
YAZAR'DAN
Azad sedyenin kenarına çökmüş, hâlâ Efsun’un soğuyan elini avuçlarının arasına sıkıştırıyordu.
Yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış, dudakları titreyerek onun kulaklarına fısıldıyordu:
“Dildar… ne olur bırakma beni… Gözlerini aç… Bak, kızlarımız geldi… Agir seni bekliyor… Bana bak, sen nefes almadan ben nasıl nefes alayım?”
Ama Efsun’un göğsü kıpırdamıyordu.
Dudakları kapalı, yüzünde buz gibi bir donukluk vardı. Monitör hâlâ düz bir çizgide inatla susuyordu. Azad’ın yüreği göğsünün içinde parçalanıyordu.
Bir an gözlerinde çılgın bir parıltı belirdi. “Hayır! Benim hayatımdan gitmeyeceksin.”
diye haykırdı.
Sedyenin üzerine eğildi, iki eliyle Efsun’un göğsüne bastı. Göğsü aşağıya doğru çöktü, tekrar bıraktı. “Hadi, nefes al!” dedi, bastı, bastı, bastı. Her bastığında kendi kalbini parçalıyor gibiydi.
Efsun’un yüzüne bakıyor, dudaklarının kıpırdamasını, göğsünün kalkıp inmesini bekliyordu.
Ama yoktu.
Sessizlik, sanki Azad’ın kulaklarını sağır ediyordu. O an zaman durmuş, dünya sadece ikisinin etrafında donmuştu.
“NEFES AL DİLDAR!” diye haykırdı, gözyaşları çenesinden aşağıya damlıyordu.
Elleriyle ritmik bastırmaya devam etti. Sedyenin metal gıcırtısı, Azad’ın nefeslerinin kesik kesik hırıltısı ve monitörün sabit, acımasız çizgisi…
Ama hâlâ nefes yoktu.
Azad’ın gözleri bir an boşluğa daldı, sonra yumruklarını sıktı. Yüreği, çaresizlikle kudurmuş bir deniz gibi kabarıyordu.
“Beni bırakma… Bensiz gidemezsin… Biz söz vermiştik… ÖLME!” diye haykırarak yumruğunu kaldırdı ve tüm gücüyle Efsun’un kalbinin üzerine indirdi.
Sedyenin metal aksamı çınladı, yumruğun etkisiyle Efsun’un göğsü şiddetle sarsıldı.
Bir saniye boyunca ölüm sessizliği hüküm sürdü. Azad’ın yüreği boğazında düğümlenmişti, nefesi kesilmişti.
Ve o an monitörde ince bir bip. Önce çok kısa, sonra tekrar, tekrar… Çizgi kıpırdadı. İnce, zayıf ama gerçek.
Efsun’un göğsü çok hafifçe yükseldi.
Dudaklarından kısık, çatallı bir nefes kaçtı. Azad’ın gözleri dolu dolu açıldı. Yanağını onun göğsüne dayadı, kalbinin altında yeniden başlayan o zayıf ama yaşayan ritmi duydu.
“Duyuyorum seni… Kalbim… Benim güzelim, sen geri döndün!” dedi hıçkırarak.
Hemşireler ve doktor donakalmıştı; biraz önce ellerinden kayan bir hayat, Azad’ın inadıyla geri gelmişti. Ama Azad hiçbirini görmüyordu. Elleriyle Efsun’un yüzünü kavradı, alnını onun alnına bastı.
“Beni bırakma… Ne olur, bir daha asla bırakma… Sensiz yaşayamam,” diye fısıldadı, gözyaşlarını onun saçlarına gömerek.
Monitörün düzenli bip sesleri odanın sessizliğinde yankılandıkça, Azad’ın dizlerinin üzerine çökmüş hâliyle titreyen omuzlarından taşan tek şey vardı:
Kaybolmuş bir adamın yeniden doğan umudu.
~~~
Hastanenin o soğuk, keskin kokulu koridorlarında zaman sanki donmuştu.
Günler birbirini kovalarken, Azad’ın kalbi hep aynı yerde asılı kaldı: Efsun’un gözleri açılmıyordu. Doktorlar onun hayati fonksiyonlarını koruduğunu, ama bilincine dönmesinin zaman alabileceğini söylüyorlardı.
O zaman, Azad için işkenceyle eşdeğerdi.
Her sabah gözlerini Efsun’un kapalı gözlerinde açıyor, her gece yine aynı çaresizlikle başını onun yastığının kenarına koyarak uyuyordu.
Ama o bekleyişin ortasında, iki küçük mucize kucağına doğmuştu.
İkisi de minicik, narin, ama hayata sımsıkı tutunan bebeklerdi. Azad ilk kez kucağına aldığında kalbi bir anlığına titredi; parmakları o küçücük ellerin arasında kaybolurken, gözlerinden yaşlar süzülmüştü.
Kızlarından biri daha gözlerini açar açmaz, ona kehribar gibi ışıldayan bakışlarını göstermişti.
Tam da babasınınki gibi; derin, koyu ve ateşi andıran bir renkti bu.
Azad, o bakışlarda kendini gördü, kendi geçmişini, kendi çocukluğunu, kendi öfkesini ve sevgisini. Öyle güçlü, öyle keskin bir bakıştı ki… Daha şimdiden onun Karaaslan soyunu taşıdığını haykırıyordu.
Diğeri ise daha dingin, daha naifti. Göz kapaklarını yavaş yavaş araladığında, Efsun’un gözleriyle karşılaştı Azad.
O saf, o yedi rengi andıran, denizle göğün arasında dolaşan gözler… Bir çift göz ki, ona ilk bakışta aşkı öğretmişti.
Azad’ın boğazı düğümlendi, kucağında kızına bakarken fısıldadı:
“Annenin gözleri… Sen annenden geldin, onun kalbini taşıyorsun…”
İki bebek, Efsun’un yokluğunu biraz olsun dolduruyordu ama Azad’ın yüreği hâlâ eksikti. Onlara saatlerce bakıyor, kokularını içine çekiyor, ufacık nefes alışlarını dinliyordu.
Ağladıklarında kucağına alıyor, uyuduklarında yanaklarına dudaklarını dayayıp fısıldıyordu:
“Anneniz gelecek… Ben söz veriyorum, o size ninni söylemeden bu dünya dönmeyecek.”
Ama zaman zalimdi.
İki haftalık süreçte Azad’ın saçlarına bembeyaz teller düşmeye başladı.
Henüz genç sayılabilecek adam, sanki on yıl birden yaşlanmış gibiydi. Sakalları dağınık, gözlerinin altı mor halkalarla dolmuştu.
O eski, korkusuz Karaaslan’ın yerinde artık uykusuz gecelerin gölgesinde tükenmiş bir adam vardı. Ama gözlerinde sönmeyen tek şey vardı: inat.
Her gün kızlarını kucağına alıyor, yan yana yatırıp onların minik ellerini avuçlarına bırakıyor, sonra başını kaldırıp Efsun’a bakıyordu.
Kadınının gözleri hâlâ kapalıydı, ama Azad onun duyduğuna inanıyordu.
“Bak, Dildar,” diyordu her gün, sesi titreyerek.
“İşte kızların… Gözlerini aç, onları gör. Seni bekliyorlar. Beni değil, onları bırakma. Sen annesin, sensiz olmaz.”
Zaman geçtikçe, bebeklerin minik yüzleri biraz daha belirginleşiyor, gözlerindeki renkler daha çok ışıldıyordu. Azad her baktığında hem gurur hem de tarifsiz bir acı duyuyordu. Çünkü o gözlerde hem kendi ömrünü hem de Efsun’un yokluğunu görüyordu.
Ve her gece… O iki küçük kalbin ritmini dinlerken, bir yandan da Efsun’un kalp atışlarını susturmamaya ant içmiş gibi yanında oturuyordu.
Dizlerinin dibinde büyüyen umutla, saçlarına düşen akların gölgesinde… Azad Karaaslan bekliyordu.
Azad, yatağın yanında, Efsun’un elini sıkıca tutmuş oturuyordu. Yüzündeki yorgunluk, saçlarına düşen aklarla birleşmiş, gözlerindeki derin bakış artık bir ağırlık taşır olmuştu. Kucağında iki küçük bebek, ikisi de farklı bir dünyadan gelen gözlerle ona bakıyordu.
Kapı aralandığında içeriye ağır adımlarla Agir girdi. Sekiz yaşındaki küçücük bedeni, yaşının çok ötesinde bir yük taşıyordu.
Gözleri kızarmış, yanakları tuzla kurumuş yaşlarla kaplıydı. Küçük ellerini yumruk yaparak kapıya tutunmuştu. İçeri girer girmez gözleri, annesinin hâlâ kapalı gözlerine kaydı.
Dudaklarından titreyerek tek kelime döküldü:“Anne…”
O an, o küçücük ses odanın bütün sessizliğini paramparça etti. Agir, annesinin uyanmadığını gördüğünde boğazındaki düğüm çözülür gibi oldu, gözyaşları yeniden sel olup aktı.
Kollarını açıp Azad’a koştu, babasının dizlerine kapandı. Sırtı hıçkırıklarla titriyor, nefesi düzensiz çıkıyordu.
Azad, kollarını oğlunun üzerine kapatıp onu göğsüne bastırdı, başını küçük oğlunun saçlarına yasladı.
Agir, gözlerini kaldırıp kardeşlerine baktı. İki minik bebek, ağabeylerinin titreyen hıçkırıklarını duyar gibi huzursuzlandı.
Önce ufak ufak kıpırdandılar, sonra aynı anda ağlamaya başladılar. İnce, pamuk gibi sesleri odayı doldurdu. Sanki annelerinin uyanmamasına onlar da isyan ediyordu.
Azad, bebekleri Agir’in yanına koyduğunda sahne kalbinin en derinine dokundu: Küçük bir çocuk annesi için ağlıyordu, bebekler onun gözyaşlarını hissediyor ve aynı anda haykırıyordu.
Bu sesler birleşip odada yankılanan bir acı korosuna dönüştü.
Azad başını kaldırıp oğlunun gözlerine baktı. O gözler… İşte oradaydı. Kehribar gibi ışıldayan, derin, kararlı ve güçlü bir renk. Azad’ın kendi gözlerinin aynısıydı. Ama o bakışlarda sadece babasına benzemek değil, aynı zamanda annesine duyduğu özlemin de ağır yükü vardı.
Agir, hıçkırıklarının arasından kısık bir sesle fısıldadı:
“Anne… neden uyanmıyorsun? Beni duymuyor musun?”
Azad’ın boğazı düğümlendi. Oğlunun o bakışında hem umut hem de paramparça olmuş bir kalp vardı. Onu sıkıca kucakladı, üç çocuğunun da varlığıyla sanki dünyayı sırtlamış gibiydi. Ama içi kanıyordu.
Bebeklerin ağlaması, Agir’in çığlık gibi haykırışına karışıyor, Efsun’un başucunda yankılanıyordu. Azad’ın kalbinde bir inanç vardı: belki bu sesler, belki çocuklarının o masum haykırışı, Efsun’un derin uykusuna bir yol bulacak, karanlığın içinden ona ulaşacaktı.
Ama şimdilik… Efsun hâlâ uyuyordu.
Ve Azad, saçlarına düşen her yeni akla rağmen dimdik ayakta kalmak zorundaydı.
Çünkü üç çift göz biri kehribar, biri anne gibi yedi renk, diğeri yeniden babasının ışığını taşıyan sadece ona bakıyordu.
Efsun’un bilinçsizliği derin bir karanlıktaydı; bedeninin tüm kasları hareketsiz, nefesi ağır ve düzensizdi.
Ama rüyasında, zihninin karanlık köşelerinde sessiz bir yankı vardı bir fısıltı gibi, önce çok uzakta, sonra gittikçe yakınlaşıyordu.
Gözleri kapalı olsa da, rüyasında odanın içi canlıydı. Azad, başını ellerinin arasına almış, çökmüş bir şekilde oturuyordu.
Omuzları titriyor, alnında çizgiler derinleşmişti; saçlarına düşen aklar, yaşadığı yıkımı ve çaresizliği sessizce anlatıyordu.
Efsun, bu görüntüyü hissediyor, kalbinin derinliklerinde bir acı dalgası yükseliyordu. Azad’ın yıkılmış hali, rüyasının içinde sanki gerçekten bir yankı gibi patlıyordu her nefesiyle yüreğine işleyen bir ağırlık.
Derken, küçük oğulları Agir’in sesi duyuldu, yumuşak ama çaresiz bir ses. “Anne… anne…” diye haykırıyor, minik bedenini hıçkırıklarla sarsıyordu.
Efsun, rüyasında Agir’in gözyaşlarının yüzüne çarpan sıcaklığını hissediyordu; tüyleri diken diken, kalbi sıkışmıştı. Her damla, rüyasında bir çığlık gibi yankılanıyor, onu derin bir endişeye sürüklüyordu.
Ve bebekler… İki küçük kız, minicik elleriyle havada sallanıyor, titreyen nefesleriyle ağlıyorlardı.
Sesleri, rüyasında sanki çarpan bir dalga gibi yayıldı; birbirine karışan ağlamalar, Efsun’un bilinçaltını delip geçiyor, her biri ayrı bir acıyı, ayrı bir endişeyi taşıyordu.
Efsun, onları hissettiğinde, anne içgüdüsü derin bir panikle uyanmaya çağırıyordu ama bedeni hâlâ uykuda, nefesi hâlâ düzensizdi.
Rüya bir anda keskinleşti: Azad’ın yıkılmış hali, Agir’in gözyaşları ve bebeklerin ağlayışı bir anda gözlerinin önüne geldi.
Efsun, bilinçaltında hissetti; sanki odadaki bütün acıyı tek bir noktada topluyordu.
Kalbi delicesine atıyor, zihninde bir alarm çalıyor, bedenini uyanmaya zorluyordu. Göz kapakları titredi, dudakları aralandı ama hâlâ tam olarak uyanamadı.
O an, rüyasında Azad’ın elini sıkıca tuttuğunu hissetti; yıkılmış, ama hâlâ dimdik ayakta olan bir adamın sevgisi ve acısı. Agir’in titreyen elleri onun ellerine değiyor, bebeklerin minik çığlıkları kalbinde yankılanıyordu.
Tüm bu duygular çaresizlik, sevgi, korku ve umut Efsun’un bilinçaltında birleşip, onu derin uykusundan çıkarmak için bir köprü kuruyordu
Vannesanın odasına sessizlik çökmüştü; beyaz duvarlar ve pencereden süzülen soluk ışık, yoğun bakımın soğuk havasını daha da belirginleştiriyordu. Oda, hastanenin rutin uğultusu dışında neredeyse sessizdi; sadece monitörlerin hafif bip sesleri ve soluk boru akışlarının ritmi duyuluyordu.
Ali, Vannesanın başucunda ayakta bekliyordu. Yorgun ve endişeli bakışları, her an bir mucize bekler gibi sabırsız, ama temkinliydi. Ellerini sıkıca kenetlemiş, parmaklarının arasında oluşan beyaz çizgiler, endişesinin fiziksel tezahürüydü.
Vannesanın bedeni hâlâ yataktaydı; yüzü soluk, nefesi düzenli ama ağır ve yavaş akıyor, elleri yanları boyunca hareketsiz duruyordu. Monitörün ritmik bip sesi, Ali’nin kalp atışlarıyla senkronize gibi geliyordu.
Her bip, Ali’nin içini sıkıyor; her duraklama, bir ömür gibi uzuyordu.
Ve o an geldi; Vannesanın göz kapakları hafifçe titredi. Ali hemen eğildi, nefesini tutarak baş ucuna yaklaştı. “Vannesa… uyan… lütfen…” diye fısıldadı, sesi hem korku hem umut taşıyordu.
Vannesanın göz kapakları yavaşça açılmaya başladı, önce bir çatlak gibi bir ışık sızdı, sonra gözleri Ali’nin yüzünü seçebilecek kadar aralandı.
Gözleri ilk başta bulanıktı, derin bir uykunun ardından hâlâ karanlık ve şaşkındı. Ali’nin yorgun ama umut dolu yüzünü seçtiğinde, küçük bir nefes aldı; dudaklarından sessiz bir “Ali…” fısıltısı çıktı.
Ali hemen dizlerinin üzerine çöktü, elleri hâlâ Vannesanın ellerinde; parmaklarını onun soğuk ellerinin arasına sıkıca sardı.
“Vannesa… buradasın… uyanıyorsun…” dedi, sesi titreyerek ama sevinçle doluydu.
Vannesanın gözleri ilk anda dağınıktı, odadaki her şeyi tek tek algılamaya çalışıyor; monitörlerin ışıkları, beyaz duvarlar, Ali’nin yüzü… Her detay yeni bir gerçeklik gibi geliyordu.
Hafif bir titreme vücudunu sarmış, nefes alış verişi hâlâ düzensizdi ama gözlerindeki bulanıklık, yavaş yavaş netleşiyordu.
Ali, başucunda diz çökmüş, Vannesanın ellerini bırakmadan, yavaşça başını okşuyor, gözlerinin içine bakıyordu. “Korkma… her şey yolunda… buradayım,” dedi. Vannesanın dudakları titredi, gözleri hafifçe doldu; ilk kez derin uykunun karanlığından gerçeğe geçerken, Ali’nin varlığı ona hem güven hem de umut veriyordu.
Vannesanın gözleri, odadaki ışıkla birlikte canlılığını geri kazanmaya başladı; Mavi gözleri parlak, dikkatli ve şaşkın bir bakıştı.
Ali ise onun yanında yıkılmaktan korkar gibi ama derin bir rahatlama ile nefes aldı.
İlk nefesler yavaş ama bilinçliydi; Vannesanın bedeni hâlâ zayıf, ama gözlerindeki canlılık, hayatın kırılgan ama güçlü bir şekilde geri döndüğünü anlatıyordu.
Vannesanın gözleri yavaş yavaş odadaki ışığı ve Ali’nin yüzünü seçerken, zihninin derinliklerinde ani bir yankı belirdi; sanki uzun bir tünelden gelen bir çığlık gibi.
Beyninde aniden Efsun’un kaçırılma anı belirdi: o panik dolu anlar, arabaların hızı, bağrışmalar, silah sesleri… Vannesanın kalbi hızlı atmaya başladı, nefesi kesildi. Gözleri büyüdü, kaşları çatıldı; elleri yavaşça havada dondu.
Rüyasının kalan kısmı, Agir’in mezarın başında, küçük sesiyle “Teyze… annem gitti” dediği o anı tekrar gösterdi ona.
Küçük çocuğun sesi, kalbini adeta delip geçiyordu. Vannesanın göğsü sıkıştı, gözlerinden yaşlar süzüldü; dudakları titredi, gözleri bulanıklaştı ama aynı anda bir farkındalık, bir dehşet dalgası onu sarıyordu.
Ali hemen fark etti; Vannesanın nefesi düzensizleşti, elleri istemsizce havada titriyordu. “Vannesa… sakin ol, ben buradayım,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle, ellerini onun ellerine koyarak.
Vannesanın gözleri Ali’ye takıldı, ama zihni hâlâ Efsun ve Agir’in sesiyle doluydu.
Vannesanın dudakları kısık bir sesle fısıldadı: “Efsun… Agir…” Gözleri korku, acı ve çaresizlikle doldu; rüyada hissettiği o kayıp, şimdi gerçek gibi zihnini sarıyordu.
Ali, onun ellerini daha sıkı tuttu, başını hafifçe okşadı; “Her şey kontrol altında, sakin ol, buradayım,” dedi.
Vannesanın kalbi hâlâ hızlı atıyor, rüya ile gerçek arasındaki sınır silikleşmişti.
Gözleri, Agir’in küçük yüzünü, Efsun’un acılı yüzünü zihninde tekrar tekrar çiziyor, elleri istemsizce sıkılıyor, dudaklarından sessiz bir inleme geliyordu.
Ali, bu karmaşayı hissetmiş, sessizce yanında durarak onu gerçekliğe geri çekmeye çalışıyordu.
Vannesanın gözleri karardı, zihnindeki panik ve korku bir anlık güçle bedeniyle birlikte harekete geçti. Ayağa kalkmak istedi, bacakları titredi ama kalbi hızla atıyordu; Efsun’a gitme isteği, her adımında zihnini yakıyordu.
Ali hemen onun önünde durdu, nazik ama kararlı bir sesle: “Vannesa, sakin ol! Hemen kalkamazsın, önce nefesini topla.”
Vannesanın elleri Ali’nin kollarına dokundu, gözleri dolmuş, dudakları titriyordu: “Ama… gitmem lazım! Onlar…” Fakat Ali pes etmedi; onun kollarını sıkıca tutarak: “Sakin ol, hemen gitmekle bir şey çözülmez, önce güç toplamalısın,” dedi.
Vannesanın vücudu Ali’ye karşı hafifçe direnmeye çalıştı, gözlerinde çaresizlik ve endişe dolu bir bakış vardı, ama Ali onu nazikçe tekrar yatağa oturttu.
Tam o anda kapı açıldı ve Agir sessiz ama hızla odaya girdi. Küçük adımları hızla ilerlerken gözleri annesinin yokluğunun boşluğunu yansıtıyordu.
Agir, teyzesinin yanına geldiğinde Vannesanın gözlerinin üzerine kaydığını fark etti; minik ellerini açtı ve sessizce ona doğru yürüdü. Vannesanın gözlerinde şaşkınlık ve sevinç bir arada parladı, ama hâlâ bedeni hâkimiyetini kaybetmişti.
Agir, teyzesinin yanına geldiğinde titreyerek ama dikkatle sarıldı. Kollarını Vannesanın etrafına doladı, başını göğsüne sakladı. Küçük sesi, hıçkırıklarla dolu ama güven arayan bir tonla çıktı: “Teyze… annem uyanmıyor… Kardeşlerim çok ağlıyor… Ama annem duymuyor.”
Vannesanın kalbi Agir'in sesini duyunca derinden sızladı. Gözleri nemlendi, dudakları titredi, elleri Agir’in saçlarını nazikçe okşadı. Küçük vücut göğsüne yapışmıştı; Agir’in çaresizliği ve hüzün dolu sözleri, Vannesanın içinde derin bir koruma ve sevgi dalgası uyandırdı.
Ali, onları dikkatle izliyordu; Vannesanın tepkilerini, Agir’in sarılmasını ve minik yüreğinin sızısını hissediyordu. Sessizlik bir anda odanın içinde ağır bir şekilde yayıldı; Vannesanın nefesi yavaş yavaş düzeldi, kalbi Agir’in sıcaklığıyla biraz olsun sakinleşti.
Vannesanın zihninde bir kırılma noktası olmuştu; artık sadece korku değil, Agir’in varlığı ve sevgisi ona güç veriyordu. Agir’in titreyen sesi ve gözyaşları, onun içindeki acıyı sarsıyor ama aynı zamanda uyanmaya, harekete geçmeye çağırıyordu.
Gözyaşları yanaklarından süzüldü, boğazı düğümlendi, sesi hıçkırıklarla karıştı: “Özür dilerim… Agir… ben anneni koruyamadım”
Agir, küçük ama anlamlı bir bakışla Vannesaya döndü, gözleri kehribar renkli, dolu dolu parlıyordu. Küçük elleriyle teyzesinin yüzüne dokundu, hafifçe titreyen sesiyle: “Teyze… sen oradaydın… annemi yalnız bırakmadın… kendini suçlama”
Vannesanın yüreği çocukça sözlerle bir kez daha parçalandı; ağlarken Agir’in titreyen omuzlarını tuttu, küçük vücudunu sarmaladı ve sessizce, kalbi acıyla dolu bir şekilde hıçkırarak, “Kardeşim uyanacak” dedi.
Oda bir anda sessizlikle doldu; Ali onların yanına yaklaşarak, sessizce desteğini sundu. Vannesanın gözyaşları Agir’in sıcaklığı ve Ali’nin desteğiyle biraz olsun hafifledi, ama içinde hâlâ derin bir suçluluk ve korku vardı.
Vanessa sessiz adımlarla Efsun’un odasına girdi. İlk bakışı baş ucunda hastane beşiğinde yatan iki küçük bebek oldu; gözleri doldu ve sessizce, boğuk bir şekilde hıçkırarak ağlamaya başladı.
Küçük bebeklerin narin nefes alışları, onun yüreğine hem acı hem de umut karışımı bir his yerleştirdi. Elleri titreyerek beşiğin kenarına dokundu, bebeklerin ellerine bakarken, içinden “Onları da koruyamadım…” diye geçirdi, gözlerinden sıcak yaşlar akmaya devam etti.
Derin bir nefes aldı, cesaretini topladı ve Efsun’a yaklaştı. Hafifçe alnına dokundu, yumuşak bir öpücük kondurdu ve boğuk bir fısıltıyla:
“Kardeşim… affet… koruyamadım.”
O anda Azad ayağa kalktı, Vanessa’ya yaklaştı ve elini omuzuna katarak sıcak bir şekilde konuştu:
“Sen onu korumak için her şeyi yaptın, Vanessa… Biz sana çok şey borçluyuz.”
Vanessa, gözyaşlarını sildi ama yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Hala titreyen sesiyle, ama kararlılık dolu bir tonla cevap verdi:
“O benim kardeşim, Azad Ağa… Onun için canımı bile veririm.”
Azad, Vanessa’nın sözlerindeki derinliği hissetti ve gözlerindeki hüzünle birlikte bir teşekkür ve güven dolu bakış fırlattı.
Vanessa, Efsun’un sessiz varlığına bakarken, hem suçluluğu hem de sevgiyle dolu kalbini hissetti; küçük bebeklere baktığında ise sanki yeniden güç buluyor, dayanacak bir sebep buluyordu.
Oda, sessizliğin ve hafif hıçkırıkların karışımıyla dolarken, Vanessa, Ali'nin desteğiyle ayakta durabiliyor ve kardeşinin yanına olmanın verdiği ağırlık ve sorumluluğu sessizce taşıyordu.
Devam edecek 🩷
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 120.57k Okunma |
7.78k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |