
YAZAR'DAN
Günler ağır ağır geçti. Hastane koridorları sessizliğin ve endişenin yankılandığı bir labirent gibiydi. Her ziyaret, Efsun’un ailesi için hem bir teselli hem de yürek burkan bir sınavdı.
Efsun’un annesi, ellerini sürekli kenetleyip dualar ederken, gözleri sedyenin üzerindeki kızıyla buluştuğunda yaşlarla doluyordu. Her adımı sanki sessiz bir çığlık gibiydi; kalbi hem umut hem korku ile çarpıyordu.
Babası, duraksamadan odanın kapısında bekliyor, her gelen doktoru merakla izliyordu; gözlerinin altındaki morluklar ve çökük yanakları, geceleri uykusuz geçirdiğinin sessiz kanıtıydı.
Dijvan, kararlı adımlarla geliyordu; fakat gözlerinde bu kez sert bir öfke değil, derin bir endişe vardı. Oda kapısından Efsun’a bakarken, omuzları istemsizce çökmüş, nefesini tutarak dua ediyordu.
Kardeşi, Rojda ve Ferhat da gelmişti; Rojda sessizce köşeye oturmuş, ellerini birleştirip gözlerini kapamıştı, Ferhat ise ablasının yanından ayrılmıyor, her adımında sanki Efsun’a bir nebze güç aktaracağını düşünüyordu.
Her gün hastanenin kapısından girip çıkarken, bu aile parçaları sanki sessiz bir ritüel oluşturmuş gibiydi: Efsun’u görmek, nefes almak, sonra tekrar bekleyişe dönmek. Her bakış, her sessiz adım, yaşla birleşen bir korku ve umut molasıydı.
Hazal ve Yasemin ise ayrı bir acıyı taşıyordu. Her gelişlerinde gözyaşları yüzlerinden sel gibi akıyordu. Hazal, ellerini tutarak sessizce dua ederken, Yasemin’in nefesi hıçkırıklarla kesiliyordu; gözleri kırmızı, yüzü solgundu, ama Efsun'a olan sevgisi her damla yaşta hissediliyordu.
İkisi de Efsun’un yanında olamamanın acısını, sedyenin kenarında, sessiz ve derin bir kederle yaşıyordu.
O günlerde hastane odaları bir karmaşaya dönüşmüştü; ama aynı zamanda sevgiyle örülmüş bir bekleyişin sahnesiydi. Her aile üyesinin gözlerinde, her yaşanan anın ağır gölgesiyle birlikte, Efsun’a duyulan derin bağlılık ve umut vardı. Ve her gelen ziyaretçi, küçük odada yankılanan sessizliği, gözyaşlarıyla kırıp geçiriyordu.
Oda sessizdi, yalnızca Efsun’un hafif nefes alıp verişi ve Agir’in ara ara sessizce hıçkırmaları duyuluyordu.
Küçük bebekler, iki ay erken dünyaya gelmiş olmanın verdiği hassasiyetle huzursuzlanıyor, minik ellerini sıkıp ağlamaya başlıyorlardı.
O an, hemşire sessiz adımlarla içeri girdi, nazikçe bebekleri kollarına alıp onları sakinleştirmeye çalıştı.
Azad, sedyenin kenarında diz çökmüş, gözleri endişe ve çaresizlikle dolu şekilde bakıyordu. “Kızlarım… iyi mi?” diye sordu, sesi hem titrek hem de kırılgan bir umutla doluydu.
Hemşire derin bir nefes aldı, Azad’ın gözlerinin içine bakarak konuştu: “Azad Bey… çok zayıflar. İki ay erken doğdukları için bedenleri henüz tam olarak gelişmedi. Ama merak etmeyin, elimizden geleni yapıyoruz. Anne sütüne ihtiyaçları var, vücutları için çok önemli… Ama şu an anneye verilen ilaçlar nedeniyle emziremiyoruz. Onları korumak için özel bakım yapıyoruz, her şey kontrol altında.”
Azad, kelimeleri sindirmeye çalışırken gözleri doldu, elleri bebeklerin üzerindeymiş gibi havada asılı kaldı. “Onlar… hayatta kalacak mı? Kızlarım…” diye mırıldandı. Sesinde korku ve duaların iç içe geçtiği bir karışım vardı.
Hemşire hafifçe başını salladı, yumuşak ama kararlı bir sesle: “Evet, Azad Bey. Hayatta kalacaklar. Ama sabırlı olmalısınız, vücutları henüz çok hassas. Biz buradayız, onları yalnız bırakmayacağız. Siz de annenin yanında kalın, ona güç verin; bebeklerinizin hissettiği sevgi, onların hayatta kalmasına yardım ediyor.”
Agir, annesinin yanına sokulmuş, elleriyle Efsun’un saçını tutarak, başını annesinin göğsüne saklamıştı. Küçük nefes alışverişleriyle hıçkırıkları odada yankılanıyordu. Azad, oğluna bakarken bir yandan da hemşireye teşekkür etti, gözlerindeki karışık duygu ve çaresizlik, sessiz bir hüzün dalgası gibi odayı dolduruyordu.
Koridorun soğuk duvarlarında yankılanan tek şey Azad’ın ağır adımlarıydı. Gözleri hâlâ ameliyathanenin kapısında kalmıştı ama dizleri titreyerek ilerledi. O an, karşısında Efsun’un annesini gördü.
Yorgun, bembeyaz olmuş yüzünde yılların acısı vardı. Omuzlarına çöken hırkanın içinde, bir dağ gibi dik durmaya çalışıyordu ama gözlerinden taşan hüzün her şeyi ele veriyordu.
Azad’ın kalbine bir sancı saplandı. İçinde aylardır taşıdığı bir yük, bir suçluluk… Ve en önemlisi, o kadının dilinden çıkan beddua.
“Gamı reva gördün, canın deva görmesin… Yıkılsın gönlünün sarayı, kimse tuğla örmesin inşallah!”
O söz, aylardır beyninde bir çan gibi çalıyordu. Mutlu olamamıştı. Her kazandığı şeyin bir bedeli olmuştu. Her gülüşünün içinde bir eksiklik, her mutluluğunun gölgesinde bir keder vardı. Şimdi de hayatının en kıymetlisi ölümle boğuşuyordu.
Birden, Azad’ın dizleri çözüldü. Tüm gururunu, tüm “ağa” unvanını, bütün sertliğini orada bıraktı. Dizleri koridorun soğuk zeminine değdi. Başını kaldıramıyordu. Gözlerinden yaşlar, ellerine doğru akarken titreyen sesiyle fısıldadı:
“Anne…”
O kelime dudaklarından çıktığında kendi içi de parçalandı. Onun annesi çoktan gitmişti ama Efsun’un annesi, çocukluğundan beri hayatında hep vardı.
Annesinin öldüğü gün, başını onun dizine koymuş, gözyaşını onun eteğine akıtmıştı. Ve şimdi… yine aynı yerdeydi.
“Anne, ne olur…” dedi, hırıltılı bir sesle.
“Dildar'ı zorla almak istedim Sen bana beddua ettin… O günden beri içim hiç gülmedi. Her gün, her nefesimde o sözleri taşıdım. Mutlu olamadım. Hep yarım kaldım. Şimdi de… şimdi de gözlerimin önünde canımdan çok sevdiğim o kadın, senin kızın ölüyor. Allah aşkına, ne olur… o bedduayı benden geri al. Yalvarırım…”
Sesi titredi, boğazı düğümlendi.
Ağlamaktan omuzları sarsılıyordu. Koskoca Azad Karaaslan, herkesin korktuğu, sertliğiyle bildiği adam, bir annenin önünde paramparça olmuştu.
Efsun’un annesinin dudakları titredi.
Yıllarca içinde taşıdığı sızı, gözlerinden yaş olup aktı. Yüreği hâlâ kızının acısıyla yanıyordu, ama Azad’ın bu hâlini görmek… Yıllarca kendi evladı gibi büyüttüğü o çocuğu böylesine yıkılmış görmek… kalbinin en sert taşını yerinden oynattı.
“Azad…” dedi, sesi çatallı, acıyla yoğrulmuştu. “Sen bana evlat gibiydin. Senin annen, canımın yarısıydı. O gidince seni kendi evladım bildim. Sen Benim kıymetlimi, gözümün nurunu gözyaşına boğdun. O gün kalbim öyle yanıyordu ki… sana beddua ettim. O sözlerim… içimdeki ateşin diliydi. Ama şunu bil… hiçbir zaman sana kin tutmadım. Çünkü sen bana annenden emanet kaldın.sana kinle değil, yarayla baktım hep. Çünkü ben seni de evladım bildim”
Azad, gözyaşları içinde başını kaldırdı. Gözlerindeki pişmanlık ve acı kadını derinden sarstı.
“Ne olur…” dedi titreyerek. “Ne olur o bedduayı üzerimden al. Benim cezam neyse çekerim, ama çocuklarımın, Efsun’un hayatı bu bedduanın gölgesinde yanmasın. Benim günahımı bana yaz, onlara değil!”
Efsun’un annesi gözlerini kapattı. Dudaklarından sessizce dualar döküldü. Gözyaşları yanaklarından süzülürken Azad’a doğru eğildi. Elleri titreyerek Azad’ın omzuna kondu.
“Azad…” dedi, gözlerinden yaşlar süzülürken. “Senin üzerine ettiğim beddua… belki seni çökertti, belki bana da ağır geldi. Ama unutma Azad, gerçek beddua kuldan değil, Allah’tan gelir. Benim dilimden çıkan sözün hükmü olmaz. Asıl hüküm Allah’a aittir. Ama bil ki, ben kızım için, torunlarım için o bedduayı geri aldım. Allah’tan diliyorum ki kalbinize şifa versin. Yalnız bir söz istiyorum senden: Kızıma bundan sonra huzurdan başka bir şey yaşatma.”
Azad, gözyaşları içinde başını eğdi, kadının elini ellerine alıp öptü. Boğazından titreyerek şu sözler döküldü:
“Söz veriyorum… Onun her nefesini, her gülüşünü kendi canımdan çok koruyacağım. Onu yaşatmak için ömrümü vereceğim.”
O an koridorda ağır bir yük hafifler gibi oldu. Ama Azad’ın kalbi hâlâ Efsun’un odasında, kapalı gözlerinin arkasındaydı.
Azad’ın gözleri yaşla doluydu. Ellerinde sımsıkı tuttuğu o kadının nasırlı, yaşlı elleri, bir annenin şefkatini hatırlatıyordu ona. İçinde yıllardır taş gibi oturan yük sanki biraz hafiflemişti. Ama ne beddua, ne gurur, ne yılların kini… hiçbir şey Efsun’un kapalı gözlerinin yerini tutmuyordu.
Azad ağır adımlarla Efsun’un odasına döndü. Kapının gıcırtısı koridorda yankılandı. İçeri girerken gözleri hemen yatağa takıldı. Beyaz çarşafların ortasında, kablolar ve makinelerin arasında Efsun yatıyordu. Solgun yüzü, bir ölü kadar sessizdi. Dudaklarının rengi çekilmiş, elleri incecik kalmıştı.
Azad yavaşça yanına geldi. Dizlerinin bağı çözüldü, yatağın kenarına oturdu.
Parmakları titreyerek Efsun’un ellerini avuçladı. Soğuktu. Öyle soğuktu ki, Azad’ın kalbi bir an duracak gibi oldu. Elini sıkıca sardı, alnını onun eline yasladı.
“Dildar…” diye fısıldadı, sesi hıçkırıklarla boğulmuştu. “Ne olur… ne olur beni böyle bırakma. Sen gözlerini açmazsan ben kim olurum? Benim nefesim senin nefesinle var. Kızlarımız sensiz büyüyemez. Agir sensiz yapamaz. Ben… ben hiç yapamam. Ne olur, aç gözlerini. Bir kere… bir kere bana bak.”
Sözleri dudaklarından dökülürken boğazı düğümlendi. Gözyaşları damla damla Efsun’un eline düştü. O an tüm gururunu, tüm gücünü kaybetmişti. Azad Karaaslan değildi artık; sadece yüreği paramparça olmuş, sevdiği kadının elinde can veren bir adamdı.
Birden Efsun’un dudaklarına baktı. Nefes alıyor muydu? Göz kapakları titredi mi? Yoksa ona öyle mi geldi?
Azad heyecanla başını kaldırdı, gözlerini onun yüzünde gezdirdi. Ama hayır… hiçbir kıpırtı yoktu. O, hâlâ derin uykusundaydı.
Azad’ın kalbine bir hançer saplanır gibi oldu. İçinden bir çığlık yükseldi. Başını tekrar eğdi, alnını Efsun’un göğsüne dayadı. Sesinde hem öfke, hem çaresizlik, hem de yürekten kopan yalvarış vardı:
“Beni cezalandıracaksan cezalandır… ama çocuklarını annesiz bırakma, beni sensiz bırakma! Ben sensiz yaşayamam, Dildar! Gözünü aç… duy beni… ne olur duy!”
O an bebeklerin incecik ağlayışları odanın yan tarafından geldi. Hemşire biraz önce onları yataklarının yanına getirmişti. İkisi de huzursuzca kıpırdanıyor, küçük ellerini havaya kaldırıp sanki annelerini arıyorlardı.
Azad gözyaşları içinde kafasını kaldırdı, kızlarına baktı. İçlerinden biri, kehribar gözleriyle babasına tıpatıp benziyordu; diğeri, kapalı göz kapaklarının altından annesinin yemyeşil gözlerini saklıyordu.
İkisi de minik, zayıf, narin… ama içlerinde yaşama tutunma çabası vardı.
Azad onları seyrederken daha çok yıkıldı.
Kalbinden fısıldadı, Efsun’un duyamayacağını bile bile onun kulağına eğilip dedi:
“Bak… kızların seni arıyor. Sen uyanmazsan büyüyemezler. Hemşire diyor ki zayıflar… sensiz büyüyemezler. Ne olur, gözlerini aç. Onlar için… bizim için… bir kere daha gözlerini aç!”
Sesi öyle içten, öyle kırık çıkıyordu ki, sanki odanın duvarları bile onun acısına kulak kesilmişti.
Bebeklerden biri daha yüksek sesle ağladı. Azad dayanamadı, ayağa kalktı, beşiğe gidip minicik bedeni avuçlarının arasına aldı. Öyle hafifti ki… korktu, sanki yanlış nefes alsa kırılacak gibi.
Minik başını göğsüne yasladı, dudaklarından şu sözler döküldü: “Baban burda, kızım… Ama annen olmadan ben de yarımım, siz de yarımsınız. Ne olur, Allah’ım… bana onu bağışla…”
Sonra yeniden Efsun’un yanına geldi. Bir eliyle bebeği tutuyor, diğer eliyle Efsun’un parmaklarını avucunda sıkıyordu. Gözleri kapanmamış, uyumamıştı günlerdir.
Saçlarına düşen ak teller ışığın altında daha belirginleşiyordu. Birkaç haftada yıllarca yaşlanmış gibiydi.
Ama o an kalbinde tek bir şey vardı: Efsun’un gözlerini açması.
Geceler birbirini kovalıyordu. Hastane odasının duvarlarında zaman neredeyse akmıyor, sadece makinelerin tekdüze sesleri saatleri haber veriyordu.
Azad, her sabah ve her gece aynı yerinde oturuyordu: bir yanında hâlâ gözlerini açmayan Efsun, diğer yanında minicik bebeklerinin bulunduğu küvetler.
Bebekler çok zayıftı. Minicik elleri, incecik parmakları vardı. Küçücük gövdeleri nefes almak için bile büyük bir savaş veriyordu.
Hemşireler sık sık gelip kontrollerini yapıyor, damlalıklarla besliyorlardı. Ama her seferinde Azad’ın gözleri aynı soruyla onlara dönüyordu: “İyiler mi? Dayanıyorlar mı?”
Hemşireler başıyla onaylıyor, ama “anne sütüne ihtiyaçları var” demeyi de ihmal etmiyorlardı. O söz Azad’ın yüreğine hançer gibi saplanıyordu. Çünkü Efsun uyanmadıkça kızlarına o hayat suyunu veremeyecekti.
Bir gece, bebeklerden biri uyanıp incecik sesiyle ağlamaya başladı. Diğeri de hemen ona eşlik etti. İkisi de aynı anda ağladığında odada yankılanan o cılız çığlıklar Azad’ın kalbine işledi.
Yatağından doğruldu, hemşireye haber vermek yerine kendi elleriyle kızlarını kucağına almak istedi.
Önce birini aldı. Minicik bedeni öyle hafifti ki, sanki kollarında bir tüy taşıyordu. Kızını göğsüne bastırdığında, kalbinin atışı o narin bedene bir ritim oldu. Bebek yavaş yavaş sakinleşti. Sonra diğerini de aldı.
İkisini birden kollarının arasında, göğsüne yasladı. Küçük ağızları nefes ararken çıkardıkları o ince ses, Azad’ın ruhuna işleyen bir ezgi gibiydi.
Gözlerinden yaşlar süzüldü. Dudakları titreyerek fısıldadı:
“Siz benim kızlarımsınız… ama ben size isim veremem. Bunu anneniz yapacak. Anneniz uyanmadan hiçbirinizin adını söylemeyeceğim. Çünkü siz onun nefesiyle tam olacaksınız.”
Gözleri Efsun’a kaydı. Yatağın ortasında solgun yüzüyle hâlâ derin uykudaydı.
Azad boğazında düğümlenen kelimeleri zorla söktü: “Sizin anneniz uyandığında… size en güzel isimleri o verecek. Ben sadece sizin babanız olacağım. Ama anneniz olmadan… hiçbir şey tamam değil.”
Kızlardan biri minik elini babasının sakallarına uzattı. Azad gözlerini kapattı, boğazı düğümlendi. Küçük parmakların dokunuşu, sanki Efsun’un nefesini taşıyordu.
Gece boyunca onları kucağında tuttu. Birini avuçlarının arasına, diğerini göğsüne yasladı. İkisi de derin uykuya daldığında, Azad başını Efsun’un eline eğdi.
Saçlarının arasındaki ak teller hastane ışıklarının altında parlıyordu. Birkaç haftada ömrü yıllarca kısalmış gibiydi.
Omuzları çökük, gözleri kan çanağıydı. Ama kalbinde tek bir cümle vardı:
“Ben beklerim. İsterse günler, isterse aylar sürsün… ben beklerim. Yeter ki sen uyan, Dildar.”
Ve her sabah, her gece, kızlarını kucağına aldığında onların minicik nefeslerinde karısının kokusunu arıyordu. Onlara isim vermeden, sadece “kızım” diye seslenerek… Efsun’un gözlerini açacağı günü bekliyordu.
Efsun’un içinde bulunduğu dünya sessiz değildi ama huzurlu da değildi. Sanki gökyüzü ve yerin birleştiği yerde, zamanın donduğu bir ovada yürüyordu. Ayaklarının altında ne toprak vardı ne de taş, sadece sonsuzluğa uzanan gri bir sis.
Başını kaldırdığında, gökyüzü soluk bir ışıkla parlıyor, ama hiçbir güneş görünmüyordu.
Bir anda rüzgâr esti. Rüzgârın getirdiği ses tanıdıktı. O derin, çatallı ve çaresizlikle yankılanan bir sesti:
“Uyan… Dildar… yalvarırım uyan…”
Efsun duraksadı. Sesin sahibini biliyordu. Kalbi titredi, gözleri doldu. Azad’ın sesi…
Ağlıyordu. Oysa Azad Kolayca ağlamazdı.
Ama şimdi, sisin içini dolduran bu inilti, onun yıkılışının resmi gibiydi.
Sonra başka sesler karıştı. İnce, cılız ağlamalar… Efsun başını çevirdiğinde sisin içinde iki minicik beşik belirdi. İçinde birbirine benzeyen iki bebek vardı. Küçük ağızları ağlıyor, minik elleri havayı kavrıyordu. Efsun koşmak istedi, ama adımları ağırlaştı, sanki ayaklarına zincir bağlanmıştı.
“Bebeklerim…” diye fısıldadı, ama sesi boğazında düğümlendi.
Tam o anda sisin içinden Agir belirdi. Sekiz yaşında, gözlerinde kehribarın ışığıyla ona bakıyordu. Üzgün, yorgun ve titreyen bir haldeydi. Ağzını açtı, sesi incecik ve kederle yankılandı:
“Anne…”
Efsun’un dizlerinin bağı çözüldü. Oğlunun gözyaşları sisin içinde yağmur damlaları gibi düşüyordu. Ve o yağmur damlaları düştüğü yerde küçük göller oluşturuyordu.
Agir tekrar konuştu, sesi bu defa daha acıydı:
“Annem uyanmıyor… Kardeşlerim çok ağlıyor, ama annem duymuyor…”
Efsun kalbine saplanan bir hançer hissetti. Bağırmak, haykırmak istedi. “Ben buradayım oğlum! Duyuyorum sizi!” diye çırpındı ama sesi yankıya dönüşüp sisin içinde kayboldu.
Derken sisin ötesinde bir gölge belirdi. Azad’dı. Ama gördüğü Azad, tanıdığı güçlü, dimdik duran adam değildi. Omuzları çökmüş, saçlarına aklar düşmüş, gözleri kan çanağına dönmüştü. Elleriyle minicik kızlarını kucağında tutuyordu.
Dudakları titriyordu:
“Ben size isim veremem… Bunu anneniz yapacak. O uyanmadan adınızı koymayacağım.”
Azad’ın gözyaşları bebeklerin yüzüne damladı. Efsun o an dizlerinin üzerine çöktü. Kalbinde tarifsiz bir acı vardı.
Onların kokusunu hissediyor, ama dokunamıyordu. Çığlık attı, ama sesi duyulmadı.
Sis bir anlığına dağıldı. O an Efsun gördü: kendisi bir yatağın üzerinde yatıyordu.
Etrafında makineler, kablolar vardı. Ve başucunda Azad, elleriyle onun elini tutmuş, gözlerini kapatarak fısıldıyordu:
“Ne olur bırakma beni… kızlarımızı bırakma, Agir’i bırakma… Sensiz nefes alamam…”
Efsun gözlerinden yaşlar akarak uzandı ama parmakları Azad’a değmedi. Sanki bir camın arkasından seyrediyordu. Ağzından tek kelime döküldü:
“Azad…”
Sis yeniden kapandı, sesler yankıya dönüştü. Ama Efsun’un kalbine tek bir şey kazındı: Onları bırakmaması gerekiyordu.
Oğlunun gözyaşları, kızlarının çığlığı, Azad’ın yıkılışı… Hepsi onu hayata çağırıyordu.
Ve bilinçaltının derinliklerinde, o ince çizgide fısıldadı:
“Bekle beni… geri döneceğim.”
Pencerenin tülünden sızan solgun gün ışığı, Efsun’un hareketsiz yüzüne vuruyor, yüzündeki o beyazlık daha da belirginleşiyordu.
Kapı ağır bir sesle kapandı, odada tek bir nefes kaldı: Agir. Küçük çocuk sessiz adımlarla annesinin yanına geldi. Yatağın kenarına oturduğunda gözleri doldu; dudaklarını birbirine bastırdı ki hıçkırıkları duyulmasın. Ama kalbinin çarpıntısı odayı dolduracak kadar güçlüydü.
Efsun’un uzun saçları yastığın üzerinde dağılmıştı. Agir, titreyen ellerini uzattı ve saçlarının bir tutamını kavradı. Hep öyle yapardı… Korktuğunda, yalnız kaldığında, annesinin saçlarına tutunurdu. Sanki o saçlar onu karanlıktan çekip çıkaracak bir ipti.
“Anne…” diye fısıldadı, sesi ince ve titrek.
“Anne uyan ne olur…”
Gözlerinden yaşlar süzüldü, annesinin saçlarına düştü. Bir an durdu, derin bir nefes aldı ve dudaklarını annesinin kulağına yaklaştırdı.
“Anne… sen uyuyorsun ama… ben çok korkuyorum. Kardeşlerim de korkuyor. Hep ağlıyorlar. Ben onları susturamıyorum…kucağıma alıyorum ama susmuyorlar. Çünkü annelerini istiyorlar.”
elleriyle saçları biraz daha sıkı kavradı. Burnunu annesinin saçlarına gömdü, kokusunu içine çekti. O kokuda biraz huzur buldu ama kalbindeki boşluk yine de dolmadı.
“Biliyor musun anne… babam da ağlıyor. Ben hiç babamı ağlarken görmedim. Ama sen uyuyorsun ya… O da senin elini bırakmıyor. Sen uyurken saçlarına beyazlar düştü anne… Sen uyanmazsan babam daha çok ağlayacak. Ben onu öyle görmek istemiyorum.”
Agir’in küçük omuzları sarsıldı.
Dudaklarını ısırdı, gözyaşlarını silmeden konuşmaya devam etti:
“Anne… ben de büyüyeceğim. Söz veriyorum, kardeşlerime bakacağım. Ama sen olmadan yapamam. Sen hep benim yanımda olmalısın. Bana yine ninniler söylemelisin. Ben korktuğumda yine saçlarını tutabilmeliyim."
başını annesinin göğsüne yasladı, sanki kalbinin atışını duymaya çalışıyordu. Ama yalnızca makinaların soğuk sesleri vardı.
Gözlerini kapattı, fısıltıyla yalvardı:
“Anne… uyan… uyan ki ben güçlü olayım. Uyan ki kardeşlerim annesiz kalmasın. Ne olur uyan…”
odanın sessizliğinde, Agir’in minicik hıçkırıkları yankılandı. Bir elinde annesinin saçları, diğer eliyle onun buz gibi elini kavramış, uyuyan annesinin bir mucizeyle gözlerini açmasını bekliyordu.
Efsun hâlâ karanlık bir boşluğun içindeydi.
Hiçbir ses, hiçbir ışık yoktu. Zaman kavramı silinmiş, bedeninin varlığını bile hissetmez olmuştu. Yalnızca sonsuz bir sessizlik, ağır bir boşluk vardı.
karanlığın derinliklerinde ince bir ses yankılandı yine
“Anne…”
Sanki çok uzaklardan, sisli bir vadiden geliyordu bu ses. Önce Efsun bunun bir hayal olduğunu sandı. Ama ses tekrar duyuldu, daha yakın, daha titrek:
“Anne… ne olur uyan…”
Efsun’un kalbi sızladı. Boşlukta yürümeye başladı, ama ayaklarının altında ne yer vardı ne de gökyüzü. Sadece o sese doğru ilerliyordu. Ve her adımda ses daha da netleşiyordu. Ağlamaklı bir çocuk sesi… titreyen bir nefes…
Sonra birden hissetti. Saçlarının arasında minicik parmaklar… O bildiği dokunuş.
Oğlu korktuğunda hep saçlarına sarılırdı. Efsun’un kalbinden bir çığlık koptu ama dışarıya çıkmadı. Çünkü sesi yoktu. Sadece hissediyordu.
“Anne… sen uyuyorsun ama ben çok korkuyorum…”
Bu kez sesi çok net duydu. Sanki tam kulağına fısıldıyordu.
Karanlığın içinde birden yine Agir belirdi.
Küçük bedeni, titreyen omuzları, gözlerinden süzülen yaşlarla annesinin saçlarına tutunmuştu. Efsun onu izlerken dizleri üzerine çöktü, kalbi bin parçaya bölünüyordu. Ama ona dokunamıyordu.
“Anne… babam da ağlıyor. Kardeşlerim de hep ağlıyor. Çünkü sen duymuyorsun.”
Efsun’un gözlerinden yaşlar süzüldü, ama boşluğun ortasında kimse o gözyaşlarını görmedi. Ellerini uzattı, oğlunun saçlarını okşamak istedi, ama elleri havada asılı kaldı.
“Anne… ben güçlü olacağım söz veriyorum ama… sen olmadan yapamam. Sen olmadan ben eksik kalırım.”
Efsun’un yüreği öyle bir sıkıştı ki nefesi kesildi. Çığlık atmak istedi:
“Agir! buradayım!”
Ama sesi çıkmadı. Yalnızca sessiz bir acıyla oğlunu izledi.
Ve o an, oğlunun başını kendi göğsüne yasladığını hissetti. Kalbinde derin bir sıcaklık belirdi. Sanki annelik bağı karanlığın zincirlerini delip geçmişti.
“Anne… uyan ne olur…”
Efsun gözlerini kapadı, kalbini yumruklayan bu sese bütün ruhunu bıraktı. .
Karanlıkta bir ışık parladı.
Çok uzak, ama giderek büyüyen bir ışık. Efsun’un kalbi o ışığa doğru çekildi. Ve biliyordu… Bu ışığın arkasında Agir vardı. Kızları vardı. Azad vardı.
Devam edecek 🩷
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 120.76k Okunma |
7.81k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |