
Bir Hafta Önce
Medya: Ahu
Ilık rüzgar yüzümü yalayıp geçerken gözlerimi açarken odaya baktım, ne zaman uyuyakalmıştım onu bile bilmiyordum, tek bildiğim şey, her yerimin tutulmuş olduğuydu. Ayağa kalktım ve neredeyse savaş alanına dönmüş olan odama baktım. Odamın dağınıklığı beni ne kadar rahatsız etse de şu an odamı toplayacak gücüm yoktu ve bugün babamın hiç sevmediği dağınık kız olacaktım.
Aşağıdan gelen adım sesleri kesildiği için rahattım, eğer bizim evde adım sesleri kesildiyse babam gitmiş oluyordu ve babamla karşı karşıya gelmeyecek olmak beni rahatlatıyordu. Çünkü ben nefes alsam bile babama batıyordu ve bu duruma alıştığım için artık çok fazla sorgulamıyordum. Ellerimden destek alarak yatakta oturur pozisyona geldim ve elimle ağrıyan boynumu ovuşturmaya başladım.
Şu anda yanımda Ferit ağabeyim olsaydı, “Böyle mi uyunur Ahu? Her yerin tutulacak şimdi,” diyerek bana kızardı. Gerçekten de yine abimin dediği gibi odama gitmek yerine salonda, dünyanın en sert ve rahatsız koltuğunda uyuyakalmıştım. Hey! Bir dakika. Ben koltukta uyumamış mıydım? Beni odama kim getirmişti?
Üvey annem desen bana elini sürmezdi. Babam desen bana dokunmaya bile iğrenir, zahmet bile etmezdi. Olduğum yerde birkaç dakika durup dün geceyi düşünmeye başladım ama zihnim karmakarışıktı ve zihnimin içindeki her şey bulanıktı; sanki görünmez bir el zihnimin karanlık kısımlarına dokunmuş ve daha ben fark etmeden görmemi istemediği şeyleri silmiş gibiydi.
Aşağıdan gelen adım seslerini duyuyordum ve artık evin içindeki tüm adım seslerini ezberlediğim için adım seslerinden kimin geldiğini anlayabiliyordum. Eskiden de olduğu gibi babamın geldiğini adım seslerinden anlar ve eğer babam odama girerse kızmasın diye yorganın altına saklanır ve uyuyor numarası yapardım. Ama babam her defasında yatağımın başına gelip yorganı açar ve “Uyuma numarası yapma,” deyip giderdi. Niye bunu yapıyordum ki? Saklayacak bir şeyim mu vardı?
Odanın kapısı açıldığında sert bir adım sesi geldi ve ben o adım sesinin sertliğinden ve babamın ses tonunun soğukluğundan kaçınmak için yine gözlerimi kapattım gitmeyeceğini bile bile her defasında olduğu gibi babamın gitmesini bekledim ve babam yine bir déja vu’yu bana yaşatarak “Ahu, uyan artık,” dediğinde odada yine o kalın ve soğuk sesi yankılandı. “Boşuna kaçmaya çalışma kızım. Eninde sonunda ne demek istediğimi anlayacaksın ve benim söylediğime geleceksin.”
Karşımda son derece gaddar, zalim, benim evdeki tüm varlığıma kulaklarını ve gözlerini kapatmış olan bir adam vardı ve ruhum artık ona anlayış gösteremeyecek ve yaptıklarına ağlayamayacak kadar çürümüştü. Ne yazık ki babam benim gözlerime baktığında gözlerimin içindeki boşluğu ve içindeki ağlayan kız çocuğunu göremeyecek kadar kördü.
Gözlerimi açtım ve karşımdaki yabancıya baktım. Yabancı diyordum çünkü bir baba asla çocuklarına bu denli nefretle bakamazdı. “Hadi, hazırlan ve kahvaltıya in. Ayrıca da şu odanı topla.” Bana sanki bir çalışanıymışım gibi davranıyordu. Yorganı üzerimden atıp ayağa kalktım ve odamdan çıkıp giden babama baktım. Zihnim yavaş yavaş yerine otururken kendimi toparladığımı hissediyordum.
Banyoya girdiğimde aynadan kendime, içimdeki yaralı küçük kıza baktım. Ne kadar kulaklarımı kapatsam da hâlâ çığlıklarını duyabiliyordum. Elmacık kemiğimin üzerindeki dün geceden kalma morluk kendini belli etmeye başlamıştı ve bunun sebebi de her zaman olduğu gibi babamdı.
