10. Bölüm

10. Bölüm: Alevlerin Dansı

Merve Özmen
laviniabukan

LAVİNİA

Son gündeydik. Onuncu günün sabahındaydık ve odanın içinde nefes alan tek kişi Kağan gibi görünse de, gerçekte nefes almakta zorlandığım için ben bir ceset gibiydim. O, huzurla üzerime kendini bırakmış, ağır ve düzenli nefesler alırken, benim zihnim fırtınalar içindeydi. Vücudumun bir kısmı hâlâ burada, onun yanındaydı ama aklım başka bir yerde.

Bu meydan okumanın sonuna geliyorduk. Ama ben hâlâ bilmiyordum—gerçekten sona eriyor muydu, yoksa asıl şimdi mi başlıyordu?

Kağan’ın beni bırakmaya niyeti yok gibiydi. Amcasının zaten yoktu. Aslında, bu kadar ileri gideceklerini tahmin etmeliydim. Ama amcası, düşündüğümden de derine kök salmıştı Kağan’ın zihninde. Yıllardır bilinçaltına işlenmiş sözler, sadakat, korku ve bir tür bozuk sevgiyle örülmüş bir zincirdi bu. Ve ben bu zinciri kırmaya çalışıyordum.

Ama amcası, kelimelerini dikkatle seçiyordu. Öyle cümleler kuruyordu ki, insan duymak istemese bile duyuyordu. “Can borcu” diyordu her seferinde, sanki bu borcu ödemek bir zorunlulukmuş gibi. Zorunluluktu da ama bu şekilde değil. Ve sonra, aynı şeyi tekrar ediyordu: Çocuk.

Onu birkaç kez daha görmüştüm ama yüzünü bana çevirmemişti. Bunu bilerek yapıyordu. Çünkü ben onu tanıyordum. Bunu biliyordu. Yüzünü bir kez görsem, hafızamdaki boşluk tamamlanacaktı.

Gerçeği fark ettiğim andan itibarense üzerimdeki baskı artmıştı. Ama doğrudan bana değil, Kağan’a oynuyordu. Onun zihnini kullanıyordu.

Kağan, her geçen gün bana daha çok yaklaşmaya başladı. Önceleri temkinliydi, ufak ufak şaka yollu sinir edişleri, sonra her an aynı şeyleri söylüyordu: Birbirimizi seviyormuşuz. Hatalarımız varmış ama aşabilirmişiz. Tek yapmamız gereken, amcasının dediği gibi “can almadan can vererek” bu yükten kurtulmakmış. Eğer bir oğlumuz olursa, adını Timur koyarmışız da. Daha fazlasını dinleyemiyordum.

Kağan’a her baktığımda, içimde iki ses kavga ediyordu. Biri bana onu anlayabileceğimi, onun da bir kurban olduğunu söylüyordu. Diğeri ise bana öfkeyle haykırıyordu: Seni seven bir insan, seni köşeye sıkıştırmaz. Sonra o seni sevdiği halde saklamaz, her fırsatta bizzat kendisi öldürmeye yeltenmez, onun değişen bu haline kanma diyordu.

İçimdeki o ikinci sese inanıyordum.

Ve amcası… O, bambaşka bir korkuydu. Ben onu çıkaramasam da o beni gayet iyi tanıyor gibiydi. Beni çözmüştü. Ve ben de onun ne kadar ileri gidebileceğini tahmin edebiliyordum. Kağan’ı nasıl manipüle ettiğini gördükçe, bana da aynı şekilde yaklaşacağını biliyordum. Bununla kalsa benim için hava hoştu fakat çok daha ilerisine gitme durumu vardı.

Bu yüzden temkinliydim.

Serkan’a yaptığımın bana dönmesini istemiyordum. Bu yüzden kendi yemeklerimi kendim yapıyordum. İçtiğim suyu bile kontrol ediyordum. Çünkü Erra’nın nasıl biri olduğunu kestirebiliyorum. O adamın verdiği hava, bir avcının havasıydı. Ve avcının, avını hazırlamak için ne kadar bekleyebileceğini en iyi avcılar bilirdi.

Paranoyak gibi hissediyordum ama içgüdülerim bana hayatta kalmam gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden oynuyordum. Gülümsüyordum. Kabul ediyor ama zamana ihtiyacım varmış gibi yapıyordum. Ayıya dayı demek zorundaydım.

Ama o köprüyü geçtiğim an… Onu yakacaktım.

Bugün kritikti. Bugün, ben anlaşmaya uyuyordum. Uyuyormuş gibi yapıyordum. Ama asıl test Kağan içindi. O da uyacak mıydı? Yoksa bana son darbeyi vuracak mıydı? Eğer uyarsa, her şey daha kolay olacaktı. Ama uymazsa… Benden günah giderdi.

Çünkü beni fazlasıyla zorlamışlardı. İçimde bastırdığım öfke, artık kabına sığmıyordu. Kendimi bir kafese kapatılmış gibi hissediyordum. Ama kimse bilmiyordu ki, bir kafese kapatılan hayvanın iki seçeneği olur:

Ya uysallaşır… Ya da vahşileşir. Ve ben, bu yaşattıkları duyguların hesabını soracaktım. Özellikle de Kağan’dan.

Kağan’ın başı boynumdaydı. Nefesi tenime her değdiğinde içimde büyüyen rahatsızlığı bastırmaya çalıştım. Eskiden bu temas beni heyecanlandırır, bedenimi ateşe verirdi. Ama artık... Artık her dokunuşunda içimdeki boşluk biraz daha büyüyor, ruhumun her parçası bu bedenin içinde sıkışıyordu.

Bana ait olan hiçbir şey kalmamıştı. Eskiden kendimi geri çekmek için Timur Amca’nın sert bakışlarına ihtiyaç duyardım. Artık buna gerek yoktu. Çünkü ben… kendime olan saygımı yitirmeye başlıyordum. Kendimi bir insan gibi değil de...

Bir paçavra.

Bir araç.

Soyun devamı için kullanılacak bir bedendim sanki.

Peki ya sonra? Erra istediğini aldıktan sonra ne olacaktı? Çocuk doğduğunda… Ben ne olacaktım? Cevabı biliyordum. Ölecektim. Buna emindim.

Erra, doğum sırasında öldüğümü ilan edecek, çocuğumu ve Kağan’ı alıp onları kendi planlarına göre şekillendirecekti. Kağan, Erra’nın ellerinde oyuncak olacak, zihni yavaş yavaş erozyona uğrayacak, çocuğum annesinin kim olduğunu bile bilmeden büyüyecekti. Belki de bilecekti ancak ona beni nasıl anlatacaktı bu da çok önemliydi.

Ve ben… Asıl ben unutulacaktım.

Gözlerimde biriken yaşları içime akıttım. Bugüne de dayan. Sonra bitecek. Bu kâbus sona erecek.

Kağan, boynuma kısa öpücükler bırakırken üzerimde doğruldu. “Bebeğim, iyi misin?” diye sordu. Sesim kısık, neredeyse duyulmazdı. “İyiyim.” Değildim.

Gözlerimi kapattım. Çünkü gözler, ruhun aynasıdır. Kağan, içimdeki fırtınayı görsün istemiyordum. Düşmediğimi, henüz savaşmayı bırakmadığımı fark etsin istemiyordum.

Gerçi o, her zaman benim savaşmamı isterdi. Beni rahat öldürebilmesi için onunla savaşmamı isterdi. Bunu adice de yapmazdı. Sırf onunla savaşayım diye bana zarar verirdi. Başkalarına değil, ancak ben savaştım onun beni öldürmesine razı olarak direnmezdim. Ama bu kez ben ona istediğini vereceğim. Çünkü aşağılık bir şekilde öleceğime, gururum için savaşarak ölürüm daha iyi. Bu artık benim gururumun, onurumun meselesiydi. Bu benim kendime olan saygımın meselesiydi. Saygın bir şekilde ölmeyi hak ediyordum en azından.

Madem ki babasıyla benim aramda olanları öğrendi…

Madem ki babasını öldürdüğümde ardındaki gerçeği biliyordu…

Madem ki sözde bu düşmanlığı sona erdirmek adına benimle olmayı kendisi seçti…

O hâlde, bu yapacaklarımdan sonra ne olacaktı? Kağan, şimdiki hâlini koruyabilecek miydi? Yoksa eskiye dönüp, beni öldürmek için her fırsatı kollayan adam mı olacaktı?

Keşke eskiye dönseydi. Çünkü benimle olacaksa bunu kendi iradesiyle yapmalıydı. Beni sadece bir rahim, bir doğurgan beden olarak değil, bir birey olarak sevmeliydi. Çocuk için değil, bana ben olduğum için gelmeliydi.

Kağan dizleri üzerinde doğruldu. Bir eliyle alnıma dokununca istemsizce kaşlarımı çattım. “Ne iyisi? Ateşin çıkmış,” dedi, sesi uykudan yeni kalktığı için mahmur çıkıyordu.

Yüzümü buruşturdum. Yatakta doğrulmaya çalışırken o da refleksle bana eşlik etti. “Dur, bekle. Yaran yüzünden olabilir, ben pansuman malzemelerini alıp geliyorum” dedi hızla. Gitmesini engellemek için elini tuttum. “Kağan, ben de gelmek istiyorum. Beni yalnız bırakma”

Kaşlarını çatarak yüzüme baktı. Şüpheyle gözlerini kıstı. “ Yalnız kalmayı seversin?” diye imayla sorduğunda. “Amcan ile aynı evdeyiz, onun olduğu ortam beni geriyor” dedim. Kağan yüzüme aynı şüpheyle bakarken canım acıyormuş gibi yapıyordum. “Ayrıca, reglimde yaklaşıyor, bunun bende sinyalleri ağrı ve ateş, tabi yaramı da sayarsak ateşim normalden daha yüksek olabilir” dediğimde, Kağan gözlerini kısarak, daha da şüpheli bir ifadeyle başını eğdi. “Allah Allah… Regli mi?”

Dudaklarımı yalayıp devam ettim. “Tabii, Bilmiyor musun? Kadınların her ay yumurtalıkları yenilenir.” Yalan. Reglim yaklaşıyor değildi. Sadece o ilaçlara ulaşmam gerekiyordu.

Kağan’ın bir an gözleri ışıldar gibi oldu. Kısa bir an düşündü, sonra başını salladı. “Biliyorum, araştırdım. Bir tür kanama ve bu bittikten sonra hamile kalma yüzdesi artıyormuş ancak bu regli yaklaşırken ise yüzde düşüyormuş” dediğinde karnıma kramplar saplandı. Hiç mi benim ne düşündüğümü sorgulamıyordu. Ne hissettiğim hiç mi umurunda değildi?

Gerçekten… Babasının intikamından vazgeçmesi için benden bu kadar çok mu çocuk istiyordu? Midemde bir düğüm oluştu. Boğazımda yükselen acıyı bastırdım. Beni bu şekilde tüketmek yerine doğrudan öldürseydi…

İçimden çaktırma Lavinia diye fısıldadım kendime. Gülümse. Oyununa ayak uydur. Bunu sen de istiyormuş gibi davran.

Huysuz bir sesle, “Bakıyorum da bu konuda benden daha bilgilisin,” dedim, sesime alaylı bir tını yerleştirerek. Kağan üzerime eğildi. Gözleri parlıyordu. “Tabii ki,” dedi sinsi bir tatminle. “İşimi şansa bırakmak istemem, güzelim. Çocuğumuzun tohumlarını bir an önce ekelim. Onu kucağımıza aldığımızda bu düşmanlık sonsuza kadar bitecek.”

Bir an nefesim kesildi. Bunu düşündüğünü, planladığını, araştırdığını bilmiyordum. Kendimi sıkmam gerekti. Eğer şimdi gözlerim dolarsa, eğer zayıflık gösterirsem… Yenilirdim.

Dudaklarımı bastırdım. Kağan bunu farklı yorumladı. Eğildi ve yumuşak bir öpücük bıraktı dudaklarıma. Gözleri kapalıydı ama ben onun o kadar rahat olmadığını hissediyordum. Bedenini sıkıyordu. Bir savaş veriyordu. Ama ben de bir savaş veriyordum.

Benden ayrıldığında sesi kararlıydı. “Erkek,” dedi. “Erkek çocuğumuz olduğunda, bizden giden Timur’un yerini bir başka Timur alacak. Ama bu kez, onu daha mutlu yetiştireceğiz. O, bize bu defa çocuğumuz olarak dönecek, Lav.”

Zihnim buz kesti. Timur Amca’dan bahsedilince içim zaten parçalanıyordu. Ama şimdi, onun benim doğmamış çocuğum olarak geleceğine inanıyordu. Bir kahin gibi konuşuyordu. Kendi kaderini kendi çizmiş, bunu gerçek kılmaya adanmıştı.

Gözlerimi kaçırmadım. Bunu neden yaptığı belliydi. Gözlerimdeki acıyı, Timur Amca’ya duyduğum yas olarak yorumlayacaktı. Oysa ben, bir çocuğa bir ruh biçme fikri karşısında donakalmıştım. Sanki çocuğumuzun adı bile belliydi. Sanki onun kaderi doğmadan yazılmıştı. Ve ben… Ben sadece bir araçtım.

Ona ayak uydurmaktan başka çarem yoktu. “Evet,” dedim usulca. “Öyle olacak. Biz, onun anne ve babası olarak her tehlikeye karşı onu koruyacağız.”

Sözlerim onun için bir vaat, benim için bir idamdı. Kağan’ın gözlerinde bir umut kıvılcımı yandı. O umut, benim için bir kafesin kilitlenişiydi.

Derin bir nefes aldım. Bedenim bir kaya gibi ağırlaşmıştı ama yine de soruyu sordum: “Kağan…” dedim yavaşça. “Çocuğumuz olduğunda… Ya ben olmazsam?”

Sessizlik.

Kağan’ın kaşları ilk önce hafifçe kalktı. Kahverengi gözleri belirsiz bir titreme yaşadı. Sonra yüzü tamamen değişti. Kaşları çatıldı, yüzü sertleşti. “Saçmalama,” dedi kesin bir sesle. “Bunun olmasına izin vermem.”

Sesi bir buyruk gibi indi üzerime. Ama ben, bu zincire artık sessizce boyun eğmeyecektim.

Onu omuzlarından ittim. “Tabii ki izin vermezsin,” dedim acı bir tebessümle. Sonra hızla ayağa kalktım. “Ama artık şu ilaçların yanına gidebilir miyiz? Canım çok acıyor.”

Kağan beni izledi. Gözlerinde bir rahatsızlık vardı. “Neden böyle bir şey sordun?” Omuz silktim. “Bilmem… Aklıma geldi, öylesine sordum.”

Kağan rahatsızca kıpırdandı. Ama gözlerindeki bakış keskinleşmişti. “Bir daha öyle şeyleri aklına bile getirme,” dedi, sesi buz gibi soğuktu.

Gözlerimi kaçırdım. İçimdeki karmaşayı saklamaya çalışsam da sesime sızan kırılganlığı engelleyememiştim. “Tamam, gidelim mi?” diye sordum. Kelimelerim havada asılı kaldı, sanki duyulmamayı dileyerek fısıldanmış gibiydiler.

Kağan, gözlerini üzerime dikerek sessizce ayağa kalktı. Bir adım attı ama aramızdaki mesafeyi korudu. Bu, ona ait olmayan bir tavırdı. Normalde hiç tereddüt etmeden ya beni kucağına alır ya da belimden sıkıca sararak kendine çekerdi. Şimdi ise sanki görünmez bir çizgi çizilmişti aramıza, geçilmesi yasak bir sınır gibi.

Gözlerimi kıstım, tedirginliğimi gizleyerek. “Bu mesafe neden?” diye sordum, sesimde hafif bir meydan okuma yerleştirdim. Kağan başını hafif yana eğerek baktı bana. Gözleri karanlık bir deniz gibi derindi; içinde kaybolmamak imkânsızdı. Dudaklarının kıyısında belirsiz bir gölge belirdi.

“Senden beklenmeyecek kadar uysalsın,” dedi yavaşça. İçimde bir şey düğümlendi. Kalbim, göğsümde tekinsiz bir ritimle atmaya başladı. Kaşlarımı çattım. “Anlamadım,” diye fısıldadım. Kağan, derin bir nefes aldı. O an, söyleyeceği şeyin geri dönüşü olmadığını biliyormuş gibi bir duraksama yaşadı. Sonra, sesinde ağır bir kesinlikle konuştu:

“Bugün son gün.” Bir an dünya durdu. Göğsümde soğuk bir taş oturdu sanki. Ama yüzümdeki ifadeyi kontrol etmeyi başardım. Başımı hafifçe salladım. “Yani?” dedim, cevabı biliyormuş gibi ama aynı zamanda bilmemeyi dileyerek.

Kağan’ın bakışları, içimi gören bir aynaya dönüştü. Bir adım attı, gözlerini gözlerimden ayırmadan. Aramızdaki mesafe hızla kapanırken içimde yükselen korkuyu bastırmaya çalıştım. Sonunda ellerini belime koydu, yavaş ve temkinli bir hareketle. Her zamanki gibi değildi. Sarılışı, sahiplenmekten çok çözümlemeye çalışıyor gibiydi. Beni hissediyor, anlamaya çalışıyordu.

“Düşüncelerin değişti mi?” Zihnimde çakan şimşekler, içimde yankılanan sorulara karıştı. Ne söylemeliydim? Evet dersem, anlaşma gereği burada kalıyordum. Hayır dersem, kelimelerim davranışlarım yalan olacaktı.

Bu soruyu akşam soracağını düşünmüştüm. Sabah beni bu kadar hazırlıksız yakalayacağını hiç hesaba katmamıştım. Tam bir şey diyecekken, Kağan aniden geri çekildi. Beni inceliyormuş gibi baktı, sanki içimdeki tüm karmaşayı okuyabiliyormuş gibi.

“Özür dilerim,” dedi ansızın. Kalbim tekledi. O an bir şey yapacağını sandım. Belki de en başından beri korktuğum şeyin gerçekleşeceğini düşündüm. Ama yanılmıştım.

Kağan, gözlerini üzerime dikerek hafifçe başını yana eğdi. Yüzünde belirsiz bir ifade vardı. Ne öfke, ne hayal kırıklığı… Sadece her şeyi çoktan görmüş ve kabullenmiş birinin dinginliği.

Sonra, sesinde o tanıdık kesinlikle konuştu: “Fikrinin değişmediğinin farkındayım, Lav. Beni kandırmaya çalışma… Çünkü ben seni görüyorum.” İşte o an çuvalladığımı anladım.

Onu kandırmaya çalışmak… Saçmalığın ta kendisiydi.

Kağan’ı hafife alarak hata etmiştim. O, içimde kıpırdayan en ufak duyguyu bile sezecek kadar keskin biri olduğunu yeni anlıyordum. Yıllardır beni izleyen, okuyan, çözen biriydi. Zihnimin içinde yürüyebiliyordu.

Ama başka çarem yoktu. Salağa yatmaya devam etmeliydim. Bu oyun hoşuma gitmiyordu, içimi kemiriyordu, her saniye biraz daha yutuyordu beni… Ama buradan çıkana kadar oynamaya devam etmek zorundaydım.

Çünkü bir canavarın inindeydim. Ve tamamen tektim. Kaçmaya çalışmak, mücadele etmek, ona karşı gelmek… Bunların hiçbiri bana kazandırmazdı. Sadece kendimi daha da savunmasız hale getirirdi.

Uygun fırsatı yaratana kadar sabretmeliydim. Huyuna gitmeliydim. Ve en önemlisi, onu çözmeliydim.

Derin bir nefes aldım. Yüzüme sakin bir ifade yerleştirdim. Gözlerimi kaçırmadım. “Son gün olduğunun farkındayım,” dedim. “Seni kandırmaya çalışmıyorum Kağan. Sadece… bu anların tadını çıkarıyorum.”

Sözlerim odanın içinde yankılanırken, Kağan’ın yüzündeki kaslar gerildi. Omuzları taş gibi sertti. Gözleri kısılmış, dudakları sıkılmıştı. Rahatsız olmuştu.

Bir adım attı, sonra durdu. Gölgesi, odanın penceresinden sızan ışıkta üzerime düşüyordu.

“Çocuk yapmayı fazla sakin karşıladın.” Sesi neredeyse fısıltıydı ama içindeki şüphe, bir çığlık kadar yüksekti. Başını yana eğdi, kapıya doğru ilerledi. Gitmeye hazırlanıyordu. “Buna fazlasıyla karşı çıkacağını, duyduğun an kaçmaya çalışacağını düşünmüştüm.”

Beni deniyordu.

Ben de arkasından sessizce ilerledim. Kağan kapıyı açmadan hemen önce hızla ona sarıldım. Bu konuşma burada, bu odanın içinde kalmalıydı. Erra duymamalıydı.

Kağan’ın bedeni bir taş gibi kaskatı kesildi. Ama beni itmedi. “Düşündüm,” dedim yavaşça. “Kaçmayı düşündüm.” İçimdeki fırtına, kelimelerimi savurmasın diye kendimi zor tuttum. “Ama bunun bir anlamı yoktu.”

Kağan nefesini tuttu. Bekliyordu. Ben de devam ettim. “Ayrıca meydan okumamızı unutmadım. Biz 10 yılı 10 güne sığdıracağımıza dair meydan okuduk. Ve ben anlaşmalara her zaman sadık kalırım. Tabii, karşı taraf bunu ihlal etmediği sürece.”

Sessizlik.

O kadar derin, o kadar ağır bir sessizlik çöktü ki sanki dünya nefesini tutmuştu. Kağan, gözlerini gözlerime kilitledi. Sonra, alçak ama keskin bir sesle konuştu:

“Benimle bir ilişkiye girmek istemiyorsun.” İçimde bir ürperti hissettim. “Çocuk istemiyorsun.” Kağan’ın yüzü ifadesizdi ama gözleri… Gözleri, içimdeki en karanlık korkulara bakıyormuş gibi boş ve dipsizdi. “Sadece kendini korumak için öyleymiş gibi yapıyorsun.”

Bir adım geri çekildi. “Ve inan, Lav, bu her şeyden daha kırıcı.” Sesinde ne öfke vardı, ne de suçlama. Ama bir tür ağırlık… bir tür hayal kırıklığı, göğsüme oturdu. Sonra gözlerini benden ayırmadan devam etti: “Ben senin gözünde… sana istemediğin halde dokunacak kadar iğrenç bir insan mıyım?”

Dünya durdu. Bir an nefes almayı unuttum. Kağan… öyle biri değildi. Ama amcası öyleydi. Bu düşünce beynimi zehir gibi yaktı.

Ne kadar acı verirse versin, kendimi korumak zorundaydım. Ama… bir şey beni rahatsız etti. Madem numara yaptığımı biliyordu, neden bana bunu düşündürtmek için çaba harcamıştı? Neden açık açık konuşmamıştı? Beni neden böyle bir şeyle sınamıştı?

Bir adım geri çekildim. Öfkemi bastıramadım. Omzuna sert bir yumruk attım. Kağan, anlık bir şaşkınlıkla gözlerini kırptı.

Ama benim öfkem, kan gibi sıcak ve keskin bir bıçak gibi keskindi.

“Piç kurusu!” Beni en başından beri buna inandırıyordu. Beni sıkıştırıyordu. Beni kendi içimde kaybolmaya zorluyordu. Dişlerimi sıktım, gözlerim öfkeyle kısıldı. Şimdi bana kırıcı olduğumu mu söylüyordu? Şimdi beni mi suçluyordu?

“Madem farkındasın,” dedim hırıltılı bir sesle. “Neden bana böyle düşündürttün?” “Neden beni buna inandırdın?” Öfkem, içimde bir yanardağ gibi patlamaya hazırdı. “Ve şimdi beni kırıcı olmakla mı suçluyorsun?”

Kağan, gözlerini benden ayırmadan durdu. Ben ise nefes nefeseydim. “Amacın ne, Kağan?” Onun bunu yapmaya hakkı yoktu.

Nefesim düzensizdi. Göğsüm hızla inip kalkıyor, titreyen ellerim yumruk olmaya dahi direniyordu. Vücudum, zihnim kadar yorgundu. İçimde yankılanan kelimeler mideme taş gibi oturmuştu. Her şeyin bir oyun olduğunu bilerek yanımda kalmıştı. Ve ben, aptal gibi bu on günü güzel anılarla doldurabileceğimi sanmıştım.

Öfkemin arasına sızan hayal kırıklığını yutkundum. İçimde bir şeyler paramparça oluyordu. Gözlerimi ona diktim. "Amacın ne, Kağan?" Kağan gözlerini kaçırmadı. Dudaklarını ıslattı, dişlerini sıkarken çenesinin gerildiğini görebiliyordum. Gözlerindeki çatışma, içindeki cehennemi ele veriyordu. Konuşmak istemediğini biliyordum ama kaçamazdı.

"Çünkü..." dedi, sesi kırılgan bir çatlak gibi yankılandı. "Bu on günü olabildiğince güzel geçirmek istedim. O öğrendiğim gerçeklerden sonra." Bir an için gözlerim doldu. Sadece bir an. Sonra hırsla kırptım gözlerimi, bu oyuna düşmeyecektim.

"O gerçeklerden sonra… seninle olabilir miyim yine de, diye denemek istedim." İçimde bir şimşek çaktı. Derin bir nefes aldım.

"Bu dediklerin hiçbir şeyi açıklamıyor." Sesim sertleşmişti. "Beni her fırsatta ilişkiye zorlamaya çalıştın. Çocuk yapmaktan bahsettin. Hatta doğmamış bir çocuğa bile cinsiyet ve kader biçtin. Açıkla bunları, Kağan."

Kağan, parmaklarımın titreyerek ona doğrulttuğum yöne baktı. Ellerini yüzüne götürdü, parmak uçları şakaklarına bastırıyordu. Karşımda kendi içindeki canavara yenilen bir adam vardı. "Sen bunu öğrenmeden önce... Sana yaklaşsam da içimde hep o yanlış olduğunu bağıran his vardı." derken sesi tıkanıyordu. "Ama amcam… On gün boyunca bana hep aynı şeyi söyledi: 'Bu kanı temizlemenin üç yolu var. Ya onu öldüreceksin, ya ondan bir çocuk yapacaksın, ya da onun sevdiği birini öldüreceksin.'”

Sanki odadaki oksijen çekilmişti. Midem bulanıyordu.

Kağan elini saçlarının arasına daldırıp yüzünü başka yana çevirdi. "Ne yapabilirdim, Lav?" dedi çaresizce. "Seni öldüremedim. Öldüremiyorum. Seninle birlikte olamıyorum ama... sırf bu yüzden başka birinin canını almak daha da yanlış olurdu. Söyle, ben ne yapayım? Ne kadar acı verici ve yanlış da olsa… çocuk yapmak en mantıklısı."

Gözlerini bana diktiğinde içinde hâlâ mücadele ettiğini görebiliyordum. "Düşündüm, Lav. Çok düşündüm. Eğer bir erkek çocuğumuz olursa bu kâbus biter. Hem seninle birlikte olabiliriz, hem de bu kan meselesi kapanır. Sadece kısa bir acı… ve sonrasında saadete kavuşuruz."

Beynime bıçak gibi saplanan cümleler… Kağan’ın gözlerinde gördüğüm şey, korkutucuydu. "Sevdiğim birinin canını almak mı?" dedim, sesi titreyerek çıkan kelimelerimi zar zor kontrol ederek.

İlk aklıma gelen Serkan oldu. Onu kaybedemezdim. Ama ya diğerleri? Hiçbirini kaybedemezdim. Ama bunlar da yanlıştı. Her şey başından beri hastalıklıydı.

"Sus." Sesim, içimde kopan fırtınadan daha güçlüydü. "Sus ve o hastalıklı zihniyetinizi bana bulaştırmaya çalışmayın. Ben buna izin vermem. Daha fazla benden can alınmasına izin vermem!"

Kağan acı bir kahkaha attı. "İzin mi vermezsin?" dedi alayla. "Daha buraya gelmeden önce amcam gibi bir tehlikenin varlığından bile haberin yoktu. Lav, sen anlamıyor musun? O istediğini alamazsa, sevdiklerini tek tek elinden alacak."

Sessizlik içimi oymaya başladı. Kağan derin bir nefes aldı ve sözlerine devam etti. "Seni bu ilişkiye zorlamak istemiyorum." dedi, ciddiyetle. "Sen istemediğin sürece sana dokunmam. Ama... her istemediğin gün, belki de sevdiğin biriyle sınanacaksın. Amcamı az çok gördün, tanıdın. Biliyorsun. Ya zorla… ya da güzellikle, bunu bize yaptıracak. Ve çok yakında olacak, çünkü artık sabrı kalmadı."

Öfkemin içinde keskin bir bıçak gibi bir kararlılık belirdi. "Öldürürüm." Kağan, nefesini tuttu. "Öldüremezsin." diye fısıldadı. "İzin vermem. Benden, ailemden son kalan şeyi de alamazsın."

Acı bir gülümseme dudaklarımı sardı. "Görürsün." Kapıya yöneldim. Parmaklarım, soğuk metal kapı koluna uzandı.

"Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Başımı çevirmeden "Ağrı kesici almaya." dedim. "Amca-yeğen entrikalarınız baş ağrımı fazlasıyla artırdı." Kağan kaşlarını çattı. "Nerede olduğunu bilmiyorsun." Omuz silktim. "O zaman yolu göster." Başım zonkluyordu. Ama bu savaş daha yeni başlıyordu. Ve ben kaybetmeyecektim.

İnanamıyordum. Malikanenin bir odası adeta bir ilaç deposu gibiydi. Raflarca kutular, şişeler, ampuller… Bazılarının isimlerini bile duymamıştım. Ne işe yaradıklarını bilmiyordum ve bilmek de istemiyordum. Ama ihtiyacım olanları seçmek zorundaydım.

Elimi titrek bir halde uzatarak yalnızca bir kutu ağrı kesici ve ateş düşürücü aldım. Ama hepsi bu değildi. Kağan görmeden, fırsattan istifade, kaşla göz arasında başka bir ilacı daha cebime sıkıştırmıştım. Bu evde güvenilir hiçbir şey yoktu ve ben de tetikte olmak zorundaydım.

Kağan, pansuman malzemelerini toparlayıp yanıma geldiğinde gözleri ciddiydi. Söylemeden, sorgulamadan, sadece yaralarımı sarmakla meşguldü. Onun şortunu giymiştim ama bana o kadar bol geliyordu ki, giymesem de olurmuş dedirtiyordu. Onu çıkarmama gerek yoktu; Kağan, bacağımı dikkatlice sardıkça kumaş yukarıya doğru kolayca kıvrılıyordu.

Sessizlikte, onun hareketlerini izledim. Kağan, attığı dikişleri incelerken zaman zaman yüzünü buruşturuyordu. Sanki acıyı ben değil de o hissediyormuş gibi… Onun bu hâli, içimdeki çelişkileri daha da derinleştiriyordu. Gerçekten ne istiyordu?

Pamuğa tendürdiyot döküp yarama bastırdığında yanma hissi tenime işledi. Acıyordu, ama belli etmedim. Acımıyormuş gibi yapıyordum. Çünkü bu evdeki hiçbir ilacı içmeyecektim. Özellikle de iğne…

Bir iğne bile bu ortamda benim için bir son olabilirdi.

Erra’ya güvenmiyordum. O adam, bilincimi kaybetmemi sağlayarak benden istediğini alabilirdi. Ve Kağan… O bana dokunmayacağını söylemişti ama Erra? O, sözlerden anlamayacak biriydi.

Bu düşünceler beynimi kemirirken, içimden gelen soruyu daha fazla bastıramadım. "Bu gece gitmeme izin verecek misin?"

Tahmin edebiliyordum. Asla izin vermezdi. Ama beklediğimden farklı bir yanıt aldım.

"Evet." Ona inanamayarak baktım. "Ne?" Kağan, sanki en sıradan şeylerden bahsediyormuş gibi bana döndü. "Bunca yıldır beni ele vermedin. Burayı da açık etmezsin." Sözleri zihnimde yankılandı. Bir an donup kaldım. Gerçekten mi? Bunu hâlâ mı düşünüyordu?

"Bu olaydan sonra bile mi?" diye sorduğumda başını hafifçe salladı. Kaşlarımı çatarken o, kendinden emin bir şekilde devam etti. "Gittiğinde her şeye karşı hazırlıklı olacağım." Bunu söylerken gözleri hâlâ üzerimdeydi. Ardından dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. "Ama çok geçmeden kendi ayaklarınla geri geleceksin."

Yaralarımı sarmaya devam ederken yüzü ifadesizdi ama söyledikleri sanki içimde bir şeyleri kırıyordu. "Gelmeyeceğim." Sesim sert çıkmıştı. "Buraya bir daha asla adım atmayacağım. Eğer gelirsem, yok etmek için gelirim."

Kağan hafifçe güldü. Alaycıydı. "Göreceğiz." Onu taklit edercesine kaşlarımı kaldırdım. "Görürüz."

---

Kağan, son sargıyı yerleştirdiğinde içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Bu kadar sakin olması normal miydi? Gözlerim etrafı taradı. Erra burada mıydı?

"Erra yok mu?" diye sordum. Kağan’ın ifadesi değişti. Kaşlarını çattı. "Ne diye onu soruyorsun?" Omuz silktim. "Pansumanı burada yapıyorsun. Odadan başka bir yerde pansuman yapmadın hiç, demek ki Erra burada değil."

Kağan’ın dudakları hafifçe kıvrıldı ama içinde bir gerginlik vardı. Ben ise içimde yükselen tedirginlikle ona bakıyordum. Kağan, bir şeyleri gizliyordu. Ve ben, onu artık okuyabiliyordum.

Beni iyice delirtiyordu. Kağan’ın bana olan hislerini, bir zamanlar kardeşçe sandığım o bağı düşündüm. Ama şimdi? Öyle değildi.

Bunu bilmiyordum. Ama bildiğim tek şey, Kağan’ın içinde bitmeyen bir çelişki olduğuydu.

Kağan, sargıyı iyice sıkılaştırdı. Şortu aşağı çekmek için elimi kaldırdım ama bileğimi yakaladı. "Lav, iyice düşün. Kimsenin ölmesine gerek yok, kimsenin zarar görmesine gerek yok. Geç olmadan kararını tekrar gözden geçir."

Elimi hızla çektim ve şortu aşağı indirdim. Ayağa kalkarken "Kararım kesin—" diyecek oldum ama Kağan beni böldü. "Zarar göreceksin. Hem de ummadığın yerlerden. Amcam seni, sen olmaktan çıkaracak, Lav. Anlamıyor musun? Ben seni korumaya çalışıyorum!"

Bu sözleri söylediğinde, içimde bir şeyler paramparça oldu. Gözlerimi ona dikerek soğuk bir sesle sordum: "Bu mu koruma? Beni çocuk yapmaya ikna etmek mi?" Kağan sustu. Ama gözlerinde kopan fırtınayı görebiliyordum. Ben kararımı vermiştim.

Bazen bir an, bir bakış, bir kelime her şeyi değiştirebilir.

Kağan’ın sesi odanın içindeki ağır havayı yararken, kelimelerinin altında yatan gerilim neredeyse tenimi yakıyordu.

“Amcamı tanımasam buna asla yeltenmezdim—”

Öfkemi içimde tutabilmek için dişlerimi sıktım ama daha fazlasına izin veremezdim. “Kes sesini! Bu konuyu daha fazla konuşmayacağım.” Sözünü kesmemle odadaki hava biraz daha buz kesti. Kağan sustu ama bakışlarını gözlerimden çekmedi.

Onların gözünde hâlâ kim olduğum belirsizdi. Beni henüz tanımıyorlardı. Ama bu gece… Bu gece, gerçekten tanıyacaklardı. Saatler kalmıştı.

Bakalım o zaman da benden çocuk isteyebilecekler mi?

Kağan, soğukkanlılığını koruyarak bıçağın ucunda yürüyen bir adamın keskinliğiyle konuştu: “Beni ikinizin arasında bir seçim yapmaya zorlama, Lav.” Ona soğuk bir gülümsemeyle baktım. Bizi izleyen biri olsaydı, göz göze gelen iki canavar gördüğünü sanabilirdi.

Onun koyu kahveleri, içinde fırtınalar kopsa bile hâlâ güvenli bir liman gibi duruyordu. Benim gri gözlerimse… Karanlık bir ormanın tepesinde parlayan, felaketin habercisi gibi bir tehlike barındırıyordu.

“Şimdiden bir karar versen iyi olur.” Onun kararsızlığını seyretmek bir yangını izlemek gibiydi. Ve o yangında bir kuşun çırpınışlarını görebiliyordum.

Yavaş yavaş, gözleri biraz daha koyulaştı. Sonunda kelimeler buz gibi bir gerçeklik taşıyarak dudaklarından döküldü:

“Bu seçimi senden yana yapmam.”

Beklediğim bir şeydi. Ama bazı sözler, insanın bildiği gerçekleri bile duyunca kalbine ağrılar saplanırdı.

Kırılmış mıydım? Belki. Ama bundan sonra ben de geri adım atmayacaktım.

Kağan gözlerimde bir şey gördü. Ne olduğunu bilmiyorum ama bir an nefesi kesildi.

Ben ise hareketsizdim. Daha da sessiz, daha da tehlikeli. Bu duruşum bir fırtına öncesi bir sessizlikti. Kıyametin öncesi.

“O zaman elini çabuk tut ve hâlâ fırsatın varken öldür beni.” Karşısında artık ona savaşmadan ölecek bir Lavinia olmayacaktı.

Kağan'ın gözleri daha da karardı. Başını hafifçe eğip gözlerimin içine baktığında, iki kadim savaşçının savaştan önce birbirine duyduğu saygıyı hisseder gibi oldum. Saygı? Bana gerçekten saygı duyuyor muydu?

Ve sonra, gözleri daha da derinleşerek, en ağır yükleri taşıyan bir adamın yorgunluğuyla konuştu: “Biri sevdiğim kadın… Diğeri ailemden kalan son kişi…”

“İkinizden de vazgeçmeyeceğim. Ne kadar sinir bozucu olsanız da.”

Ama asıl darbe en sonda geldi.

“Ama illa ki ölmek istiyorsan… Sen gittiğinde peşinden gelmeyeceğimi nereden çıkarıyorsun?”

“Eğer seni öldürürsem, kendi kafama da sıkarım.”

“Senin yapamadığını, ben yaparım”

Sözleri, içimde derin bir yankı uyandırdı. Kalbim, duyduğu şeyin ağırlığı altında titredi.

Ama o çoktan arkasını dönüp salondan çıkmıştı. Onun arkasından bakarken, sol gözümden istemsizce bir damla yaş süzüldü. Elimle hızla sildim ama Timur Amca’nın hayaletine çevirdiğim bakışlarımdan kırgınlık eksik olmadı.

“Senin oğlun olduğuna bin şahit ister.” Fısıltım havada asılı kaldı. “Neden bana bunu yaptırarak beni bu hale düşürdün ki?” Ağlamamak için dişlerimi ve dudaklarımı sıkarken, içimdeki yangın gittikçe büyüyordu. Timur Amca’ya, ondan nefret ettiğimi söylemek istedim. Ama söyleyemedim.

Bunun yerine, kalbimden dökülen tek cümle şu oldu: “Sizi çok özledim.” Ellerimle gözyaşlarımı hızla sildim. Düşmeyecektim.

Ama bir şey yapmalıydım.

Ayağa kalktım. Kararlılıkla içki şişelerinin olduğu köşeye yöneldim.

Gözlerimi hayaletlerden çekip, şömünenin üstünde yükselen Nergal kabartmasına diktim. Elime bir şişe aldım. Etrafı kolaçan ettikten sonra, cebimde sakladığım ilaçları içine attım. Birkaç saniye içinde çözüldü. Kapağını kapatıp kabartmanın karşısına dikildim.

“Günlerdir düşünüyorum, Nergal.” Çocukluğumu şekillendiren, beni eğiten, beni ben yapan ilk akıl hocam olan adam… “Aynı ses, aynı kahkaha, aynı tutum… Yüzünü hiç görmedim ama sen olduğunu hissediyorum.”

Gerçekten onu öldürmüş müydüm? Yoksa bir şekilde hayatta mı kalmıştı? Bu soru zihnimi kemiriyordu. “Kader, yarım kalan işimizi tamamlamamız için bizi yeniden bir araya getirmiş gibi.”

Nergal hakkında araştırma yaparken onun Sümerlerin ölüm, savaş ve yıkım tanrısı olduğunu öğrenmiştim. Ve Kağan’ın amcası kendisine Erra diyordu.

Erra…

Nergal’in diğer adı. Yıkımın, savaşın, ölümün tanrısı.

Gözlerimi kabartmaya dikip fısıldadım: “Gerçekten sen misin?”

“Yoksa senin gibi bir ruh hastasıyla daha mı karşı karşıyayım?”

Tam o an, Kağan’ın sesi içimdeki huzursuzluğu parçaladı. “O bir kabartma, Lav. Sana cevap veremez.” Beni ne kadar süredir izliyordu? Konuşmalarımı duymuş muydu?

Gözlerini kısıp bana bakıyordu. Ama yüzündeki ifadeye bakılırsa, yeni gelmişti. Omuz silktim. Yanından geçerken bile gözlerini üzerimden çekmedi.

Kolumdan tuttuğunda ona baktım. “Nereye?” Kaşını hafifçe kaldırmış, sorgulayan bakışlarını üzerime dikmişti.

“Mutfağa.” Kolumu hızla çektim, ilerlemeye devam ettim. Ama o da peşimden geliyordu. “Acıktıysan bırak çalışanlar yapsın.”

“Hayır. Burada, son günüme özel, kendi ellerimle bir ziyafet hazırlamak istiyorum. Buna mani olma.” Kağan’ın yüzüne hafif bir gülümseme yerleşti.

“Hmm… Yani senin ellerinden yiyeceğim?” Başımla onayladım. Zaten benim kendime hazırladığım yiyecekleri de yiyordu. Neyse. Zıkkımın kökünü hazırlayacaktım. Buradaki herkese.

"Konuşmayı tam bitirmeden sen nereye kayboldun?" diye sordum. Sesim farkında olmadan sert çıkmıştı. Son sözü ben söylemeliyim der gibi gitmesi, sinirlerimi bozmuştu. Özellikle de söylediklerinden sonra böyle davranması kafasını tuttuğum gibi duvara sürtme isteğini uyandırıyordu.

Arkamdan gelen sesi duyunca kısa bir an duraksadım. "Benim sürekli pasaklı olmamdan şikayet ediyorsun ya, o yüzden yine söylenme diye ilaçlı pamukları ve sargıları atmaya gittim," dedi Kağan, umursamaz bir tavırla.

Gözlerimi devirdim. Demek ikimiz de salonda geçen konuşmayı hiç yaşanmamış gibi yapmaya karar vermiştik. Bu benim işime gelirdi. Planımı baltalamadığı sürece sorun yoktu. Ama Kağan gibi biri, yapacağımı sezmeyecek kadar saf olamazdı.

İşte bu yüzden de yemekleri kendim hazırlıyordum. İlk başlarda temkinli yaklaşmış, her lokmasında şüpheyle bakmıştı. Ama birkaç gün yedikten sonra bir şey olmadığını görünce tedbiri elden bırakmıştı. Bu yüzden son ana kadar beklemiştim.

Mutfağa adım attığımda içerisi yine boştu. Kaşlarımı çattım. "Nerede bu çalışanlar? Neden bu kadar göz önünde olmaktan kaçınıyorlar?" On gündür bu evdeydim ama ne bir koruma ne de bir hizmetli görmüştüm. Bu kadar görünmez olmak abartı değil miydi?

Kağan, sanki sıradan bir şey söylüyormuş gibi, "Odadan çıktığımızda hepsine haber verdim, ortadan kaybolmaları için," dedi. Beni sinirlendiren şey, bunu öylesine, gayet doğal bir şeymiş gibi söylemesiydi. Her şeyi kontrol ettiğini biliyordum ama bu kadarına gerek var mıydı?

Burada öğrendiğim kadarıyla ayrı bir müştemilat yoktu. Çalışanlar, malikanenin en alt katında—yerin altındaki penceresiz odalarda—yaşıyordu. Havasız ve karanlık… Elbette havalandırma sistemleri vardı ama bu bile bana yeterince rahatsız edici geliyordu. Ayrıca, o katta bir mutfak olmadığı için yemeklerini buradan almak zorundaydılar.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Ne yapsam?

Öyle bir yemek yapmalıydım ki, kokusu her yere yayılsın, insanları kendine çeksin. Plansız hareket edemezdim. Düşünceli bir şekilde raflara göz gezdirdim. Keskin kokulu sebzeler düşündüğümde ilk aklıma gelen soğan oldu.

Soğan çorbası… Soğan dolması… Ama sarımsak olmadan eksik kalırdı. İkisi bir araya geldiğinde tatları katlanarak artardı. Dengeli bir menü mü yapmalıydım? Boş ver, kokusu güzel olup etrafa yayılsın yeter.

Öyleyse önce soğan çorbasıyla başlamalıydım. Sonrasında kavurma yapabilirdim; kokusu anında hissedilir, her yere yayılırdı. Ama sadece bunlarla yetinemezdim. Herkes et sevmezdi, sebze yemekleri de yapmalıydım. Tatlı olarak birkaç çeşit yeterli olurdu.

Tam malzemeleri toparlarken Kağan’ın sesiyle irkildim.

"Nereye daldın böyle?" Başımı kaldırıp ona baktım. "Ne yapsam diye düşünüyorum," dedim. Kağan hafifçe başını salladı. "Yardıma ihtiyacın olursa seslen," dedi ve arkasını dönüp yürümeye başladı.

Kaşlarımı çattım. "Ne yani, bana yardım etmeyecek misin?" diye sordum. Adımları yavaşladı ama bana dönmedi. Sadece başını hafifçe yana eğip gözlerini kısarak "Hayır," dedi. Bu cevabı beklemiyordum. "İzlemeyecek misin?"

"Hayır."

Şaşkınlığım daha da arttı. "Neden?"

Tamamen durdu. Omuzlarını geriye atarak, umursamaz ama aynı zamanda fazlasıyla tehlikeli bir ifadeyle, "Çünkü gözüme fazla seksi geliyorsun ve bu da anlaşmamıza uymamı zorlaştırır," dedi.

Sanki beynim bir an durdu. Başıma adeta bir balyoz inmişti. Bu adam… Kokuşmuş hallerime bile böyle tepki veriyordu. Sürekli yükselip duruyordu.

Gerçekten bana aşık mıydı? Yoksa sadece bedenimi mi istiyordu?

Kağan mutfaktan çıktığında, içimde garip bir şüphe filizlendi. Sonunda yalnız kalmıştım. Rahatlamam gerekirdi.

Derin bir nefes aldım, göğsümde biriken gerginliği serbest bırakarak. Planımı hayata geçirmek için ihtiyacım olan tek şey, biraz zaman ve dikkatlice hazırlanmış yemeklerdi. Kaç kişilik yapmalıydım? Bir kazan dolusu fazla mı olurdu? Belki. Ama önemi yoktu. Ne kadar çok, o kadar iyi.

Bunu yapmalıydım. Başka seçeneğim yoktu. Tezgâha dizdiğim malzemelere göz gezdirirken zamanın hızla aktığını fark ettim. Doğrama tahtasını alırken gözüm saate kaydı. 12 olmuştu bile. Vakit daralıyordu.

O anda istemsizce gözlerim, saatin altındaki gölgeler gibi duran hayaletlere takıldı. Onlar ölmeseydi…

Tüm bunlar yaşanmasaydı, hayatımız nasıl olurdu? Hâlâ birlikte olur muyduk? Hayallerimizi gerçekleştirebilir miydik? Dostluklarımız, o saf, sarsılmaz hâliyle devam eder miydi?

Boğazım düğümlendi. İçimi kaplayan kederi bir çırpıda silkeleyip attım. Şimdi bunun sırası değildi.

Odaklanmalıyım.

İlk iş soğandan başlamaktı. Soğan. Keskin kokusuyla her yere yayılır, mutfağı ve koridorları doldururdu. Tam ihtiyacım olan şey. Bıçağı elime alıp kabuklarını hızla soymaya başladım. Zaman azdı. O kadar yemeği yetiştirmek için her saniye kıymetliydi.

Bıçak tahtaya her vurduğunda, içimdeki endişeler bir nebze daha hafifliyordu. Bu, benim kaçış planımın temel taşıydı. Ve başarılı olmalıydım.

--

Son ocağın altını da kapattığımda, derin bir nefes aldım. Güzel iş çıkarmıştım. Ama vücudum alarm veriyordu. Başım hafifçe dönmeye başlamıştı. Bacağımdaki yara zonkluyor, acı dalgalar hâlinde yayılıyordu.

Mutfak, pişen yemeklerin yaydığı sıcaklıkla adeta bir fırına dönmüştü. Nefes almak bile zorlaşmıştı.

Kağıt ve kalem. Etrafa göz gezdirdim ama göremedim. Diğer odalara bakacak vaktim yoktu. Dişlerimi sıkarak "Kağan!" diye seslendim. Cevap gelmeyince tekrar bağırmaya hazırlanıyordum ki, aniden havayı koklaya koklaya mutfağa girdi.

Gözleri tencerelere takıldığında olduğu yerde durdu. Ağzının suları akıyordu. "Döktürmüşsün bakıyorum," dedi, gözleri açlıkla ışıldarken.

Tam görmek istediğim tepkiyi almıştım. Hafifçe gülümsedim. Ama Kağan, bakışlarını üzerime dikerek kaşlarını çattı. "İçerisi o kadar sıcak değil. Niye terliyorsun?"

Terimi silmemek için kendimi zor tuttum. Mutfaktaydım. Burada hijyen her şeyden önemliydi. Bunun yerine tezgâhtan bir peçete alıp yüzümü sildim.

"Bana göre fazla sıcak," dedim, yüzümü buruşturarak. Soğuk havaların insanıydım. En ufak bir sıcaklığa bile tahammül edemezdim.

Kağan, aç bir kurt gibi tencerelere yöneldi. Ocağın başına geçip kapağı kaldırmaya yeltendiğinde, eline sertçe vurdum. "Önce çalışanlar yiyecek," dedim, sesime sertlik katarak.

Kağan kaşlarını çatıp bana döndü. "O nedenmiş?" Peçeteyi avucumda buruşturup, "On gündür bana gösterdikleri mahremiyetten ötürü," dedim. "Onlar için hazırladım." Ve tabii ki gideceğim sırada da yoluma çıkmamaları için.

Kağan gözlerini kısıp tencerelere bir kez daha baktı. "Bir tane yesem ne olur?" dedi, sesi neredeyse yalvarırcasına. "Hayır." Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. "Sen bana kağıt kalem getir." Eğer hızlı olursa, belki de gitmeden önce bir duş bile alabilirdim.

Kağan mutfaktan çıktığında gözlerindeki soru işaretlerini ardında bıraktı. Ben de yemeğin son dokunuşlarını yaparken zamanın nasıl geçtiğini fark edemedim. 17.32… Güneşin ışıkları pencereden solgun bir altın gibi süzülüyordu. Yemeği tam zamanında yetiştirmiştim. Derin bir nefes alıp önüme koyulan kâğıt ve kalemi aldım, ardından hızla notu yazmaya başladım:

“BANA GÖSTERDİĞİNİZ MAHREMİYETTEN DOLAYI SİZLER İÇİN KÜÇÜK BİR JEST YAPMAK İSTEDİM. UMARIM BEĞENİRSİNİZ, AFİYET OLSUN.”

Bu notu buzdolabına magnetle tutturdum. İçimde garip bir tatmin hissi vardı. Umarım bunu yerlerdi. Bazen iyi ve saf görünmek, asıl planı gizlemek için en iyi maske oluyordu. Kağan’ın beni dikkatlice izlediğini hissediyordum ama yüzümü ona dönmedim. Onunla bu şekilde ayrılacak olmak içimi kemiriyordu, ama belki de bu kaçınılmazdı. Kağan’ın sesi, sessizliğimi delip geçti:

“Lav…”

Devamını getiremedi. Düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu, ama sözcükler ağzından çıkamıyordu. Onun da benim gibi düşündüğünü biliyordum, ama bu düğümü çözecek olan biz değil, kaderdi. Yüzüne bakmadan, aldırmaz bir tavırla, “Duş almam lazım, odaya geçiyorum,” dedim ve yürümeye başladım. Aramızdaki soğukluk o kadar yoğundu ki neredeyse dokunulabilirdi.

Koridorda ilerlerken, tam merdiven başına vardığımda Kağan aniden beni kucağına aldı. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Şaşkınlıkla ona baktım. “Beni bırak, kendim yürüyebilirim” dedim. Bacağım artık eskisi kadar kötü değildi.

Kağan umursamaz bir ifadeyle gülümsedi. “Biliyorum,” dedi. “Ama şansını iyi değerlendir, çünkü bu kucak her gün herkese nasip olmuyor.”

Sözleri, içimde alev gibi bir öfke tutuşturdu. Gözlerim kısıldı. Başka kızlardan mı bahsediyordu? Kendimi sıktım. O konuşmaya devam etti:

“Beni elde etmek için kavga edenleri görmeliydin. Hele bir tanesi vardı... neydi adı... hah, Irmak. Muhteşemdi.”

Beynime kan sıçramış gibiydi. Tansiyonum yükselmiş, gözüm seğirmeye başlamıştı. Onu başka bir kadınla hayal etmek bile içimi burkuyordu. Kağan ise oyununa devam ediyordu. Kıskançlık sağlayarak benimle olmayı gerçekten düşünüyor olamazdı. Ancak sinirlerimi zıplatmayı başarıyordu.

Dişlerimi sıktım. Ağzımda diş bırakmayacak kadar sıkıyordum belki de. Ama ben de oyun oynayabilirdim. Kağan’ın Irmak’ı varsa, benim de Tamer’im vardı. Buna etkiye tepki derlerdi. Ya da kısasa kısas.

Kağan gözlerini kıstı. Bekliyordu. Ben de bekliyordum. Sonra derin bir nefes alıp “Ne oldu bir yüzün kızardı.” dedi.

“Benim mi? Evet, sadece bana kafayı takmış birini hatırladım. Tamer... Benden sonra kimseyle birlikte olamamış, çünkü kimse ona ben gibi hissettirememiş. Gerçek sadakat böyle oluyor.”

Kağan’ın beni tutan elleri aniden kasıldı. Parmakları tenime daha sıkı gömüldü. Gözlerindeki ifadeyi görmek için yüzüne baktım ve gördüğüm şey hoşuma gitti. Beti benzi atmıştı. Çenesini sıkmış, bakışları kararmıştı.

O an oyunun galibi ben olmuştum. Ama bu, savaşın bittiği anlamına gelmezdi. Sadece yeni bir raundun başlangıcıydı.

Kağan, gözlerini kısarak, "Öyle mi?" diye sorduğunda, dudaklarımı bilerek hafifçe büzdüm, düşünceli bir tavır takındım. "Öyle," dedim, sesi­me hafif bir belirsizlik yerleştirerek. "Belki de ona bir şans vermeliyim."

Bu cümleyi söylerken, zihnimin bir köşesinde gerçekten tartıyordum bu ihtimali. Tamer’e bir şans verebilir miydim? Kağan başka kadınlarla beraber olmuşken, Tamer benim dışımda kimseye yaklaşmamıştı. Kılkuyruk da Tamer’den yana gibiydi. Ama bu, gerçekten mantıklı bir karar mıydı? Aklım bunu savunsa da, içimde bir şey inatla Kağan’ın adını fısıldıyordu. Hayır, kalbimi dinlemek gibi bir niyetim yoktu. Ama mesele sadece Kağan da değildi. Tamer de değildi. Sonuçta, hayatımı mutlu sürdürebilmek için birine ihtiyaç duyduğumu kim söylemişti? Bu sadece basit, klişe bir oyundu. Ve bu oyunun galibi bendim.

Kağan, bir an yüzüme baktı, sonra hızla merdiven korkuluklarına yöneldi. Ne olduğunu anlamadan ayak bileklerimden yakalayıp beni bir halı gibi baş aşağı sallandırdı. Şokla bir çığlık attım, ama bu korkudan değil, bacağımdaki yaranın yırtılır gibi acımasına dayanamadığımdandı. Acı, damarlarıma bir şimşek gibi yayıldı.

“Bacağım!” diye inlerken, Kağan dişlerinin arasından, "Ben sana o lavuğun adını bir daha anmayacaksın demedim mi?" diye hırladı.

Canımın keskin acısı içinde soluk soluğa, "Dedin! Allah’ın dengesizi, dedin!" diye bağırdım. Kağan’ın yüzünü göremiyordum. Ama beni yukarıda tutan ellerindeki öfkeyi hissedebiliyordum. Hızla sallandıkça, midem sıkışıyor, başım dönüyor, bacağım daha da kasılıyordu. Yara, yeniden açılmış gibi yanıyor, sıcak bir sızı içime işliyordu.

Kağan, sesini biraz daha sertleştirerek, "Sen ne yaptın?" diye sorduğunda, görüşüm bulanıklaşmaya başlamıştı. Kanın başıma doluşunun getirdiği ağırlıkla sersemlemiş hissediyordum.

İçimde yükselen öfkenin de etkisiyle, "Sen başlattın şerefsiz puşt!" diye haykırdım. Evet, bu oyunu Kağan başlatmıştı. Ben sadece ona ayak uyduruyordum.

Midem ağzıma gelmişti. Kusma hissi midemde yankılanan bir sancıya dönüşmüş, boğazımı keskin bir yanma kaplamıştı. Her an, hiçbir uyarı olmadan boşalabilirdim.

Kağan, keyifle sırıtarak "Ben başlattım diye o lavuğun adını anmak zorunda değildin," dediğinde, öğürmemek için dişlerimi sıkarak nefes almaya çalıştım. Ama inatçılığım, çenemi kapamama izin vermiyordu.

"Sen de o kadının adını ağzına alma o zaman!" diye tısladım.

Gerçekten de bayılmanın eşiğindeydim. Baş aşağı sarkarken kusarak tarihe geçen ilk insan olabilirdim. Merak ediyordum, tarih kitaplarında bu şekilde ölmemi anlatan bir dipnot düşerler miydi?

Kağan’ın sesi, eğlenceyle titreşti. "Ha, sen kıskandığın için lavuğun adını söyledin," dedi, belli belirsiz bir keyif ifadesiyle. O burada benimle dalga geçerken, ben nefes almaya çalışıyordum. Ölüyorum lan! Sinirden tırnaklarımı bileklerime geçirdim.

"Senin gibi bir dengesizi ne kıskanacağım be! İNDİR BENİ!" diye çığırdım.

Kağan, bu tepkimi bekliyormuş gibi kahkahalarla güldü. "Aha huyuma gitmeye çalışmadın, demek ki cidden kıskandın," dediğinde, yumruk atacak bir fırsatım olsaydı, ona olan bütün sinirimi bir darbe halinde indirirdim.

"İndir artık beni!" diye haykırdım.

Kağan, umursamaz bir ifadeyle, "Tamam," deyip ellerini gevşetince gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Öyle değil! Çek yukarı, çek!" diye bağırdım. Ama o sadece kahkahalarına devam ediyordu. Bu yaptığı şeyi ona fazlasıyla ödetecektim. Bunu beynime kazıdım. Bu dengesiz puşta unutturmayacağım!

"Eğer beni yukarı çekmezsen, andım olsun o lavuğun adını dilimden düşürmem!" dedim, son kozumu oynayarak.

Kağan’ın kahkahası anında kesildi. Ellerinin bileklerime daha sıkı gömüldüğünü hissettim. "Andım olsun seni buradan atarım, ardından o lavuğun çükünü keserim," dediğinde sesi çok uzaklardan geliyormuş gibiydi.

Daha fazla dayanamayacaktım. Bütün vücudum zonkluyor, başım dönüyor, ciğerlerim nefes için yalvarıyordu. Ve sonra… Öğürerek kustuğumda, sıcak sıvı burnuma doldu, nefes boruma kaçtı. Çırpınmaya başladım. Yönümü kestiremiyor, düşünemiyor, sadece boğulduğumu hissediyordum. Keşke kusarken Erra geçseydi de onun tepesine kussaydım. Bu düşünce içimde bir öfke dalgası yaratırken, ağzımı açıp ona laf sokacak gücü bile bulamıyordum.

Sonunda Kağan hızla beni yukarı çekti, ama bir anda değişen pozisyon yüzünden midem iyice altüst oldu. Gözlerim karardı, kontrolümü kaybettim… Ve Kağan’ın üstüne kustum.

Allah’tan başka bir şey isteseymişim olacakmış. Amcasına nasip etmiştim, yeğenine kısmetmiş!

Kağan bir şeyler geveliyordu, büyük ihtimal küfürler yağdırıyordu, ama umurumda bile değildi. Bütün midem merdivenlere dökülmüşken, titreyerek havayı içime çekmeye çalışıyordum. Kağan bir şeyler gevelese de kusmam ve nefes almam için bana destek oluyordu. Gerçek bir dengesiz puşttu.

Olanları tam idrak edemeden Kağan beni tekrar kucağına aldı ve ilerlemeye başladı. "Dengesiz puşt, beni düşürdüğün şu hale bak… Tam bir rezillik," diye kısık sesle söylenirken, ağzımın içindeki ekşi tat yüzümü buruşturmama sebep oldu.

Üstüm başım, yüzüm, her yerim kusmuk içindeydi. Geldi de şimdi duş al! Ama bu kafayla nasıl duş alacağım, işte orası tam bir muammaydı.

Kağan, merdivenleri hızla çıkıp odanın kapısına geldiğinde durdu. Ben ise başımı zor tutuyordum; kafamın içinde yıldızlar uçuşuyordu. Göz bebeklerimin yerinde dönüp durduğunu hissedebiliyordum. Midem hâlâ kendine gelememişti ki Kağan’ın sesi duyuldu:

“Bön bön bakacağına kapıyı açsana.” Cevap olarak yine öğürdüm. Midemi yatıştırmak için derin bir nefes almaya çalışırken, zorlukla konuşabildim: “Beni bu hâle getirmeden önce düşünecektin. Aç şimdi kendi başına.”

Kağan’dan derin bir “Ya sabır” geldi. Ardından hiç tereddüt etmeden kapıya sert bir tekme savurdu. Kapı gürültüyle kırılarak açıldığında gözlerimi iri iri açtım. İçimden, Yok artık, bu nasıl bir güç? diye geçirdim. Fiziksel bir mücadeleye girsek, hangimizin kazanacağını merak ediyordum. Umarım bunu ben yaralı değilken yapardık.

Odaya girdiğimizde, bu sefer nazikçe beni yatağa bıraktı. Hareketleri daha dikkatliydi; sanırım yine kusmayayım diye uğraşıyordu. Şortumu yukarı çekerek bacağımdaki yaranın durumuna baktı. Kasılmam durmuştu ama acısı hâlâ iliklerime kadar işliyordu. Kalbim sanki yarama yüklenmiş, orada zonkluyordu.

Kağan ilgilenmeye devam ederken ona engel olmadım. Nasıl olsa, beni bu hâle getirdiği gibi toparlamak da ona düşerdi. Ancak üstümdeki kusmuk kokusu ve yapış yapış his beni mahvediyordu. İğrenç bir hâldeydim. “Temizlenmeliyim... Bu koku ve his beni mahvediyor.” diye sızlandım.

Kağan, yarayı incelerken başını hafifçe eğdi. “Kendi başına temizlenemezsin.” Kaşlarımı çattım. Bu ne demekti şimdi? Onun yanında yıkanacak değildim ya! Bu kadarına gerek yoktu. Hemen bir plan yapmaya çalıştım ama Kağan sözünü sürdürdü. “Yaranda bir açılma yok, sadece biraz zorlanmış.” dedi ve ayağa kalkıp gardıroba yöneldi. Birkaç saniye sonra elinde bir saç havlusuyla geri döndü. Onunla ne yapacağını anlamaya çalışırken, havluyu enlemesine katlayıp genişliğini biraz kısalttı. Ardından ani bir hareketle elleri şortuma uzandı ve hızla aşağı çekmeye kalktı. Aynı hızla eline yapışıp tuttum. Kalbim bu sefer göğüs kafesimi delip çıkacakmış gibi gümbürdemeye başladı.

“Lan!” diye bağırdım, panikle. Kağan kaşlarını kaldırdı. “Bu kusmuklu kıyafetlerle seni yıkayacak değilim. Çek elini, yaranı açacaksın.” Diklendim. “Çekmem, sen çek elini!” Kağan derin bir nefes aldı. “Elime yapıştın, nasıl çekeyim?”

Gözleriyle ellerimizi işaret etti. Sanki bunu fark edince utanıp elimi çekecekmişim gibi bir tavır takındı. Öyle kolay vazgeçeceğimi sanıyorsa yanılıyordu. “Vazgeçtim, ben yıkanmayacağım.” dedim inatla. Üstümü değiştirip elimi yüzümü yıkar, sonra kendi evime gidince rahat rahat duş alırdım. Bir süre bu iğrenç hisse katlanabilirdim. Ama Kağan’ın pes etmeye niyeti yoktu.

Sabrı taşmış gibi bir ses tonuyla, “Yavrum, bak, bırak elini. Zorluk çıkarma, sadece seni yıkayacağım.” dedi. Başımı hızla hayır anlamında salladım ve dudaklarımın arasından kaçan kelimeler, kendimi bile şaşırtarak döküldü: “Sen git Irmak’ı yıka.”

Bunu neden söylediğimi bilmiyordum ama içimden gelen o kıskançlık duygusunun beni nasıl ele geçirdiğini fark ettim. Daha şimdiden sinirlerimi bozuyordu ve bu durumdan hiç hoşlanmıyordum.

Kağan’ın yüzü bir an yumuşadı, gözleri kurnaz bir parıltıyla ışıldadı. "Irmak mı?" diye sordu, sesi yumuşak ama içinde derin bir alay saklıydı. Boğazım düğümlendi, içimde yükselen bir heyecanı bastırmaya çalıştım. Kağan, avını kıstırmış bir yırtıcı gibi yavaşça üzerime eğildiğinde, kasıklarımda başlayan sıcaklık tüm bedenime yayıldı, nefesim düzensizleşti.

"Ku-kusmukluyum ben," diye mırıldandım, zayıf bir savunma olarak. O ise gözlerimin içine baktı, derin, kararlı ve umursamaz bir ifadeyle. "Umurumda değil," dedi fısıltıyla. İçimde bir yerde kırılmam gereken bir pranga var gibiydi. Onun bana yaklaşmasını engellemek için göğsüne ellerimi koyup itmeye çalıştım ama gücüm yetersizdi. Dudakları sinsice kıvrıldı, ellerim onun ellerinden çekildiği için bir çırpıda şortumu sıyırdı.

"Kusmuklu yapmayı ben de istemem, ama ikimiz de daha iyisini hak ediyoruz," dedi, sesi tehlikeli bir şekilde yumuşaktı. Geri çekildiğinde şaşkınlığımı fırsat bilip tişörtümü de hızla üzerimden çıkardı. Şimdi sadece iç çamaşırımın içinde, titrek bir halde duruyordum. Resmen kendi kendimi baltalamıştım.

Ellerimle göğüslerimi kapatırken, öfkeli bakışlarımı ona diktim. Kim derdi ki basit bir kıskançlık beni bu duruma düşürecek? Kağan gülmemeye çalışarak, "Şu an gözümde nasıl göründüğünü bir bilsen," dedi. Sinirden dişlerimi sıktım, sağlam bacağımla ona tekme atmamak için kendimi zor tuttum.

"Uzak dur! Sadece bana temiz kıyafet getir, yeter," dedim, öfkemi ve içimde giderek büyüyen başka bir hissi bastırmaya çalışarak.

Kağan gözlerini kısıp başını hafifçe yana eğdi. "Duş almayacak mısın?" diye sordu. Kaşlarımı çattım. "Almayacağım," dedim ama üzerimdeki yapış yapış his midemi bulandırıyordu. Yüzüm ekşidi. Kağan gamzeleri belirginleşerek yanaklarını içeri çekti, sinir bozucu derecede keyifli görünüyordu. Şerefsiz, beni çözmüştü ve sinirlerimle oynuyordu.

"Böyle pis pis, yapış yapış, kokuşuk kokuşuk mu duracaksın?" dediğinde içimdeki rahatsızlık iyice büyüdü. Gözlerimi devirdim, içimden küfrettim. O böyle söyledikçe sanki koku daha da belirginleşiyor, üzerime ağır bir yük gibi çöküyordu. İkilemde kalmıştım. Mızmız bir sesle, "Çok mu kokuyorum?" diye sordum.

Kağan başını salladı. "Çok mu pisim?" dedim, rahatsızlık ve utanç içimi kemiriyordu. Kağan tekrar başını sallayınca, "Birazdan sinekler etrafında uçuşup sana konarsa şaşırma," dedi. Bu kadarı fazlaydı! Gözlerim doldu, "Ya ama..." diye sızlandım.

Kağan eğilip gözlerini gözlerime kilitledi. "İnat etme de temizleyelim seni," dedi. Sesi yumuşaktı ama hâlâ buyurgan bir tona sahipti.

Bir an düşündüm, içimde çarpışan arzuyla inadı birbirinden ayırmaya çalıştım. "Ama herhangi bir tahrik ve kışkırtma kabul etmiyorum," dedim, titreyen bir sesle. Pis olabilirdim ama buna katlanacağımı sanarken kendime eziyet etmek istemiyordum.

Kağan başını salladı. "Tamam, söz veriyorum. Hiçbir şey olmayacak. Anlaştık mı?"

"İç çamaşırlarını çıkarmak da yok?" diye ekledim. Kağan bir an duraksadı, sonra başını salladı. "Tamam, o da yok."

Yine de ona tam anlamıyla güvenmiyordum. Ama bu hisse daha fazla katlanamazdım. Ayağa kalkmaya çalıştığımda, Kağan elini kaldırarak beni durdurdu, ardından bir havlu alıp yarama özenle sardı. Dokunuşu nazik, ifadesi ise ciddiydi.

"Şimdi oldu. Her ne kadar üzerinden günler geçse de, dikişler çıkana kadar dikkat etmekte fayda var," dedi. Başımla onayladım, içimde bir huzursuzluk vardı. "Tamam."

Kağan beni tekrar kucağına aldı. Banyoya doğru ilerledik. Kapıya vardığımızda, o bir şey demeden ben kapıyı açtım. Onun yanında ne kadar iç çamaşırıyla olsam da kendimi tamamen çıplak gibi hissediyordum ve bu his beni utandırıyordu. Ameliyat izlerimin görülmesi hele ki Kağan tarafından görülmesi de cabasıydı.

Banyoya adım attığımızda Kağan beni usulca yere bıraktı ve ardından kendi kıyafetlerini çıkarmaya başladı. Gözlerim büyüdü, şaşkınlıkla ona döndüm.

"Ne yapıyorsun sen?" diye çıkıştım, sesim hafifçe titrerken. Kağan, dudaklarının kenarında alaycı bir kıvrımla omuz silkti. "Üzerime kustun. Ben de temizleneceğim."

Gözlerim istemsizce bedenine kaydı. Adeta bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibiydi; kasları belirgin, teni seyrek kıllarını saymazsak, pürüzsüz ve ışığın altında sağlıklı bir ışıltıyla parlıyordu. Yutkundum. Bu hiç iyi bir fikir değildi. Uyurken onun sıcaklığını hissetmekle, şimdi bu kadar yakından görmek arasında dağlar kadar fark vardı. Şimdi, aramızdaki sınır bulanıklaşmış, kaçınılmaz bir çekim alanına dönüşmüştü.

"Benden sonra da yıkanabilirdin," dedim, sesimin olabildiğince doğal çıkmasını umarak.

Gözlerimi kaçırarak yan döndüm. Sadece onun gözlerinden kaçmak için değil, aynı zamanda kapanmış yara izlerimi saklamak için. Ama o zaten fark etmişti. Yine de bunu umursamıyormuş gibi davranıyordu. Kağan’ın vücudu, kusursuz oranlarıyla estetik bir sanat eseriydi. Üçgen vücudu, ince beli, pürüzsüz cildi… Üzerinde tek bir yara izi bile yoktu. Benim bedenimse, geçmişimin sessiz tanıklarıyla doluydu. Fit olmama rağmen, yara izlerim beni toplumun güzellik standartlarından uzaklaştırıyordu. Kadınların cildi kusursuz olmalıydı, değil mi? Yüzümde bir şey yoktu ama vücudum, yaşadıklarımın birer kanıtı gibi izlerle doluydu.

Kağan küvete ilerleyip suyu açtı. "Son gecemizde ayrı gayrı olmayalım diye düşündüm," dedi, sesi alışılmışın dışında yumuşaktı. Sözleri içimde bir ağırlık gibi çöktü. Evet, bu bizim son gecemizdi. Ve aklımdaki planları düşündükçe, ertesi gün yaşanacak kaçınılmaz çatışmayı hayal ediyordum. Belki de bu geceyi, birbirimizi kırmadan, en azından bir anlığına huzur içinde geçirmeliydik.

Kağan suyun sıcaklığını avuçlarında test ederken, ben de banyo kokularına yöneldim. Küvetin içine birkaç damla aroma eklemeye başladım. O, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeyle beni izliyordu. Omuz silkerek, "Haklısın, son gecemiz," dediğimde gözlerindeki sertlik yerini derin bir yumuşamaya bıraktı.

Bir anlığına gözlerinde gördüğüm şey, şehvetten çok, saf bir şefkat ve özlemdi. Beni sarsan bir şeydi bu. Birkaç saniye boyunca, içinde kaybolacak gibi oldum. Ama sonra hızla kendimi toparladım.

Lilyum kokusunu kenara koyup paçuli şişesini aldım. Şişeyi açtığımda burnuma dolan topraksı koku, beni geçmişe sürükledi. Kağan’ın gözlerini bana en çok hatırlatan koku buydu. Ne zaman ona özlem duysam, paçuli kokusunu içime çeker, anıların içinde kaybolurdum. Bundan sonra da öyle olacaktı.

Küvet hazır olduğunda, ikimiz de kısa bir an tereddütle birbirimize baktık. Hangimizin önce duş başlığının altına gireceğini kestiremiyorduk. Bacağımdaki yara olmasa, belki ikimiz de aynı anda yapabilirdik.

Kağan hafif bir tebessümle elini uzattı. "Önce hanımefendiler." Gözlerim kısıldı, alaycı bir gülümsemeyle reverans yaparak elini tuttum. Yarı çıplaklığımızı, izlerimizi, kusurlarımızı unutmuştuk. Bu gece, son bir kez, birbirimize zarar vermeden zaman geçirecektik. Çünkü sabah, her şey değişecekti. Daha doğrusu kaldığımız yerden devam edecektik.

Kağan nazikçe elimi tuttu. Adımlarımız, bir dansın ritmine uyum sağlamış gibi akıyordu. Onun sıcak dokunuşu, içimdeki acıyı hafifletiyordu. Duş başlığının altına vardığımızda, Kağan eliyle bir dakika işareti yaparak banyodaki kirli sepetini alıp yanıma döndü. Ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Oturmamı istiyordu. Sessiz bir teşekkürle başımı eğip sepetin üzerine yerleştim, saçlarımı öne aldım ve başımı hafifçe bedenimden uzaklaştırdım.

Kağan suyu açtı, sıcaklığını ayarladı ve hafifçe yüzüme baktı. Ardından alaycı bir gülümsemeyle, "Böyle olacağımızı bileydim, Irmak’ı daha önceden devreye sokardım," dedi. O ismin anılmasıyla içimde kıvılcımlanan kıskançlık bir alev gibi yükseldi. Yüzüm gerildi. Bakışlarımı sertleştirip ona döndüm. "Şu anı o kadının adıyla mahvetme. Yoksa ben de senin hiç duymak istemeyeceğin bir ismi söylerim," dedim, sesim tehditkâr bir soğukluk taşıyordu. İlla beni delirtecek bir şey söyleyecekti.

Kağan, yüzünde hafif bir gülümsemeyle duş başlığını kaldırıp aniden üzerime sıcak su bıraktı. Su, saçlarımdan, yüzüme dökülürken, Kağan alçak bir sesle, "Yarından itibaren o lavuğun leşini ayaklarımın altına alacağım," diye mırıldandı.

Derin bir nefes aldım, gözlerimi kısarak ona baktım. "Ona dokunursan, bende seninkini yok ederim," dedim. Sesim yumuşaktı ama içinde keskin bir uyarı taşıyordu. Tamer’e zarar vermesine izin vermezdim. Ama eğer ona zarar verirse, ben de Irmak’a zarar verirdim. Kısasa kısas.

Kağan gözlerini devirerek duş başlığını başıma yöneltti, arada yüzüme de su sıçrıyordu. "Seninki derken? Bu ne biçim bir tabir böyle?" dedi alaycı bir ifadeyle. Sabrımı zorlayarak, derin bir nefes aldım. "Ne biçim bir insansın? O kızı hiç mi önemsemiyorsun?" diye sordum.

Kağan başını yana eğerek, "Önemsemiyorum çünkü hiçbir zaman ona karşı bir şey hissetmedim. O sadece işini yapıyordu," dedi, en ufak bir pişmanlık belirtisi göstermeden.

Öfkeden titrediğimi hissettim. "Ulan kimlerle yatıp kalktığı belli olmayan biriyle beraber olup, sonra bana mı yanaşıyorsun? Şerefsiz!" diye patladım. İçimde korkunç bir öfke kabarıyordu. Cinsel yolla bulaşan hastalıkları düşündüm, midem bulanıyordu.

Kağan hiç istifini bozmadan eline şampuanı aldı ve saçlarımın üzerine döktü. Parmakları saçlarımın arasına süzülerek nazikçe masaj yapmaya başladı. "Irmak sadece benimle yatıyor," dedi sakince. Bu açıklama içimi rahatlatmadı, aksine öfkemi daha da körükledi. "Yatıyor?" dedim, kelimeyi özellikle vurgulayarak. Kağan, sakinliğini bozmadı ama gözleri dikkatle beni izliyordu. Bu geçmiş zaman eki değildi.

Öfkem giderek büyüyordu ama onun parmaklarının saç derimde gezinişi beni yavaşça gevşetiyordu. Elleri nazik ve dikkatliydi. Bu hissi daha önce kimseye söylememiştim, biri hariç kimse de fark etmemişti. Ama biri başımı okşadığında ya da saçlarımla oynadığında anında gevşerdim. Bunu yalnızca Nergal fark etmişti. Serkan bile bilmiyordu.

Kağan bu zaafımı keşfetmiş gibi görünüyordu. Elleri başımda geziniyor, parmak uçlarıyla hafifçe baskı yaparak beni rahatlatıyordu. Hafifçe gülümsedi ve "Rahatla," dedi fısıltı gibi bir sesle. Ama içimdeki fırtına henüz dinmemişti.

Kağan derin bir nefes aldıktan sonra, sesi titremeden konuştu: “Sana gelemediğim için ona gittim. Ama senin hayalinle birlikte oluyordum. Kendime geldiğimde her şey sona eriyordu.”

Bu ne demekti? Başka bir kadınla birlikte olurken beni mi düşünüyordu? Saçmalık! Bunu kabul edemezdim. Ama onu suçlayabilir miydim? Birbirimizi sevdiğimizi biliyorduk ama aramızda adını koyduğumuz bir ilişki yoktu. Onun beni sevdiğini bile yeni öğrenmiştim. Bu durumda kızgın olma hakkım var mıydı?

Saçlarımı durularken Kağan’a, kendi kendime konuşur gibi mırıldandım: “Bu durumda ben kendime haksızlık yapmışım.” Öyleydi. Ben kendime böyle bir şeyi yediremezken, o bunu bu kadar sakin bir şekilde söylüyordu. Kağan başını hafifçe eğdi ve gözlerimin içine bakmadan ekledi:

“Kendine haksızlık yapmıyorsun. Ben konu sen olunca ne yapacağımı bilmiyorum. Senin yanındayken kendimi frenliyorum ama aklımdaki hayalinde… o kadın beni durdurmuyor.”

Dişlerimi sıktım. İçimdeki öfke giderek büyüyordu ama yüzümde en ufak bir duygu kırıntısı bile belirmiyordu. O saçımı köpüklerden arındırırken ben de yüzüme soğukkanlı bir maske takmıştım. Saçlarım durulandığında, ayağa kalktım. Saçlarımı sıkarak fazla suyu akıttım ve ona baktım. Kağan, gözlerimi yakalamamak için elinden geleni yapıyordu. Bunu yaparken de benim kalktığım yere kendisi oturarak kafasını eğdi.

Başka kadınlar olduğunu biliyordum. Ama bunu ondan duyunca içimde derin bir boşluk oluşmuştu. Sanki biri içime kor gibi bir köz dökmüştü. İhanete uğramış gibi hissediyordum, halbuki böyle bir durum yoktu. Beni aldatmış değildi çünkü biz sevgili nişanlı ya da evli değildik. Ama bu fark etmezdi, canım yine de yanıyordu.

“Bugünden sonra da ona gidecek misin?” diye sordum, sesim fazlasıyla sakindi. O kadar sakindim ki bu, beni tanıyan biri için ürkütücü olurdu. Kağan sessiz kaldı. Gözlerini kapadı. Bu sessizlik, her şeyi açıklıyordu. Gidecekti. Yine ve yeniden… Ben diye onunla olacaktı.

Duş başlığını elime alıp onun saçına su tuttum. Ellerimi sık ve gür saçlarında gezdirirken içimde kopan fırtınalara rağmen hareketlerim yumuşaktı. Kağan gözlerini açmadan, sesini çıkarmadan bekledi. Belki de suskunluğuyla kendini cezalandırıyordu.

Saçlarını şampuanlarken içimdeki öfke parmak uçlarıma kadar ulaştı ve hareketlerim sertleşti. Onun nazik dokunuşlarına kıyasla ben neredeyse kafasını koparacakmış gibi köpürtüyordum saçlarını. Güzel geçmesini umduğum bu an, mahvolmuştu. İçimde kalan huzurun son kırıntıları da kaybolmuştu.

Onun saçlarını durularken, hâlâ gözlerini açmamıştı. Hâlâ tek kelime etmiyordu. Bu sessizlik bana fırsat veriyordu. Aklımdaki planı şekillendirmek için zamanım vardı. Bunu soğukkanlı bir şekilde düşünmek için ihtiyacım olan zaman…

Suyu kapattım. Küvete doğru ilerledim. O da arkamdan geldi ama onu durdurdum. “Bu kadarı yeterli. Sen dışarıda bekle. Ben çıkınca girersin.”

Kağan’ın gözlerinde pişmanlık gördüm ama bu, yaptığı şeyler için duyulan bir pişmanlık değildi. Sadece bana bunu söylemiş olduğu için pişmandı. Bir şey demek ister gibi dudaklarını araladı ama kararlı bakışlarımı ve kontrol edilemez sakinliğimi gördüğünde sustu. Başını sallayarak, “Tamam.” dedi ve çıktı.

Ben küvete dikkatlice girip temizlenirken işimi olabildiğince hızlı hallettim. Bu duştan hiçbir keyif almamıştım. Ben çıktığım da, Kağan’ın duşa girmesiyle birlikte içimdeki yaraların, tenimdeki ıslaklığın ya da yerlerin su olması bile umurumda değildi. Dolaba ilerleyerek giysilerimi aradım. Bulduğumda pantolonumdaki kan lekesi kurumuştu ama hâlâ oradaydı. Giydim. İç çamaşırlarım hâlâ ıslaktı ve muhtemelen üşütecektim. Ama umursamıyordum. Motorcu ceketimi de üzerime geçirdim.

Saçımı taramakla bile uğraşmadım. Yapacak başka işlerim vardı. Daha özenli olmayı isterdim ama zamanım yoktu. Kağan duştan çıkmadan önce odadaki tüm çekmeceleri karıştırdım. Yatağın yanındaki komodinin çekmecelerini de… Sonunda bir tabanca bulduğumda şarjörünü kontrol ettim. İçinde kurşun vardı.

Tabancanın yanında duran, araba anahtarını da aldım. Eğer Kağan’ın o itirafı olmasaydı, belki de bu kadar soğukkanlı olmazdım. Belki de bu kadar erken gitmeye kalkışmazdım. Ama artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Bacağımın sızısı bile…

Son olarak tabancayı belime yerleştirdim. Motorcu botlarımı giydim ve banyonun kapısının yanına ilerledim. Silahı yeniden elime aldım. Kağan’ın çıkmasını bekledim.

Gitme planımı fark ettiğini biliyordum. Ama bunu engellemek için bir şey yapmış mıydı? Bunu birazdan görecektim.

Kim bilir, belki de herkes yemek yapmamı bekliyordu. Belki de kimse yememişti. Ama artık umurumda değildi. Tek istediğim, arabaya ulaşana kadar kimsenin yoluma çıkmamasıydı…

Hayatımda düşünüp uyguladığım en aptalca plan olabilirdi. Bu malikaneden elimi kolumu sallayarak kolayca çıkabileceğimi sanmak tam anlamıyla bir saflıktı. Ancak inatçılığım her zaman ağır basardı. Geri adım atmak bana göre değildi.

Banyodan gelen ayak sesleri kulaklarımda yankılanırken elimdeki tabancayı daha sıkı kavradım. Kaslarımı gergin tutarak, tüm gücümü kollarıma verip tetikte beklemeye başladım. Kağan kapıyı açtığında, alışkanlık gereği doğruca gardıroba yönelerek üstünü giymeye koyulacaktı. Planım tam da bunun üzerine kuruluydu; konumumu ona göre ayarlamıştım. Kapı ağır ağır aralandığında nefesimi tuttum. O an, sessizliği bozmamak için varlığımı bile yok saydım.

Kapının eşiğinde bir an duraksayan Kağan, kendi kendine homurdanarak, "Bir kere ya, bir kere şuradan çıktığımda burada ol," diye söylendi. Ardından tahmin ettiğim gibi hızlı adımlarla gardıroba ilerledi. İşte fırsat! Tek bir saniyeyi bile boşa harcamadan harekete geçtim. Elimdeki tabancanın kabzasını ensesine şiddetli bir şekilde geçirdiğimde, Kağan önce sendeledi, sonra durakladı. Ama yere serilmedi. Hayvandı vallahi!

Sersemlemiş hâlde bana döndüğünde, gözleri öfkeden alev alıyordu. "Ne yapıyorsun sen, Allah’ın cezası?!" diye hırladığında, karşısında boş duracak değildim. Dövüş pozisyonumu alarak bedenimi sağlam bir biçimde konumlandırdım. O daha sözünü bitiremeden, avucumun içiyle göğüs kafesinin tam ortasına, öldürücü bir noktaya sert bir darbe indirdim. "Hığ!" diye bir ses çıkardıktan sonra dizlerinin üstüne çöktü ve ardından yere yığıldı. Dövüş sanatlarında ustalaşmış olanlar bilir; en ufak bir vuruş bile doğru noktaya denk geldiğinde ölümcül olabilirdi. Bu yüzden sakin olmak ve duygularına hâkim olmak şarttı. Kağan ise önümde yere serilmiş, devrilen bir ağaç gibi öylece yatıyordu.

Karşımdaki hâline bakıp dudak büktüm. "Hadi bakalım, git şimdi de Irmak’a!" diye mırıldandım. Yaralı olan bacağımın, ayağını hafifçe yere vurarak kendime bir durum değerlendirmesi yaptım. Dövüşebilir miydim? Evet. Bizimkilere ulaşana kadar idare edebilirdim. Tedavimi oraya vardığımda hallederdim. Ama ondan önce bu devasa adamı giydirmem gerekiyordu. Sorun şu ki, bu adamı merdivenlerden de indirmem gerekiyordu. Onu bayıltmak işin en kolay kısmıydı, ama şimdi taşımak altında ezileceğim kesin bir eziyete dönüşecekti. Baygın bir bedenin ağırlığı her zaman daha fazlaydı.

"Neyse, başa gelen çekilir," diye homurdanarak gardıroba yöneldim. Ona en kolay giydirebileceğim kıyafetleri seçip yanına döndüğümde bir şey fark ettim. Boxer’ı hâlâ kuruydu. Derin bir nefes verdim. En azından hasta olmasıyla da uğraşmayacaktım. Kağan’ı giydirirken kendimi bir anlığına bebek bakıcısı gibi hissettim. "Geri zekâlı, sen bana o kızdan böyle bahsedeceksin, ben de seni burada öylece bırakacağım ha? Nah görürsün bir daha kadını!" diye mırıldanarak tişörtünü hırsla çekiştirdim.

Aklımdan çıkmıyordu; bu adam bana acımadan ne yapmıştı? Halı gibi baş aşağı sallandırmıştı! Bunu unutacak değildim. Ona kıyafetlerini giydirip işimi bitirdiğimde, eski kıyafetlerine yöneldim. Bunun kesinlikle çalışanlarla haberleştiği bir cihazı olmalıydı. Yoksa biz her odadan çıktığımızda onların ortadan kaybolmasını nasıl sağlayabilirdi ki? Banyodaki pantolonunun arka cebini karıştırdığımda, elime küçük, izlenemez türden bir cihaz geçti. Gözlerimi devirdim. "Ağzına tüküreyim senin Kağan, emi! Puşt, sen bunu yanında mı taşıyordun?!"

Cihazı açmaya çalıştım ama şifreye takıldım. İçimden bir "Ya sabır..." çektim. Kağan’ın elini yakalayıp baş parmağını okuttuğumda ekran kilidi açıldı.

"Hah! Şimdi bunu güzelce kurcalarım," diye mırıldandım ve hemen mesajlarına göz gezdirdim. Çalışanlara her odadan çıkışımızın bilgisini vermişti. En sonda ise 'Yemekleri sakın yemeyin.' diye bir not düşmüştü. Kaşlarımı çattım. Tahmin ettiğim gibiydi. Farkındaydı ama buna karşı bana bir ses çıkarmamıştı. Bu da aslında bu gece benim gerçekten gideceğime göz yumacağı anlamını çıkarmıştım.

Daha da ilginci, amcası Erra ile olan konuşmalarıydı. Şu yazışmalara bak! "Mercimeği fırına verdin mi?" diye yazmış. Allah seni bildiği gibi yapsın Erra! Senin kafana çocuk kadar taş düşsün, hatta taş bile değil, bina yıkılıp üzerine çökse yeridir!

Daha fazla sinirlenmeden, çalışanlara Kağan’ın konuşma tarzını taklit ederek bir mesaj attım. “Amcamla konuşacağım, kimse ortalıkta dolanmasın. Kendi odanıza geçin.” Böylece onları da bu işten uzaklaştırmış oldum. Bugünlük işleri bitmişti. Aynı şekilde dışarıdaki güvenliği de atlamadan kapıya bir araba getirmelerini sonra ise kendi hallerine çekilmelerine dair bir mesaj attım. Ardından kendi parmak izimi okutarak benimde açabileceğim şekilde ayarladım. Komadinin çekmecesinde bulduğum araba anahtarı pek güven vermiyordu.

Tabancayı tekrar belime yerleştirerek harekete geçtim. Kağan’ı sırtımda taşımaya kalksam zaman kaybedecektim, ama onu burada bırakmak da bir seçenek değildi. Ne yapacaksam hızlı yapmalıydım. Zaten birkaç dakika içinde herkes ortadan kaybolur, işler benim lehime gelişirdi.

Kağan’ı yerde sürükleyerek gardırobun önüne getirdim ve sırtını dolaba yasladım. Bacağımdaki ağrı her hamlemde kendini hatırlatsa da dişimi sıkarak hareket ettim. Eğilip sırtımı ona döndüm, kollarından tutup gövdesini kendime yasladım. Kollarını boynumun iki yanından sarkıttığımda içimden derin bir nefes aldım. En zor kısım başlıyordu.

Bacaklarını iki yandan sımsıkı kavradım ve tüm gücümü kullanarak tek hamlede ayağa kalktım. Ciğerlerim yanarak boşaldı, göğsümden derin bir uğultu yükseldi. Ağırdı. Gerçekten çok ağırdı. Öküz gibi. Bir an dengemi kaybetsem de toparlandım. Kağan sırtımda hareketsiz yatarken kısık bir sesle söylenmekten kendimi alamadım:

"Camış gibi adamsın be!" Yemiş yemiş sıçmamış dedikleri kişi Kağan olsa gerekti. Her haltı yemişti mübarek.

Kırık kapıdan çıkarken elim belimdeki cihaza gitti. Unutmuştum. Anlık bir kalp kriziyle içimden bir küfür savurup cebime koyduğumu hatırladım. Daha onunla işim bitmemişti. Ağır adımlarla koridorda ilerlerken omuzlarımdaki yük gittikçe artıyordu. Kağan’ın sıcak nefesi boynuma vuruyor, terimi ikiye katlıyordu.

Merdivenlere ulaştığımda içimden "Bismillah" diyerek ilk basamağa adım attım. Zordu. Ayaklarım titriyor, bacağımdaki ağrı sızlamaya dönüşüyordu. Ama pes etmek yoktu. Güç bela basamakları indim, etrafı tarayarak, dış kapıya vardığımda ise kimse yoktu. İçimdeki diğer düşünce: "Bunu nasıl açacağım?" idi.

Zaten eğik halde olduğum için dirseğimi kapının kulpuna yasladım, aşağı doğru bastırırken bir yandan da Kağan’ın ağırlığını dengede tutmaya çalıştım. Kapı açıldı ama neredeyse onunla birlikte devriliyordum. Az kalsın Kağan’ı düşürecektim. İçimden bir küfür daha savurup kendimi toparladım.

Dışarı çıktığımda araba orada, olması gerektiği yerde duruyordu. Fazla mı kolay olmuştu? Yoksa ben mi her şeyi fazla büyütmüştüm? Neyse… Bunu düşünecek zaman değildi. Kağan sırtımdayken dövüşemezdim.

Basamakları dikkatle indim, arabanın yanına vardığımda bir hamleyle Kağan’ın bir bacağını serbest bıraktım. Hızla kapıyı açıp onu sırtımdan koltuğa bıraktım. Göğsüm inip kalkıyordu, nefesim kesilmişti.

"Hadi bakalım... şimdi el koyma sırası bende Kağan."

Onun kapısını sertçe kapattım, ön kapıyı açıp anahtarı kontağa uzanarak, çekip aldım. Henüz işim bitmemişti. Arabayı kilitleyip malikaneye geri döndüm.

Kapıdan içeri adımımı attığımda salonun köşesinde asılı olan tabloya gözüm kaydı: Kabil’in, Habil’i öldürme sahnesi. Timur Amca ve Erra arasındaki bağ neydi acaba? Ama artık bunun bir önemi kalmayacaktı.

Salona ilerlediğimde Erra’nın orada olmadığını gördüm. Cebimdeki cihazı çıkardım, ekranına bakarak Kağan’ın yazı stilini taklit ettim ve ona bir mesaj attım:

"Salona gel."

Artık onunla yüz yüze tanışma vakti gelmişti.

İçki şişelerinin dizili olduğu rafa yaslanarak beklemeye koyuldum. Salona biri girdiğinde beni göremeyecekti; raf, görüşü kapatıyordu. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum, ama sessizliği bozan ayak sesleri yaklaştıkça içimde bir huzursuzluk büyümeye başladı. Kollarımı göğsümde kavuşturup bir omzumu rafa dayayarak içeri girmesini bekledim.

Umarım sensindir, Nergal, diye geçirdim içimden. Eğer oysa, yarım kalan hesabımı kapatacaktım. Değilse bile, Erra'yı bekleyen son değişmeyecekti. Kaçışımı kolaylaştıran onların hatalarıydı. Bu zamana kadar fazla sorun çıkarmamış olmam ise onların dikkatsizliğine güvenerek planımı sorunsuz hale getirmemi sağlamıştı. Ama şimdi... Her şeyin sonuna geliyorduk.

Adımlar salona yaklaştıkça zihnimde geçmişin hayaletleri dolaşmaya başladı. Nergal... Yıllar önceki yüzü ve şimdi ki yüzü? Hatırımda olduğu gibi miydi? Karşıma çıktığında nasıl bir tepki verecekti? Ya o değilse? Ya Timur Amca'ya benziyorsa? Kafamdaki sorular birbiriyle yarışırken kapının eşiğinde bir gölge belirdi. Nefesimi tuttum.

Gözlerimi dikkatle ona diktim. Fakat bir yanlışlık vardı. Onun Nergal olduğuna neredeyse emindim ama bu his... Eksik bir şeyler vardı. Göğsüme oturan ağırlığın nedenini çözmeye çalışırken, içeri adım atan kişi hafif ağırlaşmış siyah saçlarıyla salona göz gezdirdi. Koltuğa oturmadan önce şöminenin üstünde ki Nergal kabartmasını inceliyordu.

“Genç hanım,” dedi sonunda, sesi soğuk ve ölçülüydü. “Gitmeye karar vermişsin.” Beni fark ettiğini anladım. Rafın arkasından çıkarak birkaç adım attım, fakat mesafeyi korudum. “Öyle görünüyor,” dedim. “Bize ayrılan sürenin sonuna geldik.”

Fakat onda bir gariplik vardı. Tavırları doğal değildi. Zorlamaydı. Kaşlarımı çatarak onu süzdüm. O ise istifini bozmadan, “En azından karnında bizden bir tohumla gidebilirdin,” dediğinde yüzümü buruşturdum.

Bu konuyu sonsuza kadar kapatalım. Bu konuşmayı sürdürmeyecektim. Elimi belimdeki soğuk metale attım. Tabancayı kavradığımda içimdeki gerilim bıçak gibi kesildi. Ani bir hareketle namluya mermiyi sürdüm ve silahı ona doğrulttum.

“Nasıl bir his?” diye sordum, sesim buz gibiydi. “Sadece doğurmakla ilişkilendirdiğin bir kadının seni öldürecek olması?” Bu yaptığım Kağan için ağır olacaktı.

O an... Erra’nın alnında beliren ter damlasını gördüm. Gerginliği artmıştı. Ama bir şeyler saklıyordu. Öleceğini kabullenmiş gibiydi. Yavaşça kabartmaya baktı, dudakları sessizce kıpırdıyordu. Dua mı ediyordu?

Vaktimi harcamaya bile değmez. “Nasıl bir his sevdiğin adamın hayatta ki son kalan akrabasını almak” dediğinde, içimde herhangi bir his oluşmadı.

“Adettendir,” dedim. “Son sözün var mı?”

O an dudakları tuhaf bir şekilde kıvrıldı. Bir şey söylemek üzereydi ki tetiği çektim. Kurşun, kulakları sağır eden bir sesle namludan çıkıp şakağına saplandığında, içimde en ufak bir pişmanlık kırıntısı bile yoktu. Timur Amca’ya da, Kağan’a da benzemiyordu. Bu dünyadan bir akıl hastasını eksiltmiş olmaktan başka bir şey yapmamıştım. Sevdiklerimin canıyla beni tehdit ederek, istediğini alamayacağını canıyla öğrenmişti.

Ama şimdi acele etmeliydim. Adamları silah sesini duymuş olabilirlerdi. Harekete geçmiş olabilirlerdi.

Erra’nın cesedi yere devrildiğinde, raftan bir içki şişesini alıp yanan şömineye doğru savurdum. Şişe sertçe yere çarpıp patladığında, alkol hızla alev aldı. İkinci şişeyi ise alıp biraz daha yaklaşarak kabartmanın üzerine döktüm. Alevler kısa sürede duvarı ve kabartmayı yalamaya başladı. Son bir şişe daha alarak Erra’nın cesedinin üzerine boşalttım ve şömineyle arasında bir iz çizdim. Alevler hızla yükseldi.

Erra ve Nergal kabartması, şömineden çıkan alevler onları sarıp yakarken, pişen et kokusu etrafı sardı. Bu iğrençti. Alevler gözlerimin önünde dans ederken, içki şişelerinin olduğu rafa yaklaşıp onları devirdim. Ateş çok hızlı yayılırdı.

Son kez manzaraya baktım. Sonra hızla dönüp koşmaya başladım. Koridoru geçip dış kapıyı açtım. Arabanın kilidini uzaktan açarak şoför koltuğuna kendimi attım. Anahtarı çevirir çevirmez gaza bastım. Nefes nefese kalmıştım. Ancak hızlı olmazsam buradan çıkamazdım. Adamlar bir yandan yangını durdurmaya çalışırken, diğer yandan benim peşime düşecekti.

Geriye dönüp dikiz aynasından, alevlerin bir kısmını aydınlattığı malikaneye son kez baktım.

Evet. Ben bu akşam Kağan’ın hayattaki son akrabasını öldürmüştüm. Bir kiralık katil örgütünün kurucusunu ortadan kaldırmıştım. Gizli tuttukları bu malikaneyi kurucuları ve çalışanları içindeyken ateşe vermiştim. Ve şimdi onların genç liderini kaçırıyordum.

Kağan uyandığında onu çok kötü sürprizler bekliyordu.

Tabii beni de... Çünkü artık, onların asla bir numaradan inmeyecek düşmanı olmuştum.

Bölüm : 03.04.2025 12:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...