37. Bölüm

33- bölüm

ŞEVVAL ALPAR
lavinia_x21

YAZAR'DAN

 

Oda akşamın solgun ışığıyla yıkanıyordu; monitörlerden gelen tekdüze bip sesleri duvarların beyazını delinip yayılıyor, serum damlaları sayılıp sayılıp düşüyordu.

 

Efsun’un yüzü solgundu, kirpiğinin ucunda donup kalmış bir tuz lekesi gibi, eski bir gözyaşı izi vardı. Saçları yastığın yanına doğru yayılıyor, ince bir tutamı göğsüne düşüyordu.

 

Önce çok hafif oldu. Göğsünün altında belli belirsiz bir titreşim. Sonra omuzlarına yayılan ürperti… Parmaklarının uçları, sanki içeriden biri kapıyı yokluyormuş gibi, titrek bir kıpırtıyla seğirdi. Monitörün ritmi bir an hızlandı, sonra yeniden dengeye geldi.

 

Kapının önündeki sandalyede uyuklayan Agir, annesinin yorganının usulca dalgalandığını gördü. Gözleri büyüdü, nefesi boğazına takıldı.

 

“Anne!” diye bir çığlık koptu içinden; sesi kırıldı, odayı yalayıp geçti.

 

Çığlık koridora savruldu. Azad bir anda fırladıyıp kapıyı itip koşarak içeri girdi. Yüreği çarparken nefesi kesik kesikti. Efsun’un sol yanına çöktü; Agir sağ tarafa tırmandı, yatağın kenarını iki eliyle tutup kendini annesine iyice yaklaştırdı. Azad bir eliyle çağrı düğmesine uzandı ama basmadan, Efsun’un yüzüne, dudaklarının titreyen çizgisine kilitlendi.

 

Efsun’un vücudundaki ürperti bir dalga gibi büyüdü; göğsü hızla inip kalktı, çene çizgisi kısacık kasıldı. Agir titreyerek annesinin yanağına eğildi, her korktuğunda yaptığı gibi uzun saçlarının bir tutamını bulup parmaklarına doladı.

 

“Anne, ben buradayım,” diye fısıldadı, sesi ağlamakla direnmek arasında ince bir ipe gerilmiş gibiydi.

 

Azad avucunu Efsun’un alnına koydu; parmaklarıyla şakaklarına sıcaklık vermeye çalıştı. “Dildar… nefes al, yanındayız,” dedi, sesi hem dua hem söz hem emir.

 

Bir an… her şey durdu.

 

Titreşim kesildi. Göğsünün dalgası düzeldi, monitorün sesi ince bir çizgi gibi gerildi.

 

Oda, fırtınadan sonra kalan o uğultusuz sessizliğe gömüldü. Azad’la Agir nefeslerini tutup aynı anda baktılar Efsun’a; zaman cam bir bilye gibi avuçlarının arasından kayıp gidiyordu.

 

Sonra Efsun’un iki kolunda birden bir kıvılcım çaktı sanki. Omuzlarından bileklerine doğru eşzamanlı bir hareket yürüdü. Sanki içerden biri ipleri kesti, kolları özgürlüğünü hatırladı:

 

Sağ eli, Agir’e doğru minik parmakların tuttuğu saç tutamına uzandı; avucu havayı yoklayıp o küçük ele değdi.

 

Sol eli, Azad’a doğru yorganın üzerinde aradı, buldu; Azad’ın nasırlı, geniş elinin üzerine kapandı.

 

Agir’in soluğu hıçkırığa dönüştü. “Anne! Annem beni tutuyor!”

 

Azad’ın boğazı düğümlendi; başını eğip elinin üstündeki o zayıf, ama kararlı kavrayışı dudaklarıyla mühürledi.

 

“Buradayım,” dedi, gözlerini kapatıp içinden bin şükür geçerek. “Biz buradayız.”

 

Efsun’un parmakları iki yanda aynı anda sımsıkı kapandı biri çocuğunun terli, titrek avucunda; diğeri sevdiği adamın nabzı atan bileğinde. Göğsünün üzerinde derin bir nefes yükseldi, dudaklarının kenarı çok ince, çok kırılgan bir çizgiyle titredi.

 

Monitör, yeni bir ritmi kabul eder gibi yumuşadı.

 

O anda ne Azad konuşabildi ne Agir. İkisi de, sanki bir rüyanın içinden uyanışın ilk kıpırtısına tanıklık ediyormuş gibi, korkuyla karışık bir saygıyla baktılar Efsun’a. Oda, iki küçük el ve bir büyük el arasında kurulmuş o görünmez köprüyle ısındı.

 

Azad’ın göğsünden taşan dualı nefesi, Agir’in hıçkırıklarıyla karışıyordu.

 

Efsun’un parmakları hâlâ sıkı sıkıya Azad’ın elini ve oğlunun minik avucunu kavramıştı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıpırdanma oldu, ardından kirpikleri titredi.

 

O uzun, simsiyah kirpikler bir kuşun kanadı gibi titrek titrek açılıp kapandı.

 

Gözkapakları ağırdı, sanki yıllardır kapanmış da güneşin ışığını ilk defa görüyormuş gibi zorlanıyordu.

 

Çevresindeki loş ışık göz bebeklerine yavaşça sızarken, göğsünden derin bir nefes daha yükseldi. Dudaklarının arasından çıkan o kısık nefes, Azad’ın kalbine bir hançer gibi saplanıp sonra bir mucize gibi geri sardı yarayı.

 

Azad öne eğildi, gözlerini karısının gözkapaklarına dikti. “Hadi… aç gözlerini, Dildar…” diye fısıldadı, sesi dua ile emir arasında sıkışmıştı.

 

Ve oldu.

Efsun’un gözkapakları titreyerek aralandı.

 

Önce flu bir sis, sonra yavaşça netleşen yüzler… Karanlığın ardından gelen ilk manzara, başucunda gözleri yaşlarla dolmuş oğluydu. Agir’in kehribar gözleri ışıl ışıl parlıyordu, gözyaşlarının içinden bile umut sızıyordu. hıçkırığının arasında titreyerek, “Anne…” dedi.

 

O tek kelime, odanın bütün sessizliğini parçaladı.

 

Efsun’un bakışları Agir’den Azad’a kaydı. Azad’ın gözleri kan çanağına dönmüştü; saçlarının arasına düşmüş birkaç beyaz tel, yanaklarına süzülen tuzlu yaşlarla parlıyordu. Dudakları titriyordu ama gözlerinde kocaman bir şükür vardı.

 

Efsun’un gözlerinde yaşlar belirdi. Ağzı hafifçe aralandı, kelime çıkmadı ama bakışı konuştu: “Buradayım.”

 

Azad eğildi, alnını onun alnına yasladı. Bir elinde hâlâ Efsun’un soğuk ama diriliğe kavuşan parmakları vardı. Diğer yanında, annesinin saçlarını parmaklarına dolayan Agir, annesinin gözlerini görünce kıkırdayarak ağladı, sonra başını annesinin göğsüne bastırdı.

 

Oda bir anda ağır yüklerinden sıyrılmış gibiydi. Hava daha kolay solunuyordu. Sanki duvarların bile rengi açılmış, gece yerini sabaha bırakmıştı.

 

Ve Efsun’un gözleri, ilk defa uzun bir uykudan uyanır gibi, derin bir yaşamla doldu. Bakışı Azad’ın içine kazındı, sonra oğluna kaydı,iki elini de bırakmadan.

 

Kapının menteşeleri hafifçe gıcırdadığında odadaki hava yeniden değişti. Azad, Efsun’un uyanışına hâlâ inanamaz halde gözlerini ondan ayıramazken, odaya ilk adım atan Vanessa oldu.

 

Gözleri hâlâ kızarık, yüzü uykusuz gecelerin izleriyle solgun, ama dudaklarında titrek bir tebessüm vardı.

 

Onun arkasında annesi, kocaman bir yürekle ama titreyen adımlarla içeriye girdi. Yanında babası vardı; dimdik görünmeye çalışsa da, gözlerindeki yaş çizgileri yılların değil, son birkaç günün acısını taşıyordu. En sonda Dijvan, sessiz, ama kardeşinin uyanışıyla ilk defa gözlerinde parlayan ışıkla kapıdan girdi.

 

Efsun’un gözleri ağır ağır kapıya kaydı.

 

Önce Vanessa’yı gördü; Vanessa’nın dudaklarından, “Efsun…” diye titreyen bir ses döküldü. Bir anlığına kendine engel olamadı, koşarcasına geldi, başucuna çöktü. Yanağına düşen saçlarını nazikçe kaldırdı, alnına dudaklarını bastırdı.

 

Gözyaşları Efsun’un yanaklarına damladı. “Kardeşim… seni kaybettim sandım…” dedi hıçkırarak.

 

Efsun’un gözlerinden bir damla yaş süzüldü; konuşacak gücü yoktu ama Vanessa’nın elini sıktı. O sıkış, “Buradayım, gitmedim,” der gibiydi.

 

Ardından annesi yaklaştı. Kadının yüzü kireç gibiydi ama gözlerinde bir deniz kabarıyordu. Yatağa eğildi, kızının saçlarını okşadı. “Gözümün nuru… açtın sonunda gözlerini,” dedi. Sesi titrek, duaların ve gözyaşlarının arasında sıkışmış bir şükür gibiydi.

 

Efsun annesinin ellerine baktı, çocukluğunda başını yasladığı aynı ellerdi.

 

Babasının gözleri kızına değdiğinde, o koca dağ gibi adamın dudakları titredi. Elini kızının ayak ucuna koydu; sesi kısık ama kalpten geldi: “Güneşim… dönmeyeceksin sandım yine karanlıkta kaldım …” Daha fazlasını söyleyemedi, boğazı düğümlendi.

 

Dijvan sessizce yatağın kenarına yanaştı. Sert yüzünde ilk defa çözülen çizgiler vardı. Abisi, kardeşine uzun uzun baktı, sonra gözlerini kaçırmadan, derin bir nefesle, “Bizi yine korkuttun, Efsun,” dedi.

 

Ama sesindeki kırıklık, “Seni kaybetseydim ben de ölürdüm,” diye haykırıyordu.

 

Efsun, abisinin bakışlarına karşılık zorlukla gülümsedi.

 

Efsun birden karnındaki ağırlığın ve şişliğin yok olduğunu fark etti. Önce bir anlığına şaşkınlık ve hafif bir sersemlik hissetti; ama aklına o korkunç an geldi bacaklarından akan kanlar, çaresizliği ve dehşeti. Gözleri açıldı, kalbi hızla çarpmaya başladı, titreyerek doğrulmaya çalıştı ve boğazından çıkan tek kelime yankılandı:

“Kızlarım!”

 

O an odada donuk bir sessizlik oluştu, herkes Efsun’a yaklaşmaya çalıştı. Azad hemen yanına çöktü, elini tuttu ama Efsun bir anda irkildi ve korkuyla ellerini iterek çevresine çırpındı. “Hayır,bebeklerim nerde?!” diye bağırdı, nefesi düzensiz, gözleri dehşetle açılmıştı.

 

Vanessa, Efsun’un annesi ve babası hızlıca onu sakinleştirmeye çalıştı, Dijvan ve Azad ise onu tutmaya çalışıyorlardı ama Efsun korkunun etkisiyle hâlâ çırpınıyordu.

 

Tam o anda odada yankılanan iki ince, tiz bebek sesi duvarları doldurdu. Efsun’un kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu; başını çevirdiğinde gözleri, küvetin içinde iki minik bedeni gördü. Küçük elleriyle, henüz yeni dünyaya gelmiş olmanın masumiyetiyle kıpırdanıyorlardı.

 

Biri kehribar gözleriyle Azad’a benzeyen minik bir kız, diğeri ise Efsun’un kendi gözlerini taşıyan narin ve kırılgan küçük bir bebekti.

 

Efsun’un yüzündeki korku önce şoku, sonra tarifsiz bir sevinç ve merakla karıştı.

 

Azad ellerini uzattı, önce kendisi iki minik bedeni kucakladı; bedenleri inanılmaz derecede hafif ve kırılgandı ama soğuk değillerdi, sıcak bir varlık hissi veriyorlardı. Azad gözleri dolu, ama sessizce Efsun’a bakarak bebekleri yavaşça onun kucağına koydu.

 

Efsun önce onları hissetmeye bile korktu, titreyen elleriyle küçük ellerini ve başlarını yokladı. Her temas, minik kalplerin attığını hissettirdi ona; var olduklarını, hayatta olduklarını…

 

Efsun’un gözlerinden yaşlar dökülürken, korku ve şok arasında bir an durdu. Küçük kızlar sanki annelerinin korkusunu ve şüpheyi alıp hafifletmek istercesine hafifçe ağladılar, minik sesleriyle odadaki havayı doldurdular.

 

Efsun derin bir nefes aldı, elleri titreyerek onları sararken, Azad sessizce yanında durdu, gözleriyle onu ve bebekleri koruduğunu, her şeyin artık güvenli olduğunu anlatıyordu.

 

Efsun titreyen ellerini bebeklerin üzerlerine gezdirirken, minik kızların ılık tenlerini hissetti; kalpleri küçük ama güçlü atıyordu. Gözleri hala doluydu ama korkusu, yavaş yavaş meraka ve sevgiye dönüşüyordu. “Sizi… ben gerçekten kucağıma alabiliyor muyum?” diye fısıldadı, sesi titreyerek ama umut dolu çıkıyordu. Bebekler hafifçe kıpırdadı, sanki annelerinin sesini duyarak cevap veriyorlardı.

 

Azad Efsun’un yanına eğildi, gözleri dolu ama sakin bir şekilde konuştu: “Onlar senin… ikisi de sağ, Dildar. Artık korkmana gerek yok.” Efsun başını kaldırıp Azad’a baktı, gözlerindeki şok ve mutluluk birbirine karışmıştı.

 

Ardından ellerini minik bebeklerin başlarına ve sırtlarına koydu, her dokunuşunda hafif bir titreme hissetti; ama minik varlıklar bunu sanki anlayarak karşılıyor, annelerine güven vermek istercesine hafifçe kıpırdanıyordu.

 

Agir ise annesinin yanında diz çökmüş, küçük ellerini Efsun’un uzun saçlarına dolamıştı. “Anne… kardeşlerim çok güzel ” dedi, sesi hem titrek hem de umut doluydu.

 

Efsun onu gördü, minik oğlunun gözlerinde kehribar bir ışık parlıyordu, ve o ışık tüm karanlığını aydınlattı. Efsun derin bir nefes aldı, kalbi minik varlıkların sıcaklığıyla doldu.

 

Azad bebekleri Efsun’un kucağında dengelerken, Efsun onlara nazikçe fısıldadı: “Ben sizin annenizim… hep yanınızdayım… korkmayın, artık hepimiz birlikteyiz.” Minik kızlar hafifçe mırıldandılar, sanki annelerinin sözlerini anlıyor, güven dolu bir karşılık veriyorlardı.

 

Efsun gözlerinden yaşlar akarken, Azad sessizce omzuna dokundu, sadece göz göze gelerek, “Seninle beraberiz,” dedi.

 

Oda, Efsun’un yavaş yavaş toparlanan nefesiyle birlikte sessiz bir dinginliğe bürünmüştü. Sadece Agir, Efsun, Azad ve iki minik kız bebek vardı. Bebeklerin incecik nefesleri, hafifçe titreyen elleri ve ara ara çıkan küçük ağlamaları, odada yankılanıyordu.

 

sadece Efsun’un yavaş nefes alışları, Agir’in annesine tutunmuş titrek elleri ve bebeklerin minik, çırpınan nefesleri duyuluyordu. Işık, pencerenin perdelerinden süzülen sabah ışığı gibi yumuşak ve sıcak bir şekilde odanın içine doluyor, her şeyi nazikçe aydınlatıyordu.

 

Efsun hâlâ yorgun ama uyanmıştı; gözlerini ağır ağır açıp Azad’a çevirdi. Yüzünde hâlâ biraz şaşkınlık, biraz korku vardı; kalbindeki endişe, nefesinin her ritmine yansıyordu.

 

“Peki… isimlerini verdiniz mi?” dedi, sesi hem kırıktı hem de kararlı bir merak içeriyordu.

 

Dudakları titriyordu, gözleri bebeklerin minicik bedenlerine takılmıştı, sanki onları ilk kez görecekmiş gibi dikkatle süzüyor, aklında hâlâ korku ve belirsizlik vardı.

 

Azad, Efsun’a bakarken gözlerinde pişmanlık ve sevgi birbirine karışmıştı. Efsun’un bu kırılgan hâli, onu hem korumaya hem de rahatlatmaya itiyordu.

 

“Hayır… sen uyanmadan vermek istemedim,” dedi, sesi hem titrek hem de kararlıydı. “Sen kat, çünkü onlar için sen savaştın.”

 

Efsun, Agir’e doğru eğildi, küçük oğlunun saçlarını okşadı ve hafifçe gülümsedi.

 

“Hayır… siz katacaksınız,” dedi, sesi artık fısıltıdan biraz daha güçlüydü, ama hâlâ yumuşak ve sıcak bir melodiydi. Sözleri odada bir rüzgar gibi dolaşıyor, kalplerde bir güven ve sevgi dalgası yaratıyordu.

 

Azad ve Agir birbirlerine baktılar. Sessizlik, düşündükleri kadar derin ve anlam yüklüydü. Gözlerindeki ifade, yılların yorgunluğu, korku ve umut arasında gidip gelen bir karmaşıklık taşıyordu.

 

Azad, derin bir nefes aldı; kalbindeki ağırlığı hafifletmeye çalışır gibi, “Biri… Dila,” dedi. Sesi titrekti ama kararlılıkla doluydu.

 

Agir de gözlerini annesinden ayırmadan, yumuşak bir sesle, “Diğeri… Dilda,” diye ekledi.

 

Söylediği her kelime, içinde sevgi, umut ve bir koruma güdüsü taşıyordu.

 

Efsun, minik kızlarına baktığında gözleri parladı; kalbindeki kaygı bir anlığına eridi, yerini tarifsiz bir şefkat ve sevgi aldı. “Dila… Dilda Karaaslan,” dedi,

 

dudaklarından çıkan kelimeler odada yankılandı, adeta bebeklerin küçük bedenlerine birer kimlik, birer varlık bahşediyordu.

 

Bebekler hafifçe kıpırdadı, sanki isimlerini duymuş, onlara ait bir bağ hissetmiş gibiydi. Minik nefesleri ve titrek elleri, Efsun’un kalbindeki korkuyu yavaş yavaş umutla değiştirdi.

 

Azad, Efsun’un elini tuttu; parmaklarını nazikçe onun avuçlarına doladı, gözleri dolmuştu ama sevgiyle parlıyordu. Agir, annesinin saçlarını tutmuş, küçük ellerini sıkıca sarmıştı; gözleri büyük, kehribar renkli, endişe ve sevgiyle doluydu.

 

Oda artık sadece bir oda değildi; yeniden doğuşun, sevginin ve ailenin sessiz bir kutlaması haline gelmişti.

 

Efsun, kızı Dila’ya ve Dilda’ya bakarken, içindeki tüm korku ve kaygıyı yavaş yavaş bıraktı. Kalbi, bu küçük varlıklara karşı duyduğu koruma içgüdüsüyle doldu; onları ilk kez kucaklayacakmış gibi heyecanlıydı.

 

Azad ve Agir de onu izliyor, gözlerinde hem rahatlama hem de minik bir korku kalmıştı; çünkü bu an, hem kırılgan hem de kutsal bir andı.

 

Bebeklerin minik nefesleri, Efsun’un kalbinde bir melodi gibi yankılanıyor; Azad’ın ve Agir’in varlığı, Efsun’a güven ve güç veriyordu. O an, beş kişi için de yeniden doğuşun, sevginin ve bağın en saf hâliydi.

 

Hastane kapısının ağır camları açıldığında, içeride geçen haftaların bütün ağırlığı birden dışarıya taşmış gibiydi. Gökyüzü, uzun zaman sonra ilk kez bu kadar berrak görünüyordu; güneşin sıcak ışıkları hastanenin soğuk, beyaz duvarlarının aksine içlerini ısıtıyordu.

 

Azad en önde yürüyordu. Kollarında tuttuğu iki küçük ana kucağı, içinde minicik kızlarıyla birlikte, sanki koca bir dünyayı taşır gibiydi.

 

Dila ve Dilda üç haftalık olmalarına rağmen hâlâ çok küçüktüler; narin tenleri pamuk gibi, nefes alışları belli belirsizdi. Ama anne sütü, verilen vitaminler ve Efsun’un dualarıyla artık güç toplamaya başlamışlardı.

 

Küçük bedenleri titrek ama umut doluydu; taburcu olmaları mucizenin en güzel kanıtıydı. Ana kucuklarının içinde yatan kızların üzerine beyaz örtüler serilmiş, başlarına küçük şapkalar geçirilmişti; nefes alışlarını belli eden hafif kıpırtılar bile Azad’ın gözlerine yaş dolduruyordu.

 

Arkasında ise Efsun yürüyordu. Daha yeni toparlamıştı ama yüzünde o yorgunluğun arasında bile bir anne gülümsemesi vardı.

 

Adımlarını dikkatle atıyor, gözlerini sürekli Azad’ın taşıdığı bebeklere dikiyordu. Sanki her an bir şey olacak da kızlarını kaybedecekmiş gibi, kalbi hızla çarpıyordu. Yanında küçük eli onun avucuna sıkıca kenetlenmiş olan Agir vardı.

 

oğlu, gözlerindeki parıltısıyla hem heyecanı hem de endişeyi taşıyordu. Bir elinde annesinin parmaklarını sıkarken, diğer gözü sürekli babasının kollarındaki ana kucuklarına kayıyordu.

 

O da farkındaydı artık; kardeşleri dünyaya gelmişti ve onların yaşaması için herkes savaşıyordu.

 

Hastanenin çıkış kapısından birlikte adım attıklarında, diğerlerinden kimse yoktu.

 

Çünkü Azad, hepsini tek tek göndermişti. Efsun’un annesi, babası, abisi, kardeşleri, Yasemin ve Hazal… Hepsi en başta kalmak istemişlerdi. Fakat Azad, sert ama net bir dille “Artık biz yalnızız, bundan sonrası sadece biz olacağız” diyerek hepsini evlerine yollamıştı.

 

O günlerde yaşadığı kaygı, öfke ve korku, onu daha da keskinleştirmişti. Efsun’un uyanışıyla beraber aileyi toparlamak artık onun boynundaydı. Bu yüzden sadece karısını, oğlunu ve kızlarını yanında tutmuştu.

 

Vanessa ise hâlâ konakta dinleniyordu. Kendi yaralarını sarıyor, yaşadığı travmanın izlerini silmeye çalışıyordu. O gün hastaneye gelememişti, çünkü bedeni ve ruhu hâlâ toparlanma sürecindeydi. Ama kalbi Efsun’la, bebeklerle ve Agir’le birlikteydi.

 

Efsun, kapıdan çıktığında gökyüzüne baktı. Gözleri doldu. Birkaç hafta önce ölümle burun buruna gelmişti; şimdi ise kızlarının ağlamasını, oğlunun elini, kocasının dimdik yürüyüşünü hissediyordu. Azad’ın sırtına baktığında, onun her zamankinden daha farklı yürüdüğünü fark etti. Omuzları dik, adımları kararlıydı; ama yüzündeki çizgiler derinleşmişti. Saçlarına düşen aklar daha belirginleşmiş, sanki yıllar birden çökmüştü üzerine. Yine de o gün, iki minik ana kucağını taşırken gözlerindeki ışık her şeyden daha parlaktı.

 

Agir, sessizce annesine fısıldadı"Anne, kardeşlerim artık bizimle, değil mi?"

Efsun boğazındaki düğümü yutkunarak eritti, oğlunun saçlarını okşadı.

"Bizimle, oğlum… Hem de sonsuza kadar bizimle."

 

Ve böylece, ağır ama umut dolu adımlarla, Karaaslan ailesi hastanenin o soğuk kapılarından çıkıp hayatlarının en yeni, en kırılgan ama en değerli yolculuğuna doğru ilerledi.

 

Villanın kapısı ağır ağır açıldığında, içeride öylesine bir sessizlik vardı ki sanki ev de, tıpkı sahipleri gibi, uzun bir zamandır nefesini tutmuş bekliyordu. Azad, elinde iki ana kucağıyla adımını atarken kalbinin ritmi evin boş salonunda yankı buldu.

 

Arkasında Efsun, elinden tuttuğu Agir’le içeri girerken derin bir nefes aldı; burası onların yuvasıydı, ama uzun zamandır bu kadar ağır, bu kadar kırılgan bir dönüş olmamıştı.

 

Fakat villanın boş olmadığını hemen fark ettiler. Mis gibi kaynamış süt kokusu ve salonun ortasında yer alan beşiklerin özenle hazırlanmış hali onlara bir şey söylüyordu: Vanessa buradaydı.

 

Gerçekten de bir anda merdivenlerden inen Vanessa göründü. Yüzü hâlâ solgundu, hastane odasında yaşadıklarının izleri teninde, gözlerinde barizdi. Yaraları kabuk bağlamış, adımlarındaki tereddütler ise onun hâlâ toparlanma sürecinde olduğunu gösteriyordu. Ama kolları bomboş değildi.

 

Bir elinde bebeklere örülmüş küçük battaniyeler, diğerinde emzikler vardı.

 

Onlardan önce villaya gelmiş, kendince düzeni kurmuş, her şeyi hazır etmişti.

Efsun’un gözleri doldu. Vanessa… Sen burada…"

 

Vanessa, yorgun bir tebessümle başını salladı.

" Sizi bekleyemezdim. Yaralarım iyileşiyor ama kalbim… kalbim hep buradaydı. Biliyorum hâlâ güçsüzüm, ama bana izin verin… ben yiğenlerimle ilgilenmeden duramam."

 

Sesi titriyordu ama bakışlarında kararlılık vardı. Yavaşça bebeklere doğru yürüdü.

 

Azad, kollarındaki ana kucuklarını yere bırakıp kızlarını beşiklere yerleştirirken Vanessa hemen yanlarına çömeldi.

 

Parmakları titreyerek battaniyeleri düzeltti, minicik başlarını usulca okşadı. Gözlerinden yaşlar süzülürken fısıldadı:

"Ben geldim, küçük prenseslerim… Teyzeniz yanınızda, sizi hiç bırakmayacak."

 

Efsun, Vanessa’nın bu halini görünce bir adım geri çekilip sessizce izledi. Kalbinin en derininde bir minnettarlık vardı. O travmadan sonra, Vanessa’nın hâlâ bu kadar güçlü kalabilmesi, bütün yaralarına rağmen bebeklerine şefkatle dokunabilmesi Efsun için tarifsizdi.

 

Agir, annesinin elini bırakıp Vanessa’nın yanına koştu. Küçük ellerini teyzesinin dizine koydu, gözlerinde kaygıyla sordu:

" Teyze… senin dinlenmen lazım"

Vanessa’nın gözleri bu sözlerle doldu. Çocuk ruhunun saf kaygısı yüreğine işledi. Başını eğip Agir’in saçlarını okşadı, gözyaşları yanaklarına düştü.

" kucuk ağam, siz olmadan ben nasıl dinlenirim..."

 

Azad, bütün bu sahneyi ağır ama gururlu bakışlarla izliyordu. Saçlarına düşen aklar, yüzündeki çizgiler daha da belirginleşmişti ama bu tablo karşısında dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Yavaşça Vanessa’ya yaklaştı, onun omzuna elini koydu.

 

" Sen bu evin direklerinden birisin, Vanessa. Bizimle birlikte savaş verdin. Yaraların dinmedi ama kalbin hâlâ dimdik. Benim çocuklarım senin ellerinde güvende…"

 

Vanessa başını kaldırdı, gözlerinde minnetle karışık bir ışık vardı.

"Onlar sadece sizin değil, benim de nefesim artık. Her şeylerini hissediyorum… Sanki kendi çocuklarımmış gibi"

 

Bebekler sanki bu konuşmaları duyar gibi hafif hafif kıpırdandılar. Küçük ağızlarından çıkan mırıldanmalara benzeyen sesler salonda yankılandı.

 

Vanessa hemen onlara eğildi, minicik ellerini parmağıyla tuttu. Onların varlığıyla yüzüne biraz renk geldi, yorgunluğu sanki silinmişti.

 

O anda Efsun dayanamayıp yanaştı, kızlarının başlarını okşadı. Gözyaşları yanaklarını ıslatırken fısıldadı:

 

" Bu evde acı çoktu, ama şimdi… şimdi nefesleriyle şifa buluyoruz"

 

villa, uzun süredir ilk defa, gerçekten bir yuva kokmaya başladı. yeni doğan bebeklerin nefesleri, annenin gözyaşları, babanın sessiz duaları ve teyzenin şefkatli elleri… Hepsi aynı çatı altında, acının yerine umutla karışıyordu.

 

 

Devam edecek 🩷

 

Bölüm : 22.10.2025 21:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...