
YAZAR'DAN
Muhammed ve Dijvan, Azad’ın yanına koştuklarında gözlerine inanamadılar.
Karşılarında duran adam, yıllarca sertliği ve korkusuzluğu ile tanınan Azad Karaaslan, ilk kez savunmasız, kırılmış ve dizlerinin üzerinde ağlıyordu.
Gözlerinden süzülen yaşlar, yüzünü ve sakalını ıslatıyor, tüm o sert duruş, tüm o güçlü karizma, bir anda yok oluyordu.
Muhammed'in , koca gövdesi hafifçe sarsıldı; elini Azad’ın omzuna koydu ama o bile ne söyleyeceğini bilemedi. Dijvan ise kendini tutamayıp gözlerini kapadı, nefesini tutarak bir anlığına sessizce bakakaldı.
Bu, bir adamın, bir eşin, bir babanın tamamen kendini açtığı an, kırıldığı an, savunmasız hâliydi.
Azad’ın kelimeleri, boğuk ve kesik kesikti; “Kızlarım… Dildar… lütfen…” Sesi her fısıltıda titriyor, ama bir yandan da yıkıcı bir acı, tüm vücuduna yayılıyordu.
Başını yerden kaldırmadan ağlıyordu; Azad Karaaslan, artık kimseye güçlü görünmeye çalışmıyordu. İçindeki bütün öfke, bütün kararlılık, bütün kontrol, sadece acıya ve çaresizliğe dönmüştü.
Dijvan ve Muhammed, Azad’ın bu hâlini ilk kez görüyordu; gözlerinde bir karmaşa vardı korku ve derin bir üzüntü bir arada.
Azad’ın gözyaşları, kara ve sert duruşunun ardından, onun insanlığını ve kırılganlığını ortaya seriyordu. Hiçbir güç, hiçbir tehdit, hiçbir düşman onu bu kadar çökertmemişti; şimdi ise sadece babalık, eş sevgisi ve kaybetme korkusu, onu tamamen yıkmıştı.
Efsun, müdahale odasının kapısı ardında çarpan kalp atışlarıyla Azad’a bağlıydı; Azad, orada köşeye çökmüş, yıkılmış ve tamamen çaresizdi. Muhammed ve Dijvan, yanına yaklaşamıyor, sadece sessizce izliyor ve bir adamın yıkılışını, kontrolünü tamamen kaybedişini görüyorlardı.
Zaman, o an hastanenin acil koridorlarında durmuş gibiydi; sadece Azad’ın çığlığı olmayan ağlaması, çaresizlikten titreyen nefesi ve yıkılmış gövdesi vardı. Doğunun en güçlü adamı, şu an tamamen savunmasız, tamamen kırılgındı; kimseden çekinmeden, sadece acıya teslim olmuş hâlde…
Koridorun loş ışıkları, beyazın keskinliğiyle birleşip gözleri yormaya başlamıştı. Azad hâlâ köşede, başını ellerinin arasına almış, sessiz gözyaşlarıyla tükenmişti.
Zaman, ağır bir zincir gibi ilerliyordu; her saniye Azad’ın omzuna daha fazla yük bindiriyor, kalbini daha fazla sıkıştırıyordu.
Sonunda, kapı gıcırtılı bir sesle açıldı.
İçeriden beyaz önlüklü doktor göründü. Yorgun ve telaşlı yüzünde, gecenin karanlığını delip gelen bir haberin ağırlığı vardı. Etrafındaki hemşireler hâlâ içeri girip çıkıyor, ellerinde tıbbi malzemelerle hızlı adımlarla koşuşturuyordu.
Doktor birkaç saniye sessiz kaldı. Azad’ın gözleri bir anda ona kilitlendi. Ayağa fırlarken dizlerindeki sızıya, bedenindeki yorgunluğa aldırmadı. Nefesi kesik kesikti, sanki ciğerleri yanıyordu.
“Ne oldu? Karım… kızlarım… Nasıl?!” diye bastırdı sesiyle.
Doktor derin bir nefes aldı, kelimeleri boğazında bir süre düğümlendi. Sonra gözlerini kaçırmadan, net ama ağır bir tonda konuştu:
“Bebekleri hemen almak zorundayız. Acil sezaryen… aksi takdirde ikisini de kaybedeceğiz.”
Azad’ın kalbine saplanan sözlerdi bunlar. İçinde bir anlığına bir umut kıpırdadı:
Kızlarım yaşayacak… kurtulacaklar… Ama doktor durmadı, gözlerini Azad’ın gözlerine dikti, tonunu daha da ağırlaştırarak devam etti:
“Ancak…” dedi, kelime boğucu bir sessizliğin içinde yankılandı.