Odama geri dönüp dolabı açtım ve siyah bir elbiseyi yatağın üzerine attım. Siyah bir elbise ve siyah bir topuklu ayakkabı. Siyahı severdim çünkü benim hayatımda başka renklere yer yoktu. Telefonuma gelen bildirimi açtım. Ünlü mafya babası Pars Tarca ile ilgili bir bildirimdi. Klasik haber kanalları beni rahatsız etmekten asla bıkmazlardı. Bende onları engellemekte bıkmazdım. Klasik bir döngüydü işte.
Üzerimdeki kıyafetleri çıkartıp yatağın üzerindeki siyah mini elbiseyi giydim ve altına da siyah topuklu ayakkabılarımı giydim. Sonra da makyaj masasına oturup kendime hafif bir makyaj yaptım ve odadan çıktım ve merdivenleri babamın dediği gibi benim gibi bir kıza yakışmayacak bir hızla indim ve salona girdim. Sandalyeye oturdum ve kimseyle göz göze gelmeden birkaç parça kahvaltılığı tabağıma attım. Babam gözlerini devirerek, “Sonunda gelebildim,” dedi.
“Bu böyle olmaz, ne biçim kızsın sen? Evde kalmana şaşmamalı.” Üvey annem Sedef Hanım yine mesaisine başlamıştı. Üvey annemin en çok sevdiği meslek beni eleştirmekti. Güldüm ve ellerimi kaldırıp işaret diliyle konuşmaya başladım. “Ya, evet öyle. Ya anlaşmayı kabul edersem o zaman ne olacak? O zaman siz kiminle uğraşacaksınız? En azından ben çalışıyorum. Sizin gibi evde oturmuyorum. Ha bu arada babamla evlenirken hamile kaldığınız için apar topar evlendiğinizi de unutmayın. Şimdi işsiz güçsüz evde oturuyorsunuz. Ne yazık.” Sedef Hanım şoka uğramıştı. Babam da benden böyle bir şey beklemediği için aptal aptal suratıma bakıyordu.
Ayağa kalktım ve salondan çıktım. Evden çıkıp okula gitmem gerekiyordu. Boğaziçi Üniversitesi bilgisayar mühendisliği birinci sınıf okuyordum ve derse geç kalmak istemiyordum. Normalde benim gibi öğrenciler okulu çok sevmezlerdi ama ben okulu çok severdim çünkü benim için ev denen bu hapishaneden kaçışın tek yolu okuldu. yukarıya çıkıp arabamın anahtarını aldım ve aşağıya inip salona bir daha bakmadan evden çıktım ve arabaya bindim. İlk önce okula gidecektim, sonra da arkadaşlarla her zaman takıldığımız bara gidecektim.
Arabayı sağa park edip telefonundan navigasyonu ayarladım ve arabayı tekrar çalıştırıp konuma doğru ilerlemeye başladığımda dikiz aynasından arkaya doğru bakarken o anda dikkatimi bir şey çekti, siyah bir araba tarafından takip ediliyordum ve bu araba neredeyse beş gündür beni takip ediyordu. Bu olayı babama söylemeyi düşünmüştüm ama babam “Kendi başının çaresine bak,” deyip benimle ilgilenmeyeceği için anında bu berbat fikirden vazgeçmiştim.
Göğsüm hızla inip kalkarken bir yandan arkaya bakıyor, bir yandan da her ihtimale karşı telefonu elimde bekletiyordum ama adam arabadan inmiyordu. Arabayı tekrar çalıştırdığımda arkadaki adamda arabayı çalıştırdı ve ben hızlandıkça o da hızlandı. Sonra da benim şüphelendiğimi anlayınca beş gündür yaptığı gibi ara sokaklardan birine sapıp ortadan kayboldu. Arkadan biri geliyor mu diye bir süre durup baktıktan sonra vitesi değiştirip tekrar gaza bastım ve okulun olduğu yere yakın bir ara sokağa girip arabayı park ettim ve bilgisayar çantamı elime alıp kol çantamı da omzuma taktıktan sonra okula giriş yaptım ve dersimin olduğu Kuzey Kampüsüne doğru ilerlemeye başladım.
Telefonumun şarjı azalmaya başlamıştı. Kampüsün içine girdiğimde beni gören ve babamın yakın arkadaşı olan Reha profesör pis pis sırıttı. Reha Profesör babamın yakın arkadaşıydı ve beni sık sık babama şikayet etmekle tehdit ederdi ve ne kadar derslerine ne kadar çalışsam da ben dersten geçtiğim hâlde bana elinden gelen en düşük notu vermeye çalışırdı. Kendisini birçok kez şikayet etmeme rağmen maalesef bir sonuç alamamıştım. Çünkü babam kızının arkasını değil, arkadaşının arkasını kokluyordu. Yavuz Karsu evlatlarına acımazdı; bunu zamanla öğrenmiştim ve bunu unutmamayı da öğrenmiştim.
Diz üstü bilgisayarımı çıkarttım ve programı açtım. Herkes yavaş yavaş toplanmaya başladığında turuncu saçlarıyla ve üzerindeki cırtlak pembe gömleğiyle fazlasıyla göz yoran öğretmen “Bilgisayarlarınızı açın,” dedi sanki biz o söylemeden açmamışız gibi. Vizeler yaklaşıyordu ve çoğu öğrenci derse gelmek yerine kaldıkları yurtta ders çalışmayı tercih ediyordu. Ama ben üvey annemin ve babamın bağırışmalarından dolayı derse odaklanamayacağımı bildiğim için yine de gelmeyi tercih ediyordum.
Yaptığımız kodlama ödevini teslim etme zamanı gelmişti ve ben nedense böyle anlarda çok panik oluyordum ve amfinin en önünde oturduğum için profesörün gözü hep üzerimdeydi. Mideme giren kramp nefes almamı zorlaştırıyordu. Profesör gözlüğünü düzelterek bir süre ödevimi inceledikten sonra, “Tebrikler, Ahu Karsu, 85 aldın. Sadece birkaç hatan var.”
Geçmenin verdiği rahatlıkla alnıma yapışan saçlarımı geriye attım ve alnımdaki terleri sildim ve her gerildiğimde yaptığım gibi gözlerimi kapatıp kendimi rahatlatacak bir şey düşünmeye başladım. Ders bittiğinde sınıftan çıkarken bana doğru bakan birkaç kişinin arka tarafta fısıldaştığını duydum. Onlar fark etmese de sesleri duyuluyordu ve ben söyledikleri her şey duyuyordum. “Babası zenginmiş,” dedi biri, diğeri de “Konuşamıyormuş,” dedi sanki çok önemli bir sırrı ortaya çıkarır gibi. Kendi aralarında gülüştüler.
Arkamdan konuşmalarına o kadar alışmıştım ki, artık arkama dönüp tepki bile vermiyordum çünkü söyledikleri her şey artık bana sinek vızıltısı gibi geliyordu. İki kıkırdayacak, konuşacak, sonra da susacaklardı. Ya da ben o kadar acizdim ki onları susturmak için konuşamıyordum bile. Hayat her zaman bu acizliğimi yüzüme çarpıyordu. Konuşamamak: benim en büyük kusurum buydu aslında. Babamın diğer seçeneği olmak. Sevdiği değilde sıkıştığında geleceği evladı olmak. Kenara itilen, unutulan olmak.
Zaman ne çabuk geçiyordu, değil mi? Yirmi bir yaşına gelmiştim. Bilgisayarımı çantama koyarken sıradaki derse gitmek için hazırlanıyordum. Moralim bozukken her zaman yaptığım gi kafeteryaya gidip bir çikolata alırdım çünkü çikolata benim moralimi yükseltirdi. Gerçi, benim moralimi yüksekten tek şey buydu.
Kendimi berbat hissettiğim başka bir gündeydim. Birde bütün bunlar yetmezmiş gibi her şeyin üzerine regl sancısı girmişti. Karnıma gören sancıyla ikide bir kendimi sıkıyor, ağlamamak için kendimi zor tutarken yanağıma akan yaşları elimin tersiyle sildim.
Kafeteryada yine yalnız başıma oturuyordum, aslında yalnızlığa alışıktım çünkü çoğu zaman yanımda biri olmazdı çünkü ben yalnızlığı severdim ve yalnızlığa alıştırılan ruhlar asla kalabalıkta olamazdı, bunu bilirdim. Yalnızlık benim için bir hayat biçimiydi. Yalnızlık; benim parçalarımdan biriydi. Tek tük arkadaşlarım vardı. Ailem vardı ama yoktu. Eşyalarımı toplamak için amfiye girdim ve bilgisayarımı ve çantamı koluma takıp Kampüsten çıktım ve evde beni bekleyecek olan felâkete doğru ilerledim. Çünkü ben karanlıktan kaçsam bile karanlık her zaman benim bir adım arkamdaydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |