41. Bölüm

43.Bölüm(Kanlı Perde)

Hülya_Alkc
kutuptayazmisalli

ROJDA❤MİRAN

 

 

 

Baskının yaraları henüz tazeydi. Her iki konak da sabahı uykusuz, gözleri kan çanağı olmuş bir şekilde karşıladı. Avlularda hâlâ barut kokusu vardı.

Ama asıl sarsıntı henüz başlamamıştı.

 

Karahan Konağı’nın avlusuna ansızın kurulan büyük bir ekran ve yanında duran silahlı korumalar herkesi şaşkına çevirdi.

Elektrik jeneratöründen gelen uğultu, kalabalığın kalp atışlarıyla birleşti.

 

Bir adam öne çıktı.

Yüzünde maske vardı ama sesi buz gibiydi:

 

Adam:

“Geceki baskın yalnızca bir uyarıydı. Asıl hedef… Jiar ve Dilhun’du. Onların ölümüyle bu kan davası bitecekti. Ama şimdi, size asıl gerçeği göstereceğiz. Gözlerinizi kaçırmayın…”

 

Ekran titredi, ardından Miran’ın görüntüsü belirdi.

 

İlk başta herkes irkildi. Dicle Hanım elini ağzına kapadı, Mahmut Ağa’nın bastonu titredi.

Bejne’nin gözleri doldu, Ağir yumruğunu sıktı.

 

Ekranda Miran, karşısında oturan biriyle konuşuyordu.

Gizli çekilmişti, belli ki kendi hatasıyla yakalanmıştı.

 

Miran’ın sesi:

“Ben bu konağın gölgesinde kalamam! Ağir de, Jiar da, Berzan da... hepsi boş! Bu hanedanın başına ben geçeceğim. O gün geldiğinde, kimse Mahmut Ağa’nın oğlunu değil, yalnızca Miran Kırımlı’yı konuşacak!”

 

Sözler avlunun taş duvarlarına çarpıp yankılandı.

Sessizlik içinde nefesler tutulmuştu.

 

Ama görüntü bitmedi. Daha ağır bir sahne geldi.

 

Miran’ın sesi (karanlık bir gülüşle):

“Dilhun ve Jiar... onların ölümüyle bu iş bitecek. Jiar sanıyor ki şeytan benim değil, o. Ama asıl şeytan... benim.”

 

O an Mahmut Ağa’nın yüzü bembeyaz oldu.

Dicle Hanım’ın gözlerinden yaşlar boşaldı.

Bejne yere çöküp ağladı.

 

Ve en ağır çığlık, Mahmut Ağa’dan geldi:

 

Mahmut Ağa:

“Ulan zalim! Ulan kendi kanıma, kendi soyuma ihanet ettin! Benim evladım değilsin artık!”

 

Avlu karıştı. Kadınların feryadı, erkeklerin öfkeli homurtuları birbirine karıştı.

Keleş tutan adam, gülümseyerek geri çekildi.

 

Adam:

“Artık herkes gerçekleri gördü. Şeytanın kim olduğunu öğrendi. Bundan sonrası sizin kan davanız.”

 

Ekran kapandı. Geriye yalnızca derin bir sessizlik kaldı.

 

 

 

 

Kayalıkların keskin rüzgârı, Dilhun’un saçlarını savururken gözyaşlarıyla birlikte uçuruma doğru akıyordu. Bir anlığına ayakları kaymıştı. Jiar düştüğünü düşünsede aslında kayalıklara takılmıştı genç kadın. Bedeninin ağırlığı ile aşağıya sürüklenmeye başlıyordu ki.

 

Ama…

Son anda Jiar’ın elleri, var gücüyle tuttu onu.

 

Jiar (çığlık atarcasına):

“Dilhun!Ben seni böyle bırakmam, duydun mu? Ben sensiz yaşamam! ÖLÜRÜM KADIN ÖLÜRÜM”

 

Dilhun’un kolları titriyordu, gözleri ise boşluğa bakıyordu. Dudaklarından tek kelime döküldü:

 

Dilhun:

“Canım çok yanıyor Jiar.”

 

Jiar, gözlerinden yaşlar süzülürken, kan ter içinde tüm gücüyle onu yukarı çekti. Dilhun’u kollarına aldığında, kadın bayılmak üzereydi. Küçük Jiyan ağlıyordu, babasının bacaklarına sarılmıştı.

 

O an Jiar’ın yüreği paramparça oldu. Kucağında solgun yüzüyle yatan karısına baktı.

Aklına yıllar öncesi düğün gecesi geldi, onun gözlerinde hüzünle aynıydı.

 

Şimdi aynı gözler boşluğa bakıyordu.

 

Jiar, çaresizlikle göğe haykırdı:

 

Jiar:

“Allah’ım! Benim canımı al ama ne olur onlara kıyma! Benim günahım boynuma ama masumları bağışla!”

 

Koruması yetişmişti, arabayı hazırlıyordu. Jiar, oğlunu bir koluyla çekiştirip diğer koluyla Dilhun’u kucağına aldı. Kan ter içinde arabaya koşturdu.

 

Korna sesleri, rüzgârın uğultusuna karışıyordu. Jiar arabada Dilhun’un yüzünü avuçladı.

 

Jiar (titreyen sesiyle):

“Dayan sevdiğim… Dayan! Sen bana daha ‘tuzlu kahvemi içmedin’ diye sitem ettin ya, bak daha yıllarımız var. Bana gözlerini kapatma! Oğlunun hatırı için, benim hatırım için… gitme benden!”

 

Dilhun gözkapaklarını araladı, kısık bir sesle fısıldadı:

 

Dilhun:

“Ben… çok üşüyorum Jiar…”

 

Jiar, hıçkıra hıçkıra ağladı.

Montunu çıkarıp üstüne örttü, alnından öptü.

 

Jiar:

“Üşüme… Ben varım. Ölüm bile senden beni ayıramaz.”

 

Küçük Jiyan arka koltukta hıçkırıklarla ağlıyordu.

 

Araba hastane ışıklarına yaklaştığında Jiar hâlâ dua ediyordu, avazı çıktığı kadar:

 

Jiar:

“Benim aşkım ölüyor, duydunuz mu! Benim karım, benim canım ölüyor!”

 

O an gerçekten, konaktaki herkesin yaşadığı ihanetten daha derin bir acı vardı bu arabada.

Bir adamın çaresizliği, bir kadının kopup giden hayali, bir çocuğun annesiz kalma korkusu…

 

Araba hastanenin önünde durduğunda Jiar, kucağında cansız gibi yatan Dilhun’la içeriye koştu.

Koridorlarda yankılanan ayak sesleri, hıçkırıklarla karışıyordu.

 

Jiar (çığlık atarak):

“Doktor! Doktor nerede! Karım ölüyor, karım ölüyor!”

 

Hemşireler sedye getirdi. Dilhun’un yüzü solgundu, gözleri kapalıydı. Küçük Jiyan Korumanın kucağında annesinin gidişini izliyordu ağlayarak.

 

Arka planda şarkı başlıyor…

 

> 🎵 “Gül tükendi ben tükendim,

Derman yok yaram derindir…” 🎵

 

 

Sanki şarkının sözleriyle Dilhun’un göğsü inip kalkıyordu.

Jiar yere diz çöktü, ellerini saçlarına geçirdi.

 

Jiar (ağlayarak):

“Ne olur Allah’ım… Beni alsınlar ama karımı bırak! Ben onsuz yaşayamam!”

 

Doktorlar sedyeyi hızla acile sürerken.

 

Jiyan (çığlıklar içindeydi).

 

Jiar oğlunu kucağına aldı, ikisi birlikte kapının önünde kaldılar. Kapı kapandı.

Kırmızı ışık yanıyordu.

 

Jiar duvara yaslandı, gözlerinden yaşlar boşaldı.

Arka planda şarkının nakaratı çığlık gibi yükseldi…

 

> 🎵 “Gel gör beni aşk neyledi,

Aklımı baştan eyledi…” 🎵

 

 

Jiar gözlerini göğe dikti.

Sanki hayatı boyunca taşıdığı bütün yükler, bütün sırlar, bütün ihanetler bu anın içinde çökmüştü.

 

Jiar (kendi kendine fısıldar):

“Dilhun… Daha sana evlenme yüzüğünü takamadım. Daha sana doğru düzgün ‘karım’ diyemedim. Ne olur geri dön…”

 

Küçük Jiyan babasının göğsüne kapanmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

O an koridordaki herkes susmuştu. Tek duyulan şey, uzaklardan gelen şarkının sızısıydı.

 

> 🎵 “Gül tükendi ben tükendim…

Derman yok yaram derindir…” 🎵

 

 

Ve kamera, acil kapısının üzerinde yanıp sönen kırmızı ışığa kilitlenmişti…

 

GECENİN SABAHI...

 

Konağın büyük salonunda sabaha kadar ışıklar sönmedi. Cam kırıkları, kurşun izleri, devrilmiş eşyalar… Her köşesi savaştan çıkmış gibiydi.

Kadınlar topluca odalara çekilmişti, ama erkekler öfke ve hırsla bir araya gelmişti.

 

Ağir, Mirza, Polat ve Baran, önde… Yanlarında korumaları.

Masada bir harita, bir silah çantası ve Miran’ın fotoğrafları vardı.

 

Ağir (öfkeyle yumruğunu masaya vurarak):

“Yıllardır şeytan diye Jiar’a baktık… Oysa asıl yılan burnumuzun dibindeymiş! Kardeşimizi, bacımızı ateşe atan bu köpek Miran’ın işini bu gece bitireceğiz!”

 

Mirza (dişlerini sıkarak):

“Benim kardeşimin düğününü kana buladı… Kadınlarımızı çocuklarımızı korkuttu. O artık nefes almayacak. Gerekirse ben kendi elimle basarım tetiği!”

 

Polat:

“Her birimizde onun kanı var. Ne yaptıysa cezasını çekecek. Bu defa geri dönüş yok!”

 

Baran (sessiz ama derinden):

“Bu gece ya o bitecek… Ya biz.”

 

O sırada konakta hummalı bir çalışma vardı. Kadınlar kırıkları topluyor, işçiler camları değiştiriyordu. Çocukların korkmuş gözleri hâlâ her patırtıda kapıya koşuyordu.

Ama kimse Jiar ile Dilhun’un yokluğunu sorgulamıyordu. Çünkü Jiar herkese “Akraba ziyaretine gittiler” dedirtmişti.

Gerçeği sadece o ve güvenlik ekibi biliyordu.

 

 

AYNI SABAH FARKLI BİR KAHRAMAN...

 

Rojda – Kaçış Umudu...

 

Sabahın erken saatlerinde Rojda odasında valizlerini hazırlıyordu.

Elbiselerini, birkaç fotoğrafını ve küçük defterini koymuştu. Aynanın karşısına geçti, solgun yüzüne baktı.

 

Rojda (iç sesi):

“Burada nefes alamıyorum artık… Onu sevdim, uğruna her şeyi göze aldım. Ama meğer gözümdeki adam değil, bir caniymiş. Fransa’da yeni bir hayat… belki yeniden doğarım…”

 

Uçuşuna saatler vardı ama kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu.

 

Tam o sırada pencerenin önünde siyah bir araç durdu.

Arka koltuktan Miran indi. Siyah takım elbisesi, sert bakışlarıyla bir gölge gibiydi. Yanında iki adamıyla kapıyı kırarcasına açtı.

 

Rojda çığlık bile atamadan kollarından yakalandı.

 

Rojda (çırpınarak):

“Bırak beni Miran! Seninle gelmem! Yeter artık bitsin bu işkence!”

 

Miran (soğuk ve takıntılı bir sesle):

“Sen benim nefesimsin Rojda… Nereye gidersen git, ben senin kaderinim. Fransa’ya mı gideceksin? Gidelim… Ama sen bensiz uçamazsın. Senin yanında sadece ben varım. Hep ben olacağım.”

 

Rojda gözyaşlarıyla yere bakarken, adamları onu zorla arabaya soktu.

 

Uçağa bindiklerinde Rojda’nın yüzü bembeyazdı. Pencerenin dışına bakıyordu, ama zihni darmadağındı.

Kalbinde tek bir cümle yankılanıyordu:

 

“Ben bitmiştim… Ama şimdi daha beter bir karanlığa gidiyorum.”

 

Miran, yanında oturuyor, sessizce gülümsüyordu.

O gülüş, Rojda’nın içindeki bütün ışığı söndürüyordu.

 

Ve uçak havalandığında, arkada geride kalan topraklarda bir intikam savaşı çoktan başlamıştı…

 

Uçağın içi sessizdi. Hosteslerin hafif ayak sesleri arka tarafta kaybolmuştu. Miran, yan koltukta başını geriye yaslamış, gözlerini kapatmıştı. Yüzündeki sert çizgiler, uykuya teslim olurken biraz yumuşamış gibiydi. Sanki az önce Rojda’yı zorla buraya getiren o acımasız adam değil, bambaşka biri vardı karşısında.

 

Rojda, titreyen ellerini kucağında kenetlemiş, yan gözle ona bakıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülürken zihninde istemeden bir perde açıldı.

 

Sıradan bir yaz günüydü…

Miran elinde küçük bir demet papatya ile çıkagelmişti. O zamanlar gülümsemesi, Rojda’nın kalbine umut serpen bir ışık gibiydi.

 

Miran (o günkü sesi zihninde yankılandı):

“Biliyorum, en büyük çiçekleri hak ediyorsun. Ama ben sana kalbim kadar saf, temiz papatyaları getirdim.”

 

Rojda’nın dudaklarında ince bir titreme belirdi. O anı hatırladıkça kalbi sızlıyordu. Çünkü o gün, onun merhametli olduğuna inanmıştı.

 

Sonra başka bir an…

Diyarbakır'ın serin bir gecesinde yürüyüş yaparken, genç kadın titremişti hafiften.

“Üşüme Rojda. Sen üşürsen, benim içim donar.” demişti.

 

Rojda, cama yaslanmış gözyaşlarıyla dışarıdaki bulutlara bakarken fısıldadı:

“Ben seni böyle tanımamıştım… Neden şimdi kabusum oldun?”

 

Bir başka anı daha zihnine çarptı.

İkisi gece vakti gökyüzüne bakıyordu. Miran başını yana eğip gülümsemişti:

“Bak Rojda, yıldızlar kadar uzağa gitmeye gerek yok. Sen yanımdayken ben evimdeyim.”

 

O zamanlar kalbi, işte bu sözlerle atmıştı. Şimdi ise aynı adamın karanlığı onu boğuyordu.

 

Rojda, gözyaşlarını sildi ama titreyen dudaklarından kaçan bir fısıltıyı engelleyemedi:

“Seninle yaşadığım güzel günler, en büyük yalanmış Miran…”

 

Yanında uyur gibi görünen Miran, gözlerini araladı. Uykulu bir tebessüm dudaklarına yayıldı. Başını yana çevirip fısıldadı:

“Hayır Rojda… O günler gerçekti. Ve sen istesen de istemesen de, yeniden yaşayacağız.”

 

Rojda’nın içi buz keserken uçak, gökyüzünde karanlığa doğru ilerliyordu.

 

DEVAM EDECEK...

 

Beğeni atmayı ve yorum yapmayı unutmayın lütfen 🎀

 

Bölüm : 08.09.2025 00:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...