12. Bölüm

12. Bölüm: Kıyametimi Ben Başlattım

Merve Özmen
laviniabukan

Zurnanın zırt dediği yer bazen bir kurşunun namludan çıkışı olur, bazen bir bakış… ama bugün, sadece bir kapının aralanışıydı. Kendi evimin kapısı. Ve ben, ilk kez bu kadar sıkışmış hissediyordum. Bir ailenin karşısına çıkmak… Bu kadar mı zormuş? İnsan, düşmanın karşısına dikilirken bile bu kadar terlemez. Ama işte, aile... insanın en eski aynası, en sert yargıcı.

Midemdeki kramplar acıdan çok, baskının tezahürüydü. Onlarla yaşamayı öğrenmiştim. Ama Özgür’le? Ne ara bu kadar bağ kurdum? Ne zaman bir cümleyle bile kendimi savunmak zorunda kalacağım kadar sahiplenmişim? Bunun cevabı yoktu. Sadece, arabada öylece otururken içimde büyüyen sessizlik vardı. Hareketsizliğim dışarıdan bir sakinlik gibi görünse de içimde tam anlamıyla bir savaş vardı.

Dışarıda Cemal, Can ve Yusuf çoktan inmişti. Soğuk, sabahın ilk ışıklarıyla birleşip ayazın tokadını indiriyordu. Depo tarafına Veli’yi bırakmıştık; Kağan’ın yanındaki adamlara göz kulak olması için. İşin güvenlik kısmı tamamdı, ama içsel çatışmam hâlâ kontrolsüz bir şekilde tırmanıyordu.

Şoför koltuğunun yanından bana doğru eğilen Kılkuyruk, yüzünde alayla karışık bir merakla,

“Seni ilk defa böyle görüyorum. Korkuyor musun yoksa?” dedi.

Başımı ağır ağır çevirdim, yüzüne kısa ama etkili bir bakış fırlattım. Tek kaşımı kaldırdım.

“Ben kim, korku kim oğlum?” dedim; sesim neredeyse fısıltıydı ama içinde ateş taşıyordu. “Hadi, işimiz var. Destek ol bana biraz.” Kramp hâlâ oradaydı, bacağımı gözlerimle işaret ettim ama lafını bile etmedim.

Arka koltukta hâlâ inmeye direnen ikizler vardı. Pars, her zamanki gevşekliğiyle,

“He he, korkudan dudaklarının ırzına geçen de benim değil mi?” dedi.

Saniyelik bir tepkiyle dönüp yumruğumu suratına geçirdim. Arabanın içi bir an sessizliğe büründü.

“Düzgün konuş lan!” dedim, sesim artık titremiyordu. “Ayrıca… sizdeki bu rahatlık ne? Asıl korkması gerekenler sizlersiniz. Unutmayın, gece geldiniz. Sessizce. Kimseye haber vermeden. Hesap verecek ilk siz olacaksınız.”

Pars’ın yüzündeki umursamaz maske, yavaşça düşmeye başladı. Dudakları aralandı ama kelimeler dökülmedi. Gözleri yavaşça evin kapısına kaydı.

“Ben… bunu düşünmemiştim.” dedi. Cümle değil, adeta itiraftı bu.

Kılkuyruk bir kahkaha attı, içinde hem zevk hem de kaçınılmazlık taşıyan bir kahkaha.

“Sonunu düşünen kahraman olamaz neticede.” dedi. Keyif aldığı belliydi. İzliyordu. Bizleri, bu tiyatronun orta yerinde izliyordu.

Tam o sırada kapı aralandı. Önce bir gölge belirdi, sonra da silüetleri gözüktü. Çalışanlar haber vermiş olmalıydı; çünkü hepsi birden dışarı çıkmaya başlamıştı. Ayazı yarıp gelen gölgeler misali gibi yavaş, ama kararlı adımlarla.

Kılkuyruk bir kez daha bana döndü. Bu kez sesinde alay yoktu.

“Lav, sana baştan söyleyeyim kardeşim… babaannen fena. Ayarını iyi yap.”

İçimden istemsizce geçirdim: Hangisi? Bir dakika Meltem benim babaannem değildi ki. Ben onu neden saydıysam.

Diğerini ise daha tanımıyordum. Ama Meltem... O benim hikâyemde kötüydü. Gözünün ucuyla bile baksa bir yılan gibi hissedilirdi. Sessiz, ama zehri bol.

Ve anladım. Düşmanla savaşmak kolaydı. Aileyle yüzleşmekse başka bir tür cehennemdi.

Kapıdan çıkan kalabalığa şöyle bir göz gezdirdim. İçimdeki düğüm hâlâ çözülmemişti ama en azından Özgür ve Serkan daha gelmemişti; bu küçük teselliye tutunmak zorundaydım. Derin bir nefes alıp kapının kolçasına tutundum. Sesim neredeyse bir fısıltıydı, ama içimdeki baskıyı bastıracak tek şeydi:

“Korkunun ecele faydası yok.”

Belki de sadece kendi kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ne olabilirdi ki en fazla iki azar, üç bakış… biterdi. Ama içimde kıyamet kadar yankı yapan bir sessizlik vardı, susması gereken bir geçmiş.

Kapıyı açtığım an, Kılkuyruk’da kendi kapısını itip dışarı fırladı. Ardından da ikizler... Henüz onlar ayaklarını tam yere basamadan Cengiz ile Yeliz telaş içinde yanlarına vardı. Gözlerindeki endişe, kelimelere sığmayacak kadar yüksekti.

Yeliz, bir annenin yüreğini parçalayan korkusuyla sarıldı çocuklarına.

“Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Ya size bir şey olsaydı... Bizi hiç mi düşünmediniz?”

Sesi titriyordu, ama içinde öfke değil, salt bir korkunun izleri vardı. Ardından Cengiz, titreyen elleriyle ikizleri sardı kollarına.

“Beni tekrar kalpten götürmeye niyet etmiş deyyuzlar,” diyebildi güçlükle.

O an, biz yoktuk sanki. Onların sevinci, kavuşması, kaygısı tüm alanı doldurmuştu. Kılkuyruk’un koluma girmesiyle ancak ayakta kalabildim. Göz göze gelmeksizin, ağır çekimde sendeleyerek yanlarından geçtik.

Görmediler bile. Hiçbir şekilde görmemişlerdi.

Kalbimde aniden çöken bir ağırlık hissettim. Tanıdık ama uzun süredir unutulmuş bir his. Göz ardı edilmek. Ve bunun artık garip gelmemesi…

Saçma. Neden beklentiye girmiştim ki? Onlara çocuklarını getirmiştim sadece. Ben hâlâ aynıydım. Hâlâ görünmeyendim. Yersiz bir korkuya kapılmıştım.

Kılkuyruk başını bana çevirdi, sesi neredeyse duyulmayacak kadar alçaktı.

“İyi misin?”

Gözlerimle onayladım sadece. İyiyim. Ama içimden bir şey fısıldadı:

Annem... yine beni görmedi.

Eve doğru ilerledik. Günah dörtlüsü yanımızdan geçip Cengiz’lerin yanına koştular. Ne bir bakış, ne bir kelime... Sanki biz hiç orada olmamışız gibi.

Evin eşiğinde durdum. Geriye, o kalabalığın içine bir kez daha baktım. Cengiz, Pars’ın sırtını sıvazlıyor, Yeliz ağlaya ağlaya kızına bir şeyler söylüyordu. Diğerleri etraflarında dönüp duruyor, “iyi misiniz” sorusunu gözleriyle soruyordu.

İçimi kemiren o eski cümle yeniden yer edindi: Bu tabloda bana yer yok.

O sırada önümden hızla geçen bir cisimle irkildim. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Gözlerim büyüdü, refleksle geri çekildim.

“Anaaanın…” dedim, kelime ağzımdan dökülüverdi.

Kılkuyruk bir anda belimden tuttu, bedenimi kendi arkasına aldı. Omzunun üzerinden eğilip baktım. Ve o an…

Yeşil gözleriyle alev alev bakan bir kadın, savaş ilahesi gibi üstüme doğru yürüyordu. Gözleri beni delip geçerken, ağzından öfkeyle karışık bir sitem döküldü:

“Annen olacak o kadın sana hiç terbiye vermemiş belli. Küfür ediyor bir de, terbiyesiz.”

Kılkuyruk başını çevirip bana baktı, kaşlarını hafif kaldırarak dudaklarını büküp,

“Fena demiştim,” dedi sadece.

Benim ağzımdan çıkan tek şeyse koca bir “He” oldu.

Kadının arkasından gelen Önder’in sesi yükseldi:

“Hayatımın anlamı, bir dur hele!”

O an parçalar birbiri ardına yerine oturdu. Bu kadın… Özgür’ün annesiydi.

Nutkum tutuldu. Gözlerim boşluğa kilitlendi. Kadın yanımda durdu, yeşil gözleriyle adeta içimi deşti.

“Ne bakıyorsun öyle? Öküzün trene baktığı gibi… Hiç utanmıyor musun bizi bu kadar endişelendirmeye!”

Ellerini beline koymuştu, sesi bir emirdi. Yüzündeki ifade ise tartışmaya kapalıydı.

Gözlerim bir refleks gibi ardı ardına kırpıştı; kafamda cümleler dolaşsa da, hiçbirini dile dökemiyordum. Karşımda duran kadın... hayır, kadın değil; sanki öfkenin, endişenin ve kontrolün vücut bulmuş hâliydi. Deccal gibi diyordu ya eskiler, işte o an tam anlamını bulmuştu bu benzetme. O keskin gözler üzerime dikilmiş, neyin içine düştüğünü ölçüp biçiyordu sanki.

İçimden, “Ne fırlattı acaba?” dedim. Hani anneler çok sinirlendiğinde ya da içlerine bir sıkıntı çöreklendiğinde hiç düşünmeden bir terlik ya da ayakkabıyı hedef gözeterek fırlatırlar ya… öyle nokta atışı bir şey miydi bu da? Gerçi tutturamamıştı.

Yeşim’in sesi bu gerilim hattın da yer aldı:

“Senin benim kızımla derdin ne ya?!”

Kadın ise hiç oralı olmadı. Sanki o söz, rüzgârda sallanan bir perde gibi kulağının kenarından geçip gitti. Gözleri hâlâ bendeydi. Omzunu Kılkuyruk’a yaslamış, bitkin ve darmadağın hâlimi görünce, o yeşil gözlerdeki keskinlik yavaşça buğulanmaya başladı. Ve sonra... şaşkınlık. Gözlerinde biriken yaş, beni ikinci kez susturdu.

“Torunum gelmiş…” dedi alçak sesle. “Sizinle sonra ilgileneceğim.”

Bakışları şimdi Kılkuyruk’un üzerindeydi.

“Evladım, izin verirsen bir sarılayım.”

Kılkuyruk, o cümleyi duyar duymaz hızla arkamdan çekildi.

“Emredin yeter Zümrüt Hanım,” dedi, sesinde neredeyse bir asker disiplini vardı. Ancak sesinde ki tırsma apaçık seziliyordu. Neler yaşadı lan bu ben yokken?

Zümrüt mü? Tanrım… İsmi gözleriyle yarışacak kadar güzelmiş. Zümrüt... Sert ve derin. Soğuk gibi ama yakıcı. Anlamını taşıyan bir isimdi bu kadın için.

Kılkuyruk'un desteği bir anda yok olunca dengemi kaybetmeye ramak kalmıştı ki, Zümrüt Hanım şefkatiyle uzandı ve beni tuttu. Sarıldı. Ama bu bir kavrayış değildi yalnızca; bu, bir geçmişe, bir hayale, bir özleme sarılıştı. Sanki yıllar sonra parçalanmış bir hikâyeyi yeniden birleştiriyordu kollarının arasında. Gözlerim anında doldu. Sarılamadım, ama bir adım eğildim, onun daha sıkı sarılabilmesi için.

“Oy, ne çok merak ettik seni… biliyor musun?” diye fısıldadı.

“Sadece... aynısı. Aynı Özgür’üm gibi kokuyorsun.”

İçimin bomboşlaştığı, zamanın donduğu, ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilemediğim o an. İnsan bazen duyguların altında kalır ya... işte ben tam da oradaydım. Zihnim sus pus.

Arkasından Önder’in sesi geldi.

Karısının hemen arkasında durmuş, omzuna yumuşak bir dokunuş bırakmıştı.

“Dedim sana,” dedi güvenle, “boşuna endişeleniyorsunuz diye. Aslan gibi...”

Zümrüt Hanım, o tanıdık dokunuşla hafifçe geri çekildi. Ve hemen ardından Kılkuyruk, adeta görev bilinciyle, yeniden belime destek verdi. Ona döndüm, gözlerimle açık açık sordum:

“Desteksiz ortada bırakıp sonra kahraman mı oldun?”

“Babaanneye hürmetim sonsuz”

Zümrüt Hanım, birkaç saniyelik duygusallığı hızla bastırarak yeniden komut tonuna döndü:

“Kapayın çenelerinizi şimdi! Hadi geçin içeri, dinlenin. Evladım, sen de… sonra konuşacağız hepsini.”

Önder başıyla onayladı, sesi kadifemsi bir sükûnetle geldi:

“Karım haklı. Önce dinlenin. Sağlam kafayla her şeyin sırası gelir.”

Tam ağzımı açacakken, Yeliz öyle bir çıkış yaptı ki, kelimeler dilimde çıkamadan geri döndü.

“Kaç gündür size saygıdan sustum ama bana laf söylediğiniz gibi, kızıma da laf söyleyemezsiniz!”

Sözleri sertti, netti, ama bir o kadar da içtenliğini sorgulatacak cinstendi. Ne dediğini anlamam bir saniyemi aldı. Zümrüt Hanım’ın bana bir şey fırlatması, benim de istemsizce küfretmem… Her şey bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden.

Ah… ondan bahsediyor.

Zümrüt Hanım, yüzünde küçümseyici bir ifadeyle Yeliz’e döndü.

“Pardon, kızıma… derken?”

Gözleri, buz gibi kesiyordu. Düşündüm: Daha ne kadar kötü bakabilir ki? Meğer dahası varmış.

Yeliz, dimdik durdu. Göğsünü gere gere yürüdü, gelip Zümrüt Hanım’ın tam karşısında durdu.

“Kızım,” dedi. Sesi gururla doluydu. Hadi lan oradan.

Üçüncü bir şok dalgasıyla, ne tepki vereceğimi bilemedim. Önder’le göz göze geldik; ne yapmamız gerektiğini sessizce sorduk birbirimize. Kılkuyruk kafasını kulağıma eğerek kısık sesle.

“Anneni ilk kez birine böyle karşı çıkarken görüyorum,” dedi fısıltıyla.

İçimde karışık bir his vardı.

“Gereksiz bir şov,” dedim. Onların yanından geçerken beni görmediklerini unutmadım elbette.

Kılkuyruk dudak büktü.

“Vallahi çok endişelendi senin için.”

Alayla güldüm.

“Buraya gelip ötmeseydin, endişelendirmelerini gerektirecek bir şey olmayacaktı.”

Önder, boğazını temizledi ve bakışlarıyla ortamdaki gerginliği işaret etti. Zümrüt Hanım tekrar söze girdi.

“Öyle mi? O zaman neden kapının eşiğine kadar kızı arkadaşı getirdi?”

Yeliz’in yüzü kireç gibi oldu. O anda Yeşim onun kolundan tutup yana geçerek araya atıldı.

“Zümrüt Hanım, haddinizi bilin! Gördünüz siz de ne kadar endişelilerdi.”

Zümrüt Hanım’ın gözleri Yeşim’e döndü. “Ben ne gördüğümü çok iyi biliyorum, Yeşim Hanım. Asıl siz, haddinizin dışına çıkmayın.”

Önder, yumuşak bir sesle müdahale etmeye çalıştı.

“Hayatım...”

Ben artık bu tartışmanın gideceği yönü hemen tahmin edebiliyordum.

“Yahu savaştan çıkmışız. Bir ‘çok şükür’ diyemeden yine bir kaos. Ne olur biraz susun da içeri geçelim. Nefes alalım, bir soluklanalım,” dedim yorgun bir tonda. Aklıma bundan başka bir şey gelmemişti.

Yeliz’in arkasında Cengiz ve çocuklar ayrıca diğer günah dörtlüsü, Zümrüt Hanım’ın arkasındaysa Önder ve korumaları vardı. Sayıca az görünüyorlardı ama güç dengesi onlardaydı. Bu kalabalığın ortasında çıkacak bir arbede, en son isteyeceğim şeydi. Hiç ayırmakla da uğraşamazdım. Atardım kendi şöyle çimenlere doğru.

Zümrüt Hanım gözlerini devirdi.

“Bunlarla konuşacak bir şeyim yok. Hatta hiçbirimizin yok.”

‘Hiçbirimiz’ derken beni de içine kattığını o kadar belli etti ki içim burkuldu. Küçük sandığım bu mesele, aslında iç içe geçmiş bir çukurmuş.

Of... bana yine uykular haram olacak belli ki.

Yeliz ve arkasındakiler bir adım ileri atıldılar. Hepsi bir ağızdan, “Bunlar mı?” diyerek Zümrüt Hanım’a yüklenecek gibiydi. Ama Zümrüt Hanım, tek adım geri atmadı. Gözlerinde bir korku yoktu, yalnızca küçümseyen bir sabır.

Önder, hızla karısının önüne geçti. Ben ise elimi kaldırdım.

“Sakın!” dedim. Sert ve kararlı bir tonda. Gözlerim hepsine tek tek değdi.

O anda… o çok beklediğim, kurtarıcı gibi gelen ses duyuldu:

“Aha! Vallahi gelmiş… burada bok kafalı!”

Kalbim bir anlığına yerinden fırlayacak gibi oldu.

Serkan’ım!

Allahıma bin şükürler olsun. Sanki karanlığın ortasında bir fener yanmıştı.

Serkan bağırıyordu:

“Seni bana yeğen diye verenin ben taa—”

Ama cümlesini tamamlayamadan, Özgür’ün sesi duyuldu:

“Serkan!”

Gözlerim Özgür’e kaydı. Onu canlı, sağlıklı, sağlam görmek… İçimdeki en ağır yükleri bir anda söküp aldı. İçim tam anlamıyla rahatlamıştı.

“Ustam!” dedim, sanki bir nimeti görmüşüm gibi. Kalbim göğsümden çıkacakmışçasına çarparken, Kılkuyruk’u usulca kenara itip kollarımı açmaya hazırlanıyordum ki… Serkan’ın gözleri kıvılcımlar saçan bir aygır gibi üstüme doğru geldiğini görünce hamlemi yarıda kestim. Kılkuyruk’u kolundan kavrayıp önüme siper ettim. Şu an açıkçası, benim canım daha kıymetliydi.

Kılkuyruk kaçmak ister gibi geri çekildi,

“Aile arasına girmem ben!” diye hıçkırık gibi bir sesle itiraz etti.

Ama kaçmasına izin vermedim,

“Sende ailedensin,” dedim.

Bu lafla onu geri çekip tam karşımda tutarken Serkan'ın sesi patladı:

“Anasını sattığımın puştu!”

Yeliz’in tiz sesi araya girdi:

“Serkan!”

Ama Serkan duymazdı artık. Gözü dönmüştü. Kılkuyruk, beni tutan ellerimden kurtulmaya çalışırken, korkuyla fısıldadı:

“Babanda da geliyor, gözünü seveyim beni bırak kaç.”

“Kaçabilsem niye yapmayayım?” dedim dişlerimin arasından.

Serkan tam önümüzde durduğunda Kılkuyruk’u ona doğru çevirdim ve arkasına siper aldım:

“Sevinsene, çırağın geldi.”

Serkan Kılkuyruk’u çekiştirirken öfkeyle dişlerini sıktı:

“Neyine sevineyim? Beni bu hale getirdikten sonra.”

Kılkuyruk sağa sola çekilirken ben de onun arkasında sığıntı gibi dolaşıyordum.

“Fazla büyütüyorsun,” dedim.

Serkan delirmiş gibiydi:

“Öyle mi? Pardon ya! Tabii herkes gidip sevdiği adamın babasını öldürüyor! Yetmiyor, psikiyatrisiyle fan-fini-fonfon yapıyor, bir de üstüne platonik olduğu herifin kendisini kaçırmasına izin veriyor! Değil mi? Kim lan o it?!”

Tamer… İçimde buz gibi bir sessizlik yankılandı. O kadarını anlatmamıştır, dedim içimden ama... anlatmış, kalleş.

“Yaşıyor mu?” diye fısıldadım, sadece bunu sordum.

Bu kez Serkan değil, Özgür cevap verdi.

“Henüz.”

O an başımı hafifçe eğdim, usulca geri çekildim.

Tartışmak, Özgür’ü daha da öfkelendirmek... Yok ben almayayım.

Serkan konuşmaya devam etti, sesi artık sadece öfkeli değil, kırgındı:

“Ben bunları senden değil, başkasından öğreniyorum. Bir küfür ediyorum, sülaleye çarpıyor. Başka bir şey diyorum, içim el vermiyor. Susuyorum onda da boğuluyorum.”

O anda Kılkuyruk’u bırakmıştım. Ellerim birleşti, başım öne düştü.

“Anlatamazdım.” dedim, suçlulukla, sessizce.

Serkan nefes aldı, dudakları titredi.

“Allah Allah,” dedi sadece.

Ona masum bir ifadeyle baktım, gözlerim yumuşaktı. Dudaklarımı büzdüm, tıpkı bir çocuğun affedilmek isterken yaptığı gibi.

“Biliyor musun, en çok neyden korktum?” dedi. “Seni yine o geceki gibi bulacağımdan...”

Sesinde öyle bir acı vardı ki, kalbime işledi.

“Özür dilerim.”

Serkan başını eğdi, sesini alçalttı:

“Bir şey yaptı mı sana?”

Gözlerimi kaçırdım. Kafamın içinde yankılanan şeyler, bedenime sığmıyordu. “Eman eman” türküsünü anımsatan o boğuk duyguyla yutkundum. O yapmamıştı da ben...

“Yok... yapmadı.” Sesim, içime kaçmıştı.

Serkan bir adım daha attı:

“Bana söz ver. Bundan sonra benden hiçbir şey saklamayacaksın.”

“Söz.” dedim.

“Kaybolmadan önce nereye gittiğini söyleyeceğine de.”

“Söz…” dedim, ama bu sefer içimden gelerek değil. Bu sözü tutabilir miydim, bilmiyordum.

Sonra Serkan gözlerini kısıp tekrar sordu:

“O it kim?”

O an içimdeki karmaşayı anlatmakla uğraşmadım. Sadece içten bir gülümsemeyle sordum:

“Sarılalım mı?”

Özlemiştim… Sıcaklığını, varlığını.

Serkan kollarını açtı:

“Gel lan buraya.”

Ve ben hiç tereddüt etmeden atıldım kollarına.

Öyle sıkı sarılmıştık ki, ayırabilene aşk olsundu. Allahtan ona en son ne yaptığıma dair hiçbir şey hatırlayacak hâli yoktu; yoksa ağzından kaçırır, beni “dişi Nuri Alço” ilan ederdi.

Serkan’la öylece kenetlenmişken, Özgür’ün boğazını temizleyip söze karışmasıyla atmosfer biraz değişti.

“Ben bu kızla ne yapacağım, herkese mavi boncuk dağıtıyor,” dediğinde sesi hafif sitemli, ama alttan alta şakayla karışıktı.

Serkan hınzırca güldü, kollarını bana daha sıkı dolayarak, “Çekemiyorlar bizi, kıskanıyorlar,” dedi. Ben, o kadar özlemiştim ki, sadece gülümseyip başımı omzuna koyarak içten bir tebessümle karşılık verdim. Fakat ne kadar istemesem de yavaşça geri çekilmek zorundaydım. Zira işin en zor kısmı şimdi başlıyordu.

Özgür’e bakmak, göz göze gelmek bile ayrı bir sınavdı. O beni çoktan kabullenmişti; varlığımı, yükümü, geçmişimi sahiplenmişti. Ama ben hâlâ ona “baba” diyemiyordum. İçimde koca bir yıkım, boğazımda acı bir düğme gibi oturuyordu bu kelime. İstanbul’u abluka altına alacak kadar gözü kara bir adam, hak ettiği o sözcüğü duymalıydı. Fakat bu, hayatım boyunca kaçındığım bir şeydi.

Serkan yüzüme baktığında ne yapmak istediğimi anlamıştı. Omzuma dokunup kulağıma eğildi.

“Geç olsun, güç olmasın. Hadi artık,” dedi ve sırtıma hafifçe vurdu. Sonra usulca uzaklaşıp Kılkuyruk’un yanına geçti. İkisi birbirlerini sevmişlerdi anlaşılan.

Özgür birkaç adım atarak önümde durdu. Buz mavisi gözleri gözlerime değdiği an içim sızladı. Çok yorgun görünüyordu; omuzları çökmüş, göz altları solgun… Bu hâli suçluluk duygumu daha da ağırlaştırdı. Onun uğruna mücadele ettiği ben, hâlâ ona en doğal hakkını vermekte zorlanıyordum.

Kollarını açtı ve gözlerini gözlerime dikerek, “Sarılmayacak mısın?” dedi. Tereddüt etmeden sarıldım, ama bu sarılış başkaydı. Farklıydı. Sıcak, korunaklı ve tarifsiz bir sevgiyle örülmüştü. Bir babanın kokusu… nasıl tarif edilirdi ki? Ne bir sevgiliye ne de bir dosta benziyordu. İçimde bir şeyler çatırdadı.

Gözlerim dolarken aklıma Kağan geldi. Bu duyguyu ondan almıştım. Özgür’e "baba" dersem, Kağan’a ya da Timur Amca’ya haksızlık etmiş olurum gibi geliyordu. Bu düşünce zihnimi ve kalbimi kemiren paslı bir çivi gibi içime batıyordu.

Tam kendimi tutmaya çalışırken, Özgür fısıltıyla, “Şıı… Bundan sonra kimse sana zarar veremez. Baban var artık,” dedi. Sesindeki kararlılık ve şefkat bardağı taşırdı. Hıçkırıklar dudaklarımdan kaçtı, gözlerimi sımsıkı kapattım.

On gündür Kağan’la yan yana geçirdiğim zaman, yaptıklarım ve bu vicdan azabıyla birleşen bu duygu tufanı artık dayanılmaz hâle gelmişti. Git gide nefes alamamaya başladım. Kulaklarım uğuldamaya başladı, bedenim tepkisizleşti. Herkes buradayken çökmemeliydim. Ancak vücudum beni dinlemiyordu. Özgür’ün sırtımı sıvazlayan eli, biraz olsun hayatta tuttu beni.

Yüzümü tutup bana bakarken gözlerindeki panik beni kendime getirdi. Ama nefes almayı unutmuştum. Bu sadece bir psikolojik bir şey değildi; geçmişte kafama aldığım darbelerin, bedenime kazınan kalıcı hasarıydı bu.

Serkan telaşla Özgür’ün yanına geldi, bir şeyler diyordu. Kılkuyruk, kalabalığı uzaklaştırarak etrafımda bir kalkan gibi durdu. Panik olmamı engellemeye çalışıyordu. Özgür ise Serkan’ın her sözünü başıyla onaylayarak beni yönlendirmeye başladı. Burnuna odaklandırdı beni, derin bir nefes aldı ve ağzından verdi.

Aynısını yapmamı istiyordu. İlk denemede başaramadım. İkinci, üçüncü… ama sonunda, minicik bir nefes aldım. Sonra bir tane daha… Yavaş yavaş gerçekliğe dönmeye başladım. Ciğerlerim yeniden görevine başlamıştı. Kulaklarımdaki sis dağılıyor, çevremdeki sesler netleşiyordu. Serkan “Şükür,” dedi.

Özgür, nefes alışverişini sürdürerek, “Bir şey yok… Her şey yolunda,” diye mırıldanıyordu. Onu bu hâlde görmek, içimi daha da burktu. Benim yüzümden böyle endişelenmişti.

Onunla birlikte nefes alırken, gözümden bir damla yaş aktı. Ardından… dudaklarım titreyerek, içimden kopan o kelimeyi söyledim:

“Özür dilerim… Baba.”

Söz ağzımdan çıkar çıkmaz, bu kez Özgür nefes almayı unuttu. Gözleri bir an dondu. Ben ise titreyen dudaklarımı zorlayarak gülümsemeye çalıştım, ama sadece bir kırılganlık yayıldı yüzüme.

Onun gibi ben de burnumdan derin bir nefes alıp verdim. Gözleri doldu, başını hafifçe sallayıp “eyvallah” der gibi onayladı. Sonra aniden enseme uzanıp beni daha da sıkıca sardı.

“Baban kurban olsun sana,” diye fısıldadı.

Saçlarımı koklayıp alnımdan öperken ben sessizce mırıldandım:

“Olmasın…”

Olmasındı. Yaşasın… Yeter ki yaşasın. Çünkü kurbanlara değil… yaşayanlara ihtiyacım vardı.

Burnumun ucunda hâlâ sızlayan bir titreme vardı. Sessizce iç geçirirken Zümrüt Hanım yanımıza yaklaştı. Sesi, içi dolu bir fincan gibi sakin ve kararlıydı:

“Hadi, içerde devam edelim.”

Başlarımızı neredeyse aynı anda salladık. Özgür, sol yanımdan yavaşça koluma girdi. Belime sardığı kolu hem destek hem de korumaydı; dokunuşu, nazik ve bir o kadarda sahiplenici.

Tam o anda Serkan, gözlerinde o tanıdık muzip ışıltıyla yaklaştı:

“Pabucum dama atılamaz,” dedi.

Gülmeye çalıştım ama içimden gelen yalnızca buruk bir kırıntıydı. O da aynı Özgür gibi sağ yanımdan koluma girerek destek verdi. Ben ise onların ortasında kollarımı ikisinin de omzuna atmıştım.

“Kim senin pabucunu dama atabilir ki?” dedim, çatallaşmış sesimi gizlemeye çalışarak.

Eve yönelirken etrafa gelişigüzel göz gezdiriyordum, ama bakışlarım iki kişide durdu: Yeliz ve Cengiz.

Yeliz, arkasını dönmüş, ikizlerine aynı anda sarılmıştı. Omuzları hafif hafif sarsılıyor, içini çektiği her an sanki kalbini de biraz daha sıkıştırıyordu.

Cengiz ise dimdik ayaktaydı, bir elini kalbine bastırmış, diğerini yumruk yapmıştı. Başını eğmiş, gözlerini yere sabitlemişti; ama yere attığı o bakışlar... Sanki yerin altını delip geçmeye kararlıydı. Sessizdi, ama suskunluğu bile çok şey söylüyordu. Görmüştüm.

İkisine eşit davranamazdım. Bu, iki yönlü bir bıçak gibiydi: Birini avutursam, diğerinin canı acıyacaktı. Her seçim, başka birinden feragat gerektiriyordu. Tıpkı bir zamanlar onların yaptığı gibi. Şimdi de benim seçimimde onları azad etmek vardı.

O sırada Kılkuyruk bir ıslık çalıp dikkatimi çekti.

“Ben kaçar,” dedi, dudaklarının kenarında alaycı ama yorgun bir gülümseme vardı.

“Yine nereye?” dedim kaşlarımı çatarak.

“Öküz gibi birikti işler. Onlarla ilgileneceğim,” dedi, kaş göz işaretiyle konuşmaya devam ederken aslında bana her zamanki şifreli diliyle bilgi veriyordu: Kağan’ın tutulduğu depoya gidecekti. Ulu Örgütünün lideri elimizdeydi ve bu iş, onun için sadece stratejik bir mesele değil, kişisel bir sorumluluktu.

“Zorlama kendini,” dedim yavaşça. Ama içimden geçen şuydu: Kağan’ın üstüne gitmemesiydi.

O, aramızda sadece ikimizin anlayacağı küçük bir selam verdi ve sessizce uzaklaştı. Bu bizim acil durum şifremizdi; toplu ortamlarda dikkat çekmeden anlaşmamız için geliştirdiğimiz dil. Tam sırtı gözden kayboluyordu ki, kapıdan ansızın Ceylin çıktı.

Ceylin nefes nefese. Kollarında miniklerden biri vardı, gözleri panik doluydu. Herkesin bakışları ona kilitlendiği anda, Serkan yanımdan fırlayıp Ceylin’e ulaştı. Şerefsiz benim dengemi de kaybettiriyordu.

“İnci tanem, ne oldu?” dedi. Yüzündeki endişe öyle keskin ve içten ki bıyık altından gülümsemeden edemedim. Planım işe yaramıştı.

Ama Ceylin, korkoyla,

“Abim, şu hastayı boğuyor,” dedi.

O an ortam buz kesti. Hemen ardından herkes bir ağızdan “Ne?” diye bağırdı. Tüm tepkiler aniydi. Ama Serkan ve Özgür sessizdi. Gözlerinde tanıdık bir donukluk vardı; bu sahneye hazırlıklıydılar sanki.

Serkan derin bir nefes aldı.

“Ben de ciddi bir şey oldu sandım. Yüreğime indirdin, inci tanem,” dedi. O cümlede hem iç rahatlamasına anlam veremedim.

Özgür gözlerini kaçırarak, net bir şekilde,

“Çok bile yaşadı,” dedi.

Ben ise hâlâ ne olduğunu anlayamamıştım. Aklımda tek bir soru vardı: Hasta kim? Kalbim göğsümde patlayacak gibiydi.

Demir ve Meltem çoktan kapıya doğru koşarken, ben de hareketlendim.

“Hasta kim?” dedim, aklımda ki soru dudaklarımdan sızarak.

Bu kez Önder, soğukkanlı ama dolaylı bir yanıt verdi:

“Meslek etiğinin dışına çıkan kişi.”

Tamer’in ismi beynimde yankılandı. Geldiğimden beri ortada olmayan iki kişi vardı: Cem ve Ceylin. Ve Ceylin “abim” demişti… Bu durumda Cem’di boğan.

İleri atıldım. Ama Özgür beni kolumdan tuttu.

“Dur, yerinde kal,” dedi, sesi sert ama kaygılıydı.

“Olmaz,” dedim.

Ama bırakmadı.

Her yanımda bilinmezlik birikiyordu. Cem neden birini boğuyordu? İçeride ne olmuştu?

--

Cem’in Tamer’e saldırmasının üzerinden yaklaşık bir saat geçmişti. Zor bela ayırabilmişlerdi onu; gözleri hâlâ kıpkırmızı, soluğu kesik kesikti. O an ne yaşadığını kimse tam olarak anlayamamıştı ama saldırganlığının altında bir şey gizlendiği açıktı.

Ben ise... olan biteni uzaktan izlemek zorunda kalmıştım. Çünkü Özgür —ya da artık “babam” demeliyim— beni tutup geriye çekmişti. Sert, kararlı bir tavırla önüme geçmiş ve “Oraya yaklaşma,” demişti. Kendi evimde, hem de perişan bir haldeyken önüme set çekmişti.

Zümrüt Hanım, kargaşadan yararlanarak sessizce yanıma gelip. Yaralı bacağıma baktı, parmakları hafifti ama bakışı kararlı. “Çok zorlamışsın, ama ciddi bir şey yok,” dedi. Gözlerindeki sakinlik dikkatimi çekince, sormadan edemedim: “Siz bu işlerden anlıyorsunuz sanırım?” Gülümsedi, dudak kenarı kıvrıldı. “Ben doktorum,” dediğinde bir an dilim tutulmuştu. Demek babaannem sadece aileyi değil, acıyı da iyileştirebilen bir kadındı. İçimden, “Bu evde bir yerin kanasa bile artık hastane masrafın yok,” diye geçirdim. Ancak doktor bir aile yakını başımı ağrıtacak gibi duruyordu. Hele ki deccal gibi bir yakınsa.

Ceylin’se beni görür görmez üzerine çöken gerginlik silinmişti. Birkaç adımda yanımda bitip, boynuma sarıldı. Ardından Cem geldi. Sessiz, ama öfkesini hâlâ yüzünde taşıyan bir ifadeyle arkaya döndü ve ikizlere sert bir tonla çıkıştı. Onlar başlarını önlerine eğmişti, yaramaz çocuklar gibi.

Dörtlü tayfa —onlara günah dörtlüsü demeyi bırakmamıştım— beni görünce pek de sevinmiş gibi durmuyorlardı. Belki de “ölmemiş” olmam onları hayal kırıklığına uğratmıştı, kim bilir.

Yeliz ve Cengiz’in bakışları ise tarifsizdi. Donuk, mesafeli… Ne bir sarılma, ne bir adım. İkizlerin dediği gibi gerçekten endişelenmiş olsalardı, çoktan belli ederlerdi. Ama sessizliklerini zırh gibi kuşanmışlardı. Kendilerini değil, hislerini koruyorlardı. Bense artık o mesafeyi düşünmek istemiyordum.

Özgür —ya da babam— yanımda oturmuş, kolunu omzuma dolamıştı. Bu yeni gerçekliğe hâlâ alışamamıştım ama varlığı, o an bana sağlam bir liman gibi gelmişti. Diğer yanımda Zümrüt Hanım ve Önder vardı. Kucağımda ise özlemini iliklerime kadar duyduğum minik yavrularım... Şimdi ise büyümüş, tombullaşmışlardı. Karnıma baskı yaparak dillerini sarkıtıyorlardı. Yedi tanesini birden kucaklamak elbette mümkün değildi. Yokluğumda irileşmişlerdi. Neyse ki bir kısmı Özgür’ün kucağında keyifle yayılmıştı. Onları yeniden hissetmek, kayıp bir parçanın yerine oturması gibiydi.

Salondaki herkes bir yerlere dağılmıştı ama sessizce beni izliyordu. Gözler üzerimdeydi. Bense Cem’e çevirmiştim bakışlarımı. Onun anlatmasını bekliyordum. Çünkü önce onun konuşması gerekiyordu. Neden saldırmıştı mesela?

Serkan ve Ceylin, tekli koltukları yan yana getirerek oturmuşlardı. Kimselerden çekinmeden, içten bir samimiyetle fısıldaşıyorlardı. Günah dörtlüsünün üzerlerine yolladığı dik bakışları umursamıyorlardı bile. Aralarındaki bağ güçlenmişti belli ki. Bu hâlleri beni de gülümsetti. Onları böyle görmek, bu karmaşada bir şeylerin doğru gittiğini gösteriyordu.

Yemek masasının etrafı kalabalıktı: Cem ve günah dörtlüsü orada, diğerleri... Karşımızdaki koltukta Yeliz ve Cengiz, ikizleri ortalarına almış, sessiz bir şekilde bakışlarıyla dizginliyorlardı çocukları. Soğuk bir ağırlıkları vardı, kelimeye ihtiyaç duymadan da sert olabiliyorlardı.

Sonunda derin bir nefes alarak, Cem’e döndüm. Gözlerinin içine baktım. Sesim ne çok yumuşak, ne de öfke doluydu. Sadece netti:

“Tamer’i neden boğazladın, Cem?”

Salondaki hava değişti. Bekleyen herkesin kulağı o soruda toplandı.

Bakışlarım hâlâ Cem’deyken, Özgür yanımdan yumuşak bir sitemle seslendi:

“Gereksizi sormasan olmuyor değil mi?”

Başımı ona çevirip çocukça bir gülümsemeyle yüzüne baktım.

“Olmuyor babam,” dedim özellikle vurgulayarak.

O an gözlerinde bir parıltı belirdi. “Babam” kelimesi dudaklarımdan dökülürken yüz ifadesi adeta yumuşadı, gururla kırışan kaşlarının arasında bir tebessüm gizlendi. Bu kelimenin ona böyle tesir edeceğini biliyordum.

Özgür, gözlerini hafifçe devirdi ama içinde eridiği çok belliydi.

“Sen… Sen çok fenasın,” dedi ve başımı nazikçe göğsüne bastırıp saçlarıma bir öpücük kondurdu.

Minik canlarım kucağımda dillerini dışarı sarkıtırken ben de onlara eşlik edip hafifçe dil çıkardım. Nedense bunu yapasım gelmişti. Sonra gözlerimi yeniden Cem’e çevirip alaycı bir ifadeyle seslendim:

“Eee, anlatsana... Neden boğazladın Tamer’i?”

Cem gözlerini kıstı, dişlerini gıcırdatarak iç geçirdi.

“Allah’ım çıldıracağım... Aklıma geldikçe öfkem kabarıyor. Niye olabilir Lavinia?” dedi, sesinde bastırmaya çalıştığı bir öfke vardı. “Sence neden? O herif sana kafayı takmış, yattığı yerden adını sayıklayıp duruyor! En sonunda damarım çatladı işte!”

Cem’in yüz ifadesinden anlaşılıyordu; Tamer’in cüretine duyduğu öfke hâlâ dinmemişti. Adam göz göre göre çiğnenmemesi gereken bir çizgiyi aşmaya çok meraklıydı.

O sırada Meltem iğneleyici bir tonla konuştu:

“Ne olacak ki... Anası gibi o da kalbi başkasındayken bir diğerine umut vermiş işte.”

Ortam sessizleşti. Yeşim, Meltem’e dönerek tısladı:

“Meltemciğim... O sözlerine dikkat etsen iyi olur.”

Bakışlarımı soğukkanlılıkla Meltem’e çevirdim, dudaklarımda zar zor bastırılmış bir öfke vardı.

“Yeşim’e katılıyorum. Eğer bana ya da Yeliz’e bir daha böyle bir laf edersen...” dedim, ses tonum buz gibiydi, “...ağzından çıkan sözleri bir daha edemeyeceğin şekilde konuşmanı sağlayan o dilini yerinden sökerim.”

Umarım bu kadarı yeterince açık olmuştur. Bu kadın neye güvenip böyle konuşabiliyordu, hâlâ aklım almıyordu. Meltem sinirlenmişti. Gözleri hırsla açıldığında kocasına baktı bir şey demesi için.

Demir araya girip başını eğdi.

“Eşim adına ben özür dilerim,” dedi.

İşte bozulmuştu. Hayal kırıklığı içinde kocasına bakıyordu. Demir'e baktığımdaysa gerçekten utandığını gördüm. Onca yaşanandan sonra hâlâ içinde vicdan kalmıştı. Belki de eşine karşı duyduğu sevgiden geriye sadece alışkanlık kalmıştı. Ne garip... Ona acıyacağım hiç aklıma gelmezdi.

“Bir dahakine özrü sen değil, karın dileyecek,” dedim, gözlerimi ondan ayırmadan.

Özgür, Meltem’e dönüp sesini bir tık yükseltti:

“Gelininizle aranızdaki sorun beni ilgilendirmez. Ama kızımla sorununuz olursa, işte o zaman beni ilgilendirir. Bir dahaki sefere bu kadar sakin kalmam.”

Bu sözler yerini bulmuştu. Cengiz’in karşısında sessiz duruşu, karısıyla ilgili hiçbir savunma yapmayışı net bir tavırdı. Yeliz’e karşı bir şey hissetmediği belliydi.

Tam ortam yeniden gerilmeye başlamışken, Önder araya girerek dizginleri eline aldı:

“Tamam, şimdi esas meseleye dönelim.”

Serkan bu fırsatı kaçırmadı, hemen araya atladı:

“Evet evet... Dökül bakalım, bu it kimmiş?”

Anında duraksadım. Herkesin önünde bu konuyu konuşmak bana doğru gelmiyordu.

“Bunu liderler olarak baş başa konuşsak?” dedim.

Bu mesele, basit bir mevzu değildi. Herkesin içinde konuşulacak kadar hafif değildi. Hele hele Meltem gibi biri ortamdayken... Ona dair içimde ne olduğunu bile adlandıramadığım bir huzursuzluk vardı.

“En azından adını söyle,” dedi Serkan, ısrarcı bir tonla.

Gözlerimi onunkilere diktim. Beni köşeye sıkıştırmakta üstüne yoktu. Ona sadece bakışlarımla karşılık verdim.

Ama omuzlarını umursamazca silkip Ceylin’i ve kendini işaret ettiğinde ne demek istediğini anladım: Eğer sen söylemezsen, ben ne yaptığını söylerim demeye getiriyordu.

İçimdeki öfke dudaklarıma yansıdı, istemsizce büzüldü. O sırada Yeliz de merakıyla ortamın dengesini bozdu:

“Evet, ben de merak ediyorum bu kişiyi.”

Ona tek kaşımı kaldırarak baktım. Sessiz bir uyarıydı bu. Ama gözlerini hızla kaçırdı, utanmıştı. Mahcup bir tavrı vardı.

Pars, her zamanki gibi patavatsızlığını konuşturdu:

“Merak edecek bir şey yok anne, muşmula suratlı bir herifti işte.”

Ona öyle bir baktım ki gözlerimin içindeki ateşi fark etmemesi imkânsızdı. Az sonra çarpılacaksın Pars, dua et ki şu an toplum içindeyiz.

Parla, hiç beklenmeyecek biçimde dramatik bir çıkış yaptı:

“Hiç de bile! Taş gibi adamdı!”

Yutkundum. Ablamın gözlerini oymak suçsa, şahitlerin fazla olması talihsizlikti. Bu ne ara gece yaşadığı olayın üstesinden geldi de böyle konuşur oldu.

Parla’nın o cümlesi salondaki tüm erkeklerin “Lan...” diye başlayan tepki seslerini aynı anda tetikledi. Hepsi farklı tonda ama aynı duyguyla söylendi.

Cengiz, Parla’ya öfkeyle bakarken, Özgür’ün bana çevirdiği bakışları hissediyor ama ona dönmeye cesaret edemiyordum.

Zümrüt Hanım, kaşlarını çatarak sordu:

“Yani siz bu kişiyi gördünüz?”

Önder hemen ekledi:

“Nerede gördünüz, nasıl gördünüz?”

Özgür’ün sesi alçaktı ama içinde fırtına kopuyordu:

“Umarım düşündüğüm şey değildir.”

Serkan, bir şey söylemeden ikizlere öyle ciddi bir ifadeyle baktı ki içime bir korku oturdu. Burası bunu konuşma için fazla kalabalıktı.

Pars tam ağzını açacaktı ki panikle patladım:

“Adı Kağan!”

Sesimi kontrol edememiştim. Salonda yankılandı. Gerginliğim sesime yansımıştı. Derin bir nefes alıp “Hadi, biz liderler çalışma odasında konuşalım?” dedim.

Serkan elini kaldırıp sus işareti yaptıktan sonra, “Susun! Evet, söyleyin dayıcığım, ne zaman gördünüz?” dedi.

Her şey kontrolden çıkmak üzereydi. Özgür’ün omzundaki kaslari gerildi. Beden dili buz gibiydi.

Pars, sanki farkında değilmiş gibi gevşekçe konuştu:

“Ne zaman olacak? Lavinia’yı almaya gittiğimizde arabada baygındı adam.”

Allahım sabır ver! İçimden bağırdım. Pars’ın dilini eşek arıları soksun tez vakitte inşallah.

“Baygın mı?” diye üç ayrı ses birden yükseldi. Özgür, Serkan ve Önder, şaşkınlıkla birbirlerine bakarken Serkan ellerini yüzünde gezdirdi.

“Allaaaah seni ne yapmasın Lavinia,” diye söylendi.

Ama bitmemişti.

Pars, üzerine tüy dikmek ister gibi, “Adamı kaçırıp hapsetti,” dedi.

Ve salon sessizliğe büründü.

Gözler üzerime döndü. Nefesler tutuldu. Yüzlerini görmesem de hissediyordum; her biri beni yargılayan, şoke olmuş bakışlar fırlatıyordu.

Gözlerimi sımsıkı kapattım. Eğer onları görmezsem, belki bu an da gerçek olmaktan çıkardı.

Ama gerçeklik tam oradaydı.

Zümrüt Hanım hayal kırıklığıyla iç çekti:

“Ben deli bir torunu hak edecek ne yaptım ki?”

Serkan’ın sesi soğuk ve iğneleyiciydi:

“Bir platonik psikopat olmadığın kalmıştı. Onu da oldun, aferin sana.”

Özgür susuyordu. Bu sefer adam gerçekten kalpten gitmişti.

--

Salona bıraktığım dedikodu bombasını, geride bırakarak Serkan, Önder, babam ve ben üst kattaki çalışma odama doğru çıktık. Sessizlik hâkimdi; herkes neyle karşılaşacağını biliyor ama dile getirmeye cesaret edemiyordu. Artık meselelere gülüp geçemeyeceğimiz bir noktadaydık.

Özgür, duydukları karşısında gerilse de, beni yargılamıyordu. Bakışlarında sorgulama değil, anlamaya çalışma çabası vardı. Sessizliği, elinde olmadan titreyen parmakları, zaman zaman kaçırdığı göz teması… Hepsi tek tek konuşuyordu aslında. Serkan, her zamanki gibi mırıldanarak ve söylene söylene çıkmıştı. Ancak Önder ile Özgür'ün duruşu ciddiyeti kesince, o da susmayı tercih etti.

Çalışma masamın başındaki sandalyeye otururken göz ucuyla odayı süzdüm. Özgür ve Önder, masanın iki yanındaki sandalyeleri çoktan sahiplenmişti. Serkan, odadaki koltuklardan birini sürükleyip tam karşıma hizaladı.

Yüzüme yine ifadesizlik maskesini edinmiştim. Bu maskeyi yıllar önce takmıştım; acıyı, kırgınlığı, öfkeyi, hayal kırıklığını gömen, sadece metaneti gösteren bir maskeydi bu.

Sakin ama sert bir tonda konuştum:

“Kılkuyruk’tan yokluğumda yaptıklarınızı öğrendim. Can’dan da yeraltındaki liderlerin bu konuda duyduğu rahatsızlıkları. Teşekkür ederim.” dedim. Mahcup bir ses tonuyla, onlarında bu nokta da başını ağrıtmıştım.

Özgür, gözlerini hafifçe kıstı.

“Teşekkür edilecek bir şey yok. Orta yerde bir evlat var. Her baba aynısını yapardı,” dedi. Ama bu sözlerin ardından bana göz kırptı. Sertliğin altında hâlâ, şefkatli adam vardı. Ben de dudak kenarıma yerleşen küçücük tebessümle karşılık verdim.

Önder, başını onaylarcasına sallayarak,

“Oğlum haklı. Teşekkür etmenin anlamı yok. Sen olsaydın, bizden fazlasını yapardın belki de,” dedi.

Serkan, koltuğuna yayıldı.

“Doğru, o direk ilk şehri, sonra bütün ülkeyi ayağa kaldırırdı. Ya yakardı, ya kan gölüne çevirirdi. Mazallah,” dedi her zamanki gibi işin ciddiyetini hafifleten bir alaycılıkla. Ama sözleri gerçeğin karikatürüydü. Sevdiğim bir insanın hayatı tehlikedeyse, hiçbir şeyi umursamazdım.

Başımı eğerek, kısa bir “Eyvallah,” dedim. Ardından Önder gözlerini bana dikti.

“Anlaşılan daha ciddi bir mesele var,” dedi.

Başımı onaylar şekilde salladım. “Öyle,” dedim yalnızca. Gözlerimden taşan sıkıntıyı bastırmaya çalışsam da, içimde büyüyen kaos bakışlarımda yerini çoktan almıştı.

Serkan kısık sesle, ama alaycılığını bu kez kenara bırakarak konuştu:

“İçimden bir ses bu Kağan denilen itle ilgili olduğunu söylüyor.”

Gözlerimi ona dikerek doğrulamadım ama yalanlamadım da. Özgür başını salladı. “Al benden de o kadar,” dedi.

Önder kaşlarını çattı. “Bu Kağan da kim?” diye sordu.

Derin bir nefes alarak, “Kağan… Kağan Barkın,” dedim. Soyadını söylediğim an Serkan’ın gözleri aniden büyüdü. Yüzündeki ifade değişti; şaşkınlıkla karışık bir fark edişin ağırlığı çöktü yüzüne.

“Barkın mı?” diye neredeyse fısıldadı.

Her şeyi anlamıştı. Kılkuyruk ona birinden bahsetmişti, babasını öldürdüğüm adamdan… Ama adını, soyadını hiç söylememiştim. Şimdi parçaları birleştiriyordu. Daha önce Serkan’a, Timur Amca’nın bir oğlu olduğunu da hiç söylememiştim.

Özgür sertçe döndü ona, “Tanımıyorum demiştin,” dedi.

Araya girdim. “Tanımıyor. Ama babasını ona çok anlattığım için, sadece ondan haberi var,” dedim.

Önder düşünceli bir halde çenesini sıvazladı. “Bu Barkın soyadı bir yerlerden tanıdık geliyor, yeraltındaki isimlerden değil mi?” dedi.

Boğazımı temizleyip, dikkatlerini üstüme çektim.

“Tanıdık çünkü… Ulu Örgüt’ün başları onlar,” dedim. Sözlerim buz gibi bir sessizlik bıraktı. Gözlerde beliren gerilimle birlikte nefesleri ağırlaştı.

Serkan başını iki yana salladı. “Bunu daha önce söylemedin,” dedi.

“Evet, çünkü ben de yeni öğrendim,” dedim.

Özgür ellerini yumruk yapmıştı. “Senin ne işin var kiralık katillerle? Bunlar resmen paralı ordu gibi çalışıyor,” dedi.

Önder, sakinliğini koruyarak, “Susun da, düzgünce anlatsın,” dedi.

Kafamı salladım, ‘eyvallah’ der gibi. Ardından, derin bir nefes çekip başladım:

“Kağan ve babasıyla tanıştığımda, ailelerinin ne iş yaptığını bilmiyordum. Timur Amca’nın motorlar ve araçlar üzerine bir grubu vardı. Ben de o grubun bir parçasıydım. Ama gerçek başkaymış. Barkın ailesi, yıllardır kuşaklar boyunca kiralık katillik yapıyormuş. Timur Amca’nın abisi, Erra adındaki adam, bu geleneği bir adım ileriye taşımış. Kiralık katilliği kurumsallaştırarak, Ulu Örgüt’ü kurmuş.”

Kısa bir duraklamadan sonra devam ettim:

“Timur Amca, bu işe bulaşmayı reddedince abisinden kopmuş. Motor kulübünü kurarak kendi yolunu çizmiş. Ama o yolda da ihanete uğrayıp, karısını kaybetmiş. Oğlunu, Kağan’ı... Düşmanlarından korumak için yıllarca gizlemiş.”

Yutkunarak devam ettim, geçmişte kalan acının hala içimdeki yarayı sızlattığını hissederek:

“Yıllar sonra, oğlunu korumak için yine abisine sığınıyor. Kağan’ı da yanında götürüyor. İşte o zaman olan oluyor. O korkunç gece yaşanıyor. Timur Amca depresyona sürükleniyor. Ve Erra, Kağan’ı yanına alıp onu kendi elleriyle yetiştiriyor. İntikam duygusuyla büyütüyor. Oğlunu, kendi kılıcı yapıyor.”

Sözlerim odada yankılanırken, herkes susmuştu. Dört çift göz, acı dolu geçmişin izlerini taşıyan hikâyeye sabitlenmişti. Anlamışlardı. Artık mesele sadece geçmiş değil, geleceğin de neye evrileceğiydi.

Onların suskunluğundan faydalandım. İçimdeki karanlık derinlerden yükselirken, gözlerimi onlardan kaçırmadan konuştum:

“İyileştiğimde içimde sadece bir şey vardı… intikam. Aklım yerinde değildi. Beni akıl hastanesine kapattıklarında, kafamın içinde dönen tek görüntü o geceydi. Ve onlara neler yapacağımın hayali. Kaslarım kendini topladığında, içimdeki öfkeyi kullanarak hastanede bir ayaklanma çıkardım. O kargaşadan faydalanıp kaçtım. Fakat intikam almak için sadece nefret yetmiyordu. Paraya ihtiyacım vardı. Bu yüzden ne kadar merdiven altı, yasadışı dövüş ya da yarış varsa hepsine katıldım. Canımı dişime taktım. Ve o zaman tanıştım Kılkuyruk’la.”

Bir an sustum. Asıl meseleye daha gelmemiştim. Bu sadece bir başlangıçtı. Birbirimize duyduğumuz bağı anlamaları için gereken zemini hazırlıyordum. Özgür, bakışlarını üzerime dikerek sordu:

“Yani o herife değer veriyorsun?”

Onun bu çıkışını onaylayarak. Kafamı ağır ağır salladım.

“Elime para geçmeye başladığında, intikamımı birer birer almaya başladım,” dedim. “Ama aklımla değil, hislerimle, içgüdülerimle hareket ettim. Ve bu da intikamımı vahşice almama neden oldu. O süre boyunca hep Kılkuyruk’un yanında kaldım.”

Sözlerim ağırlaşıyordu. Geriye dönmek kolay değildi. Yutkundum.

“İntikamımın sonuna yaklaşmıştım ki kulağıma bir bilgi geldi… Timur Amca, kendisini ve oğlunu korumak için bizi gözden çıkarmıştı. Doğru olup olmadığını düşünmeden, içimdeki öfkeyle peşine düştüm. Ama sadece öfke değildi bu… İçimde kocaman bir yara vardı. ‘Bize bunu nasıl yapar?’ dedim. Kağan onun peşine düşenin ben olduğunu bilmeden, kaçırırken, harabe bir yere götürüp adamlarını başına dikti. Ama nafileydi. Ben zaten oradaydım. Adamlarını indirdim, silahımı ona doğrulttum… Ve Kağan'ın geldiğini bile fark etmeden, gözleri önünde… babam gibi sevdiğim adamı öldürdüm. Onun babasını öldürdüm” Kendi kıyametimi, kendim başlatmıştım.

Sözüm boğazımda düğümlendi. Devam edemedim. Ama ağlamayacaktım. Bu acının sorumluluğu bana aitti.

Serkan yumruklarını sıkmış, çenesindeki kaslar gerilmişti. O an yanımda olamadığı için kendini suçluyordu. Önder, o sakin adam, küfürler savurmaya başladı. Özgür ise donup kalmıştı. Ağzını açacaklardı ki, onları susturdum:

“Dahası var…”

Gözleri tekrar üzerimde toplandı.

“Sekiz yıl boyunca Kağan, beni bizzat öldürmeye çalıştı. Ama yapamadı. On gün boyunca ortada yokken, her şey değişti. Kağan’ın beni sevdiğini öğrendim. Erra ile yüz yüze olmasak da tanıştık sayılır. Meğerse o bilgiyi, yani Timur Amcanın bizi gözden çıkardığını, Timur Amca’nın bizzat kendisi yaymış. Çünkü... bizden biri tarafından öldürülmek istiyormuş. Kendini cezalandırmak için.”

Kelimeler taş gibi ağırdı. Serkan’ın yüzünde karmaşık bir ifade belirdi. Bunun yeni bir bilgi olmadığını olmadığını biliyordu.

“Erra bu yüzden Kağan’a intikamı devretmiş ama ona babasının dolaylı yoldan intihar ettiğini anlatmamış,” dedim.

“Erra, ölen kardeşi için elbette ki bir bedel istiyor. Ama bu bedel ölüm değil… yaşam.”

Serkan, şaşkınlıkla sordu: “Ne yani, platonik değil miydin?”

Omuz silktim. “Değilmişim.”

Özgür gerilerek sordu: “Boğazını sıkan o herif o muydu?”

Kafasında başka sorular vardı. Önder ise açıkça sordu: “Yaşamı aç.”

Ona döndüm, sesim sabit ama derin bir karanlıkla doluydu: “Benden onlara bir çocuk doğurmamı istiyordu.”

Serkan’ın yüzü düşmüştü, gözleri büyümüş, bir şey demeye çalışıyordu ama kelimeler ağzından çıkmıyordu. Özgür’ün damarları belirginleşmiş, gözleri koyulaşmıştı. O buz mavisi, artık gece gibi karanlıktı.

Önder devreye girdi: “Aslına bakarsan… siz birbirinizi seviyorsunuz. Belki de adam, kardeşinin girişimini unutup yeğeninin mutlu olmasını istiyor olabilir.”

Özgür o an patladı: “Baba!”

Ama ben sözünü kestim. “Artık isteyemez.”

Tüm gözler üzerime çevrildi.

“Onu öldürdüm,” dedim. “Yaktım. Üstüne yeğenini de kaçırdım.”

Serkan dizlerini dövmeye başladı. “Bok kafalı... vallahi bok kafalı…”

Özgür dişlerini sıktı. “Aferin diyeceğim ama…”

Önder merakla sordu: “Neden?”

“Eğer onlara bir çocuk vermezsem, sevdiklerimi öldüreceklerdi. Kağan söyledi.”

O an ortamda keskin bir sessizlik oldu.

“Sizden tek bir şey istiyorum,” dedim. “Bu meseleye karışmayın.”

İtiraz edeceklerdi ama elimle susturdum. Gözlerinin içine baka baka devam ettim:

“Liderler arasında bir toplantı düzenleyeceğim. Ve orada arkamda, yanımda olmadığınızı söyleyeceksiniz. Eğer farklı davranırsanız, akrabalığımızı bahane ederek karşı tarafa geçebilirler. Sadece bunu yapmanızı istiyorum.”

Özgür yumruğunu masaya indirdi. “Olmaz!”

Serkan ciddi bir ifadeyle ekledi: “Katılıyorum. Ya diğerlerini koruyamazsan? Ya seni kaybedersek?”

Önder’le aynı anda bağırdık: “Yeter!”

Önder’le göz göze geldiğimizde söz hakkını ona tanıdım. “Bu kız küçük bir çocuk değil. Koskoca bir lider. Ve bir bildiği vardır. Kararına saygı duyun.”

Başımla onayladım. “Eğer koruyamazsam… Ulu Örgüt’ün tarafına geçilirse… yine de aklımda bir şeyler var. Sadece dediğimi yapın. Çünkü bu benim savaşım. Ve bu savaşın yükünü ben taşıyacağım.”

Hepsine tek tek bakarak susturdum. Hiçbirinin itiraz etmesine izin vermedim.

Depodan ayrılmadan önce, Kılkuyruk’a tüm şehirde ki ve Ülkede ki Ulu Örgütünün faaliyet gösterdiği bölgelere gizlice patlayıcılar yerleştirmesini söyledim. Zaman alacaktı. Ama gerekiyordu. Tek umudum, onları kullanmak zorunda kalmamamdı. Bu patlayıcılar sadece Ulu Örgütüyle sınırla da değildi.

Kılkuyruk ne kadar nedenini sorsa da. Söylemedim.

Liderler konusunda da kafamda başka planlar vardı. Çünkü kimse göründüğü gibi değildi. Toplantıda tarafsız kalmayı seçmekten başka şansları olmayacaktı.

Ulu Örgütü ise kurucularının öldüğü ve liderlerinin kaçırıldığı gerçeğini ne zaman açıklayacaklarını bilmiyordum. Belki de gizli tutacaklardı. Ama benim için fark etmezdi.

Erra’yı ikinci kez sinirlendirerek zaten kıyametin tuşuna basmıştım.

Bölüm : 20.04.2025 12:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...