

Hastane koridoru, loş ışıklarla aydınlanıyordu.
Ameliyat odasının kapısında kırmızı ışık yanıp sönüyordu. İçeriden hemşireler telaşla girip çıkıyor, birileri kanlı ellerle gazlı bez taşıyordu.
Jiar, duvara yaslanmıştı. Omuzları çökmüş, bakışları boşluğa kilitlenmişti.
Kolları iki yana sarkmış, ayakta kalmak için sadece duvara dayanıyordu.
Bir yanda korumasının kucağında ağlayan iki aylık oğlu, minik kollarını çırparak annesini arıyordu.
Her çığlık Jiar’ın kalbine saplanan bir bıçak gibiydi.
Ama Jiar’ın kulaklarında, ameliyathaneden çok daha eski, çok daha derin bir çığlık vardı.
Yıllardır rüyalarında yankılanan, Dilhun’un sesi:
> “Jiar yapma… Ne olur yapma…
Canım yanıyor… Yalvarırım bırak beni…”
O an nefesi daraldı. Eliyle yüzünü kapadı. Dudakları titreyerek mırıldandı:
“Ben seni tutarken… sen aslında düşüyordun Dilhun… Ben kurtarmadım, sadece canını yaktım…”
Gözünden süzülen yaş, gömleğinin yakasına aktı.
Ve birden zihninde başka bir anı belirdi.
Mirza ile Bejne’nin düğün gecesi…
Herkes halayın ortasında, şarkılar çalıyordu.
Dilhun, ellerini Jiar’ın boynuna dolamış, heyecanla ona bakmıştı.
> “Jiar… Bizim de böyle düğünümüz olacak değil mi?
Ben de gelin olacağım… Senin gelinin…”
O sözler, o gülüş…
Şimdi ameliyat odasının soğuk duvarlarına çarpıp paramparça olmuştu.
Jiar gözlerini kapadı. İçinde yanık bir şarkı çalıyordu.
Kıvırcık Ali – Gül Tükendi Ben Tükendim…
Sanki tüm hastane o şarkıyla yankılandı.
Koridorda bir çığlık yükseldi:
“Kan basıncı düşüyor! Çabuk serum, hızlı olun!”
Jiar, kapıya doğru hamle etti. Ama iki hemşire onu engelledi.
O ise yumruklarını duvara vurarak haykırdı:
“Allah’ım… Onu benden alma! Ne olur… Onu bana bağışla!”
Kucağında ağlayan oğlunun sesi, içindeki yangını daha da körükledi.
Bir yanda canı için savaşan Dilhun…
Diğer yanda annesiz kalmamak için ağlayan masum bir bebek…
Ve Jiar, o an ilk kez gerçekten çöktü.
Dizlerinin üzerine düştü, alnını soğuk zemine yasladı.
Hıçkırıklarıyla hastanenin koridoru inledi.
“Ben tükendim…” dedi fısıltıyla.
“Onu yaktım, onu tuttum… ama kurtaramadım…
Benim elimde soldu… Benim ellerimde…”
Ameliyat odasının kapısı hâlâ kapalıydı.
Ama Jiar’ın kalbinde çoktan bir kapı kapanmıştı.
.
.
.
.
2 Saat sonra...
Ameliyathanenin kapısı açıldığında, doktorun yüzünde ne umut vardı ne de tamamen bir karanlık…
“Çok kan kaybetti. Hayati tehlikeyi atlattı diyemem. Ama… şimdilik yaşıyor. Dualarınıza ihtiyacı var. Buraya geldiğinde kafasına aldığı darbeler ve gögüsünden karnına kadar açılan yaralara bakarsak bu bile mucize”
O an Jiar’ın bacakları titredi. Ağır adımlarla camın arkasına yürüdü.
Serumlarla, cihazlarla dolu yatağın üzerinde yatan Dilhun’u gördü.
Yüzü bembeyaz, dudakları solmuştu. Gözkapakları sıkı sıkıya kapalıydı.
Jiar, eliyle camı yumrukladı, sesi boğazına düğümlendi:
“Dilhun… Aç gözlerini… Bir kere bak bana… Ne olur…”
Ama içeride yalnızca cihazların bip sesi yankılandı.
.
.
.
.
.
Konakta Olanlar...
Aynı saatlerde Karahan Konağı’nın avlusunda ağalar, hanımlar, korumalar toplanmıştı.
Bejne, gözyaşlarına boğulmuş, feryat figan bağırıyordu:
“Dilhun yaralıdır! Hastanededir! Ölümle pençeleşiyor! Siz hâlâ susuyorsunuz! Siz hâlâ suskun duruyorsunuz!”
Sözleri konak duvarlarında yankılandı.
Kadınlar saçlarını yoluyor, erkekler yumruklarını taş duvarlara vuruyordu.
Mahne Hanım’ın yüzü bembeyazdı; Azat Ağa yere çökmüş, “Allah’ım kızımı bana bağışla” diye inliyordu.
Kırım’lı konağında da aynı haber duyulmuş, herkes sarsılmıştı.
Ama bir yandan da gerçekler ortaya çıkıyordu:
Miran’ın oyunları, ihaneti, kendi topraklarını yakıp kaçışı…
Artık herkesin dilinde aynı cümle vardı:
“Bu toprakların en büyük düşmanı Miran’dır.”
.
.
.
Jiar’ın Sessizliği
O günden sonra Jiar’ın yolu bir daha konağa uğramadı.
Ne ağa çağrısına kulak verdi, ne aile toplantısına.
Tek düşüncesi, tek nefesi Dilhundu.
Hastane odasında, aylarca onun başucunda kaldı.
Sandalyenin üzerinde uyudu, bazen sabaha kadar başucunda diz çöküp onun elini tuttu.
Küçücük oğluna bakması için Bejne elinden geleni yaptı.
Yeni doğum yapmış bir kadını bulup, sütannelik etmesi için Jiyan’a bağladı.
Ama Jiar, oğlunu bile kucağına almak istemedi.
“Benim nefesim onun nefesinden geçiyor. Ben ondan ayrı yaşayamam…” diye mırıldanıyordu hep.
.
.
.
Ağir ve Berzan...
Jiar’ın yanında yalnızca Ağir vardı.
Kardeşinin elini tutuyor, Jiar’ın omzuna yükleniyordu.
“Kan kardeşim… Dayan. O uyanacak. Bizim kızımız kolay pes etmez.”
Ama ne Jiar’ın gözleri ışık gördü, ne Dilhun’un gözkapakları aralandı.
Aylar geçti…
Berzan ise, her şeyi öğrendiği halde İtalya’dan kıpırdamamıştı.
Onun için mesele, bir tehlikeye bulaşmamak, kendi hayatını sürdürmekti.
Dilhun’un nefes alıp almadığı, onun için yalnızca bir haber başlığı gibiydi.
.
.
.
.
Dört Ay Sonra…
Dört ay boyunca hastane odasının perdeleri hiç açılmadı.
Dışarıda mevsimler değişti, yapraklar döküldü.
Ama içeride Dilhun’un bedeni hep aynı kaldı:
Sessiz, hareketsiz, zamanın içinde donmuş bir kalp gibi.
Jiar her sabah, her akşam aynı sözleri fısıldıyordu kulağına:
> “Dilhun… Benim günahım çok, yüküm ağır.
Ama sen bana cehennemi yaşatma…
Aç gözlerini, ne olur… Beni affetmesen bile, yeter ki nefes al…”
O an Jiar’ın yüzünden süzülen yaşlar, Dilhun’un ellerine damlıyordu.
Ama Dilhun’un gözkapakları kıpırdamıyordu.
Ve Jiar her gün biraz daha tükeniyordu.
Hastane odasının duvarları, Jiar için artık bir hapishanenin taş duvarları gibiydi.
Sabahın ilk ışıkları pencereden süzüldüğünde, her gün aynı manzarayla uyanıyordu:
Serum damlaları, monitörün bip sesi, solgun bir yüz ve kıpırdamayan gözkapakları.
Dört ay…
Gecesi gündüzüne karışan, Jiar’ın ruhunu parçalayan dört ay.
.
.
.
.
İlk Günler
Ameliyat sonrası ilk günlerde, Jiar’ın içinde hâlâ bir umut vardı.
Her bip sesinde “Bak, yaşıyor” diye mırıldanıyordu.
Dilhun’un elini avuçlarının arasına alıyor, dudaklarına götürüp öpüyordu:
“Bak, ben buradayım… Senin Jiar’ın… Kalk ayağa, hadi.
Daha düğünümüzü yapmadık… Sen bana ‘Ben de gelin olacağım’ demiştin ya,
hadi kalk… söz, düğünümüzü yapacağım. Sana en beyaz gelinliği alacağım…”
Ama günler geçtikçe, hiçbir şey değişmedi.
Dilhun’un gözkapakları aralanmadı, dudaklarından tek bir kelime dökülmedi.
İkinci Ay – Çöküş
Bir gün, gece yarısı saat üçte, Jiar sandalyesinden kalktı.
Camdan dışarıya baktı. Diyarbakır’ın ışıkları yanıp sönüyordu.
Başını cama yasladı, yumruklarını sıktı.
“Allah’ım… Benim cezamı ver ama onu alma.
Benim canımı al, ama onu yaşat.
Benim günahlarımı ödet, ama onun nefesini kesme.”
Sonra yere çöktü, başını kollarının arasına aldı ve çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladı.
O an koridordan geçen bir hemşire, içeriye girmek istedi ama Ağir kolunu tuttu:
“Bırak… O yalnız kalmak istiyor.
Jiar’ın gözyaşı kolay kolay dökülmez. O döküyorsa, kimse dokunmayacak.”
.
.
.
Üçüncü Ay – Yalnızlık
Üçüncü ayda Jiar’ın yüzü bambaşka birine dönmüştü.
Sakalları uzamış, gözaltları morarmıştı.
Artık kendiyle ilgilenmiyor, yemek yemiyor, sadece kahveyle ayakta duruyordu.
Bejne birkaç kez oğlunu, küçük Jiyan’ı getirmek istedi.
Ama Jiar hep başını çevirdi:
“Ben şimdi bir babalık yapamam Bejne…
Benim elim kanlı, kalbim yaralı.
Oğlumun gözlerine böyle bakamam. Benim tek yapmam gereken, Dilhun’un gözlerine bakmak.”
Bejne’nin gözleri dolmuş, “Ama çocuk da seni bekliyor” demişti.
Jiar sadece başını eğmişti.
Çocuğuna bile yaklaşamıyordu; çünkü kendisini ona layık görmüyordu.
.
.
.
.
Her Gün Aynı Cümle
Her sabah Jiar, Dilhun’un kulağına eğilip aynı sözleri söylüyordu:
“Günaydın sevdiğim… Gözlerini aç artık.
Sen uyanmadan bu günün sabahı doğmuyor benim için.”
Her akşam başını onun göğsüne yaslıyor, mırıldanıyordu:
“İyi geceler meleğim… Ben buradayım.
Belki rüyanda görürsün, belki sesimi duyarsın.
Sen uyanana kadar ben bu odadan çıkmayacağım.”
.
.
.
Bir Gece – En Karanlık An
Bir gece, Jiar artık umudunu kaybetmiş gibi, yatağın kenarına çöktü.
Elinde küçük bir bıçak vardı.
Kendi bileğine dayadı, gözlerini kapattı:
“Eğer sen açmazsan gözlerini… Ben de kapatacağım gözlerimi.
Bu hayatta sensiz nefes almak bana haram.”
Tam o anda Ağir içeri girdi.
Bıçağı görür görmez elinden kaptı, Jiar’ı sertçe sarstı:
“Delirdin mi sen?! Dilhun senin nefesin, evet…
Ama sen onun nefesisin aynı zamanda!
Sen yaşamazsan, o da yaşamak için bir sebep bulamaz.
Ayakta durmak zorundasın Jiar!”
Jiar, arkadaşının kollarına düştü, çocuk gibi ağladı.
“Ben dayanamıyorum Ağir… Her gece kulaklarımda aynı ses yankılanıyor…
‘Jiar yapma, bırak, canım yanıyor’ diyor… Ben o anı unutamıyorum.
Benim ellerimle bu hale geldi… Benim günahım yüzünden yatıyor burada.”
Genç adam yere çökerek hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ağir elindeki bıçağı cebine koymuş boynunu eğerek çıkmıştı dışarı.
.
.
.
Dördüncü Ay – Umut ile Umutsuzluk
Dördüncü ayda, doktorlar hâlâ aynı şeyi söylüyordu:
“Durumu stabil. Ama uyanıp uyanmayacağına zaman karar verecek.”
Jiar, yatağın kenarında otururken onun saçlarını tarıyor, ellerini öpüyordu.
Artık kendi hayatından vazgeçmişti.
Kendi canını değil, onun nefesini yaşıyordu.
Bir gece dışarıda yağmur yağarken, Jiar pencereye dönüp mırıldandı:
“Dört ay oldu Dilhun…
Ben her gün öldüm, her gün dirildim.
Ama sen bir kere bile gözlerini açmadın.
Yine de bekleyeceğim… Bir ömür bekleyeceğim.
Çünkü sen benim yarım kalan nefesimsin.”
Ve o an, dışarıda gök gürledi.
Odanın içindeki cihaz bipledi.
Jiar panikle ayağa fırladı, Dilhun’un elini tuttu.
Ama bu sadece cihazdaki ufak bir sinyaldi…
Dilhun’un gözkapakları yine kıpırdamamıştı.
Jiar dizlerinin üstüne çöktü, başını yatağa yasladı.
“Allah’ım… Ya beni öldür ya da onu yaşat.
İkimize de acıma artık…”
.
.
.
Dört aylık sessizliğin ardından hastane odası, gece karanlığında sessizliğe gömülmüştü.
Yağmur camlara vuruyor, Jiar pencerenin kenarında sessizce bekliyordu.
Dilhun, yatağında, dört ay boyunca her gece gördüğü kabusları rüyasında yaşıyordu.
O rüya… hep aynıydı: Kendini kayalıklardan bırakıyor, boşluğa düşüyor, çaresizlik içinde feryat ediyordu.
Ve tam o an… düşerken kulaklarında Jiar’ın sesi yankılanıyordu:
“Dilhun yapma! Lütfen…!”
Rüyasında Dilhun, kendi çığlıkları arasında Jiar’ın ağlayan gözlerini, titreyen ellerini ve dudaklarının kendisine değdiği o anı hatırladı.
O an sanki zaman durdu, rüzgar sustu, dünya sessizliğe büründü.
Ve Dilhun gözlerini hızla açtı.
O anın gerçek olduğunu anlamasıyla birlikte, cihazların bip sesleri bir anda hızlandı.
Kalp monitörü çırpınıyor, oksijen seviyesi yükseliyordu.
Jiar, gözleri dolu dolu, dudaklarından düşen bir damla yaşla Dilhun’un ellerini tuttu:
“Dildii… sen… uyanıyorsun…
Allah’ım… sana kavuşmak için dört ay bekledim…”
Dilhun, güçsüz ama gözlerinde yeni doğmuş bir hayatın ışığıyla:
“Jiar… sen… buradasın…”
Jiar, onun ellerini daha sıkı tuttu, dudaklarını Dilhun’un alnına bastı, sonra kulağına eğildi:
“Ben buradayım… hep buradayım. Bir saniye bile yanından ayrılmadım. Artık uyan… bizim oğlumuz, Jiyan… bekliyor bizi.”
Dilhun, gözlerini tam açtığında odadaki cihazların ritmi, onun yaşam müjdesi olmuştu.
Bipler, sanki bir nefesin sevinciyle yankılanıyor, Jiar’ın gözlerindeki yaşlarla birleşiyordu.
O an Dilhun, Jiar’ın koluna sarıldı; bir yandan gözyaşları, bir yandan kalbi hızla çarpıyordu.
Jiar dudaklarından öperek:
“Ben hep buradaydım… Şimdi artık birlikteyiz gülüm…”
Ve o an, hastane odasının karanlığı, Dilhun’un uyanışıyla bir anda aydınlandı.
Dört ay süren acı, bekleyiş ve umutsuzluk, sadece bir bakışta eridi.
O bakışta, hem aşk hem umut vardı.
Hastane odasındaki bip sesleri yankılanırken, Jiar’in yüzünde tarifsiz bir sevinç belirdi.
Dilhun’un gözlerini açması, dört ay boyunca beklediği mucizenin anıydı.
Jiar, hemen telefonu kaptı, titreyen parmaklarla konağı aradı:
“Azad Ağa! Mahmut Ağa! Herkes duysun… Dilhun… uyandı! … hayattayız!”
Konağın her köşesinde bir telaş başladı. Ağir, Mirza, Polat, Baran ve Dila, telefonun diğer ucundaki heyecanı duyunca bir anda ayağa fırladılar.
Dila hemen:
“Ne oldu? Dilhun mu?” diye sorarken, sesi heyecan ve endişe arasında titriyordu.
Ağir, nefes nefese, gözleri yaşlı:
“Evet! Evet! Dilhun uyanmış! Canımız yanıyor dedik ama artık… artık iyileşecek!”
Mahmut Ağa ve Dicle Hanım, telefonun ucunda sevinçle bağırdı:
“Allah’ım… şükürler olsun! Bizim kızımız… bizim Dilhun’umuz…”
Jiar, o an DiLhun'a bakarken, kendi kalbinde bir patlama hissetti.
Artık sadece kendi mutluluğu değil, Dilhun’un sağlığı, onun gülüşü, oğulları Jiyan’ın varlığı… hepsi bir anda anlam kazanmıştı.
Jiar, telefonun ucundaki tüm sevdiklerine müjdeyi verdi.
Konağın her köşesinde sevinç çığlıkları yankılandı.
Ve o an Jiar, odadaki Dilhun’a bakarken dudaklarından fısıldadı:
“Beni duyuyor musun, aşkım? Artık hiçbir şey seni benden ayıramayacak. Ben buradayım, hep buradayım…”
Gözlerindeki yaşlar, hem korku hem sevincin birikimiyle parlıyordu.
Dört ay süren acı, korku ve umutsuzluk, bir bakışta, Jiar’ın ve konağın tüm halkının sevinciyle yer değiştirmişti.
O andan itibaren, konağın her köşesinde umut ve mutluluk vardı.
Jiar, elini Dilhun’un soğuk eline sıkıca bastı ve gözlerinden akan yaşları silmeden:
“Artık sadece geleceğe bakacağız… beraber… hep beraber…”
Devam edecek...
Beğeni atmayı ve yorum yapmayı unutmayın lütfen 🎀
DİLHUN🎀JİAR KIRIMLI


| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 17.43k Okunma |
593 Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |