17. Bölüm

17.Bölüm

Lara Su
larasu

Herkese iyi okumalarrrrrrr.

​​​​​​Bölümü okuduktan sonra yorum yapmayı unutmayın bu beni daha da çok heyecanlandırıyor.

🌷

 

 

17.Bölüm

Tarihte hiç yenilgi yüzü görmemiş koskoca Yavuz Sultan Selim'in dediği gibi; aslanlan kahrımın pençesinde titrerken, felek beni bir ahu gözlüye güçsüzce bağlı kıldı.

O bir Yavuz Sultan Selim değildi ama yine de bir felek tarafından vurulmuştu. Elleri ölü taşıyan, bedenine düşman kanlar bulaşan bir adamın yüreği titrermiydi? Onun yüreği kimseye titremezdi, ama hissettiği şey şuydu; benim yüreğim onun elleri arasında öylece duruyordu... Nasıl titremesin?

Yürüdüğü yollar tekti, başı yer eğikti. İnsan sevdiğine kıyarmıydı ki? Kıyarmış. Yağmurda acımıyordu ona sevdiğide. Sertleşen yağmur karşısında durdu. Kendini nereye atacağını ilk kez bilemedi. Cebinden bir sigara çıkarmıştı yağan yağmura aldırmadan yavaş adımlarla ilerliyordu, dudakları arasına sigarayı götürüp başını eğip sigarayı yağmurdan koruyarak yaktı dertli değildi, alışmıştı yüz vermemelerine. Ama cidden o an Suna'nın ağzından "girebilirsin" demesini isterdi.

Sigarasından derince bir nefes çekip burnundan ve ağzından dumanını verip yürümeye devam etti. Yağmur sertliğini arttırmaya devam ederken, adımlarının azda olsa hızlandırmıştı. Yağmur kalbinin yerlere yıkılmasına eşlik ediyor gibiydi.

Suna'nın inatçılığını biliyordu. Sesszice yağmurlu gecede ilerlemeye devam etti. Caddeler ona, o ise caddelere yağan yağmura eşlik etti.

Üç numaraya vurulmuş olan saçları ıslanmıştı, montundan sulan damlıyordu ama Alaz yine umursamadan ilerlemeye devam ediyordu. Tenha sokakların arasından sessizce ilerleyip evinin yolunu tutuyordu. Kaşları çatık yüzü her zamanki gibi sertti.

Sessizliği bozan şey cebinde titremeye başlayan telefonu olmuştu. Dudağının yan tarafına doğru sigarayı sıkıştırıp cebinden telefonu çıkardı.

Albayın olmadığı grup'tan bir mesaj.

Mustafa Kandar: Komutanım çıkmama izin veriyor musunuz?

Attila Turgut: Lan iki dakika tuvalet gideyim dedim pezevenk

Aziz Eraslan: Devrem hâlâ hayatta mısın sen yav

Mustafa Kandar: Attila komutanım köpeğiniz olayım salın beni

Oğuz Engin: Dikkat et ayağın kaymasın Musto.

Alaz Çakır Kayaoğlu: Attila sal Mustafa'yı, gitsin evine

Mustafa Kadar: Komutanım ben bugün pavyonda görmedim, karı kızlada görüşmedim

Mustafa Kandar: Kimsiyide arabaya atmadım

Alper Bozman: Konuşma sonu iyi yere varmıyor

Mustafa Kandar: Hayırlı geceler komutanım

Alaz telefonu cebine atıp yürümeye devam etti. Hissetmemişti ama sigarası bitmişti, elindekini su toplamış olan yere atıp ilerlemeye devem etti.

Bedeni yağmur damlalarını taşıyordu, başını öne eğdi, ilerledi. Yoluna gitti. Tenha sokaklar ve yağmur ona eşlik etti.

*********

içimde ki hissiyattın ne istediğini hâlâ bilmiyorum. Ben değil acılarım yönetiyor kalbimi. Zihnim acılarımı öne sürüklüyor, o olsaydı acın az olurdu diye inliyordu. O inlemeye engel olamıyordum. Şuan kalbim yok gibi, peki ya o deli gibi atan ve üzerine ağır taşlar konulan yer neydi?

Yatağın üzerinde tavanı izleyip öylece bakınıyordum. Yapmış olduğum şey neydi bilmiyorum. Bilmekte istemiyorum.

Neden kalmak istedi ki? Ben onun evinde kaldım diye mi? Kendime çok soru soruyordum. Peki ya cevaplarını ne zaman alacağım. Ben ne istiyordum? Kalbime mi yoksa zihnime mi izin vereyim konuşması için bilmiyorum. Her şeyi zamana bırakmak istemiyor artık ama zihnimin içindeki acılar beni buna sürüklüyordu.

Benim göz yaşımdan göller oluşur, benim kanayan yüreğimden kan gölü oluşur. Alaz'ın tek suçu yanımda olmayışıydı, bunca yıl akıttığım göz yaşlarının içinde onun akıttığı damlalar vardı.

Uyku girmeyen gözlerim öylece tavanı izlerken birden titreyen bedenimle üşüdüğümü hissettim. Ayaklandım, bileğime baktım yarın dikişi için hastaneye gitmem gerekiyordu. Bir yanım boş ver derken diğer yanım evde boğulmaktan iyidir Suna diyordu. Telefonun kamerasını açıp alnıma baktım. Morluğu gitmişti ama izi hâlâ vardı. Telefonu yatağın üzerine bırakıp, yatağın yanındaki komedinin çekmecesinden krem alıp parmağımın üzerine sıktım. Telefonun kamerasını tekrardan açıp alnıma sürdüm. Sırtımdaki ağrıya aldanış vermiyordum ama Alaz'ın sürsünler lafı geliyordu aklıma. Dudaklarımı büzüp derin bir nefes aldım. Nedenini bilmediğim bir stres ile kremi açık olan çekmeceye atıp çekmeceyi sertçe kapattım.

Ayaklanıp yatağa girmiştim. Işık açıktı, oysa karanlığı aydınlığa daha çok tercih ederdim.

"Felek haram kılmış mutluluğu." Cümlem odada yankı yapmış gibiydi, oysa içimden demiştim ben bunu.

Sessizleştim. Uyumadım, sadece sessiliğe eşlik ettim. Gözlerim hâlâ tavanı izlerken gecenin bir yarısında telefonun sesi ile dalgınlığım çöktü. Elimi telefona atıp çöken bildirime baktım.

Şahin'den bir bildirim.

Yarın hastaneye gideceksin boş vermişlik yapma lütfen

Huyundur boş ver gitsin yapmak

İstersen ben gelip alırım seni

Tırnaklarımı kemirmek gibi bir huyum yoktu ama şuan bunu yapıyordum. Kuruluktan çok yanan dudaklarımı ıslattım.

Yarın sana uğrayayım mı?

Göndermiş olduğum mesaja nasıl bir tepki verecekti bilmiyorum, kaşlarım çatık kalbim ise bir kaç saniye durup tekrardan atıyor gibiydi.

Olur:)

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Bana sorular sormasından korktum, çok soru soran bir tip olup olmadığını bilmiyorum. Aynı masada oturup kalkmadık sonuçta. Hatta hiç bir araya bile gelmedik. Zorla o gelirdi. Belki de babanın yaşattığı acıları dindirmek istedi, belki de babanın vermediği değeri sessizce vermeye çalışıyordu. Ben ne kadar ondan uzak dursam da o gelip benim yaramı sarmak istedi. Yaraların oluşmasında onun da annesinin de bir payı olduğunu düşünüyordu. Oysa baba bunların tek sebebidir.

Babanın ona vermiş olduğu değer ve şefkati gördüğümde babanın da yüreği varmış dedim, ama o yürek bize haramdı. Çocukken onun yüzünü hep asık ve öfke dolu görürdüm. Bazen neden bu kadar dalgın olduğunu düşünürdüm. Elindeki soğuk çayı öylece sallardı bazen, bazen televizyonda ki reklamı bile izliyor gibi yapıp dalar giderdi. Sebebini çocuk yaşta öğrendim. Aşk, insanı mutlu eden tek şey miydi? Aklımda dönen şu cümle vardı, o an kaç yaşında olduğumu bilmiyordum ama uzun saçlarımı okşanmasını istediğim bir dönemde, tam olarak şuydu: benim annemde çok güzel... O andan itibaren annemin de okşanmayan o gür kumral saçlarını her okuldan gelişimde okşamaya yemin etmiştim. Benim annemin saçları o kadından daha güzeldi. Çocuk aklıydı.

Çocuktum ne yapacağımı bilemiyordum. Kendime annemin saçlarını okşayınca geçeceğine inandırmıştım.

Gözlerim kapandı, zihnime zincirler vurmak istedim, kalbime değil. Odada oluşan sessizlik kadar zihnimede sessizlik çöksün istedim. Yaparsa insan kendine yapar dedikleri bu olsa gerek.

Gözlerim karanlığın çukuruna düşmeye başlıyordu. Bedenim uykunun esiri olmuştu.

 

*********

 

Elimdeki kahvenin son yudumunu içip aynada kendime bakıp sadece bir makyajla dalgalı saçlarımı serbest bırakmıştım. Siyah keten pantolonumun kahverengi kemerini takıp asılı olan kısa bej rengi hırkayı üzerime geçirip önündeki fermuarını çekip siyah uzun kabanımı giyip ayaklarıma bej botlarını geçirdim. Bu kadar aceleci değilim aslında ama Mercan'la karşılaşıp onuda işinden etmek istemiyordum çünkü eminim oda gelmek isteyecek ve beni yanlız bırakmak istemeyecektir. Kapıyı açıp kendimi merdivenlere doğru attım. Elimdeki telefonu koyu yeşil küçük çantamın içine atıp ilerlemeye devam ettim. Mercan'ın evinden tıkırtılar geliyordu boş verip aşağıya indim. Tahir'in sabah vakti eve geldiğini görmüştüm, yarım saat sonra okul için çıkmıştı. Pencereden gökyüzüne dalmak insanı gerçeklikten alıp savuruyordu. Bazen dalmak hissettiklerini unutmak, yaşadıklarını yok saymak insana iyi geliyordu. Ama gerçeklikten asla kaçamazdık.

Caddelerden esen soğuk hava yüzüme sertçe çarpıyordu, atkımı burun hizama çekip taksi durağına ilerlemişti, zamanla yarışıyor gibiydim ama saat daha sekiz bile değildi. Duran taksiye binip gideceğim hastanenin adresini söyleyip camdan dışarıya bakmaya başladım. Hakkari güzeldi, alıştım artık. Tek sorun bana çok sorular yöneltmesiydi, hâlâ bir türlü kabullenemediğim şeyler vardı.

Telefonumun çalmasını ümid etmiyordum. Sabahın bu saatlerinde arayan kimse olmazdı iki ihtimal vardı biri Şahin diğeri Resul babaydı. Çantamdan çıkarıp arayan kişiye baktım. Resul babaydı arayan. Telefonu açıp kulağıma götürdüm.

"Hayırlı sabahlar." Dedi yaşlı ama bir o kadar sertliğini heybetliğini kaybetmeyen ses tonu.

"Sana da hayırlı sabahlar Resul baba."

"Hastaneye gidiyor musun?" Bunu nereden biliyordu? Koskoca Resul baba, lakabı Mahi olandan bahsediyorum. Trabzondayken ondan ilk başlarda korkardım, sessizleşir her şeyi içime atardım tıpkı şuan yaptığım gibi.

Zaman beni ona onuda bana alıştırdı. Aramızda oluşan bağ derindi. O beni kızı yerine koydu bense onu baba yerine.

"Gidiyorum şuan Resul baba."

"Ben aramadan aramıyorsun bakıyorum da. Gerçi bu huyun hep vardı." Sesli güldüğünü duydum. Haklıydı.

"Kusura bakma Resul baba. Zaman nasıl geçiyor anlamıyorum."

"Biliyorum biliyorum." Derin bir nefes verdiğini duydum, çakmak sesini duymuştum galiba bir sigara yakıyordu. "Bir şeyler olursa yazman yeterli olur biliyorsun değil mi?"

"Evet Resul baba. Biliyorum." Bana karşı olan yaklaşımına alışmıştım, bir gün bu telefon onun tarafından çalınmayacak diye ödüm kopuyordu. 18 yaşımda beni yanına alıp her ihtiyacımı karşıladı. Sessiz ve ifadesizce verirdi sevgisini bana o zamanlar, hissederdim ben.

Resul baba biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapatmıştı, hastaneye geldiğimi fark ettiğimde ödemeyi yapıp arabadan inmiştim.

Hastane koridorunda beni yönelttikleri yere gidiyordum. İfadesiz bakışlarım koridorda ilerleyen insanların yüzünde gezinip duruyordu.

Beni yönlendirdikleri odaya gelmiştim, kapıyı çalıp bekledim, içeriden bir ses gelmeyince tekrardan çaldım. Yine gelmedi.

Etrafa bakınırken duymuş olduğum ses ile kaşlarım otomatik bir şekilde kalkıp arkamı dönmüştüm.

"Buyrun?" Kapıdan uzaklaşıp doktora baktım. Siyah saçları uzun boyu ile dikçe bana bakıyordu. Teninin beyazlığı tıpkı hastane odaları kadar beyazdı. Sarı gözleri yüzümü incelerken bir adım geri atıp doktora baktım.

"Suna ben, Suna Dikmen." Kolumu gösterip, "Dikişlerimi sökmek için gelmiştim."

Jeton yeni düşmüş gibi başını aşağı yukarı salladı. Dudaklarını birbirine bastırıp bileğime baktı. "Aslında onların kendi kendine düşmesi gerekiyordu."

"Yenileyelim o zaman dikişleri, iki yerden düşmüştü nasıl olduğunu bilmiyorum, heralde uyku esnasında oldu."

Doktor başını sallayıp kapıyı açmıştı. Aslında evet haklıydı ama, acısı canımı yakıyordu, bilekten dirseğime kadar giden bir bandaj vardı ve bu nedense beni yakıyordu. Alışık değildim yaralarımın sarsılmasına ondanmıdır bilemiyordum. Doktor içeriye girdiğinde bende arkasından girip ifadesizce onu izledim.

"Siz Alaz Bey'in tanıdığısınız değil mi?" Dedi sorar gözleri benim üzerimde elleri ise sağlık eşyalarında oynarken.

"Evet." Dedim çekingenliğimin nereden geldiğini bilmediğim bir sesle.

Doktorun gülüş sesi kulağıma gelmişti. Gözleri sedyeye kaydı. Oturmam için işaret ettiğinde, kabanımı çıkarıp sedyenin bir köşesine koyup sedyeye oturdum. Yaralı olan kolumu açıp bekledim.

Gözleri bana kısık bir şekilde döndüğünde ne olduğunu anlamadan baktım. Sonra bakışları değişti karşıma geçip kolumun bandajını açtı.

Acım şuan yoktu ama kolum gevşemeye başlamıştı, beni sıkan bandajdan kurtuluyordun, ama yenisinin geleceğini biliyordum. Dikişlerimi sökülen dikişleri yenilerken bakışlarım odada bulunana kapalı camdaydı. Ne kadardır bakışlarımı cama sabitlediğimi bilmiyordum. Doktorun sesi ile bakışlarımı ona çevirdim. "İsmim Selim, Selim Altun."

Sarı gözleri bende değil bileğimdeydi, bandajı hafif bir şekilde sardı beni sıkmayacak ama bir o kadar da sıkı.

"Suna." Dedi normal bir ses tonuyla.

"Burada bir tane daha yara var." Dediğinde bakışlarım parmağı ile gösterdiği yere baktım. "Geçmişten kalan izler... Geçmişi unutturmayan mektuplar gibidir." Kurduğu cümle yüreğimdeki uyuyan dürtüleri uyandırmıştı. Boğazım düğüm değil taşlarla dolmuştu, ne bir nefes alacak yer ne bir ses çıkacak yer. Başımı dikleştirip derin bir nefes alma gereğinde bulundum. Kabullenme arzusu baskın gelmeye başlıyordu.

"Evet, doğrudur." Dedim sadece.

Kabullenişler baskıyla üzerime geliyordu. Büyüdüm artık yaraları gizledikçe canım daha çok yanıyordu.

Selim doktorun doğruluğunu gördüm. Geri çekilip derin bir nefes verdi. Ellerindeki eldiveni çıkarıp çöpe atmıştı.

"Bitti." Bakışları bendeydi, gülümseyerek bakıyordu bana.

"Artık hastanede işim olmaz." Dedim gülümseyerek.

Selim doktorun gülüş sesi gelmişti kulağıma. "Dilerim öyle olur, Suna hanım."

Kabanımı giyip çantamı omzuma atmıştım. Selim doktor bana ne yapıp yapmayacağım, ilaçlarımı düzenli içip son bir kez kontrole gelmemi söylemişti bende yalandan bakarız demiştim. Sadece bel ağrısı ve kol ağrısı vardı gerisi yok gibiydi.

Hastanenin koridorlarını aşıp asansör kısmına ilerledim. İnsanlar giderken asansörde sadece bekleyen en az dört kişi vardı. Saçlarımı geriye atıp bende aralarına katıldım. Asansör kapısı açıldığında yaşlı çift eve bir bir anne oğul kişisi ile binmiştim. Bakışlarım yerden karşıya geçti karşıdan asansöre doğru koşan kişiye baktım, tanıyordum.

"Dur, dur dur lan!"

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken Mustafa'nın yanımda durup asansörün kapısının kapanması için düğmeye bastığını gördüm. Karşıdan bir değil iki kadının bu tarafa doğru öfke kusucak gibi baktığını ve koştuğunu gördüm. Bu gözlerim bu gün çok şey görmek için açılmış gibiydi.

Mustafa siyah montunu düzeltip beni fark etmeden bana dönüp, "Merhaba Suna hanım." Demişti. Bakışlarım hâlâ şaşkınca ve anlamsız bir şekilde bakınıyordum. Önüne ifadesizce döndü. Ama sadece bir saniye sürdü, kafası birden bana dönmüştü. "Suna hanım?" Dedi sorar ve şaşkınlığı bu sefer benimkinden de daha şaşkındı.

Asansördeki kişiler bize bakarken. Mustafa hiç umursamadan titrek gözlerle bakıyordu bana.

"Ne bu?" Dedim hâlâ şaşkınca.

Hastanenin köşelerinde koşuyordu. Hemde bir asker. Hemde iki kadın tarafından.

Başını iki yana sallayıp. "Randevu." Dedi, korkuyla inip kalkan gövdesine baktım

"Ne randevusu bu." Dediğim an asansörün kapısı açılmıştı, Mustafa korkulu gözlerle kapıya bakıp arkama geçmişti.

"Suna hanım ben nereden bilebilirdim ki?"

"Neyi?" Dedim beklemeden.

"Şuradan çıkalım mı, Allah aşkınıza yav." Eli ile çıkmam için işaret etti. Adımları çok hızlıydı etrafa bakarak ilerliyordu. Derdi neydi bu adamın. Ne yaptı yine? Mustafa çapkın biriydi. Kesin bir şeyler yaptı ama ne tür bir şey.

"Yavaşla biraz, uçuyorsun şuan."

"Keşke Suna hanım, keşke uçsam." Hızlı adımlarını izliyordum. Kendini öyle bir dışarıya attı ki cidden uçtu sandım. Adımlarım daha da hızlandı, hatta koştum.

"Suna hanım tabana kuvvet nolunuz." Dedi nefes nefese.

Kendini Tofaş'ın içine attığında durakladım kan kırmızı Tofaş'ı karşısında durmamak mümkün değildi. Cidden iyi bir nane yemişti ki; bu kadar çok korkuyordu.

Etrafa bakındım, herkes kendi halindeydi. Hava yine sertti derin bir nefes verip kendimi arabaya attım. Mustafa'nın ellerinin titrediğine şahitlik ettim ben şuan. Koskaca Yıkım Timinden olan Mustafa Kandar'ın iki kadından korktuğuna şahitlik ettim. Şuan daha çok merak ediyordum ne tür bir şeyler yediğini.

Arabanın çalışması ile geriye düşer gibi oldum.

"Neler oluyor? Neden o kadınlar-"

"Aman Suna hanım durun, durun ellerim götüme girdi af buyrun."

Önüme dönüp çatık kaşlar eşliğinde öylece hastaneden uzaklaşma anımızı izledim.

"Mustafa, senin ne işin var burada." Dedim aradan bir dakika geçtikten sonra.

"Suna hanım şimdi beni şey zannedeceksiniz ama."

"Pezevenk dengesiz falan mı?" Dedim açık bir şekilde. "Öyle diyorlar ondan Mustafa yanlış anlama."

"Suna hanım sizde yani ne açık sözlü çıktınız."

Dudaklarımı büzüp boynumu büküp başımı salladım. "Kişiden kişiye değişiyor Mustafa bu. Sen olayı anlat."

Mustafa önüne bakarak konuşmaya başladı. Şuan ki olay hakkında az çok tahminim vardı. Çapkın diye ortalıklarda geziniyordu adının hakkını veriyor işte.

"Suna hanım ben ona geldim diğeri gördü, sonra üçlü bir konuşma diyaloğu başladı. O ona bunu anlattı, ikisi bir şeyler konuştukça benim içime korkular daha çok geldi."

Gülmemek için kendimi zor tutuyordum, şuan bir kadın olarak ona çok pis ağzımı açmam lazımdı ama korkusu hâlâ yerli yerinde dururken birde ben üzerine gelmeyeyim.

"Tamam sen önce bir sakin olsan bir. Askeriyeye gidiyorsun değil mi?"

"Ben şuan oradan başka bir yere gidemem Suna hanım. Allah'tan bir dışarı çıktım." Kendi kendine tövbeler çekmeye başladı. Önüme dönüp derin bir nefes verdim.

Askeriyeye otobüste gideceğimi düşündüm, Mustafa'nın şuan burada olması benim yararıma onun ise kaybına sebep olmuştu.

"Siz nereye Suna hanım?" Diye sorduğunda bakışlarım sorar gibi ona döndü.

Şuan kuru olmayan dudaklarımı yalayıp, "Askeriyeye." Dedim net bir şekilde.

Mustafa'nın bakışları bana şaşkınca dönmüştü. Kaşları birden çatılıp kalktı.

"Sebep?" Diye sordu az önceki korku gitmiş yerine merak ve imalar konulmuştu.

Önüme dönüp dudak büzüp, "Şahin'i görmeye. Alaz'la konuşmam lazım." Yalan.

Mavi gözleri sanki koyulaşmış gibi, ama umursamadım önüme dönüp geriye tamamen yaslandım.

Ağzında bir şeyler mırıldandı ama duymadım, belkide şuan bu olanları umursamamak için algılama duyularımı kapatmıştım.

Mustafa arabayı gelişi güzel sürüyordu, korkusu hâlâ bedenindeydi bunu fark etmemek imkansızdı. Aradan geçen zamanla Mustafa arabayı bir yere bırakmıştı. Kendimi askeriyenin girişinde bulmuştum, Mustafa'yla ilerlerken etrafa bakınmama engel olan ses yüzünden tüm dikkatim dağıldı.

"Suna hanım biz bunu dışarıya yaymayalım, olur mu? Kendi aramızda minik bir sır olmaya devam etsin olur mu?"

Burnumdan derin bir nefes çekip vermiştim.

"Tamam Mustafa tamam." Dedim.

Sıkıntıyla önüne döndü. Bilmediğim koridorlarda ilerlerken yanımızda geçen askerlerin gözleri bize değip geçiyordu. Tedirginlik hissi baskın gelmesin diye onlara değil yoluma bakıyordum. Köşeleri dönüp en sonunda varış noktasına vardığımızda durmuştu.

Gözleri bahçe olduğunu düşündüğüm yerde gezindi. Parmağı ile bir yeri gösterdiğinde tüm dikkatim tek bir yere gitti. Sırtı dönük bir adam ve karşısında duran bir kan. Babanın kanından. Alaz'ın üzerindeki haki yeşili atlet bu havada üzerine ne geziyordu sorusuna gidiyordu. Bu soru bir tek Alaz için değil, Şahin içinde geçerli sayılırdı. Karşı karşıya... Hatta yumruk yumruğa. Alaz'ın ona parmaklarıyla gel yaptığını görmüştüm, Şahin üzerine doğru gelince yumruğunu yüzüne yapıştıramadan boşluğa kaymıştı. Şahin bunu bekler gibi kendini arkaya atmıştı, Şahin'ın iyi bir dövüşçü olduğunu biliyordum. Alaz'ın bacağından vurup yere diz çökmesine neden olmuştu ama yıkılmadı, izin vermedi ellerinden güç almış gibi ayaklanıp Şahin'in kolundan sertçe tutup karın bölgesine sertçe vurmuştu. Şahin geriye doğru atılmış ama yinede dikçe durmuştu.

"Noluyo lan?" Diye çıkıştı Mustafa şaşkın sesi eşliğinde tüm dikkatim dağılmış adımlarım onların üzerine doğru gitmişti.

İçimde hiç bilmediğim bir öfke var gibiydi, Şahin'le aramda bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Ondan bu çocuksu tavırları olsa gerek. Vardı da kanımız aynıydı, ne kadar kabullenmesemde vardı.

Adımlarım yaklaştıkça yavaşladı. Alaz'ın sırtı bana dönüktü, Şahin beni fark ettiğinde dikleşti, saygıyla komutanına bakıp geri bana döndü. Kaşları çatıktı benim buraya kadar gelmemi beklemiyordu.

Alaz'ın Şahin'in baktığı yöne yani bana döndü. Beni beklemiyor gibi yüz ifadesi boşluğa düştü, sertçe yutkunup dikleşti. Bunların hepsi sadece üç saniye içinde gerçekleşti. Gözlerindeki siyahlık; onlar korkunçtu hem de çok. Ama silindi. Saniyesinde gözlerindeki siyahlıklar silindi yerine toprak renginin en koyusu konuldu. Bir ben görebilirdim o renklerin değişimini.

"Bu kadar erken geleceğini söylemedin." Şahin ateşe barut atmaya devam ediyordu. Bu gidiş o gidiş değildi.

Ama yalan yok hoşuma gidiyordu. Hem de çok kötü bir şekilde hoşuma gidiyordu. İçimdeki dürtüler değişiyordu, durmadan farklı modlar değiştirip duruyordum.

Alaz başını çevirip Şahin'e baktı. Kimse duymadı kimse hissetmedi ama ben hissettim, içinden ya sabır çekip önüne dönmüştü.

"Hoş geldiniz Suna hanım." Aziz'in olaylardan kopuk olması ayrı bir olaydı zaten. "Sen nerelerdeydin Mustom ya? Ne oldu senin iş?" Aziz'in kaşı gözü ayrı oynuyordu. Oda biliyordu Mustafa'nın bu dengesiz hâllerini, haberi vardı buluşacağından. Ama yakalanıpta hastane köşelerinde at gibi koşacağını bilmiyordu.

"Senin ne işin var burda?" Dedi Alaz kaşları düz bir hâl alırken.

Bakışlarım time kaydı, yarısı burada geriye kalanlar ise yoktu. Aziz'in bakışları arkamda olan Mustafa'daydı kaş göz yapıp anlaşmaya çalışıyorlardı. Oğuz, Alper kamutanlarının sorusu ile bana bakmışlardı.

Bakışlarımı onlardan koparıp tamda karşımda haki yeşili atleti ile dikilen Alaz'a çevirdim. İnip kalkan gövdesine bakmamaya çalışıyordum, haddinden fazla deliyordu içimi. Şuan kendimi sessiz bir soru yönetmiştim; hâkimlik nedir? Gözlerim hâkim olamıyordu gözleri bir el gibi gözlerime dalınmış ve sertçe kendine tutulmasına neden olmuştu.

"Hastaneden çıktım. Bende buraya uğradım."

Cevabı hızlı geldi. "Haber verseydin."

Alper, "Buyrun komutanım."

Alper elindeki haki yeşili kazağı Alaz'a verip geri çekilmişti.

"Ne kaçırdım." Arkadan Attila'nın sesini duymuştum. Dönüp baktığımda elleri cebinde bir şekilde ağzında bir ot parçası ile bize bakıyordu. Kahverengi saçları güneşte daha da parlıyordu, sarı gibiydi ama değildi.

"Komutanım simitler sizdendi bugün ama." Oğuz dertli bir şekilde oflamıştı. Simit sırasına mı dizilmişlerdi bunlar? Şaşırmamalıyım, bunlar normaldi.

"Üşendim be Oğuz'um." Dedi Attila konuşmaktan bile üşenen bir sesle.

"Ne dedi doktor." Diye sordu Alaz herkesten kopup bana odaklanarak.

Dudak büzüp başımı iki yana salladım.

"Hiçbir şey." Dedim. "Son kontrole gel dedi sadece."

Başını yavaşça sallayıp bedenimi süzdü. Arkasında duran Şahin'e baktım. Giyinmesi için gözümle işaret yapmıştım. Başını emir almış gibi bir kere sallayıp Alper'in elindeki kazağını alıp giymişti.

Alaz arkasına bakıp kaşları kalkık bir şekilde bana döndü. Yüzümü inceleyip düşünme pozisyonuna geçti. Dili ağzının içinde oynarken Mustafa'nın sesi ile dikkatimi ondan koparıp Mustafa'ya döndüm.

"Suna hanım kahvaltıya buyurun." Etmiş olduğu teklife karşı bakışlarım Alaz'a döndü. Kaşları hâlâ çatık bir şekilde bana bakarken başını sallayıp onay vermişti.

"Simit ve çay mi var?" Diye sorduğumda herkesin gözü Attila'ya kaydı.

Attila boş vermişlik içinde etrafa bakarken ben konuştum, "Hayır, size afiyet olsun, ben ettim de çıktım." Yalan.

Geri çekilip time tamamen bakarken Alaz'ın dikkati Şahin'e takıldı, bu iş ele almam gerekiyordu. Onu bu kurdun elinden ben kurtara bilirdim.

"Şahin'i biraz alabilir mi?" Diye sordum düz bir sesle, Alaz'a.

Alaz bana değil etrafa bakıp dudaklarını yavaşça ıslatıp alt dudağını dişlediğinde derin bir nefes verdiğini duydum. "Alabilirsin." Dedi gözleri gözlerime derin bir şeyler bırakmaya çalışır gibi bakarken.

Umursamadım bakışlarımı ondan koparıp arkasında duran en az onun kadar iri ve yapılı olan Şahin'e baktım. Hediye çekilip ilerlemeye başladığımda Şahin yanımda olmuştu onun bir adımı benim oruç dört adımıma bedeldir.

"Başıma iş acıyorsun." Dedi Şahin derin bir iç çekip bırakırken.

"Sadece aramızda. Zamana bırakalım."

"Zaman bir hırsızdır. Senin de komutanımında zamanını çalan bir dilimdir."

Kurduğu cümle beni derin bir boşluğa düşürsede bir direğe tutunup kendimi oradan kurtardım. Boğazıma bir şeyler takılır gibi boğazımı temizleyip önüme baktım. Karşımızda ki banklardan birine oturur buldum kendimi. Timin nereye gittiğini fark etmemiştim. Ama yoklardı.

Bakışlarımı Şahin'e dikip sormam gereken soruyu sordum. "Resul babayı tanıyorsun değildi? Mahi yani."

Dudak büzüp önüne derince bakarak derin bir nefes verdi, "Tanımayan yok Trabzon'da. Sende biliyorsun."

Bacak bacak üstüne atıp geriye yaslandım. Baktığı yöne açık olan avluya baktım.

"Buraya gelmeden önce neredeydin?" Bakışlarım onda değil ama onun bakışları bana değmiş sonra tekrar aynı yöne dönmüştü.

"Azerbaycan'da, Karabağda görevde olan askerlerdendim."

"Anladım."

Sessizlik çözeceğini anladığım gözlerim tamamen kendiliğinden dalıp gitmişti. Hava sert ve soğuk esiyordu ama bunu hissetmiyordum. Ne sertliğini ne de soğuk rüzgarlarını.

"Trabzon'dayken abine uğradım." Dediğinde tüm dikkatim dağılmış bir şekilde ona döndüm.

Abimle görüşmedim, abime bile uğramadım, çünkü sadece gözleri gökyüzünde bir şekilde durup dinliyordu beni. Kısa cümleler kurup sertliğine ortaya koyup tekrar aynı odaya gidip bomboş dalıp gidiyordu. Hayatı boşluktan ibaret oluyordu. Olan ise kendine oluyordu. Kaybettiklerini gece boyunca yıldızlı gecelerde oturup izliyordu, sanki orada ve varlığını hissediyor gibi. Bebeğinin ve eşinin.

"Dışarıya çıkmıştık, ilk defa." Dediğinde şaşkınlığımı iyi bir şekilde yönetip sessizce dinledim onu. "O an abilik yapmış gibi geldi bana." Dediğinde bana değil yere bakıyordu.

Önüme dönüp bacaklarımın üzerinde oynaşan ellerime baktım. Annesi sevgisi doyurmuyordu, bazen dışarıdaki bir yabancının sana vermiş olduğu sevgi bile annenin sevgisinden daha değerli olabiliyordu bazıları için.

"Şaşırdım, genelde tüm işini dört duvar arasında yapar." Dedim sessizce.

"Komutanım bana takık." Konuyu değiştirmeye çalışır gibi ses tonunuda değiştirmişti.

"Normal." Dedim net bir şekilde.

Alaz'ın ondan hoşlanmamsının tek sebebi bendim. Aramızda kan bağı olduğunu bilse ona bu denli takık olmazdı tabii. O gün ağladığımda Şahin'le babayı gördüğümü bilen ilk kişi oydu, Alaz'dı. Ama bunun şuan oradaki çocuğun Şahin olduğunu bilseydi ne tepki verirdi bilmiyordum.

"Sen ona bir şeyler söyleme, biraz çek onu teğmen. Alışırsın." Ayaklanıp yüzüne baktım gülüş sesi eşliğinde ayağa kalkarken. Yağmurun yağacağını fark ettim.

"Alışmaya başladım, beyninde ne dönüyor bilmiyorum ama o dönme işini biraz hızlandır." Yeşil gözleri kısık bir şekilde bana bakıyordu.

Başımı sallayıp arkamı döndüm, yanıma gelip aynı hizada ilerlemeye başladık.

Koridor yollarında ilerlerken şimşek sesleri kulağıma gelmeye başladı. Yanımızdan geçen askerlere yine odaklanmadan ilerledim.

"Bizimkilerden biri bıraksın istersen."

"Olur." O kadar yolu tek gidemezdim. Yağmur yavaştan yağmaya başlamıştı bile.

Dışarıya doğru giderken Alaz'ın bir arabaya yaşlandığını fark ettim. Şahin durmuştu arkamdan, "Gerisi sende, ölüme yürümek istemem." Dediğini duymuştum, ona dönüp gülümseyip Alaz'a baktım.

Dikleşip, "Seni bırakayım, tek gitme." Dedi sert ve soğuk sesi ile.

Umursamaz bir şekilde, "Tamam." Diyip arabanın kapısını açıp onu beklemeden kendimi sıcak arabanın içine attım.

Alaz arabanın önünden geçip sürücü koltuğuna binmişti. Mustafa'nın Tofaş'ın dan bin kat iyidir bu araba. Tofaş'tayken kendimi yere çökmüş gibi hissediyordum.

​​​​​​Arabayı çalıştırıp askeriye yollarında sürmeye başlamıştı ne ben konuştum ne o. Sigara yakacağı an durup sigara paketini cam tarafına fırlatıp kendine hâkim oldu. Rahatsız olacağımı biliyordu.

Yağmur karşımızda sertçe yağarken bir anlığına sanki o yağmur sertliği Alaz'ın içindeki öfke sertliği gibi gelmişti bana.

Geriye yaslandım, sırtım şimdi rahattı. Gözlerim kapalıyken bir şey hissetmiştim, koltuk biraz daha geriye yaslanmıştı. Alaz koltuğa ayar atmıştı. Gözlerimi bir kaç saniyeliğine açıp ona baktım. Trip yiyorum ondan galiba, ama yine en büyük huyum olan umursamamazlık hissi içinde geriye daha da yaslanıp ellerimi önde birleştirip gözlerimi kapattım. Araba şuan daha yavaş ilerliyordu. Fark ettim ama açmadım gözlerimi.

*********

 

Oylarınızı çok önemli benim için lütfen parmaklara kuvvetttt.

 

​​​

 

Bölüm : 16.01.2025 01:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...