“Annenin durumu kritik. Çok fazla kan kaybı var. Müdahale sırasında komplikasyon yaşanma riski çok yüksek. Biz elimizden geleni yapacağız ama… her şeye hazırlıklı olmalısınız.”
Sanki dünyanın bütün sesleri bir anda kesildi. Koridordaki telaş, hemşirelerin ayak sesleri, makinelerin bip sesleri… her şey Azad’ın kulaklarında boğuldu. Sadece doktorun sözleri, beyninde yankılanıp duruyordu:
Her şeye hazırlıklı olmalısınız.
Azad’ın dizleri titredi, bedenini taşıyamaz hale geldi. Gözleri boşluğa dikildi, dudakları aralandı ama kelime çıkmadı. O an, bütün hayatı gözlerinin önünden geçti.
Efsun’un gülüşleri, saçlarını rüzgârda savuruşu, gözlerinde saklı umut… ve karnında taşıdığı kızları. Hepsi, ince bir iplikle ölümün kıyısına bırakılmıştı.
Bir adım geri attı, sonra duvara yaslandı. Başını geriye çarptı, ellerini saçlarına daldırdı. Nefesi düzensizleşti, göğsü sanki parçalanacak gibi inip kalkıyordu.
Dudaklarından boğuk bir inilti çıktı:
“Hayır… hayır, olmaz… O olmadan ben nefes alamam…”
Gözlerinden süzülen yaşlar bu kez hafif değildi kontrolsüz, titreyerek aktı. Azad Karaaslan’ın o sarsılmaz, her zaman güçlü görünen yüzü artık paramparçaydı.
Gözyaşları yanaklarını ıslatırken, dudakları titriyor, sesi neredeyse çığlığa dönüşüyordu:
“Allah’ım… onu benden alma… ne olur, evlatlarımı annesiz bırakma…”
Muhammed, kardeşini ilk defa bu kadar yıkılmış görüyordu. Adım atıp onun kolunu tuttu ama Azad’ın bakışlarındaki boşluğu görünce kendi kalbi de sıkıştı. Kardeşinin gözlerinde, koca bir dağ gibi adamın çöküşünü gördü.
Dijvan ise yumruklarını sıktı, gözleri ağladı.Kız kardeşi içeride ölüm kalım mücadelesi verirken, Azad’ın bu hâli onu içten parçalıyordu. Ama hiçbir şey yapamıyordu.
Koridorda yankılanan tek şey Azad’ın boğuk sözleriydi:
“Ben yaşayamam… kızlarım annesiz kalamaz, Agir hiç büyüyemez benim canım onlardır… Allah’ım… onları bana bağışla…”
Azad’ın gövdesi titrerken, ruhu paramparça olmuştu. Bu, sadece bir adamın değil, bir kocanın, bir babanın, tüm varlığının yıkılışıydı.
Doktorun sözleri bıçak gibi kalpleri keserken, hemşireler Efsun’un sedyesini hızla ameliyathaneye doğru sürükledi.
Metal tekerleklerin çıkardığı gıcırtı, Azad’ın ruhunu lime lime eden bir uğultuya dönüşmüştü. O sedye gözden kaybolurken Efsun’un solgun yüzü, arada bir saçlarının arasından görünen titrek nefesi, Azad’ın içine kazındı.
Kapı kapandı. Soğuk, metalik bir ses yankılandı koridorda.
O kapı sanki dünya ile Azad’ın arasına çekilmiş kalın, aşılamaz bir perdeydi.
Kapının üzerinde yanıp sönen kırmızı “Ameliyatta” ışığı, kalbine çakan bir hançer gibiydi.
Koca adam, koca dağ gibi Azad Karaaslan, başını eğdi. Hıçkırıkları bastırmaya çalıştı ama boğazından çıkan iniltisi her şeyi ele veriyordu.
“Allah’ım… kızlarımı, karımı koru” diye fısıldadı çaresizlikle.
Tam o sırada, derinlerden gelen bir ses, bütün yıkıntının ortasına bir yıldırım gibi düştü:
“Anneee!”
Azad’ın kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Gözleri büyüdü, nefesi kesildi. O sesi dünyanın neresinde olsa tanırdı…
Agir.
Başını hızla kaldırdı. Koridorun ucunda, küçük bir beden koşar adım onlara doğru geliyordu. Ayak sesleri yankılanıyor, küçük gözlerinde kocaman bir korku parlıyordu.
Yüzü kızarmış, gözleri yaşlarla dolmuştu. Küçücük elleri yumruk olmuş, dudaklarından sadece bir kelime çıkıyordu:
“Anne!”
Azad’ın gözleri aniden doldu. O an, gözyaşları artık sadece Efsun için değil, oğlunun o titrek çığlığı için de aktı.
Yerinden fırladı, kollarını açtı. Agir, babasının yanına varır varmaz kendini onun kucağına bıraktı.
Azad dizlerinin üzerine çökerken Agir’i sımsıkı sardı. Küçük oğlunun kalbi göğsünde kuş gibi çırpınıyordu. Saçlarını kokladı, alnından öptü; ama sözleri titriyordu:
“Buradayım oğlum buradayım… annen içerde, kız kardeşlerin için savaşıyor”
Agir’in küçük parmakları babasının gömleğine sıkıca yapıştı. titreyerek ağlıyordu. Omuzları sarsılıyor, gözyaşları Azad’ın göğsüne damlıyordu.
“Baba… anneme bir şey olmasın, annemi almazlar değil mi? Ben, ben annemi istiyorum…”
Azad’ın boğazı düğümlendi. Cevap vermek istedi ama kelimeler boğazında taş gibi oturmuştu. Çocuğunun gözlerindeki o yalvarışı gördüğünde, içindeki bütün duvarlar yıkıldı. Onu daha da sımsıkı sardı, kokusunu içine çekti.
“Hayır evlat… hayır, annen güçlü senin annen güçlüdür, kızlarını bırakmaz. annen sana geri dönecek. Söz veriyorum, söz veriyorum”
Ama gözyaşları durmuyordu. Sözleri umut dolu gibi çıksa da kalbinin içinde fırtına vardı. Bir adam, bir koca ve bir baba aynı anda parçalanıyordu. Dizlerinin üzerinde oğlunu sarmış, sırtında dünyanın en ağır yükünü taşıyordu.
Yasemin ağlayarak Muhammed'e sarılırken Ağlayan Hazal ve Dijvan, bir adım geride bu manzarayı izliyordu. İkisi de taş gibi kesilmişti.
Bawer ağa ve Havin hanım geldiğinde şu kaç saat onları kaç yıl yaşlandırmışlardı yüzlerinden belli oluyordu.
Havin'in dudaklarından kopan ağıtlar Bawerin göğüsünde ateş gibi yankılanıyordu ama bir adım bile atamadılar köşede ikisi de yere oturup sırtlarını duvara dayadı herkes gibi baba ve oğluna baktılar.
Azad’ı böyle görmeye alışık değillerdi. Onların tanıdığı Azad Karaaslan, her zorluğun üstesinden gelen, kimseden korkmayan adamdı. Ama şimdi, dizlerinin üzerinde bir baba, kollarında oğluna sarılıp gözyaşlarına boğulmuştu.
Dijvan’ın gözleri doldu, dişlerini sıktı yiğeninin bu hâli yüreğini paramparça ediyordu. Muhammed’in omuzları çöktü, başını eğdi Azad’ın gözyaşları, onların da içindeki bütün gücü söküp alıyordu.
Koridorda yankılanan tek şey, Agir’in ağlayarak fısıldadığı sözcüklerdi:
“Anne… anne, bana dön”
Ve Azad’ın kolları arasında oğluna verdiği sessiz, çaresiz sözler…
Hastanenin bir başka katında, loş ışıklarla dolu yoğun bakım odasında sessizlik hâkimdi. Cihazların düzenli aralıklarla çıkardığı bip sesleri, ölümle yaşam arasındaki ince çizgide duran kalbin hâlâ çırpındığını haber veriyordu.
Steril kokular, beyaz duvarlar ve makinelerin soğuk yüzü, odadaki tek sıcak varlığı daha da hüzünlü kılıyordu: Vannesa.
Solgun yüzü yastığa gömülmüş, dudaklarının kenarında zorla alınan nefeslerin titrek izleri vardı. Burnuna bağlı ince borular, parmaklarına sıkıca takılı kablolar, kalbinin ritmini monitöre aktarıyordu. Ama o, tüm bu ağırlığın ortasında bir yerde, bedeninden uzak, rüyalarının içine sürüklenmişti.
Rüyasında… her şey bambaşkaydı.
Hastane duvarlarının yerini, güneşin aydınlattığı yemyeşil bir bahçe almıştı.
Çiçeklerin arasından hafif bir rüzgâr esiyor, kuş sesleri gökyüzüne karışıyordu. Vannesa’nın yüzünde o eski gülüşlerden biri vardı; ruhunun derinliklerinden gelen, hiç eksik olmayan samimi bir gülümseme.
Yanında Efsun vardı. Onlar, yıllar önceki gibi yan yana, kahkahalarla birbirlerine bakıyorlardı. Saçlarının arasına düşen güneş ışıkları, Efsun’un yüzünde melek gibi bir parıltı yaratıyordu.
“Sen hep yanımda oldun,” diyordu Vannesa rüyasında, sesi kırılgan ama mutlulukla dolu.
Efsun gülüyor, onun elini tutuyordu:
“Sen de hep benim yanımda oldun, kardeşim gibi…”
Ve birden, zaman rüyanın içinde yeniden kıvrıldı. Bahçenin içinde küçük adımların sesi duyuldu. Çimenlerin üzerinden, utangaç ama neşeli bakışlarla koşan küçük bir çocuk… Agir.
Minik yüzü güneşten ışıldıyordu, gözlerinde masumiyetin en saf hali vardı.
Vannesa dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini açmıştı. Çocuk, tereddütsüz koşarak ona sarıldı. Küçük kolları onun boynuna dolandığında, Vannesa’nın gözlerinden yaşlar süzüldü. O an kalbine işlenen sözcükleri asla unutamamıştı:
“Teyze…”
O küçücük kelime, yüreğini bir ömür taşıyacak kadar büyük bir armağan olmuştu. O an Efsun gülümsemiş, gözlerinde hem gurur hem huzur vardı.
“Bak,” demişti, “Agir seni kalpten seçti, Vannesa.”
Rüyada her şey kusursuzdu. Kahkaha, çocuk kokusu, bahçedeki çiçeklerin canlılığı, güneşin sıcaklığı… Hepsi Vannesa’nın ruhunu sarıyor, bedenindeki acıdan koparıyordu.
Ama birden rüzgâr sertleşti. Bahçenin ışığı solmaya, renkler yavaş yavaş silinmeye başladı. Efsun’un gülüşü uzaklaştı, Agir’in sesi boğuldu. Gözyaşları arasında Vannesa “Gitmeyin!” diye fısıldadı.
Elini uzattı ama tutunamadı. Rüyanın içinde yalnız kalırken, kalp monitörünün sesi yeniden kulaklarında yankılandı.
Gerçek dünyada, odanın dışında Ali dimdik kapının önünde bekliyordu. Omuzları ağır, gözleri yorgundu ama yüzünde sabırla yoğrulmuş bir inat vardı.
Bir an olsun yerinden kıpırdamıyor, gözünü kapıdan ayırmıyordu. Ne zaman hemşireler gelip geçse başını kaldırıyor, her an içeri dalmaya hazır bir kaplan gibi tetikte duruyordu.
İçeride Vannesa, rüyasında kardeşi ve yeğeninin sevgisiyle sarılırken, dışarıda Ali onun için dua ediyordu. Dudaklarından çıkan sessiz sözler, yüreğinde tek bir dileğe dönüşmüştü:
“Allah’ım, onu bana bırak…”
her nefesi ince bir ipliğe bağlıymış gibi zor çıkıyordu. Monitördeki çizgiler inişli çıkışlı bir ritim tutuyor, adeta yaşamla ölüm arasında inatçı bir tartışmaya sahne oluyordu.
Ve sonra… ansızın.
O ritim, bir kere sendeledi. Çizgiler düzensizleşti. Bir ses odada yankılandı, ardından bir boşluk. Monitörün o incecik çizgisi bir an için düzleşti.
Tam o an, Vannesa kendini yeniden rüyasında buldu. Fakat bu kez bahçe yoktu, çiçekler yoktu, kuş sesleri yoktu. Gök kapkaraydı, toprak ise ağır bir sessizlikle örülmüştü.
Önünde bir mezar taşı yükseliyordu.
Nemli toprağın kokusu burnuna çarpıyor, rüzgâr uğultuyla kulaklarını dolduruyordu.
Mezarın başında küçük bir figür vardı.
Başını eğmiş, ellerini önünde birleştirmişti. Minicik omuzları titriyordu. O, Agir’di.
Siyah giysiler içinde, gözlerinden süzülen yaşlar toprağa düşüyordu. Yalnızdı.
Vannesa gözlerini büyüterek nefessiz kaldı, kalbi çırpınarak çarptı:
“Agir…” diye fısıldadı, sesi rüyanın boşluğunda yankılandı.
Agir başını kaldırdı. Gözlerinde tarifsiz bir hüzün vardı. Masumiyetin üstüne ağır bir gölge çökmüştü. Dudakları titreyerek açıldı, kelimeler bir hançer gibi Vannesa’nın kalbine saplandı:
“Teyze… annem gitti…”
Ardından geriye döndü. Ve Vannesa, mezarın hemen ardında onu gördü: Efsun.
Ama o, hiç olmadığı kadar sessizdi. Yüzü bembeyaz, gözleri kapalıydı. Saçları rüzgârda uçuşsa da bir daha açılmamak üzere kapanmış gözkapakları, ölüme ait bir dinginlik taşıyordu.
Elleri yanına düşmüş, mezarın başında sanki toprağa ait bir gölge gibi durmuştu.
Vannesa’nın çığlığı boğazında düğümlendi. Adımlarını atmaya çalıştı, fakat ayakları sanki toprağa zincirlenmişti. Elini uzattı ama dokunamadı.
Gözlerinden yaşlar boşaldı, hıçkırıkları gökyüzüne karıştı:
“Hayır! Hayır, gitme Efsun! Ne olur gitme!”
Ama rüyanın uğultusu içinde Efsun ona dönmedi. Agir’in sesi ise daha da acı verici bir yankıyla tekrarlandı:
“Teyze… annem artık yok…”
O sözlerle birlikte, yoğun bakım odasındaki monitör keskin bir alarm sesiyle çığlık attı. İnce çizgi dümdüz oldu. Cihazlar arka arkaya ötmeye başladı.
“Kalbi durdu!” diye bağırdı içeri dalan doktorlardan biri. Hemşireler hızla sedyenin etrafına toplandı, defibrilatörler hazırlandı. “Şok hazırlayın!”
Doktorlar hızla Vannesa’nın göğsüne bastırırken, onun rüyasındaki nefes çırpınışı kesildi. Gözleri Efsun’un siluetinde dondu kaldı, elini hâlâ ona uzatmaya çalışıyordu. Ama rüyanın kapıları kapanıyor, karanlık ağır bir perde gibi üzerine çekiliyordu.
Vannesa’nın son gördüğü şey, Agir’in gözyaşlarıyla dolu yüzü ve o kırık, masum sesi oldu:
“Teyze… annem gitti…”
Ve kalp monitöründeki çizgi düzleşti.
Keskin bir ses, odanın içinde yankılandı.
Yoğun bakım odası, bir anda kaosun merkezine dönüşmüştü.
Monitörün keskin sesi kulakları yırtarken, doktorların bağırışları ve hemşirelerin telaşlı adımları havada yankılanıyordu.
“Kalp masajına devam et!”
“Defibrilatörü getir!"
“Çabuk olun, vakit kaybedemeyiz!”
Bir doktor, tüm gücüyle Vannesa’nın göğsüne bastırıyor, ritmik bir şekilde kalp masajı yapıyordu. Her bastırışında Vannesa’nın solgun vücudu yatağın üzerinde hafifçe yükseliyor, sonra tekrar düşüyordu.
Bir hemşire, damar yolundan ilaç enjekte ediyor, bir diğeri oksijen maskesini daha sıkı yerleştiriyordu. Ama monitör hâlâ düz bir çizgi çiziyor, umut kırıntısı göstermiyordu.
Kapının dışında, Ali sessizliği yırtan o keskin alarm sesini duyduğu anda yerinden fırladı. Bir an için nefesi kesildi, boğazı düğümlendi. Dizleri titreyerek kapıya yaslandı. Elleriyle kapı kolunu kavradı ama içeri girmesine izin yoktu.
Camın ardından gördüğü manzara, ruhunu paramparça etti.
Vannesa’nın cansız gibi görünen bedeni, doktorların çırpınışları arasında kayboluyordu. Ali’nin gözleri büyüdü, göğsüne koca bir kaya oturmuş gibi hissetti. Dudakları titredi, sesi kısık ve kırık çıktı:
“Hayır… Yaban Çiceği… dayan… ne olur dayan…”
Bir hemşire defibrilatörü hazırlayıp doktorun eline verdi. Elektrotlar Vannesa’nın göğsüne yerleştirildi, doktor yüksek sesle bağırdı:
“Şok, 200 joule! Herkes geri çekilsin!”
Bir anda herkes geri çekildi. Cihazın sesi uğuldadı, ardından göğsünden geçen elektrikle Vannesa’nın vücudu yatakta sıçradı. Monitör bir anlık kıvılcım gibi hareket etti ama tekrar düzleşti.
“Yanıt yok! Tekrar hazırlayın, 300 joule!”
Ali, kapının dışında dizlerinin üzerine çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Omuzları titriyordu, gözlerinden süzülen yaşları engelleyemiyordu. İçinde fırtına kopuyor, her saniye kalbinden parçalar sökülüyordu.
“Allah’ım… onu benden alma… ne olur, ne olur…”
İçeride ikinci şok verildi. Vannesa’nın vücudu bir kez daha sıçradı. Monitör yine düzleşti.
“Yanıt yok! Kalp masajına devam edin!”
Ali artık kendini tutamıyordu. Yumruklarıyla kapının çerçevesine vurdu, sesi boğuk bir çığlık gibi yankılandı:
“Vannesa! Beni bırakma! Ne olur dön bana!”
Doktorlar yorulmadan, vazgeçmeden devam ediyordu. Bir başka doktor, damar yoluna yeni bir ilaç enjekte etti:
“Adrenalin hazır! Uyguluyorum!”
O sırada Ali, gözlerini cama yasladı, solgun yüzüne son kez bakar gibi. Dudaklarından titrek bir fısıltı döküldü:
“Vannesa lütfen... Özür dilerim özür dilerim lütfen”
Doktorun sesi yeniden yankılandı:
“Şok, 360 joule! Herkes geri çekilsin!”
Odanın içinde üçüncü kez elektrik uğultusu yankılandı. Vannesa’nın bedeni bir kez daha sıçradı. Birkaç saniye boyunca ölüm sessizliği hâkim oldu.
Ve sonra...
Monitördeki dümdüz çizgi, bir an için kıpırdadı. Zayıf, ince bir dalga belirdi. Hemşireler derin bir nefes aldı, doktor hızla kontrol etti.
“Nabız çok zayıf ama var!”
O an, odada bir umut ışığı parladı. Ali, yere kapanmış halde, gözlerinden sel gibi yaşlar akarken bu cümleyi duydu. Başını kaldırdı, gözleri parladı, dudaklarından kırık bir şükür döküldü:
“Allah’ım şükürler olsun…”
Ama doktorun yüzü hâlâ ciddiyetini koruyordu. Nefesini tuttu, hemşireye dönerek sert bir sesle söyledi:
“Durumu kritik, stabil değil. Her an tekrar kaybedebiliriz. Nabzı korumamız gerek.”
Ali’nin içindeki umutla korku birbirine karıştı. O an, zaman onun için durmuştu. Kapının ardında sevdiği kadın yaşamla ölüm arasında gidip geliyor, her nefes adeta bir mucizeye dönüşüyordu.
Beyaz duvarların üzerine düşen gölgeler, içlerinde saklı acıyı daha da belirginleştiriyordu. Sessizlik, sadece uzaklardan gelen ayak sesleriyle ve ara sıra yankılanan anonslarla bozuluyordu.
Ameliyathanenin önünde, kapının üzerinde yanan kırmızı ışık, ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi temsil eder gibi parlıyordu. İçeride bir mucize için çırpınan doktorlar vardı; dışarıda ise koca bir adamın yüreği parça parça oluyordu.
Azad, duvara yaslanmış haldeydi. Sırtı soğuk fayansa değiyor ama içindeki ateşi söndüremiyordu. Gözleri, kapının üzerinde yanan o kırmızı lambaya kilitlenmişti.
Nefesi düzensiz, göğsü daralıyordu. Parmakları kenetlenmiş yumruklar halinde dizlerinin üzerinde titriyordu.
Yanında küçücük bedeniyle Agir oturuyordu. Sekiz yaşındaki o minik çocuk, yaşına hiç uymayan bir sessizlikle babasının yanında bekliyordu.
Gözleri kocaman açılmış, korkuyla ve çaresizlikle kapıya bakıyordu. Dudakları titriyor, göz kapakları şişmişti.
Bir süre sessizlik hâkim oldu. Sadece uzaklardan gelen monitör bipleri ve içerideki koşuşturmanın yankısı duyuluyordu. Sonra Agir, yutkunarak babasına baktı. Kısık, kırılgan bir sesle sordu:
“Baba… annem… iyileşecek mi?”
Azad’ın kalbi parçalandı. Çocuğunun gözlerindeki masumiyet ve korku, ruhunu bıçak gibi kesti. Gözlerini oğlundan kaçırmak istedi ama başaramadı. Elleriyle küçük oğlunun omuzlarını kavradı, titreyen sesiyle fısıldadı:
“Annen… güçlüdür oğlum. O, hepimizin düşündüğünden daha güçlü. Söz veriyorum… bizi bırakmayacak.”
Ama dudaklarından dökülen bu sözler, yüreğine ağır bir yük bindirdi. Çünkü kendisi bile ne olacağını bilmiyordu. İlk kez hayatında, gücünün hiçbir işe yaramadığını hissediyordu.
Agir, babasının gözlerinin içine baktı. İçinde sanki annesinin yokluğunu sezinlemiş gibi bir korku büyüyordu. Küçücük elleriyle Azad’ın parmaklarına sarıldı, sıkıca tuttu.
“Baba… annem gitmesin. Ben annemi istiyorum. Ben… annemsiz yapamam.”
Azad’ın boğazı düğümlendi. Oğlunu kucağına aldı, başını göğsüne yasladı. Bir eliyle oğlunun sırtını sıvazlarken, gözyaşları saklanmadan yanaklarından süzülmeye başladı.
O an, Azad Karaaslan değil, sadece çaresiz bir baba vardı. Omuzları titriyor, kalbinden taşan acıyı artık saklamıyordu. Dudakları titreyerek mırıldandı:
“Kızlarım… karım… Allah’ım onları bana bağışla…”
Agir, babasının ağladığını fark edince daha sıkı sarıldı. Küçücük elleriyle babasının boynuna dolandı. Titreyen sesiyle ağlamaya başladı:
“Baba… korkuyorum…”
Azad gözlerini kapattı, oğlunun saçlarını öptü. Gözyaşları, Agir’in saçlarına karıştı.
Karanlık koridorda bir baba ve oğul, umutla umutsuzluk arasında sıkışıp kalmış, kırık bir dualar zincirine tutunmuştu.
Uzakta, digerleri sessizce olanları izliyordu. Onlar da gözyaşlarını tutamıyordu.
Koridorun ucunda, ameliyathane kapısının üzerindeki kırmızı ışık hâlâ yanıyordu.
Zemin cilalıydı; neon ışıklar yerin üstünde titrek bir ayna gibi uzanıyordu. Bir anda kapı açıldı: Doktor, arkasında iki hemşire ve yan yana itilen iki küçük küvet…
İçlerindeki minik bedenler beyaz örtülere sarılı, başlarında hastanenin küçük örme şapkaları vardı; biri hafifçe inler gibi nefes alıyor, diğeri sessizce minik bir elini havaya aralar gibi kımıldatıyordu.
Azad’ın bakışı, küvetlere bir anlık umutla değdi ama hemen ardından, gözleri kapının boşluğuna mıhlanıp kaldı.
Ardından kimse çıkmıyordu. Efsun yoktu. Yoktu.
Bakışlarını yavaşça doktora çevirdi. "Karım ne zaman çıkacak?"
Doktor maskesini indirdi; yüzündeki yorgun çizgiler, gözlerindeki bulanık kırmızılık Azad’a gerçeği haber veriyordu.
Adam yutkundu, sesi zor duyulur bir çatalla çatladı:
“Başınız sağ olsun.”
Söz, koridorda cam bir bardak gibi kırıldı.
Efsun’un annesinden boğaz yırtan bir haykırış koptu; babası, iki adım geri sendeleyip duvara tutundu. Yasemin ile Hazal aynı anda çığlık attı ince, keskin, çaresizdi sesleri. Dijvan’ın dizleri çözüldü; Muhammed başını avuçlarına gömüp bir adım geri yürüdü, sanki ayaklarının altından zemin çekilmişti.
“Anne!” diye haykırdı Agir küçücük bedeniyle koşarak kapıya atıldı, sonra bir anda nefesi kesildi, dizlerinin üzerine düştü. Avuçlarıyla yere vurdu, “Anne!” diye yeniden bağırdı; sesi çatladı, gözlerinden yaşlar boşandı.
Azad’ın içindeki dünya bir uğultuyla çöktü. Ne ses kaldı, ne ışık. Geriye sadece kapının ardındaki beyaz bir boşluk ve Efsun’un adı…
O boşluğun içine fırladı. Doktorun omzuna çarparak ameliyathaneye daldı.
İçerisi buz gibi soğuktu. Keskin bir antiseptik kokusu, metal tadı gibi diline vuruyordu. Sedyenin üzerinde Efsun yatıyordu gözleri kapalı, kirpikleri solgun tenine yapışmış, dudaklarının rengi uçmuştu. Kalp monitöründe düz bir çizgi, ince bir sesle sonsuzluğa uzanıyordu.
Hemşireler usulca kabloları söküyordu: göğsündeki elektrotlar birer birer ayrılıyor, kolundaki damar yolundan bant çözülüyor, oksijen maskesi yan tarafa konuyordu.
“Dokunmayın!” diye haykırdı Azad. Sesi odanın paslı bir ziline çarpar gibi sert yankılandı.
“Dokunmayın ona ellemeyin!”
Bir hemşire irkilip geri çekildi, diğeri bakışlarını doktora çevirdi. Azad iki adımda sedyenin başına geldi, Efsun’un elini kavradı. Soğuk, ince bir cam gibi kırılgan geliyordu avucuna.
Parmaklarına, yüzüne, saçlarına baktı her zamanki koku yoktu; sabun, çiçek, ev… Yerinde sadece hastane, metal, ölüm sessizliği.
“Dildar… duy beni,” diye fısıldadı, nefesi çatlayarak. “Bak, kızlarımız geldi. Beni bırakma. Beni-” Sözleri boğazında düğümlendi.
Alnını onun alnına dayadı; gözyaşları Efsun’un kirpiklerine düştü, küçük ıslak boncuklar gibi parlayıp kaydı.
Hemşirelerden biri Efsun’un göğsünü örten çarşafı yavaşça yukarı çekmeye davrandı. Azad bir kez daha bağırdı “ÇEKMEYİN!”
Elini uzatıp çarşafın ucu tutan parmakları nazik ama kararlı bir hızla geri itti. “Daha bitmedi. O yaşıyor. O... dönecek.”
Doktor, sanki bir uçurumun kenarında duran birini ikna etmeye çalışan bir sesle yaklaştı: “Beyefendi… elimizden gelen her şeyi yaptık. Zaman… çok uzun süre…”
“Kes!” dedi Azad, gözlerini kaldırmadan.
Başparmaklarıyla Efsun’un yüzünü okşadı, yanaklarının silinen sıcaklığını aradı. “Duy beni, güzelim. Bak, ben buradayım. Nefes al. Nefes al… Hadi, bir kez daha.”
Dışarıdan iki bebek ağlaması aynı anda yükseldi ince, yeni doğmuş birer çan sesi gibi.
Azad durdu; o ses göğsünü delip geçti, içindeki paramparça geceye bir çizik gibi ışık attı. Gözlerini kapattı, yanağını Efsun’un yanağına bastı.
“Duyuyor musun? Kızlarımız… Seni bekliyorlar.”
Kapı eşiğinde Muhammed belirdi; gözleri ıslaktı, omuzları çökmüş. Arkasında Dijvan, çenesinde öfke ve acının taş gibi kilidiyle.
İçeri girmeye yeltendiler; sonra Azad’ın, sedyenin başında diz çökmüş hâlini görünce oldukları yerde kaldılar. Bu bir vedaydı kimsenin söze gücü yetmeyen bir vedâ.
Azad, Efsun’un elini iki avcunun arasına aldı; başparmağıyla yüzüğün soğuk metalini yokladı. “Sana söz,” dedi çatallaşan bir alçaklıkla.
“Kızlarımızı büyüteceğim. Agir’i koruyacağım. Adını her sabah evin duvarlarına söyleyeceğim. Ama şimdi… şimdi dön. Bir nefes. Yalnız bir nefes.”
Monitör sessizdi. Odanın tavanındaki ışık, Efsun’un yüzünde solgun bir hâle çiziyordu. Hemşireler birbirlerine baktı; geri çekildiler. Doktor başını eğip bir adım geride durdu.
Azad, alnını yeniden Efsun’un alnına dayadı. Zaman, sanki o iki alın arasında küçücük bir odacıkta durdu.
Dışarıdan bebeklerin ağlayışı dalga dalga içeri doldu iki ince kıvılcım gibi, karanlığın tam ortasında.
“Dokunmayın,” diye tekrarladı fısıltıyla, bu kez bir yalvarış gibi. “O benim nefesim.”
Ve Azad, sedyenin başında dizlerinin üzerine çökmüş, karısının soğuk ellerini avuçlarında ısıtmaya çalışırken, koridorun ötesinde bir anne ile babanın ağıdı, iki kız kardeşin çığlığı, iki ağabeyin iç çekişi ve küçük bir oğlun kesik kesik “anne” diye inleyen sesi, hastanenin beyaz duvarlarında uzun, uzun yankılandı.
Devam edecek 🩷
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 120.76k Okunma |
7.81k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |