2. Bölüm

1. DÜNYALAR SİZİN OLSUN!

Lamia HatunErdoğdu
l_mia1

 

 

 

Severek okuyun, iyi okumalar...

“Benim bir suçum yok diyorum size.” Koridorda yankılanan sesim kimsenin umurunda olmazken, kolumdan çekiştiren adamın göz devirdiğini gördüm. “Herkeste aynı şeyi söylüyor, aynen suçun yok senin.”

Beni alaya alması mı daha kötüydü yoksa inanmaması mı bilmiyorum ama iki türlüsü de fena şekilde canımı sıkmıştı. Kolumu tutan adam beni bir masanın önüne getirerek oturmamı söyledi. Ardından önüme bir kaç kağıt bırakarak doldurmamı söyledi. Önümdeki kağıtlarla uğraşırken tepemde dikilen ve masanın başında oturan polisin kendi aralarında konuşmalarını duyabiliyorum. Pek umursamadan kağıdı doldururken ikilinin arasında duyduğum, “Sorgusu alınacak, kim var?” diye sorduğunda çatık kaşlarımla dikkatle ikisini izlemeye başladım. “Bilmiyorum abi, herkes az önce gelen bir bomba ihbarı için olay yerine gitti”

“Herkes mi gitti olum, kimse yok mu?”

“Valla abi bir tek Adas komiserim var.”

“Kim var dedin?” Beni karakola getiren adamın yükselen sesini duyduğumda kaşlarım çatıldı. İçeriye giren kalabalık grupla ne dediğini ben de anlamamıştım.

“Adas komiserim var dedim,” dediğinde gözlerim irice açıldı. Adas mı demişti o?

“Hay benim şansıma,” diyen adamla hızla bitirip imzamı attıktan sonra kalemi masaya bırakarak ayaklandım. “Hadi gidelim,” diyerek beni getiren polisin yanına geçtiğimde dudaklarımdaki kıvrılmayı zar zor bastırıyordum. Bugün şans benden yanaydı.

İçimde oluşan heyecanla ne yaptığımı bilmezken, az önce masa başında konuşan polis şaşkınlıkla bana bakıyordu. “Sorgulanmak için bu kadar heyecanlısını da ilk defa görüyorum.”

Konuşan polisi umursamadan beni getiren diğer polise döndüğümde tek kaşını kaldırmış alayla bana bakıyordu. “Hayırdır ne acelen var?” demesiyle omuz silkerek “Sıkıldım çünkü,” dedim.

Sözlerim üzerine gözlerini kısarak bana baktı. “Adın neydi senin?” diye sorduğunda kocaman gülümseyerek, “Pera” dedim. Başını sallayarak “Düş önüme Pera,“ dediğinde dediğini yaparak önüne geçerek yürüdüm.

Beni yönlendirerek sorgu odasına vardığımızda kapıyı açarak geçmemi işaret etti. “Sen geç otur birazdan komiserim gelecek.” İçeriye geçtiğimde kapı ardımdan kapandı. Boş odada tek kaldığımda kısa bir an kameraya baktığımda çalışır halde olduğunu gördüğümde önüme döndüm.

Odanın ortasında duran masaya doğru ilerleyerek sandalyeye oturdum. Kollarımı masanın üzerine koyarak ellerimi birleştirdiğimde dudaklarımı büzerek etrafa bakındım. Gri odada dikdörtgen bir masa ve sandalyeden başka bir şey yoktu. Ve olmazsa olmaz olan, ortama loşluk veren bir lamba. Ne gerici bir ortam!

Birazdan sorgum alınacağı için söyleyeceklerimi aklımdan tekrar tekrar geçirirken karşımdaki siyah cama bakışlarımı çevirdim. Gözlerimle sanki içini görebilecekmişim gibi dikkat kesildiğimde, hiçbir şey göremedim. Bu durum kendime göz devirmeme neden olurken baya uzun süren bekleyişimde sıkıntıdan saçlarımın uçlarıyla oynamaya başladım.

Aniden kapının açılmasıyla irkilerek bakışlarımı kapıya çevirdim. İlk içeri az önce beni sorgu odasına getiren adam girdi. Ardından Adas Komiser diye bahsettikleri adam girdi. Kendimi, onu daha yakından gördüğüm için incelemekten alıkoyamadım.

Koyu kahve saçları sürekli karıştırmaktan dağılmış, ela gözleri kısık bakıyordu. Keskin çene hattı dişlerini sıktığı için daha da belirginleşmişti. Bildiğim kadarıyla boyu 1.90’dı ama daha da uzun gözüküyordu. Üstünde beyaz tişört ve siyah kot pantolon vardı. Biraz daha masaya yaklaştığında loş ışıktan bile belli olan koyu siyah halkalarını fark ettim. Halinden de uykusuz olduğu belliydi.

Komiser bana bakmadan elinde tuttuğu deri ceketi masaya fırlatırcasına atarken elleriyle dağınık olan saçlarını daha da dağıtırken boğuk çıkan sesiyle, “Dosyayı ver,” dedi. Kapının önünde duran adam hızla elinde tuttuğu dosyayı uzatarak geri çekildi. Sanki burada yokmuşum gibi davranması, Ahh!

Elindeki dosyayı açıp incelerken zaten kısık gözleri daha da kısılırken “Bera Dünya Saraç,” dedi. Onun bu sözünün üzerine kaşlarım çatılırken bastırarak “Pera!” dedim. Aniden başını kaldırarak göz göze geldiğimizde kısık gözlerini zorlayarak daha da araladığında elalarını net bir şekilde gördüm.

“Konuş dedim mi?” diye sertçe sorduğunda masanın üzerindeki ellerimi masanın altına indirerek yumruk yaptım. “O zaman siz de gözlüğünüzü takın,” diyerek dişlerimi sıktım.

“Hala soru sormadığım halde konuşuyorsun” dediğinde tek kaşımı kaldırarak “İstediğim zaman konuşurum,” dedim. Aslında sadece sorduklarını cevaplayıp buradan gitmeyi planlıyordum ama yaptığı saygısızlığa dayanamamıştım..

“Hala ve hala konuşuyorsun.” Yorgun ama bir o kadar sert sesi kulağıma dolduğunda cevap vermek için ağzımı açtığımda kapının kenarında duran ve sessizce bekleyen adam araya girerek, “Pera Hanım lütfen sadece komiserim soru sorduğunda cevap verin.” dediğinde bakışlarım ona döndü. Kaşlarını kaldırıp başını iki yana sallıyordu. Kısacası yapma diyordu.

Komisere tekrar döndüğümde ağzında sanki bir şey varmış gibi çiğneyerek bana baktığını gördüğümde ters ters bakarak önüme döndüm. Bir de haberlerde çok iyi adam derlerdi, hah o kadar iyi ki resmen günah çıkartacaktım!

“Pera Dünya Saraç, 25 yaşında İzmir doğumlu. Hmm, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu.” Gözleri elindeki dosyadan bana döndüğünde “Vay bee...” diye mırıldandı. En ters bakışlarımla ona bakarken “Barda çıkan kavgayla nüfusumun ne alakası var ayıptır sorması,” dedim.

Komiser hiç üstüne alınmadan tekrar dosyaya dönerek birkaç yere daha baktıktan sonra birden elindeki dosyayı masaya sertçe attıktan sonra iki elini de masaya yaslayarak öne doğru eğildi. Şimdi az önceki yorgun halinden eser yokken gözleri tam açılmış sorgular bir şekilde bana bakıyordu. İşte, televizyondaki Adas Alacakan buydu!

“Neden adamın kafasına ayakkabının topuğuyla vurdun?” Aniden sorduğu soruyla gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. Şuan ciddi duruşu olayı daha da komikleştirirken masanın altındaki ellerimi bacaklarıma sürterek dikkatimi dağıtmaya çalışıyordum. Yoksa gerçekten gülecektim, hem de kahkahalarca.

“Aklına sahip çıkamıyordu, bende olup olmadığını kontrol ettim.”

“Topukla mı?”

“Evet?”

Komiser gözlerini yumarak içine sert bir soluk çektiğinde ciddileşerek bacaklarıma sürttüğüm ellerimi masanın üzerine çıkararak önümde bağladım.

“Tek başıma içmeye çıkmıştım,” Anlatmaya başladığımda komiserin gözlerini açtığını gördüm. “Hep gittiğim bara gitmeye karar verdim. Normalde çok sakin bir mekandır ama bugün hiç olmadığı kadar çığırından çıkmıştı... Bende pek umursamadan içmeye başladım ama o söylediğiniz adam,” diyerek sinirle komisere baktım. “Kendi akıl varlığını sorgulamadan bana temasta bulunma gafletinde bulundu. İlk sakince uyararak gitmesini söyledim ama kendisi galiba baya sarhoştu çünkü söylediklerimi ciddiye almadan temasta bulunmaya devam etti.”

“Sende kafasına topukla mı vurdun?” diye soran komiserle başımı iki yana salladım. Çekingen bir tavırla parmaklarımla oynarken gözlerimi kaçırdım. Her tepkimi dikkatle izleyen komiser merakla bana bakıyordu. Başımı eğerek alttan alttan bakarken “İlk başta elimdeki bardağı kafasında patlattım ama camlar elimi kesince başka bardak kullanmadım. O sırada da topuklularım ayağımdan çıktığı için-“ gerisini getiremeden sustum. O da devamını anlamıştı zaten.

Ellerini masadan çekerek doğrulduğunda kaçamak bakışlarla baktım. Komiser ellerini beline koyarak dik dik bana baktığında masumca tebessüm ettim. Hadi ama burada bir suçlu varsa o ben değildim.

Komiser’in bakışları benden ayrılmazken, “Adam ne durumda?” diyerek kapıda duran adama yönelik konuştuğunda merakla o tarafa döndüm. Kapıya yaslanmış kollarını önünde bağlamış bir şekilde bana bakıyordu. “Olay yerine vardığımızda ambulansla hastaneye götürülüyordu. Yeni haber geldi durumu iyiymiş,” yüzünü buruşturarak, “yani 9 dikiş ne kadar iyiyse o kadar iyi,” dediğinde gözlerim kocaman açıldı.

“9 mu, ben 15 bekliyordum.” Ne dediğimi bilmeden konuştuğumda ortam birden sessizleşti. Yüzümü buruştururken dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne diyordum ben ya...

“Serhat, sen al bunu bir kaç saat nezarethanede tut.” Komiserin söyledikleriyle kafamı çevirerek ona baktım. Suratında belirgin bir şekilde benimle uğraşmak istemediğini yansıtırken şaşkınlıkla bakmıştım. O sırada kapıdaki adam “Ama komiserim adam şikayetçi olmadı,” dediğinde kendimi tutamayarak “Birde olsaydı,” dedim. Sonra komisere dönüp, “Ben nezarethanede kalamam,” diyerek itiraz ettim.

“Sana sorduğumu sanmıyorum.” Uzanıp masadaki deri ceketini alıp arkasını döndüğünde oturduğum sandalyeden kalkarak önüne geçtim. Bu hareketim kapıya yaslı olan adamı hareketlendirirken Komiser elini kaldırarak durmasını işaret etti. “Ben kalamam orada, klostrofobim var. Nefes alamam.”

“Tekrar diyorum sana sormadım.”

“Burada size klostrofobim var diyorum ciddiye alır mısınız?”

“Alıyorum sizi ciddiye ama yine ve yeniden sana sormadım diyorum.”

Komiserin küstah tavrı karşısında gözüm seğirirken kendimi artık sakin olma konusunda telkin edemiyordum. Sorgu odasına girdiğinden beridir takındığı ifadeye ne kadar dayanmaya çalışsam da artık gerçekten sinirlendiğimi hissediyordum.

“Siz ne kadar saygısız, küstah, agresif bir komisersiniz ya. Birde güya televizyonda ün salmış biri olarak boy gösteriyorsunuz ama görüyorum ki hak etmiyormuşsunuz! Göz boyadığınız imajınız herkese söker ama bana sökmez Komiser!”

Kelimeler ağzımdan öyle durmaksızın çıkıyordu ki, ne dediğimi ben bile anlamıyordum. Karşımda boş gözlerle beni izlemesi sinirimi daha da katlarken artık yapacağım en ufak hatayı bile gözlerim görmez olmuştu. Hâlbuki sadece ifade vererek buradan ayrılacaktım.

Komiser bozuntusunun bakışlarında bir değişiklik olmazken artık kanın beynime sıçradığına emindim. Belki bu çıkışım saçma gelebilirdi ama bu dünyada en çok alaya alınmaktan nefret ederdim. Komiserin gözleri tekrar kısılırken dudağının kenarı havalanarak alayla güldüğünde bundan sonrasının ne olacağını bilsem de son sözümü söylemekten geri durmadım.

“Sizi şikayet edeceğim... Hele beni o nezarethaneye atın, ertesi günü adliyeye gitmezsem benim adım da Pera değil!”

☆★☆

Tepinmek istiyordum. Ayaklarımı yere vura vura tepinmek istiyordum. Çıplak bacaklarıma vuran soğuğa rağmen içim sinirden cayır cayır yanıyordu. Dişlerimi birbirine öyle sert bastırmıştım ki serbest bıraktığım gibi çeneme büyük bir ağrı gireceğine adım kadar emindim.

Niye mi sinirliydim? Çünkü şuan asla girmem dediğim nezarethanedeydim... Harika!

Demir parmaklıkların ardından karşımda durmuş bana alayla baktığını tahmin ettiğim komisere bakmazken yüzümü duvara çevirmiş kollarımı göğsümde bağlamıştım.

“Pişt baksana, Beyoğlu tarafları nasıl?” diyerek güldüğünde göz devirdim. “Galiba Google kullanmışsın, açmışken AQ testine de bir girsen tüm dünya huzura erer.” Yaklaşan adım seslerini duyduğumda hiç istifimi bozmadan duvara bakmaya devam ettim. Demire vurma sesi geldiğinde de dönüp bakmadım.

“Bence gerek yok, çünkü buradan bakılınca herkesin seviyesi apaçık belli oluyor.” Sözleri üzerine hızla bakışlarımı duvardan keserek parmaklıklar ardında duran adama baktım. Ela gözleri yine kısılmış dikkatle yüzüme bakıyordu. Suratımı buruşturarak, “Dedi klostrofobisi olan birine zorla nezarethaneye atan KOMİSER!” dedim.

Komiser kelimesini bastırarak söylemiştim. O da bunu fark etmiş olacak ki dudaklarının kenarı kıvrılırken “Sende mesleğini yapsaydın bende sana DOKTOR derdim,” göz kırptı ve “bastıra bastıra,” dedi.

Oturduğum yerden bir hışımla ayaklanarak parmaklıkların önünde durduğumda karşı karşıyaydık. Komiserin yaklaştıkça kısık gözleri açılmış doğruca gözlerime bakıyordu.

“Sizin haddinize değil benim mesleğim hakkında konuşmak.” diye sertçe soludum. Mesleğim en hassas olduğum konuydu. Her çocuğun ilk hayali mesleği doktor olmaktır. Benim de öyle olmuştu.

Küçükken her seferinde kendime doktorlukla alakalı oyuncaklar aldırırdım. Sonrasında hiç bilmeden çevremdeki insanlara ya serum takar ya da yaralarına pansuman yapardım. Tabi eskiden doktorluk hayallerim gibi belgemin de boş bir kutuda eskiyeceğini bilmiyordum. Çocuktum ama çok umutluydum.

Komiserin bakışları gözlerime dikkat kesilmişken bir cevap vermediğinde, “Sana diyorum,“ dedim. Hala aynı tepkisizlikle durduğunda daha yüksek sesle, “Adas komiser!” dedim.

Komiser sesimi yeni duymuş gibi gözlerini kırpıştırdığında kaşlarım çatıldı. Dalmış mıydı o? Birden neden öyle dalıp gitmişti? Gözlerime bakarken neden ela gözleri puslanmıştı?

“Neyse ne,” hiç bozuntuya vermeden kendini silkelediğinde gözlerim kısıldı. Şuan gözlerinden bir şey anlaşılmıyordu.

“Bir şey mi oldu?” diyerek kaşlarımı çattım. Çünkü yüz ifadesi değişmişti. Ne oldu birden bire?

“Bir şey olduğu yok... Geç otur çıkmana çok var, diyerek arkasını döndüğünde gideceğini anladım. Ama gitmemeliydi, beni burada bırakıp gitmemeliydi. Bir şey yapmam lazımdı, beni buradan çıkartacak bir şey. Hızlıca bir şeyler düşünürken kapıdan çıkmak üzere olan komiseri gördüğümde panikle elimi boynuma götürerek ovaladım.

“Komiser,” Elimle boğazımı daha sert ovalarken bakışlarımı bana doğru dönmüş elalara çevirdim. “Ciddiyim çıkmam gerekiyor.”

Komiser olduğu yerde durarak alayla bana bakarak, “Hayır, çıkamazsın,” dediğinde hareketlerim sertleşti. “Bu durum gerçekten ciddi komiser, her yer üstüme geliyormuş gibi hissediyorum.” Bana bakmaya devam ettiğinde o alaycı ifadesi dağılmıştı. İşe yaradığını hissederken devam ettim. “Şimdi sende gidersen tek kalacağım ve daha kötü olacağım. Lütfen çıkar beni buradan,” dedim.

Kafası oldukça karışık duran Komiserle zorla yutkundum ve aldığım nefesleri daha derinleştirdim fark edilmek için. Boştaki elimle önüme gelen saçlarımı geriye iterek terleyen yüzümü açığa çıkardım. Doğru yolda olduğumu parmaklıklara yaklaşan adamdan anlarken, kendimi bozmadan bende biraz daha yaklaştım parmaklıklara.

Karşı karşıya durduğumuzda içime koca bir nefes çektim ama yarı yolda sekteye uğradı. Bilerek yaptığım bu hareketin komiserin bir şeyden emin olmasına neden olmuştu ki, elinde tuttuğu anahtarla kapıyı açmaya koyulduğunda içten içe sevinç çığlıkları attım ama başımı eğerek rolüme devam ettim.

Kapı açıldığında komiser kapıdan içeriye girerek yanıma adımladığında bir kere daha içime nefes çektim ve komiserin çok yakınımda olduğunu bilmeden başımı kaldırarak serbest bıraktığımda nefesim yüzüne çarptığında ikimizde duraksadık. Komiserin hala anlamadığım bakışı tekrar gözlerinde belirdiğinde başımı yana eğerek anlamaya çalıştım.

Garipti. Bakışlarından bile taşan duygunun sadece hüznünü seçmem garipti. Komiserin gözlerinde herşeyi görmeyi beklerdim ama bu hüzün çok aniydi. Ve sadece o hüznü tanımamsa hiç garip değildi.

Hüznü sadece hüzün kokan tanırdı.

“İyi misin?” diye sorduğunda kendime gelerek gözlerimi yere dikerek başımı iki yana salladım. “İyi olmak için iyi bir yerde olduğumu bilmem gerek.”

Komisere bakmadığım için salladığı başını görmeden kolumda hissettiğim dokunuşla ilk kolumu tutan eline ardından da tekrar ela gözlerine baktım. Orada ilk defa saydam bir adam gördüm. Komiser kimliği yoktu. Kendi vardı. “Gel, seni iyi bir yere götürelim.”

Buraya gelirken ki seri ve sert adımları yoktu beni çıkartırken. Yavaş ve bir o kadar dikkatli adımlarla bana ayak uydurarak nezarethaneden çıkardığında ona karşı hissettiğim şaşkınlık olağanüstüydü. O kadar saydamdı ki, şuan bana olan ilgili halleri yalan olmayacak kadar gerçekti. Ve bu her şeyden daha ilginç olanıydı. Bu bana anlatılan Adas Alacakan olamazdı.

Kolumdaki eli hala beni sıkıca tutarken dikkatli adımlarla merdivenleri çıkıyorduk. Ara sıra beni kontrol ettiği için rolüme devam ediyordum ama bu halleri beni sekteye uğratıyordu. Yukarıdaki sesler az çok kulağıma dolmaya başlamıştı. Yukarı kata vardığımızda Komiser beni daha geniş bir alana çıkardığında sanki bu bana yetmeyecekmiş gibi bir camın önüne götürürken, etraftan geçen bir polis memuruna “Zafer oradan bir sandalye getir,” dediğinde adam elindeki kağıtları bir masaya bırakıp önündeki sandalyeyi alarak bize doğru geldi. Komiser sandalyeyi elinden alarak ilk beni oturttu sonra camı açarak geriye çekildi.

İlgili gözlerle bana baktığında şaşkınlığım öyle çoğalmıştı ki, bunu belli etmemem imkansızdı. “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sorduğunda reddedecekken, vazgeçtim ve “su alabilir miyim?” dedim. Komiser söyler söylemez arkasını döndü ve hemen arkasında kalan sebilden şu doldurarak getirdiğinde elinden alarak içtim. Ne kadar rol yapsam da su içmek iyi gelmişti.

“Şimdi daha iyi misin?”

Başımı sallayarak onayladım. O da hafif başını eğdiğinde beni orada bırakarak bir masaya doğru gitti. Buraya ilk geldiğimde benimle ilgilenen adamın olduğu masaya gittiğinde aramızda mesafe olmasına rağmen ne dediğini az çok duyabiliyordum. “Bulut, bana Pera Dünya Saraç'ın dosyasını verir misin?”

Bulut denen adamın masanın üzerindeki kısa bir araştırmasından sonra elindeki dosyayı komisere verdi. Komiser arkasına dönmeden önce masanın üzerindeki bir kalemi alarak bana doğru geldiğinde bakışlarımı üzerinden çekmedim. Yanıma gelen komiser elindeki dosyayı açarak kalemle birlikte bana uzattı. Elinden alarak baktığımda üzerime eğilen ve parmağının ucuyla bir yeri gösteren Komiserle istemsizce başımı kaldırdım ve ikinci kez aynı sahne yaşandı.

Yakınlığından dolayı burnuma dolan karanfil kokusuyla istemsizce kaşlarım çatıldı. Gösterdiği yere bakmayarak yüzüne baktığımda sessizliğimden dolayı olmalı ki duraksayarak yüzünü çevirdiğinde birkaç santim uzağımda olan gözleri gözlerime kenetlendiğinde orada apaçık gördüğüm afallama ve şaşkınlıkla ben daha ne olduğunu anlamadan hızla kendini geriye çektiğinde irkildim.

Komiser afallamayla elini belindeki silahın üzerine koyarak gerilediğinde anlamsızca baktım bu hareketine. Bana bakmadan etrafa attığı bakışlar ve yutkunuşundan anladığım kadarıyla gerginlikte yaptığı ve fark etmediği bir hareketti.

Gülmek istedim ama ifademi sabit tutarak komiserin gergin yüzüne bakmaya devam ettim. Komiser sanki bana bakmaktan kaçınıyormuş gibi yüzüme bakmadan eliyle elimdeki dosyayı göstererek, “Sağ alt köşeye imza at,” diyerek gözlerini benden kaçırmaya devam etti. Bu yaptığına daha fazla dayanamayarak güldüğümde bana döndü ve gülen yüzüme garip garip bakmaya başladı. Galiba gülmem hoşuna gitmemişti ama umurumda değildi. Bu hareketi oldukça komikti.

Hiçbir şey söylemeden dediğini yaparak imza attıktan sonra dosyayla birlikte ayağa kalkarak yanına yaklaştım ve dosyayı uzattım. “Attım imzayı.”

Bu sefer az önce bakışlarını benden kaçırmıyormuş gibi bakışları yüzüme çıktığında elimdeki dosyayı alarak, “Pera Dünya Saraç serbestsin.” dediğinde heyecanla gözlerim irileştiğinde, “Gerçekten mi?” diye sordum.

Komiser eski laubali ifadesini takınarak, “İstersen nezarethane hala boş yani evde yatağında rahat etmeyeceğini düşünüyorsan,” dediğinde hızla elimi kaldırıp iki yana salladım. “Yatağım iyidir.”

“Nasıl iyidir?”

“Yumuşacık, konforlu, ortopedik hatta iki kat-“ Anlatırken komiserin güldüğünü duyduğumda duraksadım. Ben ne anlatıyordum Allah aşkın!?

Hızla boğazımı temizleyerek “Neyse” dedim. Komiserin hala güldüğünü görünce utançla bakışlarımı kaçırdım. Etrafa çevirdiğim bakışlarım masaların başında suçluları sorgulayan polisleri izlemeye başladım. Komiserin gülmesi bitene kadar!

“Bu seferlik inisiyatif kullanarak bırakıyorum ama bir daha insanlara topukla saldırmak yerine,” diyerek elini telefon gibi yapıp kulağına götürdü ve “Polisi ara” dedi. Konuşurken duraksaması gözümden kaçmazken elimi kaldırıp gözümün altına bir çizgi çizermiş gibi sürttüm. “Anlaşıldı komiserim.”

Bu hareketim komiserin gözlerinde bir duygunun okunmasına neden olmuştu. Elim hala havadayken hafif bir tebessümle gözümü ovuşturdum. Okunan duygu bu hareketimle dağılmıştı. Vicdan azabı...

“Ben öyleyse gidiyorum komiserim, umarım bir daha görüşmeyiz” diyerek arkamı dönerek çıkışa doğru yürümeye başladım. Ama bir kaç adım atmışken durarak tekrar komisere döndüm. Direkt komiserle göz göze gelirken yüzümü buruşturarak, “Ama maalesef içimden bir ses yine görüşeceğimizi söylüyor,” dedim.

Komiser sözlerime küstahça gülerken, “İlkini tercih ederim” dedi. Nezarethaneden çıkartırken ki ilgili hali kaybolmuştu ve eski haliyle karşımdaydı. Kaşlarım havalanırken gözlerimi kırpıştırdım. Dikkati anında dağılarak gözlerime odaklandığında sırıttım. “Ben de her zaman ikincisini Adas Komiser.”

Arkama dönerek sakin adımlarla kendimi dışarıya attım. Karakolun önünde durarak ılık rüzgar yüzüme çarparken içime derin nefesler çekmeye başladım. Bugün olanlar beni o kadar yormuştu ki ciddi anlamda tek istediğim yatağıma gidip uyumaktı.

Aklıma komiserin karşısında saçmaladığım anlar gelirken içten kendime bir dünya dolusu küfür savurdum. Nasıl onu bu kadar alaya aldım bilmiyorum ama istediğim hedefe ulaşamamıştım.

Sinirle elimi kaldırarak yüzümü ovuşturduğumda duyduğum sesle hızla ellerimi yüzümden çekerek arkama döndüm. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” Gözlerim irileşirken etrafta bakışlarımı gezdirdim. Uzanarak kolunu tuttuğum gibi çekiştirerek karakolun sağındaki ormanlık alana doğru ilerlettim.

Yeteri kadar uzaklaştığımıza kanaat getirdiğimde tuttuğum kolunu savurarak bıraktığımda öfkeyle burnumdan soluyordum. Karşımda hesap sorarcasına durması öfkemi harmanlarken dişlerimi sıkarak başımı yana eğdim.

“Ne işin var senin burada!” Öfkem sesime yansırken ne kadar ürkütücü çıktığını umursamadım. Öyle ki karşımda duran adamın da pek umursadığı söylenemezdi. “Sana mesafeli durmanı söylememişiydim! Neden karakolun içine kadar giriyorsun sen, Aptal!”

“Sadece merak ettim”

“Etme!” sesimin yüksekliği arttığı için gözlerimi saniyelik yumdum. Tekrar araladığımda daha kısık sesle, “Yapacaklarıma saygı duy yeter, anladın mı?!” dedim.

Az önce karakolda karşısında bir polisle muhatap olduğunu gördüğümde içimde oluşan öfkeye hakim olmuştum ama şimdi yaptığı her hatada ayağımızın dibinde duran imkan kaybolurdu. Hataya lüksümüz yoktu!

“Darcy, sen bu kadar dikkatsiz değilsin neden giriyorsun karakola.” Öfkemi içimde bastırmaya çalışırken daha sakin bir sesle sordum. Darcy geceye karışmış siyah saçlarını elleriyle tarayarak geriye attığında “Dikkatsiz olan ben miyim Pera, nasıl korkmadan kendini karakola düşürürsün!” dedi.

“Planlamadık mı biz bunu, haberin yokmuş gibi davranma.” Haberi vardı. Birlikte yaptığımız bir plandı, her detayına da hakimdi ama sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıyordu.

“Pera!” diyerek resmen kükrediğinde hızla koluna atılarak geriye çekmeye çalıştım. “Bağırma.” Ama sanki beni duymuyormuş gibi sesini alçaltamadan bağırmaya devam etti.

“Planda sadece karakola gidip sahte suç duyurusu bulunman yönündeydi! Sen gidip kendini karakolluk yapıyorsun, üstüne nezarethanede kalıyorsun! Kafayı mı yedin sen kızım!?”

Darcy ‘in artık sesinin karakola kadar ulaştığından emindim. Çünkü sinirlendiği zaman gözü hiçbir şey görmüyor, duymuyordu.

Doğruydu, ani gelişen olaylar doğrultusuna bu şekilde bir yol çizmiştim ama bundan bahsedecektim. Fırsatım olmadığı için eve döner dönmez anlatacaktım ama unutmuştum işte. Darcy ‘in her adımımı bildiğini unutmuştum.

“Herhangi bir sorun olmadı... sadece plan biraz öne çekildi,” diyerek sakinleşmesi adına yumuşakça konuştuğumda Darcy bana mısın demeden aynı sert sesiyle lafı ağzıma tıktı. “Umarım olmaz, yoksa başka planlar da öne çekilir Pera!”

Gözlerimi yumarak arkama döndüğümde gözlerimin önüne gelen kanla kaplı bedenle ellerimle yüzümü sıvazladım. Kafamda yer edinen cümleler bir bir sıralandı.

Planda herhangi bir hata oluşursa ne yüzüne bakarım ne de tereddüt ederim... Ufak bir hata, tüm doğrularını götürür. Unutma her yanlışa bir çizgi atarım.

Başımı hızla iki yana sallayarak tekrar Darcy’ e döndüm. Daha fazla burada durarak dikkat çekemezdik. Zaten az önceki bağırışlardan kimsenin gelmemesi şanstı bu yüzden hemen buradan gitmemiz gerekiyordu.

“Gitmemiz lazım Darcy, birileri görebilir.” Hala sinirliydi ama o da sesinin yüksekliğinin oluşturabileceği tüm hataların farkındaydı bu yüzden başını sallayarak ormana doğru yürümeye başladı. Bende ardından onu takip ederken bir an önce buradan ayrılmak istiyordum.

Önden giden Darcy’ e bakarken istemsizce yaptığım tutarsızlığı fark ettim. Her şeyden haberin var diyerek üste çıkmıştım ama planı tamamen değiştirmiştim. Kızmakta son derece haklıydı. Bu yüzden bağırmasına, hesap sormasına izin vermiştim. Darcy benim en yakın arkadaşımdı. Belki herkes benim korumam olarak biliyordu ama benim için bir arkadaştan başka bir şey değildi. Bu yüzdendi bana olan öfkesi. Beni korumak istiyordu. Hata yapmamam için her adımı dikkatle çiziyordu. Biliyordu, yapacağım küçük bir hatada üzerimin çizileceğini.

Yarım saat süren orman yürüyüşünde ikimizde sessizdik. İçten içe kendimizi sakinleştiriyorduk ama bu konuda Darcy ‘den daha iyi olduğum için çoktan sakinleşmiştim. Aynı durum Darcy için geçerli değildi anlaşılan.

Yol kenarına çıktığımızda ileride duran siyah arabaya doğru yürüdüğümüzde kendime daha fazla tutamayarak konuştum. “Özür dilerim Darcy, kendimi tutamadım.” Darcy bana bakmadan arabaya ilerlediğinde kolunu tutarak durdurdum. “Dinle beni.”

Şuan içten içe kendini yediğini biliyordum. Hiç haberi yokken son anda gizlice telefondan ona mesaj atarak karakola götürüldüğümü yazmıştım. Onu endişelendirmiştim. Belliydi, çünkü adı gibi başka tercihi olmayan siyah kıyafetleri dışında giydiği beyaz tişört aceleyle evden çıktığını belli ediyordu.

Darcy, benim pek önemsemediğim ama aslında hayatımın kaderi olan sınırları bile kendisi ayarlamıştı. Her hangi bir hatamın sonucunu da biliyordu.

Karşılıklı durduğumuzda gözlerini benden kaçırdığını gördüm. Sinirlendiğinde gözlerime bakamazdı, baktığında gördüğü intikam onu daha da sinirlendiriyordu. İntikamın bana yakışmadığını düşünüyordu. Bu yüzden gözlerimde yanan intikam ateşinin kibritini çakandan nefret ederdi.

“Üzgünüm Darcy, daha fazla bekleyemedim... İçime sığdıramıyorum bu ateşi ama etrafa da sıçratmak istemiyorum.” Darcy beni şaşkına uğratarak gözlerime baktığında onun da gözlerinde aynı intikam ateşini gördüm. Kime neye bilmiyorum ama benim için olduğunu biliyordum.

“Sen içine sığdıramazken neden üstlendin bunu Pera!” Dinmemişti içindeki sinir, bu yüzdendi törpülemeden kurduğu cümleler. “Sana orada bana bırak dedim ama sen neyine güvenerek aldın görevi, bilmiyorum!”

“Kendime güvendim, yapabileceğimi bildiğim için kendime güvendim. Bunu ona borçluyum.”

“Sikerim borcunu! Ulan küçük bir yanlış diyorum sana, küçük bir yanlışta bitersin! Niye anlamak istemiyorsun bunu! Niye!”

“Çünkü bu intikamda bir yanlışın zaten olduğunu biliyorum!” Haykırırcasına bağırdığımda sözlerim Darcy’i duraksatmıştı. Nefesimden bile yanan ateşin dumanı süzülürken elimi kaldırarak gözümün altına çapraz bir çizik attım. “Ben onun gibi tek bir hata da çizmeyeceğim, ben onun gibi olmayacağım,” dedim.

Bunun anlamını Darcy biliyordu. Normalde aynı anda iki çapraz çizik atılırdı. Her şeyin bittiği yanlışın üzerine çarpı(X) konduğunda belli olurdu. Bu demek oluyordu ki oyun bitti!

Ama benim için öyle değildi. Ben oyuna ikinci bir şans verecektim. Kuralına göre oynan oyunda, kuralları çizecektim.

“Ne demek o?” Darcy meraklı ses tonu öfkeden arınmıştı. Saf bir merakla soruyordu. Oyunumdan onunda haberi yoktu. Olmayacaktı.

“Sadece oyunu kuralına göre oynuyorum ama her kuralın bir hilesi vardır.”

“Açık konuş Pera,” dediğinde omuz silkerek arabaya doğru yöneldim. Arkamdan Darcy’ in sorularını duyuyordum ama hiç birine cevap vermeden arabaya bindim. Darcy de bindiğinde birkaç kez daha sormuştu ama cevap vermedim. O da en sonunda pes ederek arabayı çalıştırdı.

Koltukta rahat bir pozisyon alarak başımı koltuğun başlığına yasladığımda gözlerimi kapattım. Ama kapattığım gibi gözlerimin önüne gelen kanlı bedenle hızla aralayarak camı açtım.

Camdan içeri süzülen hava beni kendime getirirken bugün olanları düşündüm. Aslında bugün olanların çoğu tesadüftü. Bara gitmem önceki günlere nazaran daha da kalabalık olması ve bana sarkıntılık eden adamın hepsi birer tesadüftü. Ama daha sonrasında o adamın haddini aşar teması beni çileden çıkarmış ve kontrolsüz sinirimle gözüm hiç bir şey görmemişti. Bundandır adamın kafasını topuklu ayakkabımla yarmam.

Sonrası ben fark etmeden istediğim gibi ilerledi. Bir kaç kişinin polise şikayet etmesi üzerine bara gelmişlerdi. Normalde karakola varana kadar da her şey tesadüftü ama o ismi duyana kadardı. Anladım ki bunlar tesadüflükten çıkmış şansa dönüşmüştü.

Adas Alacakan namı değer Komiser. Normalde televizyonlarda yaptığı sık sık baskınlarda adını duymuştum ama bugün ilk defa yüz yüze gelmiştim. Anlatılana göre hiç bir suçlu elinden kaçamazdı. Kimsenin ummadığı anda televizyona çıkar kısık gözleri ve alaylı gülüşüyle çökerttiği grupla dalga geçerdi.

Bugün karşılaşmamızda da umursamaz, saygısız bir o kadar da küstah olduğunu daha yakından görmüş oldum. Ama onun bilmediği şeyler vardı.

Umursamadığı insanın kendisini ne kadar umursadığıydı.

Başımı yasladığım başlıktan ayırarak arabanın saatine baktım. 18.55’ti. Uyuşuk hareketle arabanın torpidosunu açtım. İçinden bana göz kırpan bıçaklara göz devirirdim. Darcy ve bitmeyen bıçak sevdası.

Bıçakları kenara çekerek köşeye sıkıştırtılmış telefona uzanarak torpidodan çıkardım. Kapalı telefonun tuşuna basarken açılmasını bekleyeme başladım. Birkaç dakika sonunda açılan telefonla mesaj bölümüne girerek sadece bir kişinin olduğu sohbete girdim.

Pera;

Bugün bir barda kavgaya karıştım. Suçlu durumuna düştüğüm için beni sorguya aldılar. Sorguma Adas Alacakan girdi. Her şey istediğim gibi ilerledi. Beni nezarethaneye attılar ama hemen serbest bırakıldım.

Bugünün kısa bir özetini yazarak yolladım. Telefonu elimden bırakmazken “Ona mı yazdın?” diye soran Darcye dönerek başımı salladım. Gelecek mesajı beklerken camdan yolu izlemeye başladım. Birkaç dakikanın sonunda mesaj geldiğinde telefona odaklandım.

Rex;

Erken işe koyulmuşsun aferin sana Dünya güzeli.

Unutma hata yapma şansın yok! Mum sönene kadar onu elimde istiyorum Dünya güzeli.

Sertçe yutkunurken dilimle dudaklarımı ıslattım. Nefret ediyordum şu söyleminden.

Pera;

Biliyorum tekrarlamana gerek yok ve bir daha bana o şekilde hitap etme!

Telefonu sertçe torpidoya geri bırakırken Darcy’ in bakışları üzerindeydi ama karşılık veremedim. Vücudum titrerken neden titrediğini bilmiyordum. Sinirden mi? Korkudan mı? Emin değilim...

Kısa süren yolculuk sonunda araba sitenin önünde durduğunda Darcyle birlikte arabadan indim. Hiç beklemeden siteye girdim. Asansörü beklemeden merdivenlere yöneldiğimde yaptığımın bir aptallık olduğunu bilmeme rağmen umursamadım. İçimdeki duyguları unutmam lazımdı.

Tam tamına 20 kat merdiven çıktığımda nefes nefseydim. Yorgunluktan kendimi sürüyerek kapının önünde kollarını bağlamış beni bekleyen Darcy’ in yanına ilerledim. Asansörle geldiği için benim gibi bitik değildi.

“Ben değilsin Pera, unutma,” alayla mırıldanmasını umursamadan kapıya yaslanarak ayakta durmaya zorladım kendimi. “Aç kapıyı çabuk.” Darcy bağladığı kollarını çözerek elini cebine attı. Cebinden çıkardığı kartı kapıya okuttuğunda demir kapıdan bizim duyabileceğiniz yükseklikle bir sesle, “Hoş geldiniz Bay Darcy, Bayan Pera evde değil ona bir bildiri mesajı göndererek kapınızı açıyorum,” dediğinde, “Gerek yok Wendy, bende buradayım” dedim.

Sesimin taramadan geçtiğini gösteren mavi bir ışık yandı ve ardından Wendy, “Hoş geldiniz Bayan Pera buyurun,” diyerek demir kapının iki yana açılmasını sağladı.

“Bu robot benden nefret ediyor,” diyen Dracy’e göz devirerek salona girdim. “Başka işi yok seni umursayarak nefret ediyor,” dedim.

Ama aslında bir bakıma doğruydu. Wendy son tasarım bir akıllı robottu. İçinde bulunduğum 20 katlı site tamamen bana aitti. Tüm katlar boştu sadece 20. Katta ben ve Darcy yaşıyorduk. Wendy’e her seferinde sadece Darcy’ in izinsiz girebileceğini söylesem de her seferinde hata diyerek bunu sistemine geçirmiyordu. Yani Darcy bir robotun kişisel hedefi haline gelmişti. Bende bilerek belli etmiyordum yoksa sistemi yeniden başlatma gibi bir ihtimali vardı.

Kendimi yorgunlukla siyah deri koltuğa attığımda Darcy’ in sistem köşesine doğru ilerlediğini fark ettim. Gözlerimi devirdiğimde, “Bir adım daha atarsan bu sefer ben varken bile içeriye giremezsin Darcy,” dedim. Anında duran Darcy bana doğru dönerek kaşlarını çattı.

“Bir gün sileceğim Wendy’i, baştan başlatacağım ve adını Black koyacağım görürsün.” Ben cevap vermeden etrafta başka bir ses yankılandı. “Bayan Pera, Bay Darcy’i tamamen sistemimden silmek için izin istiyorum.” Dediğinde kendimi tutamayarak kahkaha attım. Bayılıyordum bu ikisinin atışmasına.

“Hayır Wendy ona daha vakit var,” diyerek engel oldum. Yoksa kesin yapardı, tanıyordum robotumu.

Darcy, Wendy’e sinir olmuş olacak ki kapıya doğru ilerlediğini gördüm. “Ben gidiyorum, sana Wendyle iyi akşamlar.” Gülüşümü durduramazken arkasından seslendim. “Hey Darcy!”

Kapının önünde durarak bana döndüğünde zorda olsa gülüşümü bastırarak, “Yarın tekrar karakola gideceğim,” dedim. Darcy’ in kaşları çatılmak üzereyken hızla açıkladım. “Eşyalarımı almadan çıktım onları alacağım.”

“Bilerek bıraktın değil mi?” diye sorduğunda dudaklarımı birbirine batırarak omuz silktim. “Kim bilir.”

Darcy başını iki yana sallayarak arkasını döndü. Wendy’e söylemeden kapıyı kendi açtı. Gitmeden önce son kez bana baktı, “Dikkat et ve iyi uyu” dedi ve “Umarım sende bir gün bozulursun Wendy,” diyerek kendini dışarıya attı. Bu hareketine güldüğümde Wendy arkasından kapıyı sertçe kilitledi.

Tek kaldığımda beynimi istila edecek düşüncelerden kaçmak için kendimi banyoya attım. Ilık bir duş alarak üzerimdeki tüm kirlerden arındığımda bornozumu giyerek odama yöneldim.

Odanın ışığı kendiliğinden açılırken üzerimi giyinmeden kendimi yatağa attım. Kaslarım yumuşak yatakla buluştuğunda gevşerken derin bir nefes aldım. Öylece yüzüstü yatakta uzanırken gözlerimin kapanmasına engel olamıyordum. Daha fazla dayanamadan gözlerim usulca kapandı ve kendimi uykunun sarsıcı kollarına teslim ettim.

Bugün ilk mum yandı ama dilek dilemek için değil. Bugün yanan mum yalanın ilk sırrını saklamak için yandı. Bu intikamdan kurtulmak istiyorsam yakabileceğim kadar mum yakarak tüm yalanları gizleyecektim.

Tabi, etrafa sıçrattığımı bilmeden gizleyecektim.

☆★☆

Bana insanları tamamen anlatan bir cümle söyle deseler hiç düşünmeden; İnsanlardan sıkılmaya başladıysan, gerçeklerin farkına varmaya başlamışsındır, derdim.

İnsanın yaptığı yanlışlar doğrultusunda farklı maskeler ardında büründüğü yüzleri, onlardan sıkılmamı sağlamıştı.

İstanbul’a ilk geldiğim zamanlar çevremde arkadaş namına kimse yoktu. Her ne kadar Darcy etrafımda olsa da insan ister istemez başka insanlarla da tanışmak istiyordu. Herkes farklı başlangıçlar yapmaktan hoşlanırdı.

Ama aslında başlamak istediğimiz başlangıçlar bazen kendini belli etmese de sonumuz olabiliyordu.

Bunların başında Üniversitenin ilk senesinde yabancılık çektiğim bir ülkede yaşamaya başladığımda anlamıştım. Evet benim adım Pera Dünya olabilirdi ama ben gerçekten o kişi değildim.

9 yaşına kadar Türkiye’de yaşamıştım ama bir gün arkamda tüm eşyalarımı bırakarak ülkeyi terk etmiş Rusya’ya yerleşmiştim. O zamanlar küçüktüm hiç bir şey anlamamıştım ama büyüyünce işler olduğu gibi ilerlememiş ben her şeyin farkına varmıştım. Hatta aslında Pera Dünya Saraç’ın kim olduğunu anlamıştım.

Hayat ne kadar acımasız olursa olsun, gerçekler kadar değildi.

Hayatın acımasızlığında; ben 25 yaşındaydım, İzmir’de doğmuştum ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirmiş bir Türk kızıydım.

Peki gerçeklerin acımasızlığında kim miydim? İnanın ki bilmek istemezsiniz...

Önümdeki karakola bakarken de şimdi içeridekilerin gerçek beni bilseler dün ki gibi sakin karşılayabilirler miydi? Bilmiyordum.

Hepsinin aklından geçenler genelde, ‘Vay be, Cidden mi?, Oha, Yazık gerçekten, Nasıl fark edemedik?’ gibi sözler olurdu. Buna emindim.

“Hanımefendi, bir sorun mu var?” Başımı sakince yanıma gelen adama çevirdiğimde dalgınlığımdan mı bilinmez ne sorduğunu anlayamamıştım. Bu yüzden “Anlamadım?” diyerek dikkat kesilmeye çalıştım. Aklım hala gerçeklerdeydi.

“Bir sorun olup olmadığını sordum. Yarım saattir karakolu izliyorsunuz.”

Sözlerini bitirdiğinde üzerine baktığımda polis olduğunu anlamıştım. Tekrar karakola bir bakış atarak adama döndüğümde yüzünde daha yeni fark ettiğim şüpheli bakışlar beni tamamen kendime getirmişti. Dediğim gibi kafam o kadar karışıktı ki yarım saattir öylece karakolu izlediğimden bir haberdim.

“Ah, hayır bir sorun yok. Sadece dün karakoldan çıkarken eşyalarımı unutmuşum bu yüzden geldim.” Dediğimde karşımdaki adam bir süre öylece yüzüme bakmış ama daha sonra başını sallayarak önüne dönerek yoluna devam etmişti.

İçeri giren adamla gözlerimi yumarak başımı gökyüzüne kaldırdım. Sıkıntıyla derin bir nefes verdiğimde her zaman olduğu gibi gözlerimin önüne gelen kanlı bedenle hızla gözlerimi açtım. Lanet olsun, bu görüntü aklımdan bir an olsun silinmiyordu.

Bu yüzden daha fazla orada oyalanmadım. Sakin adımlarla kısa merdivenleri tırmanarak karakoldan içeriye girdim. Kapıda bekleyen başka bir kadın polis dün geldiğimde üzerimi arayan kadındı.

Kadınların üzerini o aradığı için onun olduğu tarafa geçtiğimde yüzüme kısa bir bakış atarak ellerini vücudumda gezdirerek kontrol etti.

“Fazla alışkanlık bağımlılık yapar,” üzerimi ararken gözleri de ellerini takip ediyordu. Ayaklarımı da elleriyle kontrol ettikten sonra eğdiği bedenini dikleştirerek gözlerini gözlerime çevirdi. “Dikkat et.”

Kadına bakarken kurduğu cümleler benim için hiçbir şey ifade etmiyordu ama gözlerinin içine bakarken orada bas bas bağıran başka bir kadın gördüm. Yüzü bulanıktı ama söyledikleri netti. Ne yapmaya çalıştığını biliyorum, dikkat et!

Karşımdaki kadın her kimse tanımıyordum. Dün ilk defa görmüştüm ama onun için aynı şey geçerli değildi. Beni tanıyordu. Hayır hayattakini değil, gerçek beni tanıyordu.

Bu üzerime derin bir korku salarken, titrediğine emin olduğum ellerimi üzerimdeki ceketin ceplerine koyarak sakladım. Gözlerimi gözlerinden kaçırdığımda hiçbir şey söylemeden arkamı döndüm ve tekrar merdivenlerden çıkarak tamamen karakolun içine girdim.

Telaşlıydım, korkuyordum. Beni nereden tanıdığını bilmediğim için tedirgindim. Bu durumda karakola girmekte doğru mu yaptım bilmiyorum ama içimden bir ses bas bas, ‘Hataya yer yok Pera’ diye bağırıyordu.

Buraya Adas komiseri biraz daha yakından tanımak için bir şansım olur diye gelmiştim ama az önceki kadını gördüğümden beri tek isteğim eşyalarımı alarak buradan çıkmaktı.

Bürodan içeriye adımımı attığımda düne göre daha sakin bir ortamla karşılaştım. Büroda 8 masa vardı. Şuanda 4 masa dışında diğerleri boştu. Dün kağıt doldurduğum masanın başında aynı adamı gördüğümde adımlarımı oraya çevirdim.

Masanın önüne gelene kadar başını eğmiş önündeki bilgisayardan bir yerlere bakan adam, masanın önünde durduğumu fark ederek başını kaldırıp bana baktı.

“Merhabalar.”

Yüzüme kondurduğum tebessümle adama baktığımda suratında düz bir ifadeyle, “Merhaba, bir sorun mu var?” diye sordu. Bakışları sorgular biçimde üzerimde gezerken, beni hatırlamadığını anladım. İçimden dünden bugüne ne kadar suçlu gelmiş olabileceğini sorguladım.

“Dün, buradan çıkarken eşyalarımı almayı unutmuşum da, yardımcı olur musunuz?”

Sözlerim üzerine karşımdaki adam kaşlarını çatarak bilgisayara dönerek, “Adınız Soyadınız?” diye sordu.

“Pera Dünya Saraç”

Klavyede gezen parmakları büyük ihtimal adımı girdiğinde önünde açılan sayfayı inceledi. İncelerken bakışlarımı etrafta gezdirirken merdivenin kenarında duvara yaslanmış, gözlerini üzerime dikmiş bir şekilde bana bakan komiseri görmeyi beklemiyordum.

“Eşyalarınız Adas Komiserimde, odası 2.kat sa-“ Bakışlarım komiserin üzerindeyken sözünü keserek, “Odasına gerek yok, kendisi burada,” dedim. Yönümü tamamen komisere dönerek ona doğru ilerlediğimde gözünü kırpmadan beni izliyordu.

Yanına vardığımda hiç istifini bozmadan bana bakmaya devam etti. Aynı şekilde ona bakarken düne göre saçları daha düzgün, gözlerinin altındaki morluklar daha hafifti. Ama gözleri hala kısık bakıyordu. Ne yani kendini böyle havalı falan mı sanıyordu?

“Merhaba,” diyerek hiç konuşmayı düşünmediğini tahmin ettiğim adama ilk atağı yaptım. “Eşyalarımı alabilir miyim?”

Komiser’ in kısık gözleri daha da kısılırken önünde bağladığı kollarını çözerek yaslandığı yerden doğruldu. “Merhaba Dünya Saraç” dediğinde kaşlarımı kaldırarak “Pera’yı tercih ederim,” dedim.

“Eşyaların odamda Dünya Saraç,” dediğinde kaşlarım çatıldı. İnadıma mı yapıyordu bilmiyorum ama sinirimi bozmak için üzerime oynadığına emindim.

“Bulut, odamda masanın üzerindeki Pera Dünya Saraç’ın eşyalarını kap gel,” diyerek az önce masanın başında konuştuğum adama yönelik konuştu. Adının Bulut olduğunu öğrendiğim adam hızla masasından kalkarak merdivenlere yöneldi. “Tabi komiserim.”

Tekrar komisere döndüğümde onun gözlerinin zaten üzerimde olduğunu gördüm. Bakışları öyle keskindi ki bir an için bazı şeyleri bildiğini düşünerek gerildim. Ela gözleri herkese karşı mı böyle bilmiyorum ama bana bakarken hep puslanıyordu.

“Komiser, niye bana öyle bakıyorsun?” Kendimi tutamamıştım işte. Bakışları altında olduğum gerginlikle hızla işimi halledip gitmem gerekirdi ama ben merak edip sormuştum.

Komiser gözlerini hiç kırpmadan gözlerime bakarken, “Sadece seni gözlemliyorum,” dedi. Bu sözleri üzerine çatık kaşlarım daha da çatılırken komiser başını sağa eğerek, “Mesleki alışkanlık,” diyerek ekleme yaptı.

“Her önünüze gelene böyle bir şeyleri ima edermiş gibi mi bakıyorsunuz?” diye sorduğumda komiser hiç beklemeden beni cevapladı. “Sana bakarken ne ima ederek bakıyormuşum.”

“Bunu sen söyleyeceksin.”

“Ben nasıl baktığımı bilmiyorum,” duraksarken az önceki bakışlarındaki ima daha da kendini belli ederken, “Sen ne anladığını söylesene, bende bileyim,” dedi.

“Adas Alacakan, oyunun sırası mı?”

“Oyun oynadığımı mı düşünüyorsun?”

“Soruma soruyla karşılık vermeni değil, cevap vermeni istiyorum!”

“Soruna soruyla mı karşılık veriyorum?” Komiser kendi sözlerinin üzerine dudakları kıvrılırken alayla, “Veriyormuşum,” dedi.

İlk dakikada sinirimi arşa çıkartan bu adamın karşımda yine saygısız ve küstahça davranması beni deli ediyordu. İçimden bir ses boşver planı, döv şu adamı diye bas bas bağırıyordu.

“Saygısız ve küstah tavrınız bittiyse benimle açık konuşun”

“Hmm, saygısız ve küstah aynı şey değil mi?”

Gözlerimi bir an sımsıkı kapatarak içime derin bir nefes çektim. Sakinleş Pera, sakinleş. Uyma şu küstah adama Pera, sakinleş.

Gözlerimi tekrar aralarken elalarının bu sefer kumral saçlarımın arasındaki kırmızı tutamlarda gezdiğini gördüm. Saçlarıma bakarken yüzünü buruşturmuştu.

“Neden saçlarıma bakıyorsun?”

“Kırmızı rengini hiç sevmem, yakışmamış.”

Dudaklarımdan bir gülüş kaçtığında saçlarımdaki bakışları kısa bir an gülüşüme düştü ama gözlerime tekrar çıktığında tek kaşını kaldırmış bana bakıyordu.

“Hangi rengi seversiniz komiser, ona göre saçlarımın rengini değiştireyim.”

Komiserin aniden geldiğimden beri yüzünde takındığı ciddi ifade dağılarak kocaman gülümsemeye büründüğünde şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Televizyonlarda ciddi alaycı gülüşleri gibi değildi, samimiydi.

İlk defa gülümseyen birini görmüşüm gibi dikkat kesildiğimde bunu fark eden komiserin gülümsemesi yavaşça solarken kısa bir boğaz temizlemesinden sonra, “Mavi... mavi rengi severim,” dedi ve gülümsemesini tamamen kaybolarak eski ciddi ifadesine büründü.

Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecekken hızla yanımıza gelen birini gördüğümde geri kapadım. Komiser gözlerini yanımda duran kıza çevirdi. Bende kıza doğru döndüğümde gözleri benim üzerimden komisere döndü.

“Komiserim B.R dosyası ile ilgili bir şey bulduk. Hemen gelmeniz gerekiyor.” Heyecanlı ses tonuyla konuştuğunda kaşlarım çatıldı. B.R dosyası da neydi?

Bakışlarımı kızdan komisere çevirdiğimde gözlerinin yine ve yeniden puslandığını gördüm. Öyle ki yumruk yaptığı elleri ve kasılmış vücuduyla bu dosyanın ne olduğunu daha da merak etmemi sağlamıştı.

Komiser kızda tuttuğu gözlerini bir saniyelik gözlerime çevirdiğinde puslanmış gözlerinde daha önceden gördüm ifadeye rastlamıştım. Neden her seferinde gözlerime suçluymuş gibi bakıyordu?

“Bulut birazdan eşyalarını getirir. Bekle burada,” diyerek yanımdan geçecekken sola kayarak önüne geçtiğimde durdu. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama söylemeyeceğini bilmeme rağmen dilime hakim olamadım.

“B.R’nin açılımı nedir komiser?”

Komiser sorumla gözlerime öyle bir baktı ki, olduğum yerde geriye doğru bir adım atma isteğiyle tutuştum. Hata onun bana sertçe bakması değildi, hata benim bunu bir polise sormamdı. Ama komiser yıkıp geçecekmiş gibi duran sert bakışlarına kıyasla sakin çıkan ses tonuyla “Boris Rex,” dediğinde üzerime soğuk su atılmış gibi irkildim. Boris Rex mi, bu ne demek şimdi?

İçimde tutuşan mumun eriyen damlaları, buz kırağıyla kaplı kalbime düşerken tek yapabildiğim canımın yandığını gizlemek oldu.

Her ne kadar zorlansam da sabit tutmaya çalıştığım ifademle bana dikkatle bakan komisere baktım. Benden şüpheleniyordu. Benden şüphelendiği için gizli olmasını önemsemeden baş harfleriyle saklanan dosyayı açıklamıştı.

“Boris Rex mi?” diyerek kaşlarımı çattım. Bir süre düşünceli ifadeye büründükten sonra gözlerim şaşkınlıkla açıldı. “Hani şu Rex Grup’un varisi Boris Rex mi?” Komiser keskin bakışlarını üzerimden çekmeden başını salladığında şaşkınlığımı apaçık belli ettim. Her ne kadar sahte olsa da.

“Ama o ölmedi mi? Hatta siz öldürdünüz,” dediğimde komiser gözlerini ilk defa benden kaçırdı. Gözleri benden yere kaydığında derince yutkunduğunu oynayan adem almasından gördüm. Yanımızda öylece bizi izleyen kız birden komisere doğru yaklaşarak, “Neden dosyayı açıkladınız komiserim?” diye sordu. Her ne kadar duymamam için sesini kıssa da duymuştum.

Gerçekten bana neden söylemişti dosyanın adını. Şüphelenmiş olabilir ama bu konudan dolayı olduğunu hiç sanmıyorum.

Komiser yere eğdiği başını kaldırmadan önce boğazını temizleyerek elini saçlarına daldırdı. İşte şimdi yine dağılmıştı saçları.

“Boşver Sinem, sen git geliyorum şimdi,” dediğinde yanındaki kız tekrar ağzını açıp bir şey söyleyecekti ama kendini son anda durdurarak dudaklarını birbirine bastırdı. Komiserden uzaklaşarak arkasını döndüğünde tekrar göz göze geldik. Peki hiç tanımadığım bir polise bana bu derece kinli bakacak ne yapmış olabilirdim? Hiçbir şey...

Adının Sinem olduğunu öğrendiğim kız yanımızdan uzaklaşırken ben hala bana olan bakışlarını kendi içimde sorguluyordum. Alıştırma olarak algıla Pera, bir zaman sonra yadırgamazsın.

“Sen nereden biliyorsun Boris Rex’i.” Aniden gelen komiserin sorusuyla bakışlarımı tekrar ona döndürdüm. Puslanma artık yoktu gözlerinde, Adas komiser gibi bakıyordu.

“Televizyondan,” dedim. Gözlerim gözlerinden ayrılmazken dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsedim. “Neden öldürdüğünüz bilmiyorum ama sizin bildiğiniz bir şeyler vardır elbet...” duraksadıktan sonra kaşlarım havalanırken “Neden hala dosyası açık, Boris Rex ölmemiş miydi?” dedim. Komiserin aralık gözleri kısılırken elalarının içinde gizlediklerini göremiyordum.

“Öldü,” Tek cümle ile kalbimi saran buz kırağı üzerine damlayan muma inat daha da dondu. “Ama dosya hala kapanmadı.”

“Anladım.”

Adas başını kısa bir an eğdi ve Pera’nın duymayacağı bir tonda, “anlamadın, anlamayacaksın.” diye fısıldadı.

Konuşacak başka bir şey kalmadığında Komiser gitmek için ilerlediğinde son kez baktı gözlerime. “Dediğim gibi burada bekleyin, Bulut şimdi eşyalarınızı getirir. İyi günler.“ İlk defa bana karşı kullandığı yumuşak ses tonuyla afallarken komiser yanımdan gitmeden önce son anda başımı sallayarak, “Size de Adas komiser,” dedim.

Komiser merdivenleri çıkarak gözden kaybolduğunda sırılsıklam olan avuç içlerimi altımdaki kota sertçe sürttüm. Gözlerim bir sağda bir solda dolanırken buradan çabucak çıkmak istiyordum.

Boris Rex dosyası neden hala kapanmamıştı. Ölmüştü işte neden hala ruhunu zindanda tutuyorlardı. Neden rahat vermiyorlardı.

Peki neden Boris’in ruhunun olduğu zindana eşlik ediyordum. Neden buna engel olmak yerine, sessiz kalıyordum.

Ellerim titriyordu. Hatta tüm vücudum titriyordu. Her ne kadar kendimi kasarak belli etmemeye çalışsam da olmuyordu. Gözümün önüne o kanlı beden geliyordu.

“Eşyalarınız Pera Hanım.” Sağ taraftan gelen sesle aceleyle o tarafa döndüm. Adının Bulut olduğunu öğrendiğim polis elinde ki şeffaf torbayı kaldırarak görüş açıma soktuğunda hızla atılarak elinden kaptım.

Bu hareketim karşımdaki adamı şaşırtırken sürekli ellerim terlediği için elimdeki torbayı umursamadan ellerimi kotuma sürttüm.

“Siz iyi misiniz?” Sorusunu duyar duymaz başımı sallayarak “İ-iyiyim, teşekkürler eşyalar için” dedim. Adamın kaşları çatılırken daha fazla sorgulamaması için arkama dönmeden önce, “Kolay gelsin size,” dedim. Ve ardıma bakmadan hızla bürodan çıktım.

Merdivenleri inerken bir kaç kez yuvarlanmaktan zor kurtuldum ama en sonunda karakolun çıkış kapısına vardım. Çıkmadan önce üstümü arayan kadına bakınsam da görememiştim.

Karakoldan çıktığım gibi derin nefesler alırken vücudum hala titriyordu. Bedenimde oluşan bu düzensizlik zemine bastığım ayaklarımın dengesini sarsarken bulanık görüşümle karakoldan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım.

Uzun zamandır anmaya çekindiğim adı başka birinden duyunca sarsıldım. Bu sarsıntıda yaktığım mumun sağdan sola savrularak sönmeye çalıştığını gördüm.

Boris Rex

Koskoca 4 yıl geçmişti Boris’in ölümünün ardından ama ölümü tüm dünyada yankı uyandırmıştı. Dünyalarca ünlü REX Group’un varisi, Boris Rex.

Namı değer Rus mafyası Rex’in oğlu Boris Rex. Nasıl sessiz olabilirdi ki ölümü...

Boris’i tanıyordum hem de çok yakından tanıyordum. Asla kimseyi herşeyi yapmayan benim, her şeyimdi Boris. Ama ölmüştü. Bir polis‘in silahından çıkan kurşunla ölmüştü. O polis çok yakınımdaydı, hatta tam dibimdeydi. Adas Alacakan!

Her şeyimi benden alan adamın elinden her şeyini almak için kendime söz vermiştim. Ve artık bu sözü tutmam çok yakındı.

Ama eksik düşündüğüm bir şeyler vardı; Adas Alacakan’ın her şeyini elinden alacaktım ama onun her şeyi olacağımı bilmeden yapacaktım bunu.

☆★☆

Koridor boyunca ilerleyen Adas kafasının içinde dolanan ve oldukça can sıkan düşünce sillesinin arasından sıyrılmaya çalıştıkça içine çekiliyordu. Bunun nedeni her ne kadar kabul etmek istemese de az önce gördüğü kız yüzündendi.

Mavi gözleri, beyaz teni, kumral saçları öylesine tanıdıktı ki, bunu ne kadar gizlemeye çalışsa da başarabildiğinden şüpheliydi. Onu gördüğünde göğsünden yükselen ılıklığın farkındaydı ama bunu adlandırmak istese söyleyeceği şey; küçükken kaybettiği en sevdiği oyuncağı bulduğunu sanma hissi derdi.

Lakin emin değildi. Gerçekten o oyuncağı bulup bulmadığından emin değildi. Ama benzerlik öyle fazlaydı ki, zihninde silikleşmeye başlayan surete tıpatıp benziyordu Pera’nın yüzü.

O muydu gerçekten?

Hiç emin değildi. Öyle ki emin olabilseydi, az önce yanından öylece gönderebileceğini sanmıyordu.

Sıkıntınla yüzünü ovuşturduğunda, toplantı odasına girmeden önce kafasındaki parçaları birleştirmesine yardımcı olacak tek kişinin yanına gitmeye karar verdi. Adımları zaten dosdoğru o yöne giderken önüne geldiği kapıyı çaldı ve beklemeden içeriye girdi.

“Abi galiba onu bulmuş olabilirim.” Hiç beklemeden konuya girdiğinde daha kapıyı bile kapatmamıştı. Bu konuyu öyle çok biriyle konuşmak istiyordu ki, bekleyemiyordu. Dıştan biri Adas’ın umursamaz, sabırlı biri olduğunu söyleyebilirdi ama asla öyle biri değildi. Belli etmezdi ama paylaşabileceği biriyle karşılaştığında asla kendini tutamazdı.

“Hop, sakin ol oğlum ne bu acele?“ Masanın yanında ayakta dikilen adam aniden açılan kapı yüzünden kısa bir an sinirlense de gelenin kim olduğunu gördüğünde göz devirmişti.

“Oğuz abi, hemen sana söyleyeceğim isme bak anlarsın bu acelemin sebebini.” Adas kapıyı kapatarak içeriye tamamen girdiğinde, abi dediği ama bir yandan da Amir'i olduğu Oğuz’a doğru ilerledi.

Oğuz çatılan kaşlarıyla onun bu haline anlam veremezken, Adas’ın ela gözlerine yerleşen karmaşayı fark ettiğinde yönünü tamamen ona döndü. “Ne oldu oğlum, ne ismi?”

“Bak,” derken iki elini de Oğuz’un kollarına yerleştirerek gözlerinin içine baktı. Küçüklüğünden beri tanıdığı bu adamın her şeye hakim olduğunu bildiğinden hiç uzatmadan konuya girdi. “Az önce biri geldi ve bu kişi çok tanıdıktı.”

Oğuz anlamsızca Adas’ın hareketlerini izlerken başını hafif sağa çevirerek, “Nasıl bir tanıdıklık?” dedi.

“Pera Dünya Saraç,” dediğinde Oğuz’un yeşil gözleri buğulandı. Adas bunu fark ettiğinde dudağının kenarı kıvrıldı. “Bak, adını söylerken bile hissettin dimi o tanıdıklık duygusunu.”

Oğuz içine öyle bir nefes çekti ki, odada tek bir ses yokken bile onun darmaduman olmuş acısının sesi doldu kulaklarına. Bir şey söyleyemedi Adas'a. Öylece baktı gözlerine, acıyla.

Ama Adas’ın susmaya niyeti yoktu. Tek kendi olabildiği yer burasıydı. Oğuz abisinin yanıydı. Onu anlayan, kol kanat geren, baba yarısı bildiği tek kişinin yanında asla olduğu kişi dışında birini göstermeyeceğini o da biliyordu, Oğuz da.

“Dünya var Oğuz abi, soyadı da Saraç. O biliyorum, hissediyorum. Beklemiyordum böyle aniden çıkacağını ama o abi.” Adas düşüncelerini silmeyi bırakmış, dile dökmeye karar vermişti. “Pek hatırlamıyorum ama yüzü aynı, bana inanmıyorsan kendin bak. O, onun kı-“ Oğuz hızla kendini geriye çektiğinde Adas’ın cümlesi yarım kaldı. Ve Oğuz sadece, “Sus” diyebildi.

Ufak, üç harfli bir kelimeydi ama altında binlerce cümle yatıyordu. Bunları dile getirmeye ne dili varırdı ne de kalbi kaldırırdı. Kendini güçlü sanırdı Oğuz, herşeyi unuttuğunu, atlattığını sanırdı lakin şuan yavaş yavaş dolan gözlerinden anladığı kadarıyla geçen onca yıllara rağmen hiçbir şeyi atlatmamıştı.

Belli etmek istemedi ve masanın etrafında dolanarak askıdaki ceketini eline aldığı gibi kapıya yürüdü. Adas ne onu durdurdu ne de bir şey söyledi. Oğuz çıkmadan önce kısa bir an Adas'a döndü ve eskide kalan ama asla tozlanmayan acılarıyla baktı.

O an anladı Adas. Ne dün ne şimdi ne de yarın. Onların üzerine sinen eskide kalsa da asla çıkmayan bu acı herkeste farklı bir boyuttaydı. Oğuz kapıdan çıktığında kendi acısını da beraberinde götürdü ama o kapı Adas’ın üzerine kapandığında odada kalan başka biriydi.

Kapı kapandığında eline baktı Adas. Orada acıları olan 33 yaşındaki Adas yoktu. 8 yaşındaki elinde helva tabağını tutan küçük bir çocuk vardı.

.....

Bölüm sonu...

Yan Dünya ama sadece kendin yan...

İnstagram: 1lamia.h

Bölüm : 29.08.2024 16:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Lamia HatunErdoğdu / YAN DÜNYA / 1. DÜNYALAR SİZİN OLSUN!
Lamia HatunErdoğdu
YAN DÜNYA

14 Okunma

4 Oy

0 Takip
2
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...