
Beynime tüküreyim! Kıskançlık yapmanın sırası mıydı? Adam seni sorunsuz göndereceğim demiş, sen niye sabretmeden yanında onu da sürüklüyorsun? Şimdi gel de bunu bizimkilere açıkla! Ne diyeceğim? "Elenmiş damat adayınızı kaçırdım mı?" yoksa "O beni kaçırmışken, ben de borçlu kalmayayım dedim mi?" İkincisi kulağa daha iyi geliyor. Gerisini sonra düşünürüm. Şu an asıl odaklanmam gereken şey peşime düşenlerken, ben neyin muhasebesini yapıyorum!
Kurşunlar aracın camlarına ardı ardına çarpıyordu, ama içeri nüfuz edemiyorlardı. Bu, aracın zırhlı olduğunun en net kanıtıydı. Fakat hızımı istediğim gibi artırmam mümkün değildi. Ateş açmak da bir seçenek değildi; hem dışarıdan saldırıya uğruyorum hem aracı kullanıyorum hem de Kağan şu hızda uyanırsa içeriden bir darbeyle karşılaşırım. Sonuç? Kendi sonumu hazırlarım.
Arkadan hızla yaklaşan araçlardan biri aniden yanıma kırınca dudaklarımı yalarak direksiyonu daha sıkı kavradım. Adrenalin damarlarımda deli gibi akıyordu. Hız, tehlike, kaos… İşte yaşadığımı hissettiren şeyler! Benden tarafa olan cama çarpan ilk kurşunla irkildim, ardından birkaç tanesi daha geldi. Kahretsin! Bunlar hiç mi kendi patronlarını düşünmüyorlar? Arabada o da var! Ama sadakat ya da bağlılık yok, sadece emirleri yerine getirme kaygısı olan adamlardı bunlar. Ölü ya da diri patronlarını bana bırakmaya niyetleri yoktu anlaşılan.
Dikiz aynasına göz attığımda Kağan’ı kontrol ettim. Maşallah! Biz burada ölümle dans edelim, beyefendi mışıl mışıl uyusun! Rüyasında da kesin o Irmak denen kadını görüyordur. Dengesiz herif! Sinirle direksiyonu sıkıp sola kırdım ve yanımdaki araca sertçe çarptım. Hızım istediğim seviyede olmayabilirdi ama zırhlı aracın dayanıklılığı tam istediğim gibiydi. Bu aracı bana onlar vermişti. Ama en kısa sürede bundan kurtulmam gerekiyordu; plakadan ya da başka bir detaydan izimi sürmeleri işten bile değildi.
Çarptığım araç büyük bir gürültüyle savrulup yoldan çıkarken, sağ tarafıma geçen diğer bir araca yöneldim. Direksiyonu bir kez daha ani bir hareketle kırarak ona da çarptım. Resmen kurt sürüsüne dalmış bir bal porsuğu gibiydim! Nihayet nefes alacak bir boşluk bulduğumda cebimdeki izlenemez cihazı çıkartarak Kılkuyruk’u aradım. Şu an diğerlerine durumu izah edemezdim. Telefon çaldıkça her saniye bir saat gibi uzuyordu. Gerginlik damarlarımda patlamaya hazır bir bomba gibi titreşiyordu.
Sonunda telefon açıldı. Kılkuyruk daha konuşamadan, gerginlikten sesim titreyerek lafa girdim: “Kılkuyruk, acil durum! Çabuk, adamlarınla Kilyos Ormanı’na gel! Ama benimkilere çaktırmadan!”
“Lan, neredesin sen? Konum ver!”
“Gideceğim yeri söylüyorum ya işte! Ne uzatıyorsun? Sorgulama amına koyayım, zaten meşgulüm! Sen gel ama kendini gösterme. Çok önemli olmayan adamlarını alıp gel.”
Telefonun diğer ucunda bir hareketlenme sesi duydum, Kılkuyruk harekete geçmişti. “Ne yaptın, yine sen?” dedi. Ancak içimden bir his ters giden bir şeyler olduğunu söylüyordu. Bir şey… eksik. Arabanın üst aynasından Kağan’a göz attım ama onu göremeyince içimde buz gibi bir panik dalgası yayıldı.
“Lan?!”
Başımı hızla arkaya çevirdiğimde Kağan’ın yüzüstü devrildiğini gördüm. Oh, canıma değsin! Sen beni merdivenlerden halı gibi baş aşağı sallandırırken iyiydi, değil mi? Emniyet kemerini bağlamadığım için bu çılgın yolculukta kaçınılmaz olarak koltuktan kayıp yere düşmüştü. Uyanacağı varsa da artık uyanmazdı. Umarım!
“Sorgulama, göreceksin zaten ne yaptığımı.”
Kılkuyruk bir an duraksadı, ardından sesi daha sert çıktı: “Ormanın neresine geleyim?”
“Ne bileyim! Bir gel de nasıl olsa beni bulursun.”
Peşimdeki araçlarla ölümüne mücadele ederken, motor gürültüsünün ve çarpışma seslerini duymaması mümkün değildi. Şimdi tek yapmam gereken, yakalanmamaktı.
Kılkuyruk çoktan telefonu kapatmıştı. İçimde bir sızıyla birlikte güvenin verdiği rahatlık dolaşıyordu damarlarımda. O beni yarı yolda bırakmazdı, bırakmazdı ama... Açığa çıkmasına da gönlüm razı olamazdı. Elbet bir yolunu bulur, beni bu durumdan çıkarırdı. Önemli olan Kağan’dı.
Ah Kağan... O basit, klişe dediğim taktik var ya, aslında en etkili olanıydı. Ama senin için sonuç, umduğun gibi olmadı.
Kurşun sesleri, asfaltı yalayan lastiklerin çığlığına karışıyordu. Çelik kaplamaya çarpan mermiler yankılanıyor, birer metal yumruk gibi araca vuruyordu. Frenlerin tiz sesi, çığlık çığlığa bağıran asfaltın hıçkırığına karışıyordu. Kalbim göğüs kafesime sığmıyor, soluklarım hızla içimde patlıyordu. Adrenalin vücudumun her yanına yayılmıştı. Yaralıydım ama o an ağrıyı bile hissetmiyordum.
Kalabalıktan uzak durmaya çalışıyordum. Serkan ve Volkanlar da beni arıyor olabilirlerdi. Onları bu işin dışında tutmam gerekiyordu — en azından Kağan güvenli bir yere yerleşene kadar. Er ya da geç onun elimde olduğunu öğreneceklerdi, ama yerini sadece ben ve Kılkuyruk bilecekti. Herkesin bilmediği, kolay bulunamayan bir adam her zaman avantajdır.
Altımdaki zırhlı araç inliyordu. Her darbede sarsılıyor, Kağan’a gözüm kayıyordu. İlginçtir, hâlâ uyanmamıştı. İçimden “Yoksa çok mu sert çarptım?” diye geçirmeden edemedim. Yüzünü göremiyordum, çünkü koltuğumun arkasında, yere yüz üstü düşmüştü. Onu uyandıracak bir şey varsa, bu yolculukta hepsini yaşamıştı zaten.
Kilyos Ormanı’na girdiğimde sanki içimde bir dua yankılandı: “Haydi Kılkuyruk, göster bana mucizeni.” Beni anlayan tek kişiydi. Benim planımı söze dökmeden sezecek kadar tanıyordu. Ve umuyordum ki, o da bu kâbusu lehimize çevirecek bir hamle hazırlamıştı.
Direksiyonu o kadar uzun süredir sıkıyordum ki, parmak uçlarım uyuşmuştu. Ormanın kıvrımlı yollarında ilerlerken sağımda ve solumda iki araç, beni kıstırmak için hazırlık yapıyordu. Nefesimi tuttum. Direksiyonun titremesiyle birlikte burnumdan nefes alıp ağzımdan vererek kontrolümü korumaya çalışıyordum. Kaslarım taş gibi sertleşmişti. Eğer bu çelik kıskaç arasında sıkışırsam, özgürlüğümün ve hatta hayatımın sonu olabilirdi.
Onlar sıradan adamlar değildi. Kiralık katillerdi. Suikastçılar. Eğitimli, ölüm makineleri. Her biri tek başına bir ordu değerindeydi. Ben de adamlarımı buna göre eğitiyordum. Güvenliğini sağladığım insanların kaderi buna bağlıydı. Bu yüzden bu işte iyiydim. Ve bu gece... ölmeyecektim. Henüz yapacak çok şeyim vardı.
Yanımdaki araçlar üzerime her hamle yaptığında ya frene basıp kaçıyordum, ya da birine hafifçe çarpıp, ani bir hızlanmayla aradan sıyrılıyordum. Yol ilerledikçe karşıda bir araç kalabalığı gördüm. Kalbim aniden sıkıştı. Eğer önüme de pusu kurmuşlarsa, bu araç daha fazla dayanmazdı. Ama geri dönmek yoktu. Arkamda cehennem vardı.
Tam o an… Kılkuyruk’u gördüm. Ormanın sonunda bana el sallıyordu. Dudaklarımda istemsiz bir kahkaha belirdi. Açık açık konuşmamıştık ama yine de beni anlamıştı. Adamları, sadece benim geçebileceğim şekilde bir barikat kurmuştu. Ortası açıktı, kenarlarda zırhlı destekli araçlar vardı. Karanlığın ortasında tek çıkış oradaydı.
Yanımdaki araçlar son bir hamle için toparlanırken gözlerim hedefe kilitlendi. Dudaklarımı kemirirken onların hareketlerini izliyordum. Doğru anı bekliyordum. Bekledim. Bekledim. Ve… BAM! Frene yüklendim. İki araç önümde birbirine girdi. Metalin metale çarpışını izlerken, ben de arada kalan küçük boşluktan, o kaputların birleşim yerinden çarpıp onları savurup geçerek sıyrıldım.
Benim için geri vites yoktu. Eğer bir araç olsaydım bu özelliğim yüzünden bir motor olurdum.
Kılkuyruk’un açtığı koridordan hızla geçerken aracımı zor da olsa durdurdum. Tam içeri girmiştim ki, arkamdan gelen araçlar boşluğu kapatmak üzere harekete geçti. Kılkuyruk’un adamları ustalıkla girişleri tıkadı. İçimde ilk kez o gece gerçek bir rahatlama hissettim.
Kurtulmuştum.
Arabanın içinde kısa bir anlığına durdum. Vücudumun gerginliği, yaşadığım hengamenin ardından yavaş yavaş çözülmeye başladı. Göğsümden derin bir nefes alıp verdim. Sanki akciğerlerim aylar sonra ilk kez havayla tanışıyordu. Havanın serinliği içime işlerken içimde tarif edemediğim bir huzur yükseldi. Gözlerimi kapattığımda, boğuk kalbimde bir kıvılcım çaktı. Kılkuyruk yine gelmişti... Onun varlığı bir tür emniyet kemeri gibiydi. Sarsılsam da yere çakılmamı engelleyen...
Yüzüme sürülen teri sıyırdım, metal yorgun kapının koluna uzandım. Kapı, kurşunların ve darbelerin açtığı eziklerle ve çiziklerle birlikte hırıltılı bir sesle açıldı. Dışarı adımımı attığım anda, buz gibi havaya inat içimi ısıtan tanıdık bir kucaklamayla karşılandım. Kılkuyruk oradaydı. Onu görmek, dünyaya yeniden kök salmak gibiydi. O an, bütün gürültü sustu. Dostum yanımdaydı. Artık yalnız değildim.
Kısa bir anlık sessizlikten sonra, başıma hafifçe vurdu. Gözlerinde belirsiz bir titrek parıltı vardı. “Ne kadar korktum, haberin var mı?” dediğinde sesindeki çatlaklık, endişesinin derinliğini ele veriyordu.
O an, şiddetle patlayan bir kurşun kulağımızın dibinden geçip gitti. Bir refleksle yere çöküp küfrettik. Gerçeklik, sarılmayı yarıda kesmişti. “Ben de çok korktum… Emin ol,” dedim içtenlikle. Ve gerçekten korkmuştum. Kendim için ilk defa hem de. Ama bunu dile getirmek, garip bir şekilde rahatlatıcıydı.
Silah sesleri etrafımızda yankılanırken, Kılkuyruk’un adamları da çatışmaya dahil olmuştu. Mermiler sağımızdan solumuzdan geçiyor, yerdeki taşlar çatırdıyordu. Ortalık cehennem yerine dönmüşken, Kılkuyruk başını hafifçe eğerek bağırdı:
“Ne boklar karıştırdın sen yine?!”
Bir an duraksadım. Gözüm istemsizce arabanın arka koltuğuna kaydı. “Kağan’ı kaçırdım,” dedim. Kılkuyruk’un yüzü bir anda sapsarı kesildi, dizlerinin bağı çözülecekmiş gibi sendeledi. Tam o anda, yakınlardan bir grup ses duyuldu. Tanıdık, bir ağızdan yükselen bir haykırış:
“NE?!”
Şaşkınlıkla başımı çevirdim. Ve gözlerim kocaman açıldı. Bize doğru uçuşan kurşunlar yüzünden ördek yürüyüşüyle gelen kalabalık karşısında nefesim kesildi. Can, Cemal, Yusuf, Veli... ve daha da tuhafı: Pars ve Parla. “Siz?! Ne işiniz var burada?!” diye bağırdım. Hem öfke hem hayret içindeydim. Onlar burada olmamalıydı!
Yusuf ilk konuşan oldu. Nefes nefeseydi: “Lavinia Hanım… Siz erkek mi kaçırdınız?!”
Cemal düşünceli bir ifadeyle araya girdi: “Yani, kusura bakmayın da… Genelde erkek tarafı kaçırır, sizinki biraz ters olmuş sanki.”
Veli dudak büktü: “Erkek olduğu ne malum? Görmedik daha.” Bir an durdum. Ne demek istiyordu bu şimdi?
Cemal sırıtarak atıldı: “Kağan adında kız mı olur be kardeşim?”
Yusuf omuz silkti: “Ne biliyorsun? Belki ailesi erkek bekliyordu, ama kız geldi.”
Can’ın sabrı taşmıştı artık: “Kesin lan zırvalamayı!” diye patladı.
Onlar bana yaklaşırken sinirle dikildim karşılarına. “Yönelimimi mi sorguluyorsunuz şu an?” dedim, sertçe.
Yusuf hemen ellerini havaya kaldırdı: “Yok yok, biz değil. Veli dedi.” Bakışlar Veli’ye döndü. O da mahcup bir ifadeyle: “Ben sadece... yani... cinsiyetçilik olmasın diye söyledim,” dedi.
Can parladı: “SUSUN! YETER! Çeneleriniz durmak bilmiyor!”
Pars en sonunda öfkeyle araya girdi: “Yeter ulan! Kardeşimi canlı gördüm, şükür diyemeden başladı gevezelik! Susun artık!”
Ben de karşılık verdim, gözüm ateş saçıyordu: “Adamlarıma bağıracağınıza, siz ikinizin burada ne işi var onu söyleyin önce!”
Pars dimdik durarak, sert bir ifadeyle cevap verdi: “Belki… abin ve ablan olduğumuz için buradayızdır?”
Silah sesleri hâlâ kesilmemişti. Ama biz, yerlerde çömelmiş, bir çember oluşturmuş halde adeta bambaşka bir dünyada sohbet ediyorduk.
Kılkuyruk’un sesi yeniden araya girdi: “Sen niye o Kağan’ı kaçırıyorsun lan?” Arabanın arkasına bir kez daha baktım, sonra çevreme.
“Oğlum biz niye hâlâ buradayız?!” diye bağırdım. “Kalkın! Kağan’ı alıp defolup gidelim buradan!”
Gözlerim Pars ve Parla arasında gidip geliyordu—sinirle, hayal kırıklığıyla ve biraz da korkuyla. Ardından Kılkuyruk’a döndüm. Omuzlarını silkip, dudaklarını büktü. Sessiz bir şekilde “Ne düşündüğünü anlıyorum” diyordu adeta. Sözsüz bir anlaşma geçmişti aramızda. O da benim gibi düşünüyordu: Diğerleri tamam, ama daha önce tek bir çatışma bile görmemiş bu iki embesilin burada ne işi vardı?
Kılkuyruk kısık sesle, dişlerinin arasından sızan bir homurtuyla konuştu: “Ne yaptıysak olmadı, bizden ayrılmadılar. Kendileri yapıştı resmen.”
Tam o anda Parla konuştu, sesi korkudan titriyordu ama kelimelerinde bir kararlılık vardı: “Ona kızma... Biz istedik gelmeyi.” Başımı yavaşça ona çevirdim. Parla’nın gözlerinde saf bir korku vardı; titriyordu. Elleri kulaklarına gidip geliyordu, sanki bu kargaşayı duymazdan gelirse daha az gerçek olacakmış gibi. Ama hâlâ buradaydı. Bu, onun ne kadar cesur olduğunu anlatmaya yetiyordu.
Dudaklarım gerildi. “Arkadaki dengesizi alıp çıkıyoruz,” dedim kararlı bir tonla. Bakışlarımı tekrar barikatlara çevirdim. Patlayan her kurşun, zamanın biraz daha aleyhimize aktığını fısıldıyordu. Buradan hemen çıkmalıydık. Peşimizdekiler profesyoneldi. İz sürer, tuzak kurar, yok ederdi. Bu, bir oyun değildi.
Elimi kaldırdım. Komut zamanıydı. “Ben komut verene kadar kimse kafasını kaldırmayacak. Gözünüz bende olacak, bir yandan da çevrede. Kulaklarınız daima açık, sesim nereden gelirse gelsin duyacaksınız.”
Gözlerim etrafı tararken herkes birer gölge gibi başını salladı. Plan işlemeye başlamıştı. Kılkuyruk, kulağıma eğilerek “Yedek aracı beş yüz metre geride bıraktım,” dedi.
“Beş yüz mü? Neden o kadar uzağa bıraktın?” diye sordum kaşlarımı çatarak.
“Plakayı görmelerini zorlaştırmak için. Takip edilmemiz zorlaşır.”
Bir an düşündüm. Plan mantıklıydı ama bizi yavaşlatacaktı. Hele Pars ve Parla için bu mesafe, bir ömür gibi gelecekti.
“Tamam,” dedim. Sesim sertti, ama içimde düşüncenin ağırlığı vardı. “Kılkuyruk ve Can, Kağan’ı taşıyor. Onları ve ikizleri ortaya alıyoruz. Geri kalanlarımız çember kurarak koruma sağlayacak.”
İkizlere döndüm. Onların anlayacağı sade işaretlerle konuştum. Ellerimi işaret ederek;
Yumruk yaptım: “Çömel.”
Elimi düz tuttum: “Dur.”
Elimi yana çevirip ileri işaret ettim: “İlerle.”
Parla’nın gözleri yaşla dolmuştu ama başını salladı. Gözyaşları korku değil; inatçı bir kararlılıktandı. Pars ise hâlâ ürkekti ama kuyruğunu dik tutmaya çalışıyordu—varlığıyla kardeşini cesaretlendiriyordu.
Belimdeki silahı kavradım. Emniyeti sessizce açtım ve doğruldum. Gözlerim çatışma alanını tararken silahımı çevirdim. İlk hattı kontrol ettim. Peşimizdekiler henüz yayılmamıştı. Bu, bizim iyiye işaretti.
Kılkuyruk ve Can’a döndüm, başımla işaret verdim: “Alın onu.”
Diğerlerine henüz kalkmaları için emir vermemiştim. Yusuf, Cemal ve Veli’ye gözlerimle işaret ettim. “Kalkın,” dedim sessizce.
İkizlere ise çömelerek ilerleme komutu verdim. Hareket başladı. Her adım sessizdi, gerilimle yoğrulmuş bir senfoni gibi. Bacağımın ağrısı kendini hissettirse de bunu önemsemedim.
“Cemal ön, Yusuf sağ, Veli sol. Arkayı ben kolluyorum,” dedim.
Kılkuyruk ve Can araca yöneldi. Arka kapıyı açtılar. Bizler çember içinde ilerliyorduk. Tetikte, nefesleri birbirine karışmış bir av grubu gibiydik.
“Bu kıpraşıyor,” dedi Kılkuyruk.
“İndir bir tane daha kafasına,” dedim gözlerim çatışma hattındayken.
“Zevkle,” diye mırıldandı.
Onun bu dediğine yandan bir bakış atmakla yetindim. Kağan’ı tanımıyordu, bu yüzden hoşlanmıyordu ondan. Şu an mesele sevip sevmek değil, hayatta kalmaktı.
Kağan inlediğinde Kılkuyruk’un işini hallettiğini anladım. İki adam, Kağan’ı koltuk altlarından kavradı. Onu ayakta tutmak için belinden desteklediler. Bir manken gibi, ama ağır bir manken.
Alan hâlâ temizdi. El işaretiyle ikizlere kalkmaları talimatını verdim. Onlar da yavaşça doğruldu. Ve artık hep birlikte, ağır ama kararlı adımlarla ilerlemeye başladık. Sessizce, birbirimizin nefesine karışarak.
Ben arkadaydım. Sadece bacağım yüzünden değil—çatışmanın kalbine en yakın noktada olmak istiyordum. Eğer biri çıkıp sıkıştıracaksa, önce beni görecekti. Önce benim silahımla tanışacaktı.
Çünkü onların hayatı, artık benim nişangâhımdaydı.
İkizlerin yanında birini öldürmek, onların ruhunda her daim hatırlayacakları bir yara açabilirdi. Her ne kadar yaşça benden büyük olsalar da, anne babaları tarafından pamuklara sarılarak büyütülmüşlerdi. Kendi güvenli dünyalarında. Aramızdaki fark uçurum gibiydi. Şimdi burada olmaları işleri daha da karmaşıklaştırsa da, bu gerçek yüzleşme onlar için bir dönüm noktası olacaktı. Artık hiçbir şey kitaplarda ya da haberlerde gördükleri gibi değildi; hayat, buradaydı ve tetiğin ucundaydı.
Kılkuyruk ve Can, Kağan’ı dikkatlice taşıyorlardı. Onların temposuna ayak uydurmak zorundaydık. Aksi mümkün değildi. Tam da tahmin ettiğim gibi, çatışma alanında düşman saflarından kopan birkaç kişi sağ kanattan üzerimize doğru sızmaya başladı. Gözüm onları seçtiği anda, Yusuf’a döndüm:
“Yusuf, özellikle sen. Gözlerini dört aç. Gösterimiz başlıyor.”
Cephanem sınırlıydı. Yedek yoktu. Her mermi, isabetli olmalıydı.
Henüz yüz metre kadar ilerlemiştik ki sol taraftan da bir grup ayrılıp üzerimize yöneldi. Açık alandaydık. Siper yoktu. Eğilmek yalnızca hedefi küçültürdü ama tamamen görünmez kılmazdı. Bu yüzden mesafe kapanmadan önce harekete geçmeliydik.
“Veli, hazır ol,” dedim.
Hızlandık. O koca beyaz sessizlikte, ayak seslerimizle birlikte buharlaşan nefeslerimiz yükseliyordu. Sağ çaprazımda birinin pozisyon aldığını gördüm. Göz hizama alıp nişanladım. Soğukkanlılıkla tetiğe bastım. Kurşun, adamın kafasına saplandığında Parla'nın çığlığı arkamdan yankılandı. Pars, hemen yanında eğilerek onu sakinleştirmeye çalıştı.
“Şş… geçti. Bir şey yok,” dedi fısıltıyla.
Vurduğum adam yere serildi ama diğerleri hemen korunaklı yerlere sinmişti. Bu adamlar kolay ölmezdi; özellikle kafadan vurulmadıkça sadece bir anlığına dururlar, sonra devam ederlerdi. Çelik yelek giymiş olma ihtimalleri göz önünde bulundurulmalıydı.
Veli’nin tarafından birkaç silah sesi yükseldi. Hedeflerine ulaştıklarını anlamam uzun sürmedi.
“Hızlanıyoruz!” diye bağırdım. Gözlerimi kısarak çevreyi taradım. Geri geri yürüyordum. Hedefime kilitlenmiştim. Şu ana kadar üzerimize çullanmamışlarsa, Kağan'ı canlı istediklerindendi. Bu bizim avantajımızdı.
Araca 300 metre kalmıştı. Soğuk, içimize kadar işlemişti. Her nefes, havada beyaz bir buhar olup dağılıyordu. Parmaklarım tetiği kavrarken titremiyordu ama zihnim saat gibi işliyordu. Beş atış yapmıştım, yalnızca ikisi yerini bulmuştu. Geriye 9 mermim kalmıştı. Ve daha fazlası geliyordu.
“Ne durumdasınız?” diye sordum.
Veli hemen yanıtladı: “Üç adamı indirdim. Beş mermim kaldı. İki yedek şarjörüm var.”
Yusuf’un sesi daha soğuk ve netti: “İki indirdim. Yedi mermi, iki yedek şarjör.”
Can, Kağan’ı taşımaktan dolayı nefes nefese konuşuyordu: “Siz, Lavinia Hanım?”
“İki indirdim,” dedim. “sekiz mermim kaldı. Yedek yok.” dedim. Bunu derken bir kişiyi daha indirdiğim için sekiz demiştim.
Cemal homurdandı önden: “Ben niye öndeyim ya?”
Kılkuyruk sinirle çıkıştı: “Çok konuşma, tetikte ol.”
Cemal pes etmeyerek devam etti: “Ben senden emir almıyorum. Lavinia Hanım için buradayım.”
Artık sabrım kalmamıştı: “Yeter! Buradan çıktıktan sonra, hepinize gerekeni açıklayacağım.”
Parla’nın boğuk sesi arkadan duyuldu: “Yedi kişi... Sadece bu çatışmada... Geridekileri bile saymıyorum...”
Hıçkırığı cümlesini yarıda böldü. Gözlerimi devirdim ama susmayı tercih ettim. Buraya gelmeden önce insan bir düşünürdü.
Ve tam o an, Can konuştu. Her zamanki gibi soğukkanlı ama bu kez daha yumuşak bir ses tonuyla: “Bizim hayatımız bu, Parla Hanım.”
Onun bu sözleri, Parla’nın içinde yankılandı mı bilmem, ama benim içimde kısa bir sessizlik bıraktı. Parla’nın bu hali bir şekilde ona dokunmuş gibiydi.
İçimden sadece bir şey geçebildi: Allah Allah...
Bir şeyler uyuşmuyordu. Sözleri az, bakışları yüklüydü. Birbirlerine attıkları kaçamak bakışları yakalamıştım. Ama bundan sonra onları bir gözlemlesem iyi olacaktı.
Ormanda arabaların geçmesi için yapılan asfalt yolda biraz daha giderek, yüz metre ilerledik. Artık aracın görüş alanımıza girmesi gerekiyordu. Gözlerimi ileriye diktim.
“Araç?” dedim, kısık bir sesle.
Cemal, gözleriyle ileriyi taradı. “İki yüz metre ilerde... Koşarsak daha çabuk ulaşırız.”
Sesi nötrdü ama Kılkuyruk hemen yutkunmadan cevap verdi, tonunda alayla öfke arasında gidip gelen bir kıvam vardı:
“Tabii... Sırtında bir öküz taşımadığından, kolay konuşuyorsun.”
O an içimde bir şey yer değiştirdi. Bunu ilk kez fark etmiyordum. Birbirlerinden haz etmiyorlardı. Cemal’in gözlerinde, Kılkuyruk’a karşı bir hazımsızlık yakalamıştım. Gerçi ondan haz etmediğini de saklamıyordu.
Soğukkanlılığımı bozmadım.
“Kılkuyruk, biraz daha hızlanamaz mısın?” dedim.
Can hemen devreye girdi, sesi Kılkuyruk’tan önce yükseldi:
“Hızlanırız Lavinia Hanım.”
Ardından Kılkuyruk, kısa ama kararlı konuştu:
“Elimden geleni yaparım.”
Kafamı kısa bir ‘peki’ ifadesiyle salladım. Şimdi herkesin ne yapacağını net biçimde bilmesi gerekiyordu. “Dinleyin,” dedim. “Yüz metre kala, ben, Yusuf ve Veli pozisyon alıp koruma ateşi açacağız. Geri kalanınız araca son sürat koşacak. Anlamayan varsa şimdi söylesin.”
Cevaplar homurdanmalarla geldi, ama yeterliydi. “Cemal, kaç yedek şarjörün var?” O, daha silahına davranmamıştı. Öndeydi, düşman henüz ona görünmemişti.
“İki yedeğim var Lavinia Hanım.”
Tam ardından Kılkuyruk araya girdi: “O sana uzak. Benimkilerden al.”
Cemal’in sabrı taşıyordu: “Zaten gösteride ‘vasıfsız eleman’ kontenjanındayım. Şurada bir işe yarayacağım, ona da laf ediyorsun.”
Sert ama stratejik bir şekilde araya girdim: “Kılkuyruk haklı. Düzen bozulursa, hepimizi tehlikeye atarız.”
Adımlarımı hızlandırarak geri geri Kılkuyruk’un yanına vardım. Dikkatim hâlâ önümdeydi; gözümdeki görüş alanı bir an bile dağılmadı. “Yedekler?” diye sordum.
“Arka cebimde. Aceleyle çıktım, oraya koydum.”
Elimi cebine uzatırken vücudum öne dönük kaldı. Parmağımın ucuyla bir şarjör yakaladım.
“İkisini de al. Koruma ateşi açacaksın, lazım olur,” dedi sessizce.
Bir an duraksadım. İçim istemedi. Ama bu, bir hayatta kalma savaşıydı. Tereddüt etmek lükstü.
Aldım.
Pozisyonuma dönerken, görüş alanımda bir baş belirdi. Düşünmeden tetiğe bastım. Geriye altı kurşunum kalmıştı. Üç leş. Bu adamlara neden ölüm makinesi dediğimi hatırladım. Onlar boşlukları okumayı iyi bilirlerdi.
Aramızda kalan mesafe artık yüz metreydi. Düşman her an üzerimize çullanabilirdi.
“Hazırlanın,” dedim, sesim toklaştı.
“Cemal, ikizlerin güvenliği sende. Can, Kılkuyruk, silahlarınızı hazır tutun. İkizler, Cemal’e geçin.”
Arkamda ayak sesleri çoğaldı, Pars ve Parla hızlarını arttırmıştı. Herkes hazırdı. Son bir kez arkamı kolaçan ettim.
“Herkes hazır mı?”
Birden fazla yerden gelen “Tamam!” cevabıyla, içimde kısa bir dua ettim. Allahım kimseye kurşun değmesin...
“Şimdi!”
Ben, Yusuf ve Veli yerimizde biraz çömelip çapraz ateş açarken, Cemal ve diğerleri hedefe doğru koştu. Mermiler havayı yırtarak geçerken, plan işlemeye başlamıştı.
Ama düşman da yerinde durmuyordu. Anlamaları uzun sürmedi. Toplu şekilde mevzilerinden çıkıp üzerimize ateş kusmaya başladılar. Benim şarjörüm tam da o anda boşaldı.
İçimden geçen küfrü yuttum. Boş şarjörü yere bırakırken, neredeyse refleksle Kılkuyruk’tan aldığım yedeği çıkardım. Şarjör yerine otururken parmağım çoktan tetiğe dönmüştü.
Şarjör daha yeni yere değmişti ki, yenisi konuşmuştu. Bu Nergal’in bana verdiği eğitim ve kendimi daha da geliştirmemden kaynaklıydı. Aldığım eğitimi hep daha da üste taşımasını bilmiştim.
Çekilerek çatışıyorduk. Ama geri geri giderken bile nişan almayı bırakmıyorduk. Her hedef, azalan bir düşman demekti.
Arkamızdan gelen araç homurtusu kulaklarımı doldurduğunda, içimde buz gibi esen o rüzgâr bir nebze olsun dindi. Şimdi sahnede sadece biz vardık. Geri çekilirken yaklaşık otuz metre kadar yol kat etmiştik; araçla aramızda kalan mesafe yetmiş metre civarındaydı. Hızla, ama kontrollü bir sesle “Hazır olun çocuklar,” dedim, “komut verdiğimde araca doğru geri geri değil, yan yan koşuyoruz. Gözümüz düşmanda olacak ama vücudumuz harekete hazır olmalı.”
“Tamamdır Lavinia Hanım!” diye ikisi birden cevap verdiler.
Yanımızdan vızır vızır geçen kurşunlar havayı yırtarken. “Gidiyoruz!” dedim ve artık dikkatli adımlarla değil, yan dönerek hızlandık. Amaç, düşmanı indirmekten çok üzerimize gelen ateşi yavaşlatmaktı. Benim adımlarım diğerlerinden geride kalıyordu; sağ bacağım, yediğim kurşunun ardından itaatkârlığını yitirmek üzereydi.
Nihayet araca yaklaştığımızda, Cemal, Can ve Kılkuyruk çoktan mevzilenmiş, gelişimizi kolaylaştırmak için düşmana baskı atışı yapıyorlardı. Arabaya ulaştığımızda, siper almadan, kurşun yağmurunun içinden geçerek kendimizi içeri attık. Bizimle birlikte diğerleri de girdiğinde, Pars’ın sesi kurşunlardan patlayan cam kırıklarının arasından yükseldi: “Siz tamam da, bu arabanın şoförü niye boş?!”
Şoför koltuğu bana en uzak köşedeydi. Dişlerimi sıkarak ön koltuklara abanıp diğerlerinin üzerinden geçerek zorda olsa yerleştim. Direksiyonun başına geçtiğimde “İkizler, kafanızı çıkarmayın! Herkes sıkıca tutunsun!” diye bağırdım. Kontağı çevirdiğimde motor can havliyle bağırdı.
O sırada camlar birer birer parçalanıyor, kaportaya saplanan kurşunlar metal bir çığlıkla yankılanıyordu. Aracı ilerlettiğimde, arkamızda toz, duman ve gözü dönmüş düşmanlar kaldı. Parla’nın çığlıkları ve Pars’ın art arda sıraladığı küfürler arasında, son hız uzaklaşıyorduk.
Kılkuyruk, sarkastik bir tonla araya girdi: “Eee, anlat bakalım şimdi neler yaptın?”
Ona sadece yandan kısa, keskin bir bakış attım. “Daha tehlikeden kurtulmadık. Önce şu ikizleri sağ salim postalayalım. Sonra Kağan’ı güvenli bir yere yerleştirirken konuşuruz.”
Kılkuyruk benim yan koltuğumda, diğerleri arkadaydı, Can, Parla ve Pars’ın üzerine eğilmiş hale üçü birden küçücük bir alana sığışmışken, Cemal, Veli’nin kucağında, Yusuf ise ortada büzüşmüş, Kağan’ın kucağında onunla bir bütün olmuştu.
Gözüm dikiz aynasına kilitlenmişti. Bir takip olup olmadığını anlamaya çalışırken, içimdeki endişeyi bastırmaya uğraşıyordum. “Yaralanan var mı?” diye sordum.
Cemal, alıngan sesiyle “Yok, domuz gibiler,” dedi. İçimden şükrettim. Yusuf ise hemen atıldı: “Şuna bak çatışamadı diye tripte atarmış!”
Kahkahalar yankılandı araç içinde. Cemal homurdandı: “Ne tribi lan, erkek adam trip atar mı?”
Veli gülerek “Aman aman, gitmeyin çocuğumun üstüne, az çatıştı diye duygulanmış,” dediğinde, kısa bir anlığına direksiyondan gözümü kaçırıp onları süzdüm. Her zamanki gibi formdalardı.
Kılkuyruk birden ciddi bir ifadeyle “Sen de eve uğrasan iyi edersin,” dedi.
Kaşlarımı çatarak döndüm: “Neden?”
Pars bu sefer ciddi, yorgun ama içten bir tonda konuştu: “Ne demek neden? Seni evde bekleyen bir ailen var.”
Daha da şaşırmıştım. Aile? Evde beni bekleyen bir aile vardı. Ama benim ailem miydi? O insanlar beni mi bekliyordu?
Parla, gözyaşlarını silerken “Annemler çok endişelendi,” dedi. Gözüm hâlâ dikiz aynasında, tetikteydim. İçimdeki karmaşa büyürken, dışımdan bunu yansıtmıyordum. İfadesizlik maskesi yeniden yüzüme oturmuştu. O kadının, Yeliz’in... psikolojisi zaten iyi değildi. Onu bir kere intihara kalkışırken yakalamıştım. O zamanda beni bekliyordu.
Pars devam etti: “Babam seni bulmak için elindeki tüm imkanları kullandı, yetmedi mafyayla bile iş birliği yaptı.”
Cengiz’in sesi kulağımda çınladı bir an. Özgür’le olan o konuşma, hafızamda yeniden canlandı.
Parla boğuk bir sesle “Söz verdik anneme. Seni eve getireceğiz diye,” dediğinde gözyaşlarına boğuldu. Pars gözümün içine bakarak, “Eskiden küçüktük, anlamıyorduk. Şimdi anlıyoruz. Bir daha bizden kopmana izin vermeyiz,” dedi.
O an, içimde bir ağırlık çöktü. Gözlerimi yoldan ayırmadım. Zihnim en olmayacak zamanda, anılarda gezinmeye başladı. Yeliz, Cengiz, günah dörtlüsü, çocukluğum gözlerimin önünde canlandı. Sessizce ama kararlı bir şekilde “Bunlar geçmişte kaldı. Artık konuşmanın lüzumu yok,” dedim. Biz büyümüştük, zaman geçip gitmişti. Kimse aynı kalmamıştı.
“Kılkuyruk, adamlarından birini ara. Yolda karşılasınlar, ikizleri eve bırakırlar, bizler içinde başka bir araç getirirler” dedim.
Kılkuyruk başını sallayıp telefonunu çıkarırken Pars ve Parla aynı anda “Hayır!” diye bağırdılar.
Fren pedalına basasım geldi.
“Bu gece yaşadıklarınız yetmedi mi?” diye haykırdım. Sesim araçta yankılandı, sanki metallerden değil de insanların içinden sekip geri döndü. Kısa bir sessizlik oldu. Kimse konuşmadı. Konu, silahlar ya da kaçış değildi artık. Bu, kan bağına dair bir meseleydi. Kimse de aile arasında geçen böyle bir hesaplaşmaya dil uzatmaya cesaret edemezdi.
Pars, ön koltukların arasından gövdesini sarkıttı. “Bize hâlâ çocukmuşuz gibi davranma,” dedi. “Hayatlarımız birbirinden bambaşka olmuş olabilir ama sen bizim kardeşimizsin. Biz de senin yanında olacağız. Bu kadar net.”
Kelimeleri, bastırdığı korkunun içinden çıkıp geliyordu. Ama o korkunun yerini artık başka bir şey almıştı: Kayıtsız bir kararlılık.
Yüzünü görmedim. Göz göze gelmek, duvarlarımı yıkabilirdi. Onları korumak için bütün bu kaosa göğüs germişken, şimdi koruduklarımın kaosa yürümekte kararlı olması... yüreğimi sıkıştırıyordu. Onların daha güvenli bir şekilde hayatlarına devam etmelerini istiyordum.
“Siz daha ciddi bir yara almamışsınız ki,” dedim, sesimde kırılgan ama taş gibi bir tını vardı.
“Ölüm hâlâ size oyun gibi geliyor. Bir düşersin, kalkarsın. Hayatına devam edersin değil mi?”
“Allahım ya, sizin az önce güvenli bir şekilde çıkmanız, her zaman böyle olacağını göstermez, sen veya sevdiğin biri, bir bakmışsın bugün var, bir bakmışsın yarın yok.”
Bu sözlerin ardından hepsi bir süre sustu. Parla, bundan sonra sessizleşmişti. Arada burnunu çekme sesi geliyordu. Sanki kelimelere yükleyecek gücü kalmamıştı. Pars ise hâlâ ayaktaydı, hâlâ direniyordu.
“Ölümse ölüm be,” dedi dişlerinin arasından.
“Bu can, kardeşim ve ailem için verilmedikçe neye yarar?”
İçimde istemsiz bir kıpırtı oldu. Aklıma 10 yıl önce ki o gece de kaybettiğim dostlarımdan biri geldi. Tunç abi, o yaş olarak bizlerden daha büyüktü. Aramızda 4 yaş fark vardı. Bir abi nasıl olur ilk onda görmüştüm. Ve onun, o gece ölmeden önce ki son sözleri aklımda belirdi. “Bu can kardeşlerim için feda olmayacaksa ne eyleyim” demişti. Ona ne yapacaklarını bile bilmeden, korkusuzca, bizleri bir ümit kurtarırım umuduyla kendini öne atmıştı. Hemen ardından da parmaklarından başlanarak, can çekişe çekişe parçalayarak öldürmüşlerdi. Pars çocukken böyle değildi. Ama şimdi o çocuğun yerine, gözünü bile kırpmadan ön safa yürüyen biri gelmişti. İlk defa, içinde sakladığı savaşçıyı görüyordum. Aklımda Tunç abi, yanımda Pars ikisinin az da olsa benzerliklerini yeni görüyordum. Kalbim daha çok sıkışmaya başladı.
Onları bu şekilde zorlamak hırçınlaşmalarını ve bu fevri hareketlerini daha çok arttırabilirdi.
Derin bir nefes aldım.
“Bir daha ağzını bozarsan... frene öyle bir basarım ki, kuş boku gibi cama yapışırsın.” Sesim sakin ama içimdeki fırtına tarifsizdi.
“Geç yerine.”
Ama o da geri adım atmıyordu.
“Düzgün konuş,” dedi.
“Abinle konuşurken düzgün seç kelimelerini.”
O an, sadece yol değil, kelimeler de çatallandı.
Kılkuyruk sessizliği bozdu, kendince durumu hafifletmek için: “Ee... ben şimdi napayım?” dedi sırıtarak.
Ama Pars fırsatı kaçırmadı. “Biz de geliyoruz.” Sesi netti, içinde pazarlık payı yoktu.
Kısa bir sessizlik daha... Sonra ben konuştum. “Yolda aracı değiştiriyoruz. Bu arabayı bulmuş olabilirler.”
Ne onun gözlerindeki ateşe karşı çıkabildim, ne içimdeki koru susturabildim.
Kılkuyruk, sessiz kalışımı kabullenme olarak algılamış olacak ki sadece araç değişimi hakkında konuştu. Peşimizdeki örgütün izimizi sürebilmesi için önce o bölgedeki adamlarımızdan sıyrılmaları gerekiyordu. Elbette henüz diğer örgüt üyelerine haber salmadılarsa...
Zaman ağır ağır ilerliyordu. Aracın içindeki sessizlik, gecenin yorgunluğunu daha da derinleştiriyordu. On, belki on beş dakika böyle geçmişti. Gözüm Pars’a takıldı. Gövdesi hâlâ ön koltukların arasına sarkmıştı, sanki kendini arabayla bütünleştirmeye çalışıyor gibiydi. Sanki kafasını dışarı çıkarırsa özgür kalacakmış hissine kapılmıştı.
“Pars, ne o öyle? Kendini guguk kuşu gibi sarkıtma, geç yerine,” dedim sabırsızca.
Gözlerini abartılı biçimde kapatıp, sahneye oynayan bir tiyatro oyuncusu edasıyla, “Yerim yok ki geçeyim,” dedi.
Kaşlarımı hafifçe kaldırarak gözlerimi kıstım. “Ne demek yok, otur birinin üstüne işte.”
Arka koltuklardan derin bir homurtu geldi: “Hayır.”
Kılkuyruk, başını arkaya çevirip bir an baktıktan sonra gülmeye başladı. Gülüşü öyle coşkuluydu ki, bir an tüm gerilim dağıldı.
“Ne var, ne oluyor orada?” dedim. Pars’ın vücudu hâlâ görüşümü kesiyordu.
Veli, boğuk bir sesle, “Görmeyin Lavinia Hanım, burası bayağı karıştı,” dedi.
Can da araya girdi, sesi neredeyse fısıltıya dönüşmüştü. “Pars bey altımdan çıktığından beri nefes alamıyorum, geri gelirse ben artık… bitmiş olurum.”
Bir diğeri, Yusuf, çölde kalmış gibi zar zor konuşarak: “Lavinia Hanım, şu anda erkek arkadaşınızla birbirimize hâlâ mesafemiz var ama Pars bey de gelirse… bu sınırlar epey bulanır.”
Gözlerimi dikiz aynasına dikerek “Ne?” dedim.
Cemal'in sesi patladı: “Veli, bana kalkıyor! Ne yapayım ben?”
Pars’dan dolayı göremediğim için, bende dikiz aynasından arkayı kontrol etmeye karar verdim. Gördüğümden tek şeyle. İçimde biriken stres bir kahkahayla boşaldı. Can, Parla’yı korumaya çalışırken adeta onunla kaynaşmıştı. Parla’nın sesi çıkmıyordu çünkü kıpırdayacak hali bile kalmamıştı. Can desen, sanki üzerine bir battaniye gibi serilmişti. Manzara, absürtlüğün sınırlarında dolaşıyordu.
Bunlar buysa Yusuf ile Kağan nasıldı kim bilir… Kağan uyanınca bu yaşananları anlatmadan geçmeyeceğim, diye geçirdim içimden.
Pars, kardeşini yoklamaya devam etti. “Parla, ses ver kardeşim.”
Parla’nın cevabı netti: “İyiyim. Sus.”
Bu durumdan herkes rahatsız olduğu için. “Az kaldı, beş dakikaya varıyoruz. Kılkuyruk, şu anımızı bir ölümsüzleştir,”
Cemal, sanki sabrı tükenmiş bir öğretmen gibi “Ama Lavinia Hanım, bu artık ayıp oluyor,” dedi.
Kılkuyruk telefonunu çıkardı, sağ kolunu kadraja uzattı, yüzünde sevecen bir sırıtışla: “Gülümseyin,” dedi.
Bir “cık” sesi… Ve anı dondu.
Ben pek fotoğraf çeken biri değildim. Hele ki başkasından rica etmezdim. Ama bu kare... başka bir şeydi. Bu kaosta, kahkahaların, utancın ve yorgunluğun bir arada olduğu o ânın içinde ruh vardı. Fotoğraf, içindeki herkesle birlikte yaşıyordu. Bunu aldığımda en özel albümümde yer edinecekti.
Nihayet varış noktasına vardık. Arka koltuklardan gelen rahatlamış iç çekişler arabanın patlamış camlarını bile buğulandırdı.
Zor bir geceydi. Karanlığın içinden geçmiştik. Düşmanlar edinmiştim. Kağan’la olan mesele çok daha sert bir çatışmaya dönüşecekti. Ama umurumda değildi. Onlar için elimden gelenin daha fazlasını yapacak, gerekirse canımı verecektim.
Aracı durdurduğum anda Cemal başta olmak üzere herkes kendini dışarı attı. Ben ise geçen adrenalin yüzünden titriyordum. Vücudum ağırlaşmış, bacağım kendi iradesiyle hareket etmeyi reddediyordu. Acısını şimdi ilk günkü gibi hissediyordum.
Kapıyı açtım. Derin bir nefesle sol bacağımı dışarı sarkıttım. Tam o an, bir el belirdi önümde.
Başımı kaldırdım. Kılkuyruk.
Kaşını hafifçe kaldırdı, yüzünde sıcak bir ciddiyet. Hiç düşünmeden elini tutmamla beni nazikçe kaldırdı.
“Gel kardeşim,” dedi.
Sol kolumu omzuna attım, o da diğer kolunu belime doladı. Ağırlığımı çekinmeden üstlendi, adımlarımı yönlendirdi.
“Bu gece taşımadığın biri kaldı mı?” dedim.
Gülümsedi. “O öküz hariç diğerlerinden razıyım,” dedi.
Ben de başımı iki yana sallayarak gülümsedim. Savaştan çıkmıştık ama hâlâ gülümseyebiliyorduk. Kimseye bir şey olmamıştı ve bir aradaydık. İşte bu, her şeye değerliydi.
Biz araca giderken diğerlerine seslendim. “Lan Kağan’ı alsanıza”
---
İki araca bölünmüştük.
Ben, Kılkuyruk ve Kağan öndeki araçtaydık; diğerleri bizi takip ediyordu. Bu ayrımı önermem başta tepki çekmişti. Fakat sonunda itirazları sessizliğe dönüştü. Özellikle Parla için. Çünkü bu gece onun için bir milattı. Ruhundaki eski katmanlar çatırdamış, yerini tuhaf bir sessizliğe bırakmıştı. Gözleri boşluğa bakarken bile içinde fırtınalar dönüyordu. Kırılmıştı, ama yıkılmamıştı. Ve ben, onun bu kırılganlığın içinde bile nasıl bir kararlılıkla ayakta kalmaya çalıştığını görebiliyordum. İlk darbeler her zaman sarsıcı olurdu. Ama o, yıkıntılar arasında yolunu bulacak güçteydi.
Yol boyunca Kılkuyruk’la konuşmuş, olan biteni tüm çıplaklığıyla anlatmıştım. Her cümlem, onun yüzündeki kanı biraz daha solduruyordu. Direksiyonu tutan elleri her kelimemde daha da geriliyor, bakışları arka koltukta baygın yatan Kağan’a çelikleşiyordu. Özellikle Erra’nın sonunu anlattığımda, gözlerinde açık bir huzursuzluk belirmişti.
“Böyle bir örgütle doğrudan çatışmak...” dediğini hatırlıyorum.
O, hesaplı adımların adamıydı. Riskleri terazide tartmadan ileri atılmayı doğru bulmazdı. Ama sözlerimin arasındaki aciliyet, onun zihninde de bir pencere aralamıştı.
Bu işi şimdi bitirmeseydim, bir daha asla bu kadar uygun bir fırsat geçmeyebilirdi elime. Ve o bunu anlamıştı.
Erra yaşasaydı, oyunun kurallarını baştan yazacak kadar tehlikeliydi. Onu durdurmak gerekiyordu.
Kağan’ı kaçırmamı ise daha mantıklı bulmuştu. Elimizde tuttuğumuz bir lider, karşı tarafın boynundaki ilmik gibiydi. Onlar kurucularını kaybetmişti, yeni liderleri ise bizim elimizdeydi.
Artık bir pazarlık masasının ayak sesleri duyuluyordu.
Kılkuyruk tüm bunlara stratejik yaklaşmıştı; bense kıskançlık ve öfkenin itişiyle hareket etmiştim. Ama ne tuhaf ki, içgüdülerim beni mantıklı bir karara sürüklemişti.
Konu sonra barın yerine geldi. Yıllardır gözlerden saklanan o yer…
Benim için görünmeyeni görmekten başka çare yoktu. Kılkuyruk sonunda yerini bulmuştu. Şimdiye dek kimseyle paylaşmamıştı bu bilgiyi. Ama artık zamanı gelmişti.
O mekânla ilgili içimde bir sıkıntı vardı; sadece yer değil, içeride hâlâ işleyen dişliler de beni tedirgin ediyordu. Orada olup bitenleri yerinde görmem gerekiyordu.
Kılkuyruk’tan elindeki tüm dosyaları paylaşmasını istedim. Şüphelerim gölgeler gibi peşimi bırakmıyordu.
Bir süre sonra konu diğerlerine geldi. Özellikle Özgür’e. Onun kendisine nasıl yüklendiğini anlatırken gözlerinde hem övgü hem yorgunluk vardı.
Özgür, delicesine endişeliydi. Ve bir yandan da Kılkuyruk’un sırtındaki yükü arttırıyordu.
Ama bir şey vardı… Birinin, tam ortasından çatlayan ruhunu bile sarmalayan o ebeveyn hissi. Serkan bana aile olmuştu. Ama bu farklıydı. Özgür, onun adı geçse bile kendimi şimdiden rahat ve güvende hissetmeye başlamıştım. İnsanın sadece kendisine ait bir babası olması böyle bir şey miydi?
Sonra… Özgür’ün bayıldığı haberi. Kalbim göğsümde değil de boğazımda atmaya başlamıştı. Ama Kılkuyruk beni sakinleştirdi. “Ciddi değil,” dedi.
Kayıp olduğum süreçte kendine dikkat etmemiş. Uykusuzluk, kaygı, sürekli arayış… Bunlar bedenini tüketmişti. Bayılması, sadece zihninin bir çığlığıydı.
Yine de içim rahat etmedi. Onu kendi gözlerimle görmeden içimdeki ağırlık dinmeyecekti.
Önder’den de bahsetti. Bizi çözmeye başladığını söyledi. Dikkatli olmam gerektiğini, onunla özellikle birebir konuşmam gerektiğini vurguladı.
Bir de… Önder’in eşinin, Yeliz’e karşı mesafeli olduğunu ekledi. Bu küçük ama keskin detay, aklımın bir köşesinde not olarak kaldı.
Tamer’den söz ettiğinde kulaklarımı susturdum. Sadece uyandığını, iyileşme sürecinde olduğunu, benim evimde tedavi gördüğünü söyledi.
İçimden bir şükür geçti. Ama içimde başka bir korku da kıpırdandı. İyi ki aramızdaki her şeyi anlatmamıştı.
Çünkü eğer Özgür o an her şeyi öğrenmiş olsaydı… Ya kalbi dayanmazdı… Ya da Tamer bir daha asla uyanmazdı.
Kimse kızının en zayıf anından faydalanan birini affetmezdi. Hele ki bu kişi, onun tedavisinden sorumlu olan biri olursa... Dahası, bir de âşık olduğunu söylese? Allahım Tamer! Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu resmen. Özgür’ün bu konuda Kağan’dan farklı düşüneceğini hiç sanmıyordum. Umarım o salak çenesini tutmuştur. Yoksa bu hikâyede bir cenazemiz daha olabilirdi.
Şimdi, evimin yakınındaki terkedilmiş depolardan birindeydim. Kağan’ı burada tutmaya karar verdim. Stratejik bir hamleydi; hem erişimi kolay hem de bu kadar yakında saklanması akla gelmezdi. Eski, demir kapılar arasından süzülen gece rüzgârı, içerideki gerilimi tıpkı eski filmlerdeki gibi perdeliyordu. Depo loştu, ışık hüzmeleri kırık camlardan içeri süzülüyordu.
Kılkuyruk’a yaslanmış bir şekilde, gözlerim Kağan’a kilitlenmişti. Metal sandalyeye sıkıca bağlanmıştı. Başını öne düşürmüştü; alnına dökülen saçları yüzünü gölgeliyordu ama yine de... hâlâ o lanet karizmasını koruyordu. Nasıl oluyordu da bu kadar karanlık, bu kadar savunmasızken bile dimdik, etkileyici görünüyordu? Aklım almıyordu.
Tam o sırada Pars, elini gözümün önünde şaklatarak dikkatimi dağıttı. “Hop, sil ağzını. Salyan akıyor, edepsiz!” diye laf attığında yüzüme hazımsız bir bakış fırlattı. Cemal hemen araya girdi:
“Lavinia Hanım, şimdi ciddi söylüyorum... âşık olduğunuz kişi Ulu Örgütü’nün başı mı gerçekten?”
Pars anında döndü ve Cemal’i gözleriyle yakmak istercesine süzdü. Yusuf şaşkınlıkla kafasını salladı.
“Ben hâlâ şoktayım.”
Cemal, Yusuf’u desteklercesine devam etti:
“Katılıyorum. Ulu Örgütü’nün lider kadrosu, ne törene, ne davete, ne cenazeye katılır. Onları görmek bile neredeyse imkânsız. Ancak şimdi karşımızda bağlı.”
Veli araya girdi, sesi ciddiydi:
“Bence mesele başka.”
Can başını salladı. “Evet. Ayrıca bizim görevimiz Lavinia Hanım’ın aşk hayatını sorgulamak değil, onu korumak. Kendinize gelin, bu zevzeklik yeter.”
Yusuf ise mırıldandı, ama herkes duymuştu:
“Gerçi Lavinia Hanım’dan da aşağısı beklenemezdi...”
İşte o an bakışlarım Yusuf’a kilitlendi. Sözleri beni keskin bir bıçak gibi doğrarken, içimdeki Lavinia kıyamete bir adım daha yaklaştı.
Boğazımı temizledim, sesim buz gibiydi:
“Dışarı çıkın. Bizim konuşacaklarımız var.”
Pars elini kaldırdı, mimiklerinde alay vardı:
“Pardon ama sen her an bu adama atlayacakmışsın gibi bakıyorsun. Seni nasıl yalnız bırakayım?”
Göz devirdim. Onlar bazen gerçekten fazla yorucu oluyordu.
“Yalnız olmayacağım. Kılkuyruk benimle,” dediğimde, adamlarım arasında rahatsız bir homurtu yayıldı.
Can itiraz etti:
“Lavinia Hanım, biz buradayken neden o?”
Pars da ekledi:
“Katılıyorum. Ben miyim kardeşin, o mu belli değil.”
Bakışlarımı Can’a çevirdim.
“Kılkuyruk’la mazimiz eski. Ona gözüm kapalı canımı emanet ederim. Benim için Serkan’dan bir farkı yok. İçin rahat olsun.”
Can başını eğdi, ikiletmedi. Ardından Pars’a döndüm.
“Evet, benim kardeşim. Can bağıyla bağlıyız birbirimize. Oldu mu?”
Pars ters ters baktı, “Öyle olsun” diyerek Parla’yı alıp çıkışa yöneldi. Adamlarım da peşlerinden. Sessizlik çöktü. Kılkuyruk hafifçe başını yana eğdi, dudaklarında sırıtkan bir ifade vardı.
“Hımm... Demek Serkan’dan bir farkım yok ha?”
Otuz iki diş sırıtıyordu.
“Herhalde, ne sandın?” dedim, sesimde hafif bir alay vardı.
Kılkuyruk, cılız gülümsemesini genişletti.
“Bu cümleyi senden pek duymuyorum… hoşuma gitti,” dedi.
Gözlerimi hafifçe devirdim. “He he,” diye geçiştirdim, sonra başımla Kağan’ı işaret ettim.
“Bunu uyandırmanın vakti geldi artık.”
Kılkuyruk başını eğerek kabul etti. “Biraz ayakta durabilir misin?” diye sordu.
“Dururum,” dedim dikleşerek. “Zaten onun önünde yürümek zorunda kalacağım. Buna kendimi alıştırmam lazım, değil mi?”
Bu bir meydan okumaydı, hem ona hem acıya. Zayıf görünemezdim, en azından onun önünde değil. Kılkuyruk yavaşça desteğini çekti. Sağ bacağıma yük vermeden ayakta durmaya çalıştım. Her bacağıma binen yükte vücudumun verdiği çığlıkları içime gömdüm. Acı vardı, evet… ama geçecekti.
Birkaç saniye sonra, Kağan’ın önüne bir sandalye koydu.
“Eyvallah,” dedim sessizce.
“Ne demek,” dedi, elini göğsüne koyarak.
İçim titrerken küçük adımlarla ilerledim. Sandalyeye oturduğumda, kendimi sanki tarihi bir tahtın önünde mahkumunu sorgulayan bir kraliçe gibi hissettim.
Kılkuyruk, Kağan’a doğru sessizce yürüdü. Sadece gözlerimle takip edebildim onu. Sonra bir anda elini yumruk yaparak Kağan’ın karnına indirdi. Yumruk sesi etimde yankılandı. Omurgamdan bir ürperti geçti. Gözlerim istemsiz yere kaydı, nefesim daraldı.
Kağan öne savruldu. Dişlerini sıktı, acıyı bastırmaya çalıştı ama elleri arkadan bağlıydı, çaresizdi. Kımıldanmaya çalıştı, ama her hareketi sonuçsuzdu. O güçlü adam, ilk kez bu kadar savunmasız görünüyordu.
Yüzümdeki ifadeyi fark eden Kılkuyruk omuz silkti. Ardından ikinci bir yumruk geldi; bu kez Kağan’ın yüzüne. Burnundan kan bir şerit halinde, aşağı süzüldü ve dudaklarına karıştı.
Kısık bir sesle inledi:
“Ellerim bağlı olmasa... görürdün.”
Sonra gözlerini etrafında gezdirdi. Beni gördüğünde bakışları sabitlendi. Yüzünde o tanıdık sırıtış belirdi. Sırıttığında ağzındaki kanlı görüntü, onu neredeyse şeytani kılmıştı. Daha amcasını öldürdüğümü, hatta onu yaktığımı bilmiyordu. Kaçarken, Yusuf’un onun kucağında neredeyse birbirlerinin ırzına gelecek kadar dip dibe olduklarını bilse böyle sırıtabilecek miydi?
“Kaçırmana gerek yoktu, güzelim,” dedi. “Söyleseydin, seninle gelirdim.”
Yüzümdeki kasları sıkmak zorunda kaldım; sinirle değil, ya da ona acıdığımdan değil. Onun böyle bir adama nasıl dönüştüğüyle ilgiliydi. Ellerimi dizlerimin üzerine koydum, sırtımı dikleştirdim.
Bacak bacak üstüne atmak istedim, ama bacağım izin vermezdi.
“Cıvıklık istemiyorum Kağan,” dedim soğukkanlılıkla. “Artık ciddi olmanın zamanı geldi.”
Kılkuyruk sessizce arkamda durdu. Bedeni tetikteydi ama ben onu görmeden de varlığını hissedebiliyordum. Kağan gözlerini kısarak beni süzdü. Dudaklarını yaladı, gözlerinde oyun oynamayı seven o bakış hâlâ kıvılcımlıydı.
“Nasıl çıktın oradan?” diye sordu.
Sesindeki hayranlık örtülü değildi. Rahattı hatta hoşuna gitmiş gibiydi.
“Senin ‘izlenemez’ telefonun sayesinde,” dedim kısaca.
Kağan’ın dudakları yukarı kıvrıldı. “İlacı fark ettiğimin farkındaydın. Dikkatimi onunla meşgul edip esas planını gizledin… zekice.”
İçimde gururla parlayan o sıcaklık yüzüme de yansıdı.
Ben bazen kendimi bile kandırabiliyordum. Oyunculuk bunun içindi; göz göre göre yalan söylemenin, rol yapmanın sanatı.
“Kağan… o çocuk meselesi kapandı,” dedim. “Sonsuza kadar.”
O ise sakin kaldı. Burnundan akan kan, dudaklarını sıyırıp dişlerine bulaşmıştı. Bu gülüş, başka bir şeyin habercisiydi.
“O mesele,” dedi, “Öyle istiyorsan, öyle olsun güzelim... Ama kader ne zaman bizim dediğimizi ne zaman dinledi ki?”
Sırtımın arkasında Kılkuyruk’un gerildiğini hissettim. Kaslarında biriken tepkiyi duydum ama sustum.
“Babanın kemiklerini mezarda ters döndürürsün,” dedim sakin ama zehirli bir sesle.
Bir zamanlar bana, onun kemiklerimi sızlattığımı söylemişti. Ama şimdi kendisi, bunu yapmaya fazla hevesliydi.
Kağan gözlerini benden ayırmadan fısıldadı:
“Babam… hepimizi birbirimize düşürmedi mi zaten? Ölerek yasla değil, düşmanlıkla başlattı bu hikâyeyi.”
“Timur Amca'nın bir bildiği vardır elbet,” dedim. Sesim sükûnetle doluydu ama içinde kör bir inanç taşıyordu.
Kağan'ın bakışları bir anda karardı. Yüzüne, içinden geçen çelişkilerin gölgesi düştü.
“Bok var,” diye tısladı. Sesindeki öfke, yalnızca kelimelere değil, geçmişe sinmişti. Babasından bahsedilmesi onu buz gibi yapmıştı. Çene çizgileri keskinleşti, gözleri ise bir kapının arkasına gizlendi. O kadar da rahat değildi. Bu konu onu kanatıyordu.
“Babamın nasıl çöktüğünü görmedin, böyle konuşma,” dediğinde sesinde bir titreme vardı; öfke değil, utanç gibi. Timur amcadan utanıyor muydu? Timur amcadan değil aslında onun zayıflığından utanmaya başladı. Amcasının gücüne ve yapabileceklerine şahit olduktan sonra, Timur amcanın bu yaptığı onu amcasına itmişti. Erra bir taşla iki kuş vurmuş gibiydi. Onu bana iterek istediğini almaya yaklaştı aynı zamanla da babasından kopararak kendini onun gözünde daha üstün gösterdi.
Ellerimi hafifçe kaldırdım.
“Peki, tamam... Konuşmayalım,” dedim.
Ama birkaç saniye sonra gözlerinden geçen duyguları tararken, kelimeler dudaklarımdan süzüldü:
“Sence, Erra neden bunu yıllar önce değil de, tam da şimdi söyledi?”
Onun zihnini yönlendirmeye çalışıyordum. Gerçeği —amcasını öldürdüğümü— söylemeye hazırlanıyordum.
Kağan’ın çehresi taştan oyulmuş gibiydi. Sertti. Ama içinde bir yorgunluk taşıyordu; bu sorularla daha önce de boğuşmuş gibiydi.
“Konuşmuştuk ya,” dedi. “Babamdan soğumayayım diyeydi. Belki… bir gün, hislerimiz bizi bir araya getirir sanmıştı.”
Başımı hafifçe çevirip omzumun üstünden Kılkuyruk’a baktım. Gözlerimle sordum: Ne diyorsun buna?
O ise çelik gibi keskin bakışlarla Kağan’a kilitlenmişti. Gözlerinde hiddet vardı, gergindi. Bu diyalogdan rahatsız olduğu açıktı.
Yeniden Kağan’a döndüm.
“Hani demiştin ya,” dedim yavaşça, “Amcanla benim aramda kalsan, tercihin ben olmazdım.”
“Hatırlıyor musun?”
Kağan’ın bakışları karardı. Gözlerinde bir fırtına dönüyordu. Başını yana eğdi. Dişlerini gıcırdattı.
“Daha ne yaptın Lavinia?” diye sordu. Dahası olduğunu anlayacak kadar akıllıydı.
Sesi... kırık bir bıçağın sesi gibiydi. Hem kesiyor hem dökülüyordu.
Benim dudaklarımda alaycı bir kıvrım belirdi. O'nun mimiklerini taklit ederek başımı yana eğdim.
“Hatırlıyor musun?” dedim.
“Bir gün, 'Sevdiklerimle sınanırsam ne yaparım' diye demiştim.”
“Şimdi sen düşün Kağan…”
Kağan’ın çene kasları öyle gerildi ki, bir kemik kırılacak sandım.
“Öldürürüm,” dedi.
Ve ben... bunun kime söylendiğini çok iyi biliyordum.
“Yalan de,” dedi sonra. “Yalansa söyle. Sadece canımı yakmak için uydurduğunu söyle. Çünkü bunun dönüşü yok Lavinia!”
Bağlı elleriyle kıvranıyordu. Sandalyede bir zincirin arasında çırpınan yaralı bir hayvan gibiydi. O çaresizliği iliklerine kadar hissediyordu. Ve evet iplere güvenmediğimden zincir daha doğru gelmişti.
Ama beni tanıyordu. Şaka yapmadığımı da…
“Geri dönüşü olmayan şey,” dedim, sesim bir bıçak kadar keskindi,
“sizin, bana ait olan bedenim hakkında benden izinsiz kararlar vermenizdi. Dahası, bunun için sevdiklerimin canıyla tehdit etmenizdi. Eğer bana gerçekten düşman olsaydınız, adam gibi intikam alırdınız. Size kendimi altın tepside sundum. Ve siz... bunu bile yapamadınız.”
Kağan öyle bir hiddetle çırpındı ki, sandalyeyle birlikte yere devrildi. Zemine vurduğunda çıkan ses içimi bile sarsmıştı.
“Seni öyle bir öldüreceğim ki,” diye haykırdı, “geriye toz zerreciğin bile kalmayacak!”
Kılkuyruk bir hamle yapmak üzereydi ama elimi kaldırıp onu durdurdum. Ayağa kalktım. Bacağım hâlâ itaatsizlikle titriyordu ama iradem onu dize getirdi. Kağan’a birkaç adım yaklaştım.
Onun üzerinde kibirli bir gölge gibi yükselerek gözlerinin içine baktım. Suratımda soğuk bir ifade vardı. Bu sefer duygusuz maskemi takınmıştım.
“Senden bana ait olan her şeyi söküp aldım,” dedim.
“Ve yerine yalnızca nefret bıraktım. Şimdi ise, Kağan... akılsızlığınızın cezasını çekiyorsunuz.” Beni evin içinde serbestçe dolaşmama izin vermemeliydiler.
Arkamı döndüm. Kapıya doğru yürümeye başladım. Kılkuyruk sessizce peşimden geldi. Tam o anda Kağan'ın sesi, bir yemin gibi arkamdan yankılandı:
“Andım olsun Lavinia, seni de, seninle birlikte tüm sevdiklerini de yok edeceğim!”
Durup hafifçe başımı çevirdim. Elimi kaldırarak ona döndüm.
“Az kalsın unutuyordum,” dedim, dudaklarımda acımasız bir kıvrımla.
“Amcanın cesedini yaktım. Üstelik o kıymetli kabartmayla birlikte.”
Bu sözlerimle birlikte Kağan’ın sandalyede çırpınan, boğazı yırtılan çığlıkları arkamızdan uğuldayarak yükseldi. Demir kapıyı gıcırdatarak açtım. Ardımda kalan sadece bir öfke tufanıydı.
Demek ki amcasına sandığımdan daha bağlıymış. Üzüldüm diyeceğim ama zerre üzülmedim. En ufak bir pişmanlığım yoktu.
Kılkuyruk’a döndüm.
“Bu alanı çelik parmaklıklarla kapat. En kısa sürede.”
Ormanın derinliklerinde bizimkiler arabanın yanında durmuş, sigara içiyordu. Güneş doğmaya başlamıştı. Ağaçların arasından süzülen ışık huzmeleriyle birlikte doğa ürkütücü bir sessizlikle uyanıyordu.
Ama o sessizliği parçalayan tek şey… Kağan’ın kükreyişleriydi.
Bir canavarın, acı içinde kıvrandığı mağaradan gelen lanetli haykırışlardı. Sevdiğim adama yaptığım şeyler affedilemezdi. Dönüştüğüm bu kişiden hoşnut değildim. Onların ekibine girerken aklımda sadece kardeşliğin bağını anlamak vardı. Bir yere ait olmanın nasıl olduğunu bilmek istemiştim. Ve birde araçlar üzerinde de kendimi geliştirmek istemiştim. Ama dediği gibi kader bizi ne zaman dinlemişti de, istediğimizi bize vermişti ki.
Parla, endişeyle kapıya bakmamaya çalıştı.
“Ne konuştunuz?” diye sordu çekinerek.
Ona göz ucuyla baktım.
“Havadan sudan,” dedim. Ardından soğuk bir şekilde ekledim: “Siktir et.”
Veli’ye doğru döndüm. Sigarayı işaret ederek,
“Bana da ver,” dedim.
Veli, sessizce cebinden bir sigara çıkarıp bana uzattı. Kısa bir baş hareketiyle teşekkür ettim. Ateşi çaktığımda gecenin loşluğu yüzlerimizi kısmen aydınlattı. Dumanı ciğerlerime çekerken, gözlerim ekibin üzerinde gezindi. Soğukkanlılığımı koruyarak sorumu yönelttim:
“Evet beyler… Çatışma ne kadar duyuldu, bilgisi olan var mı?”
Kılkuyruk, tek kelime etmeden koluma girerek yanıma yaklaştı. Sigara yakarken bakışları meydanı tarıyordu, sanki sessizliğiyle bile arkamda durduğunu hissettirmek istiyordu. O susarken Can söze girdi, sesinde ciddiyet vardı:
“Çatışma bizimkilerce duyulmuş. Serkan Bey ve Özgür Bey, bizimde yokluğumuzu fark edince harekete geçmişler. Kılkuyruk da polis ihtimaline karşı yoldayken önlemini almıştı. Ama görünen o ki, karşı taraf da almış. Polisler bölgeden uzak tutuluyor.”
İçimde bir huzursuzluk kıpırdadı.
“Serkan ve Özgür geri döndüler mi?”
“Evet,” dedi Can. “Yanlarına yeterli adam aldıkları için çatışmayı kısa sürede bastırmışlar. Şu an yoldalar.”
Kafamı ağır ağır salladım. “O halde... bu olay basına sızmamalı. Medyaya baskı kurun. Polislerin kulağına bize dair bilgi giderse, sorunsuz halledin. Her şey kontrol altında gibi görünsün. Siviller?”
“Sadece birkaç şikâyet var, zarar gören yok,” dedi Can.
Dumanı ciğerlerimden yavaşça salarken gözlerimi kısmıştım.
“Şikâyet sahipleriyle irtibata geçin. Bizden olmayan ama güvenilir birkaç adamla görüşmelerini sağlayın. Ne istiyorlarsa verin. Ama tek bir damla kan akmayacak. Hedefimiz: şikâyetlerini geri çekmelerini sağlamak.”
Can başını öne eğerek onayladı. Ortama kısa süreli bir sessizlik çöktü. Herkesin kafasında geceye dair muhakemeler dönüyordu. Kılkuyruk, parmaklıklar konusunda işini tamamlamıştı. Artık yolumuza devam edecektik. Burada nöbet tutacak adamları bekliyorduk. Veli'de onların başında olacaktı.
Gözüm istemsizce Pars ve Parla’ya takıldı. Pars, hala ona “çocuk” muamelesi yaptığımı düşünüyordu belli ki; suskunluğu bakışlarındaki dalgınlıkla birleşmişti. Parla ise bu gecenin gecenin etkisindeydi ama göz ucuyla Can’a attığı kaçamak bakışlar gözümden kaçmamıştı. Dudaklarını yalayarak yanakları bu soğukta bile kızarık bir halde bakışlar atması. Araç değiştirmeden önce yaşanan sıcak temasta hormonlarının depreşmesine yordum. Can, onu fark etmeme çabasıyla yüzünü uzaklara çevirmişti. Ekibin geri kalanı da sessiz bir sohbetin içindeydi. Herkes kendi içinde bu geceyi tartıyordu.
Kılkuyruk, sigarasını yere atıp ayağıyla ezdi.
“Bundan sonra ne olacak sence?”
Gözlerimi ufka diktim. Düşüncelerim iç içe geçmişken dudaklarımı büzdüm.
“Zaman gösterecek,” dedim kısa ve net.
Kılkuyruk ikinci bir sigara uzattı.
“İster misin?”
Yaktığım sigaranın külünü yere atıp söndürdüm. Uzattığı dalı alırken gözlerim hâlâ aydınlanmakta olan ormana takılıydı. O yakarken bir yandan mırıldandı:
“Kağan’ı ne kadar istiyorlar sence? Bizimle masaya oturacak kadar mı… yoksa onu bulana kadar ortalığı yakacak kadar mı?”
İçimden geçen cevabı kendime bile itiraf etmek istemiyordum ama gerçeği gizlemenin anlamı yoktu.
“İkincisi daha yüksek,” dedim karanlık bir kesinlikle.
Kılkuyruk sinirle başını eğdi. “Kahretsin…” diye homurdandı.
“Bu sadece Ulu Örgütüyle sınırla kalmaz. Senden hoşnut olmayan diğer liderler de onlara katılabilir. Bu geceyle birlikte kendini tek cephede değil, birden fazla cephede bulabilirsin.”
Sözleri içimi dağladı ama biliyordum. Bu riskin farkındaydım.
“Varsın öyle olsun,” dedim kararlılıkla.
“Gelsinler. Kim var, kim yok gelsin. Bekliyor olacağım.”
Ben düşersem tek başıma gitmeye niyetli değildim. Beni düşürmeye kalkışan herkesin elinden tutup cehenneme birlikte inmek için sabırsızdım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.93k Okunma |
1.68k Oy |
0 Takip |
15 Bölümlü Kitap |