeyeceklerini söylüyordu. Bu endişe beni kemirirken Bursa’ya gidemezdim. Buna hazır değildim.

“Dalya,” dedi gözlerindeki o parlaklık beni etkisi altına almasın diye gözlerimi kaçırdım. “Ben o düğüne katılacağım. Ve senin de sevgilim olarak orada olmanı istiyorum.”

Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Aile tanışması da değildi bu, bariz sülale tanışmasıydı. Ben aile insanı bile değilken kalabalık bir ailenin içine nasıl girecektim. Birçok göz, birçok bakış… söylentiler… yorumlar… aklımı kurcalayan birçok endişe…

“Ben olsam giderdim Kraliçe.” Bakışlarım Serdar’ı buldu. Kaşlarım çatılmıştı. Bire iki olmuşlardı. “Hele ki Birgül de olacaksa.”

“Birgül?” dedim sorgularcasına. Tek kaşım havalanmış Serdar’a kitlenmiştim.

“Afşin’in takıntılı aşığı.”

“Takıntılı aşığı?” bakışlarım Afşin’i buldu. Sandalyesinde geriye yaslanmış, kendinden emin gülümsemesi ile bana bakıyordu.

“Yılardır Afşin’in peşinde. Çocukluktan beri hem de.” Serdar açıklama yaptıkça kanım çekiliyordu. İçimdeki tek duygu vardı o da engel olamadığım kıskançlık. Afşin’se sırıtıyordu sadece.

“Çocukluktan beri?”

“Yıllanmış mesele…” dedi Serdar beni kızıştırmak isteyen ses tonuyla.

“Kimmiş bu Birgül?” dedim sinirle.

“Babamı ne saman gölse hemen koluna gilip yanağından öpüyol.” Su Ela’nın verdiği bilgi ile yumruklarımı sıktım. Bakışlarım ona döndü.

“Koluna giriyor?”

“Evet.” Dedi Su ela.

“Yanağından öpüyor?”

Başını onaylarcasına salladı. “Bil de sıkı sıkı salılıyol.”

“Sarılıyor?” başımı ağır hareketlerle Afşin’e çevirdim.

“Baban da izin veriyor ona, öyle mi?”

Afşin karşımda sırıttıkça sinir tepemde zıplıyordu. Adama bak! Aşığı varmış. Sarılıyor, öpüyor… Ben daha o kadar-

Tamam ben fazlasını yapmış olabilirdim.

Ama ben SEVGİLİSİDİM.

“Aklından kavga edeceğine, içten içten kıskanacağına çık meydana da insanlar görsünler başımın bağlı olduğunu.” Dedi Afşin. Nasıl da biliyordu zayıf noktamı. Nasıl da biliyordu inada bindireceğimi. Nasıl da biliyordu onu deli gibi kıskanacağımı…

“Tamam.” Dedim kararlı sesimle. “Gidelim de cümle alem görsün Afşin Adalı’nın sevgilisi kimmiş! Onu bir tek kim öpebilirmiş. Ona bir tek kim sarılabilirmiş.”

Afşin yaslandığı yerden doğruldu ve kahvaltısına keyifle devam etmeye başladı. Sürdüğü reçelli ekmeği benim tabağıma bırakırken gülümsemesi suratında her saniye daha da büyüyordu.

Bursa’ya gidecektik.

Ailesi ile tanışacaktım.

Geniş ailesi ile…

Beni neyin beklediğini kestiremiyordum.

Ama o Birgül denilen kadını neyin beklediğini biliyordum.

Dalya Ulus ve gazabı!

Bakalım Bursa bize neler sunacaktı.

Yaşayıp görecektik.

&&&&&&&&&&&

BÖLÜM SONU

   

Bölüm : 30.11.2024 16:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...