30. Bölüm

26- BÖLÜM

ŞEVVAL ALPAR
lavinia_x21

YAZAR'DAN

 

Konağın geniş salonunun bir köşesinde Ali sessizce oturuyordu. Çoğu kişi sohbet ediyor, gülüyor ya da bebeklerin neşesiyle meşguldü, ama Ali’nin aklı bambaşkaydı.

 

Gözleri zaman zaman pencereden dışarıya kayıyor, sonra bir anda Vanessayı düşünüyordu.

 

Vanessa… Onun gülüşü, sesi, hareketleri… Ali’nin aklında sürekli dönüp duruyordu.

 

“Şimdi burada olsaydı… Belki o da gülüşünü paylaşıyor olurdu,” diye düşündü içinden. İçinde hem özlem hem de hafif bir burukluk vardı.

 

Tam o sırada Asaf’ın telefonu çaldı ve Ali irkilip Asaf’a baktı. Asaf telefonu açtığında Ali, onun yüzündeki gerilimi hemen fark etti.

 

Öfke, kırgınlık, panik… Hepsi aynı anda Asaf’ın üzerinde bir bulut gibi dolaşıyordu. Ali sessizce izledi, araya girmeyecek kadar da saygılıydı ama gözlerindeki dikkat, her detayı kaydediyordu.

 

Asaf birden ayağı kalkıp telefonu kapattığında Muhammed ve Yasemin gözlerini bebekten çekip ona baktılar.

 

"Asaf ne oldu?" Diye soran Muhammed'e cevap vermedi.

 

Hızla konaktan çıktığında diğerleri arkasından baktı, Asaf kendini konaktan dışarı atar atmaz telefonundan Azad'ı aradı.

 

Sabırsızca gidip gelirken telefon üçüncü çalışta açıldı.

"Koçum?" Diyen abisinin sesinde ki Neşe onu ikileme düşürse de "Annem aradı" demenin önüne geçemedi.

 

Karşı tarafta derin bir sessizlik oldu, "Ne zaman?" Abisin sert sesi ile Yutkundu.

"Az önce, adresini söyledi ve 'hemen gel' dedi abi, sesi kötü geliyordu"

 

Azad "adresi at, beni bekle" deyip telefonu kapattığında arabaya bindip yola koyuldu ve abisine konum attı.

 

Azad ise daha yeni hastaneye varmıştı, sırayı veklerken Efsun'un gözlerini üzerinde hissediyordu ama ona bir şey söyleyemezdi.

 

En ufak stres bile ona yasakken bir şey söyleyemezdi.

Tam o anda koridorun ucunda Vanessa koşarak onlara geliyordu, "Geldim geldim" derken hızla önce Agir'e sonra da Efsun'a sarılmıştı.

 

Azad yavaşça onalara ilerleyip "Dildar" dedi, Efsun ona baktığında "Benim gitmem gerekiyor, adamlar kapıdalar... Acil bir iş çıktı" dediğinde Efsun'un gözlerinde ki kırılmayı görmüştü ama onun ebedi huzuru için gidip Gülsüm ve Yeşim'i bulmalıydı.

 

Vanessa Efsun'un yüzünün düştüğünü görünce "Aman git, ben onlarla ilgilenirim" deyip Efsun'un koluna girdi.

 

Azad yaklaşıp Efsun'un alnından ve Agir'in saçlarından öperek yanlarından uzaklaştı.

 

Azad hastanenin önüne çıktığında derin bir nefes aldı. Telefonuna bir kez daha baktı, adresi doğruladı ve korumalarına dönerek kısa, net bir talimat verdi:

"Yanlarından kuş uçamadan ailemi eve götürün. Güvenliği en üst seviyeye çıkarın, kimseyi yaklaştırmayın."

 

Korumaları başlarını salladı, görevlerini biliyorlardı. Azad arabaya yöneldiğinde içinde hem acele hem de endişe vardı. Ama bu işin üstesinden gelmek zorundaydı; Arabaya bindi, motor çalıştı ve Azad yola koyuldu.

 

Efsun, Azad’ın yanından ayrılıp koridordan uzaklaşmasını izlerken kalbi sıkıştı.

 

Her adımı, her uzaklaşan silueti, içindeki huzuru biraz daha eritti. Gözlerinde hafif bir kırgınlık, dudaklarında farkına varamadığı bir titreme vardı. “Neden böyle aceleyle gitmek zorunda?” diye geçirdi içinden.

 

Vanessa ve Agir yanına gelmişti, ama Efsun’un gözleri hâlâ kapının önünde beliren Azad’daydı. Kendi kendine söylenir gibi, “Acil bir iş… Ama ya başına bir şey gelirse?” dedi. Endişe, sıcak bir dalga gibi göğsünü sıkıştırıyor, her nefeste daha da belirginleşiyordu.

 

Vanessa, Efsun’un sessizliğini fark etti ve hafifçe koluna dokunup, “Endişelenme, Her şey yolunda olacak,” dedi. Ama Efsun, gözlerini ondan kaçırarak hâlâ koridorda kaybolan Azad’ın yönüne bakıyordu.

 

İçinde hem kırgınlık hem de çaresizlik birbirine karışmıştı; Azad’ın gitmesi, onun kontrolünü bir anlığına elinden almış gibiydi.

 

Efsun, kolunu Vanessa’ya bırakmış, Agir elini tutmuş şekilde ultrason odasına oturdu. Elif gülümseyerek, “Hazır mısınız? Şimdi ikiz kızlarınıza bakacağız,” dedi.

 

Efsun’un kalbi hızla çarptı. “Kızlarım… Umarım iyidirler,” diye mırıldandı kendi kendine. karnına dokundu, hafifçe hareket eden iki küçük varlığı hissetti.

 

Ultrason ekranında ilk bebeğin görüntüsü belirdi; Efsun derin bir nefes aldı, gözleri doldu. “Merhaba” dedi fısıltıyla. Sonra ekran kaydı ve ikinci kız bebek ortaya çıktı.

 

İkizler, sağlıklı ve hareketli görünüyordu. Efsun’un yüzünde hem rahatlama hem de mutluluk dalgası yayıldı.

 

Agir heyecanla ekrana bakıyordu. “Anne, bak! İkisi de hareket ediyor!” dedi. Efsun minik oğluna gülümsedi, “Evet ateşim, ikisi de çok sağlıklı,” dedi. Vanessa da yanında durup “Görüyor musun? Her şey yolunda,” diye Efsun’u teselli etti.

 

Efsun, hem minik kızlarına hem de uzaklarda hâlâ aklında olan Azad’ı düşünürken, içindeki kırgınlık ve endişe bir nebze olsun hafiflemişti. İkizlerini hissediyor, sağlıklı olduklarını görüyor ve onların varlığıyla kendini biraz daha güçlü hissediyordu.

 

Ultrasonun ardından Elif, Efsun’a ciddi ama sıcak bir ifadeyle baktı. “Efsun, ikizleriniz çok sağlıklı görünüyor. Ama seni bir konuda uyarmak istiyorum: Bu dönemde endişe, stres ve üzüntü, hem senin hem bebeklerinizin sağlığını etkileyebilir. Mümkün olduğunca sakin olmaya çalış, sevdiklerinin desteğini al ve kendini yıpratma”

 

Efsun başını salladı, “Elimden geleni yapacağım, Elif,” dedi. İçinde hâlâ Azad’a dair bir kaygı vardı ama Elif’in sözleri ona biraz olsun teselli verdi.

 

Elif, masanın üzerindeki ultrason fotoğraflarını Efsun’a uzattı. “Bunlar sizin minik kızların. İstediğiniz zaman bakabilir, onlarla bağlantını hissedebilirsin. Her gün onlara sevgi ve sakinlik göndermeye çalış; bu, onların gelişimi için çok önemli.”

 

Efsun fotoğrafları aldı, parmakları hafifçe titredi. Minik yüzleri ekranda canlı olarak görmüştü, şimdi ellerindeydi. Gözlerinde hem minnet hem de sevgi vardı.

 

Agir de heyecanla fotoğraflara bakıyor, “Anne, bak! İkisi de gülümsüyor gibi!” diyordu.

 

Vanessa Efsun’un yanında hafifçe koluna dokundu. “Görüyor musun, tıpkı bana benziyorlar” dedi gülerek ama Efsun gülmedi.

 

derin bir nefes aldı, fotoğraflara baktı ve kendini biraz daha güçlü hissetti. İçindeki kırgınlık ve endişe hâlâ vardı ama artık minik kızlarının sağlığı ona umut ve güç veriyordu.

 

Asaf ve Azad, kimsenin olmadığı izbe kulübenin önünde durdular. arabadan indiklerinde Elleri silahlarında, her adımları sessiz ve kontrollüydü; buraya kadar gelen yolu, nefeslerini, her gölgeyi dikkatle tarıyorlardı.

 

Kapıyı açtıklarında içeride karşılarına çıkan manzara ikisini de kısa bir süre duraksattı. Ellerinden ve ayaklarından bağlanmış, çaresizce oturan Gülsüm başucunda duran tek bir telefonla onlara bakıyordu. Kulübenin içi karanlıktı; gölgeler duvarlara çökmüş, her köşe bir tehdit gibi görünüyordu.

 

Asaf hemen annesinin yanına çöktü, "anne?" Dese de gülsüm ona değil Azad'a bakıyordu

 

Gülsüm, Azad’ı gördüğünde gözleri büyüdü, yüzü beyazladı ve titrek bir sesle konuştu:

 

“Sen… sen neden geldin? Azad… Yeşim… onların peşinde!”

 

Azad kaskatı kesildi, nefesi boğulmuş gibi bir anda durdu. Kalbi bir çırpıda hızlı attı, gözleri Gülsüm’ün korku dolu bakışlarıyla buluştu. “Kimlerin?” diye sordu, sesi sert ve titrek, kelimeler adeta boğazında düğümlenmişti.

 

Gülsüm, ellerinden ve ayaklarından bağlı olmasına rağmen büyük bir çaresizlikle cevap verdi:

 

“Efsun ve çocukların… Onlar için gitti Yeşim…”

 

Azad’ın tüm dünyası bir anda karardı. Dizlerinin bağı çözüldü, elleri boşluğa savrulmuş gibi hissetti; kalbi, içindeki öfke ve çaresizlikle aynı anda çarpıyordu.

 

Birdenbire bir kahrolma duygusu sardı bedenini; içi parçalanmış, mantığı ve duyguları savaş halindeydi.

 

“Hayır…” diye fısıldadı kendi kendine.

 

Gözü kararmış, neredeyse nefessiz, sarsılmış bir şekilde kulübenin içinde dönüp bir an duraksadı. İçindeki korku ve öfke her hücresini sarsıyor, göğsünü sıkıştırıyordu.

 

Sonra ani bir kararlılıkla geri adım attı, Asaf’ın bakışlarını umursamadan kulübeden fırladı. Koşarken Ayakları yere sertçe vuruyor, kalp atışları kulübedeki sessizliği yırtıyordu. İçinde büyüyen korku ve panik, her adımında bedenini sarsıyor, nefesi hızlanıyordu.

 

Arabanın yanına geldiğinde kapıyı hızla açtı, motoru çalıştırdı ve lastiklerin çakıllara çarpmasıyla yankılanan bir uğultu çıkardı. Her viraj, her hızlanış, Azad’ın içindeki dehşeti daha da yoğunlaştırıyordu; Efsun ve çocukların başına neler geldiğini, Yeşim’in onları nasıl tehlikeye attığını düşünmekten kendini alamıyordu.

 

Gözleri yolda ilerlerken her yere takılıyor, her gölgeyi tehdit gibi görüyor, elleri direksiyonun üzerinde titriyordu.

 

Kulübedeki Gülsüm’ün çaresiz bakışları ve o sözleri… Azad’ın aklından çıkmıyordu. İçindeki kahrolma ve suçluluk, her nefes alışında bedeniyle beraber sarsılıyor, kalbi buz gibi bir korkuyla donuyordu.

 

Efsun, Vanessa ve Agir, Azad’ın korumaları eşliğinde villaya doğru ilerliyordu.

 

Orman yoluna girdiklerinde ağaçların gövdeleri ışığı kırıyor, yaprakların arasından süzülen güneş hüzmeleri yere nokta nokta düşüyordu. Yol dar ve kıvrımlıydı; etraftaki kuş cıvıltıları ve rüzgârın hafif uğultusu, grubun tedirginliğini daha da belirgin kılıyordu.

 

Efsun, karnına hafifçe ellerini bastırarak oturuyordu. İçinde hem endişe hem de korku vardı; Azad’ın gidişi hâlâ aklında taptaze bir sarsıntı yaratmıştı.

 

Orman yolunun kıvrımları arasında ilerlerken birden önlerindeki dört aracın lastikleri yolu yırtarcasına bir ses çıkardı.Frenlerin acımasız çığlığı ağaçların arasında yankılandı. Yol toz bulutuyla kaplandı, lastik kokusu havaya karıştı.

 

Efsun, refleksle karnına daha sıkı sarıldı. Yüreği göğsünden çıkacakmış gibi çarparken gözleri irileşti. Bir anlık sarsıntıyla koltuğa daha çok yaslandı.

 

Kafasında tek bir şey vardı: “Azad…”

Vanessa, çığlık atmamak için dudaklarını ısırdı, hemen kollarını Agir’in etrafına sardı.

 

Efsun hemen Agir'e bakıp "ateşim iyi misin?" Diye sorduğunda Agir çatık kaşları ile başını sallayarak iyi olduğunu belli etti.

 

Havada asılı duran o fren sesinin yankısı geçtikten sonra ormanın derin sessizliği daha da belirginleşti. Kuşların ötüşü bile susmuş gibiydi. Sanki tüm doğa, birazdan olacakları bekliyordu.

 

Efsun’un gözleri yaşla dolmuştu, dudaklarından yalnızca titrek bir fısıltı döküldü:

 

"Ne oluyor Azad… neredesin?"

 

Toz bulutunun içinde önlerindeki dört araç duvar gibi yolu kapatmıştı. Efsun’un boğazı düğümlendi, kalbi kulaklarında atıyordu. Yanındaki Agir’e bir an baktı, sonra gözlerini ön koltuktaki korumaya dikti.

 

"Araçtan inin, dertlerini sorun" dedi sesi her zamankinden daha tok çıkmıştı.

 

Korumalar birbirine bakıp tereddüt etti ama Efsun’un gözlerindeki kararlılık onları harekete geçirdi.

 

Efsun derin bir nefes alıp koltuğun kenarındaki kılıfı çekti, gizlenmiş silahı çıkardı. Avuçlarına yerleşen soğuk metal, korkusunu bastıran bir güven gibi yayıldı içine. Karnını koruyarak silahı kavradı, dudakları sıkıca kapanmıştı.

 

Artık yalnızca bir anne değildi; yavrularını korumak için gözü dönmüş bir aslandı.

Korumalar ağır adımlarla araçtan indi. Ormanın sessizliği bir anlığına daha da derinleşti. Sonra…

 

Kulağı delen otomatik silah sesleri birden ormanı doldurdu. Kurşunlar camlara, kaportaya, toprağa saplandı. Korumaların bedenleri sarsıldı, kan ve barut kokusu havaya karıştı. Birkaç saniyede ortalık cehenneme dönmüştü.

 

Arka koltukta Efsun nefesini tuttu, gözlerindeki yaşlar yanaklarından süzüldü. Silahını kavradı, yanındaki Vanessa’ya dönüp dişlerinin arasından kısık bir sesle fısıldadı:

 

"Onları oyalarım. Oğlumu al ve kaç"

Vanessa’nın gözleri büyüdü, başını hızla iki yana salladı.

 

" Asla! Seni burada bırakmam!"

 

Agir ise annesinin üzerine atıldı, gözleri dolu ama sesi sertti:

"Hayır anne! Seni bırakıp gitmeyeceğim!"

 

Üçü de birbirine sıkıca sarılmışken dışarıda kurşunların sesi hiç dinmiyordu. Arabanın etrafına mermi kovanları düşüyor, toprak parçaları havada uçuşuyordu.

 

Efsun’un eli tetikteydi, ama yüreği oğlunu bırakmaya hiç elvermiyordu. Bir an göz göze geldiler, anne ve oğul. Agir’in küçücük ama kararlı bakışları ona güç veriyordu.

 

Kurşun sesleri yavaş yavaş azaldığında orman yolunu kesen araçlardan siyah giyimli adamlar inmeye başladılar.

 

Botlarının sert adımları toprağı ezerken, silahlarının namluları gölgeler gibi parlıyordu. Toz bulutunun içinden yavaşça beliriyor, sessiz ve ölümcül bir yürüyüşle Efsun’un arabasına yaklaşıyorlardı.

 

Efsun, göğsünde çarpan kalbine aldırmadan silahını daha sıkı kavradı.

 

Nefesini düzene soktu. Vanessa’nın ve yanında ki Agir’in başına elini uzatarak kafalarını eğdi.

 

" Eğilin! Kafalarınızı kaldırmayın!"

 

Agir itiraz edecek gibi oldu ama annesinin gözlerindeki kararlılığı görünce dudaklarını ısırıp başını eğdi.

 

O an… ön kapının koluna bir el uzandı.

 

Metalin gıcırtısı sessizliği yardığında zaman sanki ağırlaştı. Kapı açılır açılmaz Efsun hiç tereddüt etmeden tetiği çekti.

 

Kurşunun keskin sesi ormanı çınlattı.

 

Adamın alnından çıkan kan damlaları kapıya sıçrarken, bedeni geriye savruldu ve toprağa çarpıp cansız yığıldı.

 

Vanessa kısa bir çığlık atacak gibi oldu ama elleriyle ağzını kapadı. Efsun’un yüzünde tek bir titreme yoktu; gözleri buz kesmiş, soğukkanlı bir savaşçıya dönüşmüştü.

 

Dışarıdaki diğer adamlar şok olmuştu, ama çok geçmeden öfkeyle arabaya yöneldiler.

Efsun ikinci kez tetiği çekti.

 

Her mermi ormanda yankılanıyor, yaklaşan adamlardan biri omzundan, diğeri bacağından vurulup yere yığılıyordu.

 

Mermiler metal kaportaya çarpıyor, camların kenarını parçalıyordu.

 

Efsun, diğer eliyle Agir’in başını daha da bastırarak koltuğun altına sakladı.

" Eğilin dedim!"

 

Agir dişlerini sıkarak annesine itaat etti ama kalbi korkuyla değil öfkeyle çarpıyordu. Vanessa ise gözyaşlarını tutamıyor, ama aynı zamanda Agir’i sıkıca sarıyordu.

 

Adamlar arabanın iki yanından yaklaşmaya çalışırken Efsun hiç tereddüt etmeden tetiği çekmeye devam etti. Her kurşunla birlikte içinden yükselen tek şey vardı: “Oğlumu ve kızlarımı kimseye bırakmam.”

 

Kapıyı açarak dışarı çıkarak arabayı kendine siper etti, yavaşça Agir'i ve Vanessayı da dışarı çıkarak arkasına aldı.

 

Efsun arabadan dışarı çıktığında toprağın serinliği ayak bileklerine kadar yükselen bir ürperti gibi geldi. Kaportayı siper almış, sol eliyle karnını koruyor, sağ elindeki silahı ise ölümüne sıkı bir şekilde kavrıyordu.

 

Nefesi hızlı ama düzenliydi; her kurşunu hesaplamaya çalışıyordu çünkü mermisi azalıyordu.

 

Arkasında Vanessa ve Agir vardı. Vanessa, titreyen elleriyle Agir’i sıkıca kavrıyor, çocuğun yüzüne bakmamaya çalışıyordu; çünkü onun kararlı ve korkusuz bakışları, kendi korkusunu daha da büyütüyordu.

 

Agir ise annesinin her hareketini dikkatle izliyor, “yanında kalmalıyım” diyen bir çocuğun içgüdüsüyle, yumruklarını sımsıkı kenetlemişti.

 

Önlerinden yaklaşan adamların adımları daha sertleşti. Botlarının sesi, kuru dalları kırıyor; üzerlerindeki siyah giysiler, ağaçların gölgesinde daha da korkutucu görünüyordu.

 

Efsun, dişlerini sıkarak yan taraftan çıkan iki adama nişan aldı. İlk mermi göğsünü paramparça etti, adam sendeleyip yere kapaklandı. İkinci mermi diğerinin bacağını deldi; adam acıyla yere düşüp sürünmeye başladı. Ama ardından hemen bir “klik” sesi duyuldu. Şarjör boşalıyordu.

 

Efsun’un kalbine buz gibi bir korku indi. Dudaklarını sıktı, karnındaki ikizlerin hareketini hissetti. İçinden fısıldadı:

“Dayanın… anneniz sizi koruyacak.”

 

Gözleri hızla Vanessa’ya kaydı.

"Arka tarafa geçin, dedi fısıltıyla ama emir gibi. Oradan ormana çıkın."

 

Vanessa gözyaşları içinde başını iki yana salladı.

" Ya sen?!"

 

Efsun öyle bir bakış attı ki, Vanessa’nın tüm itirazını susturdu. Çelik gibi, sarsılmaz, anne bakışıydı bu.

 

"Ben onları oyalayacağım. Siz gitmek zorundasınız!"

 

Agir öne atıldı, sesi çatallaşmış ama kararlıydı:

"Hayır! Ben seni bırakmam!"

 

Efsun dizlerinin üzerine çöktü, oğlunun yüzünü iki eliyle kavradı. O an çevresindeki kurşun sesleri, çığlıklar, toz bulutları sanki yok olmuştu. Sadece anne ve oğul kalmıştı. Gözlerinden yaş süzüldü ama sesi dimdikti:

 

" Aslanım… senin görevin annene karşı çıkmak değil. Beni korumak istiyorsan, şimdi dediğimi yapacaksın. Kız kardeşlerini koruyacaksın. Anladın mı?"

 

Agir’in gözleri yaşla doldu, dudakları titredi ama başını ağır ağır salladı.

Efsun Vanessa ve Agir’i sert bir hareketle orman yoluna itti.

 

" Koşun! Koşun dedim!"

 

Onlar ağaçların arasına doğru koşarken Efsun yeniden arabaya yaslandı, elinde kalan son mermilerle yaklaşan adamlara ateş etmeye başladı. Her mermide elleri daha da titriyordu. Son şarjörde sadece iki mermi kalmıştı.

 

Adamların bağırışları arasında biri, kaporta üzerinden eğilip silahını doğrulttu. Efsun nefesini tuttu, alnında ter damlaları birikti. Tetiğe bastı. Adamın başı geriye savruldu, kan toprağa saçıldı.

 

Ama artık… sadece bir mermisi kalmıştı.

Efsun gözlerini kapatıp kısa bir an dua etti. Nefesi titredi, karnındaki bebeklerini hissetti. Gözlerini açtığında, kararlılık ateşi yanıyordu.

 

" Gelin bakalım" diye fısıldadı. "Benden oğlumu alabileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz…"

 

Adamlar daha da yaklaştığında, Efsun silahını kaldırdı. Arkasında Vanessa ve Agir’in koşarak uzaklaştığını biliyordu. O son mermiyi… ya kendisi için, ya da onların güvenliği için kullanacaktı.

 

Efsun’un kulağında sadece kendi nefesinin sesi vardı. Elinde tek bir mermi… Tetiği sıkıca kavrarken, gözleri yaklaşan adamlardan birine kilitlendi. Adam, diğerlerinden daha önde, yüzünde alaycı bir sırıtışla yürüyordu.

 

“Şimdi…” diye fısıldadı kendi kendine.

Tetiği çekti.

 

Silahın sesi ormanda gök gürültüsü gibi yankılandı. Kurşun tam alnına saplandı, adamın gözleri şaşkınlıkla açıldı ve bir kütük gibi yere devrildi.

 

Ve ardından… ölüm sessizliği.

 

Silahın şarjörü boştu. Metalden çıkan o “klik” sesi, Efsun’un yüreğine işlenmiş bir çan gibi çınladı. Derin bir nefes aldı, silahı hâlâ elinde tuttu ama biliyordu ki artık kurşunu yoktu.

 

Arkasına, Vanessa ve Agir’in ormana doğru kaybolan gölgelerine baktı. Dudaklarından kararlı bir fısıltı döküldü: “Koşun… ne olursa olsun koşun.”

 

Sonra Efsun, arabadan ayrıldı, toprağın üzerinde hızla koşmaya başladı.

 

Karnındaki bebeklerin hareketlerini hissediyor, ama buna aldırmıyordu.

 

Çalıların arasından geçerken dallar kollarını çiziyor, ciğerleri yanıyordu.

Arkasından adamların bağırışları yükseldi: “Kaçıyor! Yakala onu!”

 

Bot sesleri toprağı dövüyordu, silah namluları ağaçların arasından parıldıyordu.

 

Efsun hızla manevra yaptı, ama kalabalık artıyordu. Bir an, kalın bir gövdenin yanından geçerken sert bir el koluna yapıştı.

 

Sarsıcı bir güçle geriye çekildi. Adamın sesi sertti: “Bitti kadın! Pes et!”

 

Efsun’un gözleri öfkeyle parladı. İçinde korkudan çok başka bir şey vardı artık: asla teslim olmama inadı. Omuzlarını geriye attı, bir an için bütün acısını ve gücünü topladı.

 

Ansızın arkasını dönüp tüm gücüyle kafasını adamın yüzüne indirdi.

 

Adamın burnu kırılma sesiyle dağıldı, kan fışkırdı. Çığlık atan adam geriye sendeledi, elleri yüzüne gitti. Efsun fırsatı kaçırmadı, dizlerini büküp onu sertçe yere itti.

 

Adam toprakta yuvarlanırken Efsun birkaç adım daha koştu.

 

Ama diğerleri çok yakındı. Birisi omzuna çarptı, bir başkası bileklerinden tuttu. Efsun tekme savurdu, tırnaklarını geçirdi, ama sayı çok fazlaydı.

 

İçlerinden biri, dişlerini sıkarak bağırdı:

“Dikkat edin! Kadına zarar vermeyin! Sağ istiyorlar!”

 

Efsun hâlâ debeleniyor, dizlerini sağa sola savuruyordu. Nefesi kesik kesikti, alnından terler damlıyordu. Kalbi deli gibi atarken gözleri karanlık ormanın içine çevrildi.

 

Orada, derinlerde, Vanessa ve Agir’in kaçtığını düşündü. Dudakları kanla ıslandı ama gülümsedi.

 

“Beni alsanız da… onlara dokunamayacaksınız…”

 

Adamlar sonunda onu bastırıp yere yatırdılar. Kollarını arkadan kıskıvrak tuttular, dizleri toprağa gömüldü. Efsun’un içi öfke ve gururla yanıyordu.

 

Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı; yaprakların arasından süzülen güneş ışıkları yüzüne vuruyordu. Çaresiz değil, dik başlı bir anneydi. Ve içinden geçen tek şey şuydu:

 

“Azad… yetiş…”

 

Efsun hâlâ direnirken, tam omzunu silkip kurtulacakken arkasından gelen biri, dipçikle başına sertçe vurdu.

 

Kafasının içi uğuldadı, gözleri karardı. Dizleri titredi ve olduğu yere yığıldı.

 

Adamlar hemen kollarından tuttular, “dikkat edin” diye bağıran sesler arasında yere düşmesini engelleyip onu taşımaya başladılar. Efsun baygın haldeydi ama yüzünde hâlâ inatçı bir sertlik vardı.

Tam arabaya götürülürken ormanın kıyısından çığlık gibi bir ses yükseldi:

“Bırakın kardeşimi!”

 

Adamlar şaşkınlıkla başlarını çevirdiler. Vanessa tek başına, gözleri öfke ve korkuyla parlayan bir şekilde ortaya çıkmıştı. Gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu ama çenesini dik tutuyordu.

 

Hiç düşünmeden adamlara koştu, elleriyle onlara vurdu, yumruklarını savurdu, tırnaklarını geçirdi. İçinde tarifsiz bir cesaret vardı.

 

Adamların biri arkasından küfretti: “Defol, yoksa…”

 

Ama Vanessa çığlık atarak birine tekme savurdu, diğeriyle boğuştu. Kolları adamların kaslı bedenleri arasında küçücük kalıyordu ama durmuyordu.

 

“Bırakın! Efsun’u bırakın! Kardeşimi bırakın!”

 

Bir adam öfkeyle dişlerini sıktı. Geniş avucunu kaldırdı ve bütün gücüyle Vanessa’nın yüzüne tokat indirdi.

 

Vanessa’nın başı yana savruldu, ince bedeni sendeledi. Nefesi boğazında kesildi, gözleri bir an boşluğa kaydı. Güçsüz bir inilti çıkararak dizlerinin üzerine çöktü.

 

Adam hiç oyalanmadan onu da kollarından yakalayıp baygın Efsun’un yanına itti. İki kadın da yerde, kan ve toprak içinde hareketsiz yatıyordu.

 

“İkisini de alın! Çabuk!” diye bağırdı başlarındaki adam.

 

Diğerleri vakit kaybetmeden Efsun’u ve Vanessa’yı kaldırıp sürükleyerek bekleyen siyah aracın arkasına doğru götürdüler.

 

Ormanın sessizliği, şimdi sadece botların gürültüsü ve taşınan iki kadının çaresiz bedenlerinin sürtünme sesleriyle doluydu.

Geriye kalan iki farklı ultrason fotoğrafı ve yere düşen kırmızı ince bir taç oldu.

 

Agir’in ciğerleri yanıyordu. Ormanın içinde koşarken dallar yüzüne çarpıyor, ayakları köklerde takılıyor ama o hiç durmuyordu.

 

Nefesi hırıltılı, kalbi sanki kaburgalarını parçalayacak kadar hızlı atıyordu. Vanessa’nın ona son bakışı hâlâ gözlerinin önündeydi:

“Koş Agir! Koş!”

 

annesinin “Eğil!” diye bastıran elini, sonra silahının patlamalarını duymuştu.

 

Ardından Vanessa’nın geri dönüşünü… Her şey zihninde karman çorman bir uğultu olmuştu.

 

Sonunda ağaçların arasından fırladı ve kendini birden geniş bir caddede buldu. Asfaltın sıcaklığı, ormanın karanlığından sonra gözünü kamaştırdı.

 

Tam o sırada hızla yaklaşan siyah bir araç lastiklerini gıcırdatarak fren yaptı.

 

Direksiyon başındaki Azad, aniden önüne çıkan çocuğu görünce öfke ve korkuyla kapıyı açıp dışarı fırladı.

 

Gözleri bir an dondu, sonra irileşti. “Agir!”

Çocuğun toza bulanmış, nefes nefese kalmış hâlini görünce kalbinin ortasına bıçak saplanmış gibi hissetti.

 

Birkaç adımda koşup dizlerinin üzerine kapandı, Agir’i sıkıca kollarının arasına aldı. “Evlat, ne oldu? İyi misin? Annen nerede? Söyle bana!”

 

Azad’ın sesi titriyordu, elleri Agir’in omuzlarını tutarken parmakları kasılıyordu. Çocuğun küçük bedeni kollarında titriyordu, ama gözleri yaşlarla dolmuştu; ağlamaktan çok öfke taşıyordu.

 

Agir dişlerini sıkarak konuştu, gözyaşları yanaklarına süzüldü: “Bize saldırdılar… Önümüzü kestiler. Annem… annem silahını çıkardı, bizi korudu. ‘Onları oyalayacağım, siz kaçın’ dedi. Ama Vanessa teyzem… geri döndü!”

 

Sözcükleri birbirine karışıyor, sesi boğazında çatlıyordu.

 

“Onlar hâlâ orada! Annem yalnız kaldı! İkizler karnında! Ona bir şey olacak!”

Azad’ın yüreği paramparça oldu. Ciğerine keskin bir korku doldu.

 

Efsun’un karnındaki bebekleri, gözlerinin önüne geldi. Onları öylece bırakmak…

düşüncesi bile boğazını düğümledi.

 

Bir an nefesi kesildi, alnından soğuk ter süzüldü. Sanki dünya başına çökmüştü.

 

“Hayır…” diye fısıldadı kendi kendine, sesi duyulmazdı. Sonra daha sert, daha kararlı bir tonla, Agir’in gözlerinin içine baktı: “Söz veriyorum, hiçbir şey olmayacak. Ne annene, ne kardeşlerine. Onları bulacağım!”

 

Ama içinde fırtına vardı. Yüreği paramparça olmuş, korku damarlarında zehir gibi dolaşıyordu. O anda tek bildiği şey, zamanın çok az kaldığıydı.

 

Azad, Agir’i kollarına daha sıkı bastırdı.

 

Küçük çocuğun kalp atışları kendi kalbininkiyle çarpışıyordu. İkisinin de gözlerinde aynı şey vardı: korku ve kaybetme dehşeti.

 

Azad Agir'i kucaklayıp arabaya bindi ve Gazı kökledi.

 

Azad’ın arabası ormanın içinden tozu dumana katarak ilerliyordu. Direksiyonun başındaki elleri beyazlaşmıştı, damarları gerilmiş, gözleri önündeki yola kilitlenmişti. Yan koltukta oturan Agir camdan dışarı bakıyor, her dal hareketinde, her gölge oyununda annesinin sesini duyar gibi irkilip nefesini tutuyordu.

 

Birden yolun kenarında durmak zorunda kaldılar. Önlerinde kurşunlarla delinmiş, camları paramparça olmuş araç yatıyordu. Yerde adamları.

 

Kaporta kanla lekelenmiş, yanık barut kokusu hâlâ havada asılıydı. Sessizlik ürpertici bir şekilde çöküyordu; yalnızca yaprakların hışırtısı ve uzaklarda yankılanan bir karganın sesi duyuluyordu.

 

Kalbi göğsüne sığmıyor, boğazı kurumuştu. Derin bir nefes aldı ve arabanın kapısını açtı. Adımlarını ağır ağır attı; her adımında ayaklarının altında dal parçaları çıtırdıyor, sanki doğa bile acısını paylaşıyordu.

 

Efsun’un bulunduğu aracın kapısını açtı. İçinde hayat yoktu… yalnızca koltukların üzerinde, yere savrulmuş iki kâğıt parçası gözüne çarptı. Eğilip aldığında kalbi parçalandı.

 

Ultrason fotoğrafları.

 

Biri sağa düşmüş, diğeri koltuğun altına sıkışmıştı. İki minik kızın silik ama canlı suretleri kâğıtta titrek ışıkla parlıyordu.

Azad’ın elleri titredi. Fotoğraflara bakarken gözlerinden bir damla yaş süzüldü, kâğıdın üzerine düştü ve siyah beyaz çizgilerin üzerinde küçücük bir leke bıraktı.

 

“Benim kızlarım…” diye fısıldadı, sesi duyulmayacak kadar kısık çıktı.

 

Ama bir sonraki anda öfke ve çaresizlik onu sardı. Gözlerini kapatıp bütün ciğerini dolduran bir haykırışla bağırdı:

“Dildarrrr!”

 

Ormanın sessizliği yankıyı geri kustu, ama cevap yoktu. Sadece onun çığlığı, acının içinde kayboldu.

 

Başını kaldırdığında bir şey gözüne çarptı. Az ileride, yol kenarında toprağın üstünde parlayan kırmızı bir şey… Efsun’un tacı.

 

Gözleri büyüdü. Ayakları onu oraya sürükledi. Dizleri artık taşıyamıyordu; taç ellerine ulaşır ulaşmaz çöktü.

 

Yere kapaklandı, dizlerinin kemiği sert toprağa çarptı ama hissetmedi. Elleriyle tacı kavradı, sanki Efsun’un sıcaklığını hâlâ üzerinde taşıyormuş gibi göğsüne bastırdı.

“Dildar…” diye inledi, sesi parçalanmış bir adamın çığlığı gibiydi.

 

O sırada Agir koşarak geldi. Küçük adımlarıyla yanına çöktü, gözleri yaşlarla dolmuştu. Babasının titreyen ellerine baktı, tacı gördü. Yutkundu, boğazı düğümlendi.

 

Azad, hâlâ yere kapanmış hâlde tacı göğsüne bastırırken, küçük Agir babasının yanına diz çöktü. Onun omzuna dokundu, çocuk elleriyle babasının titreyen kolunu kavradı. İkisi de sessizce yere çökmüş, kaygı ve korkunun aynı acısını paylaşıyordu.

 

O anda baba ve oğulun gözlerinde aynı şey vardı: Efsun’un ve kızların kayboluşunun bıraktığı derin, ölümcül korku.

 

 

Bölüm : 18.08.2025 22:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...