9. Bölüm

9. Bölüm: Erra Tehlikesi

Merve Özmen
laviniabukan

Aynaya baktığımda karşımdaki yansıma, artık ertelenemez bir gerçeği yüzüme vuruyordu: Bir duş almam gerekiyordu. Saçlarım yağlanmış, cildim matlaşmıştı. Üzerimdeki koku midemi bulandırıyordu. Kaşlarımı çatıp bacağıma baktım. Onu dışarıda bırakarak duş alabilirdim.

Buraya geleli tam beş gün olmuştu. Ve bu süre boyunca bir kez bile duş almamıştım.

Kağan, anlaşmamıza sadık kalarak bana izlenemez bir telefon temin etmişti. Aynılarını biz de operasyonlarda kullanıyorduk. Ama güvenliği bahane ederek bir an olsun yanımdan ayrılmamış, tüm konuşmalarıma kulak kabartmıştı.

İlk olarak Kılkuyruğu aramıştım. Kısa ve öz bir şekilde iyi olduğumu söylemiştim. Kağan’ın yanımda olması ve konuşmaların dinliyor olma ihtimali nedeniyle derin konulara girmemeyi tercih ettim.

Sonra Serkan'ı aramıştım. Telefonu açar açmaz küfürleri sıralamaya başlayıp, sesimi duymasıyla basmıştı bana kalayı. O kadar sinirliydi ki, ona yaptığım oyunumu anlamıştı. Birde üstüne ortadan kaybolunca sinirini çıkaramadığından daha çok dellenmişti.

Ve son olarak Özgür’ü aramıştım. Sesi endişeliydi. Daha ben konuşamadan ısrarla nerede olduğumu, yaralı olup olmadığımı sormuştu. Ne kadar iyi olduğumu söylesem de inanmadı. Yerimi öğrenememesinin verdiği çaresizlikle çıldırmak üzereydi.

Ama tüm konuşmalarım sırasında fark ettiğim önemli bir şey vardı: Benim ortadan kaybolmam, bizimkileri birbirine biraz daha yakınlaştırmıştı.

Özgür ve Cengiz... Aynı ortamdaydılar. Bu detay aklıma takıldı. Bunu kesinlikle sorgulamam gerekiyordu.

Telefon görüşmelerim bittikten sonra Kağan’a dönüp "Kendime ait bir oda istiyorum." demiştim. Ama o, dudaklarını hafifçe bükerek, "Anlaşmada böyle bir madde yoktu." diyerek isteğimi geri çevirdi.

Beş gündür onunla aynı yatakta uyuyordum. Ve en kötüsü de buna alışmaya başlamamdı. Kağan, bu süreçte bana karşı fazlasıyla iyi davranmıştı. Beni sinirlendirdiği anlar olmuştu ama bunun kasıtlı yaptığını biliyordum.

Dışarı çıkarken giymem için kendi eşofmanlarını vermişti. Onları giymediğim sürece odadan çıkmama izin vermiyordu. Onsuz çıkmama da izin yoktu. Çünkü merdivenleri inip çıkarken her seferinde beni kucağında taşıyordu.

Kağan, bu beş günde bana malikaneyi gezdirdi. Her şeyi ezberledim. Odaları, mutfağı, güvenlik noktalarını ve en çok hoşuma giden yer olan bahçeyi. Bahçe devasa büyüklükteydi.

Bütün bunları gördükten sonra içimdeki merak daha fazla dizginlenemez hale geldi. Ailesinin nasıl insanlar olduğunu sordum. Kağan, gözlerini kaçırdı. Her şeyi anlatmadı ama en azından baba tarafının nesiller boyunca kiralık katil olduğunu ve amcasının bunu bir adım öteye taşıyarak bir örgüt kurduğunu söyledi.

Ve en önemlisi… Aileden hayatta kalan tek kişi oydu. Kağan, tek mirasçıydı. Amcasının yerine geçen oydu. Bu gerçeği öğrendiğimde aklımdaki sorular daha da büyümüştü ama tek seferde bana anlatmayacağını biliyordum.

"Bu malikaneyi neden böyle yaptırdı?" diye sorduğumda Kağan omuzlarını silkip. "Tarzı böyleymiş," dedi.

Ama bir şey eksikti. Annesi. Ondan hiç bahsetmiyordu. Sormak istedim. Ama üzmek istemedim. Timur Amca'nın düşmanlarını araştırırken annesi hakkında bazı şeyler öğrenmiştim. Ama bunlar ölümüyle ilgiliydi.

Kağan’ın amcasından başka hayatta kalan bir akrabası yoktu. Ya da bana öyle söylenmişti. Bu konu da çok emin olamıyordum.

Ve işin en garip yanı… amcasını sadece o gün görmüştüm. O da sırtıydı. Ama işin ilginç yanı sesi ve kahkahası bana aşırı tanıdık gelmişti.

Nereden olduğunu çıkaramıyordum ama içimde rahatsız edici bir his vardı. Bir gün öğrenecektim.

Banyodan çıktığımda, Kağan yatakta umursamaz bir rahatlıkla yayılmış, gözleriyle beni süzüyordu. Sinirle kaşlarımı çattım. “Senin hiç işin gücün yok mu? Sürekli dibimdesin!” dedim sert bir bakış atarak. Kağan, umursamaz bir ifadeyle omuz silkerek “Tatil yapmaya karar verdim. Sonuçta kendi işimin patronuyum.” dedi.

İç geçirip sinirle ona bakarken, utançla gözlerimi kaçırarak “Bana havlu getirebilir misin?” diye sordum.

Bunu söylediğim an, gözlerinde parlayan hınzır ifadeyi gördüğümde içimden sövüyordum. Tam da tahmin ettiğim gibi Kağan, dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle ‘Neden?’ diye sordu.

Beni çıldırtmak için yemin etmiş gibiydi. Sabırsızca iç çektim. “Duş almam lazım. Leş gibi kokuyorum.”

Gerçekten de artık kendi kokuma bile dayanamaz hale gelmiştim.

Kağan, keyifle kaşlarını kaldırarak “Bu bacakla mı?” diye sorduğunda gözlerimi devirdim. Bacağıma şöyle bir bakıp kararlılıkla “Su değdirmem oraya.” dedim.

İçten içe ona sevimli bakarak ikna edebileceğimi düşünüyordum. Belki bir umut, sinir etmeden ‘tamam’ derdi. Ama yanılmıştım. Kağan, “Sana hiç güvenmiyorum. Laf dinlemiyorsun. O yüzden ben de yanında duracağım.” dediğinde şalterlerim attı.

Kaşlarım çatıldı, yumruklarımı sıktım. “Sapık herif! Gebertirim seni!” diye üstüne yürüdüm. O ise kahkahasını tutmaya bile çalışmadan yastığı önüne siper alıp kendini savunmaya başladı.

Ben hırsla saldırırken Kağan gülmekten nefes bile alamıyordu. Sonunda, ağlamaklı bir sesle ‘Bir kere de sapıklık yapmadan tamam desen olmaz mı? Kusmuk gibi kokuyorum!’ diye sızlandım. Dudaklarımı hafifçe titreştirdim. Son kozumu oynuyordum.

Ama bu adam hiçbir şeyden etkilenmiyordu. Kağan, eğlencesine eğlence katarcasına kahkaha atarak, ‘Tatlı ve komik’ diye gülmeye devam ediyordu.

Öfkeden delirdim. Yastığı kaptığım gibi üstüne atladım ve onu boğmaya başladım. Ama Kağan, boğulurken bile gülmeye devam ediyordu. Altımda titreyen bedenini hissediyordum. Bu adamın keyfi anlaşmadan beri gayet yerindeydi.

Sonunda istemeye istemeye yastığı çektim. Kağan, nefes nefese ama hâlâ gülerek ‘Tamam, havlunu getireceğim. Başka bir şey ister misin?’ diye sordu.

Tek kelimeyle ‘Kıyafet.’ dedim. Ama Kağan’ın alaycı gülümsemesi kaybolmamıştı. “Yanımda çıplak dolaşsan da olur.” Gözlerim kocaman açıldı. “KAĞAN!”

Kağan kahkaha atarak ellerini dudaklarına götürdü, fermuar çeker gibi yaptı. “Tamam, tamam sustum.” dedi ama gözlerindeki ışık, eğlencesinin henüz bitmediğini söylüyordu.

Dolaba yöneldi, önce kıyafetlerimi çıkardı, ardından bir bornoz alıp bana uzattı. Hızla kaptığım gibi banyoya koştum.

Tam kapıyı kapatırken, Kağan aniden kapının eşiğine gelip başını yana eğdi. “Bir düşündüm de… Sanırım benim de duş almam lazım.” Dediğinde. Kapıyı hızla suratına çarptım.

Bu beş gün içinde bambaşka bir Kağan çıkmıştı ortaya. Bu adamın tavırları bünyeme fazlaydı. Özellikle geceleri. Yatağa girdiğimizde Kağan mutlaka üzerime kapanıyor, başını boynuma gömüyordu. Ve dudakları… Asla rahat durmuyordu. Beni sıkıca sarıyor, sıcak nefesini boynumda hissediyordum. Tam bir temas bağımlısıydı. Azdırmak için elinden geleni yapıyordu.

Ve bu yüzden her gece, tartışarak uykuya dalıyorduk. Ancak sabah uyanıp onu yanımda bulduğumda içim huzurla doluyordu.

Kaynar suyla küveti doldururken, ben de yavaşça üzerimdekileri çıkarmaya başladım. Tenimle buluşan buhar, kaslarımdaki gerginliği hafifletiyor, zihnimi yavaşça boşaltıyordu. Kağan’a neden kendimi vurduğumu hiç anlatmamıştım. Krizler geçirdiğimi, hayaletler gördüğümü bilmiyordu. Zaten bu yüzden ona güvenemiyor, kendimi tamamen bırakamıyordum. Timur Amca’nın üzerimize tiksintiyle bakan yüzü gözümün önüne geldiğinde içimdeki aşağılanma duygusu büyüdü. O dengesiz adam, yaşadıklarımı bilmediğinden keyfi yerindeydi.

Su neredeyse küvetin kenarına ulaşmıştı. Elimi daldırıp sıcaklığını hissettim, ardından banyo köpüklerinden birini aldım. Kapağını açtığımda amber kokusu burnuma doldu. Derin bir nefes çektim; sıcak, ağır ve tanıdık bir koku. Sevmeme rağmen, benim kokum değildi. Koku konusunda takıntılıydım. Kendime özel bir koku yaratmıştım ve hep onu kullanırdım. Lotus en sevdiğim notaydı; zarif, hafif ama uhrevi. Onu sevdiğim diğer kokularla harmanlayarak kendime has bir imza bırakmıştım.

Amber kokusundan birkaç damla suya döktüm, ardından diğer şişeye yöneldim. Kapağını açar açmaz sandal ağacının odunsu, derin aroması beni karşıladı. Erkeksi bir koku, bu da tanıdıktı. Yine de suya ekledim ve elimle köpürtüp dağıttım. Ancak çiçeksi bir dokunuş da eklemek istiyordum. Elime aldığım üçüncü şişeyi kokladığımda yüzüme hafif bir gülümseme yerleşti; lilyum… Bu kokunun saflığında bir şeyler vardı, suya bolca döktüm ve köpüklerin arasında kaybolmasını izledim.

Küvet şimdi amberin sıcaklığı, sandal ağacının derinliği ve lilyumun yumuşak dokunuşuyla doluydu. Kokular havada dans ederken bacağımdaki yaraya dikkat ederek saçlarımı yıkamaya koyuldum. Şampuan şişesini açar açmaz ağır bir parfüm kokusu yükseldi. Hoşlanmadım ama başka seçenek yoktu. Parmaklarım saçlarımın arasında kayarken, köpüklerin arasında zihnimi boşaltmaya çalıştım. Birkaç kez yıkayıp iyice duruladığımda saçlarımın arındığını hissettim.

Sonunda küvete döndüm ve yaramı dışarda bırakacak şekilde, kendimi sıcak suyun içine bıraktım. Bedenim suya gömüldükçe gevşedi, içimdeki gerginlik eriyip gitti. Derin bir nefes aldım. Kaynar suyun ve banyo köpüklerinin sarhoş edici kokusu, etrafımı sarmıştı. Bir süre gözlerimi kapatıp öylece kalmak istedim, yalnızca suyun tenime dokunuşunu hissederek.

Bir süre sonra, kirin iyice yumuşadığını fark edince keseyi elime aldım. Derimi nazikçe ovalarken, sanki yalnızca bedenimi değil, üzerime yapışan her şeyden de arınıyordum. Su giderek koyulaşırken keseyi kenara bıraktım. Artık tamamen temizlendiğimi hissettiğimde, küvetten çıkma vakti gelmişti.

Havluyu elime alıp bacağımdaki yaranın üzerine sardım. Adımlarımı dikkatle atarak bornozuma yöneldim ve üzerime geçirdiğimde, sıcak kumaşın vücudumu sarışıyla birlikte bir rahatlama dalgası hissettim. Burası sauna gibi olmuştu ve dışarı çıkmak istemiyordum.

Küvete dönerek tıpayı çektim. Kullanılan her şeyi düzenleyip yerlerine koydum. Pis bırakmak içime sinmezdi. Son olarak saç havlusunu elime alıp saçlarımı sardım ve üzerimi giyinmeye başladım.

Kağan bana kendi şortlarından birini vermişti. Bol olduğu için iplerini sıkarak ayarlamak zorunda kaldım. Paçaları genişti ve dizimin biraz üstünde bitiyordu, bu da bacağımdaki yaranın hava almasını sağlıyordu. Sütyenim kirliydi ama Kağan gibi birinin yanında sütyensiz dolaşmak istemediğim için mecburen giydim. Üzerime bol bir tişört geçirip aynaya baktım. Rahattım ama hiç benim tarzım değildi. Oflayarak kirli kıyafetleri sepetin içine attım ve banyodan çıktım.

Buhar yüzüme vururken, adımımı attığım anda Kağan’ın gözleri bana kilitlendi.

“Sıhhatler olsun, hanımefendi,” dedi alaycı bir gülümsemeyle. “Bir an hiç çıkmayacaksın sandım.”

Sesi her zamanki gibi iğneleyiciydi ama bu sefer içinde başka bir şey vardı. Burnunu hafifçe kaldırarak havadaki kokuları içine çekti, gözleri kısıldı.

“Teşekkür ederim,” diye karşılık verdim. Saç havlumu çözüp fazla suyu almak için parmaklarımla hafifçe saçlarımı karıştırdım.

Ama Kağan’dan tek kelime çıkmıyordu. Normalde çoktan beni sinirlendirecek birkaç cümle sıralamış olurdu. Ama susuyordu.

Şüpheyle ona döndüğümde, bakışlarının üzerimde kilitlendiğini fark ettim. Koyu kahve gözleri adeta büyülenmiş gibiydi, daha da derinleşmişti. Gözlerim istemsizce aşağıya kaydığında, şortunun altında belirginleşen sertliği gördüm. İçimden küfür ettim.

Tahrik olmuştu. Bu halimle neyime tahrik olup duruyordu bu.

Kağan’ın gözlerindeki açgözlü hayranlık, içimde bir şeyleri uyandırdı ama bunu bastırdım. Derin bir nefes alarak çenemi hafifçe kaldırdım.

“Kağan, git ve sen de bir duş al,” dedim, sesimde tartışmaya kapalı bir tonla. Bu anın içinde onunla kalmak istemiyordum. Banyo ona iyi gelecekti, işini halledip çıkmasını istiyordum.

Kağan birkaç saniye boyunca sadece bana baktı. Sessizlik, havada asılı kaldı. Sonra başını yana eğdi, dudaklarını araladı ama konuşmadan önce duraksadı. Sanki içindeki bir fırtınayı dizginlemeye çalışıyordu. Sonunda boğuk bir sesle, "Önce gel, saçlarını kurutalım," dedi.

Gözlerimi kısarak ona baktım. Bu hâliyle yanına oturacak değildim. Zaten saçlarımı kendiliğinden kurumaya bırakırdım; eğer acil bir işim yoksa ya da özel bir yere gitmeyeceksem saçıma asla ısı uygulamazdım. Onu yıpratmaktan kaçınırdım.

Derin bir nefes alarak, "Kendi kurur. Tarak var mı?" diye sordum. Saçlarım dümdüzdü, taramasam da çok değişmezdi ama düzensiz durmasını sevmezdim. Kağan, yatağın yanındaki komodinin çekmecesini işaret etti. O sırada gözlerinde bir gölge daha belirdi.

Bu sessiz gerilimden kaçmak istercesine, "Bence de… Ben bir duşa gireyim," diyerek ayağa kalktı. Dolabından rastgele kıyafetler aldı ve önümde durdu. Yanından sıyrılmaya çalıştım ama izin vermedi. Boşta kalan eliyle çenemi hafifçe kavrayıp dudaklarıma hızlı bir öpücük kondurdu. Ardından aniden geri çekildi ve hızla banyoya girip kapıyı kapattı.

Geride yine karmakarışık duygular içinde bırakılmıştım. Öfkeli miydim? Hayır… Öfkeden çok daha fazlasıydı.

Kağan’ın gözlerindeki koyuluğu görmüştüm. Ne kadar zor bir durumda olduğu ortadaydı; bu sefer benimle tartışmaya bile girmemişti. Ama erkeklerin doğasını anlamak zor değildi. Çoğunun aklı hep aynı yerdeydi ve Kağan da onlardan farklı değildi.

Onun geçmişini düşünmek istemiyordum ama zihnimde durmaksızın yankılanıyordu. Kaç kadınla birlikte olmuştu? Ona kaç kişi dokunmuştu? Bu düşünceler içimde öyle bir kıskançlık uyandırıyordu ki, farkında olmadan dudaklarımı sıktım. Ben hariç herkesin ona dokunmuş olması… Bu fikir mideme kramplar girmesine sebep oluyordu. Sanki tüm dünyadaki kadınları yok etmek istiyordum.

Ama hayır. Tükürdüğümü yalamayacağım.

Bu konuyu asla açmayacak, kıskançlığımı ona belli etmeyecektim. Çünkü biliyordum; fark ederse bundan keyif alacak, belki de beni daha da sinirlendirmek için uğraşacaktı. Onun, kıskanılmaktan hoşlanacağı gayet kesindi. Ben de ona bu zevki tattırmayacaktım.

Sessizce yatağa oturdum, komodinin çekmecesini açıp tarağı aldım. Ama aklımı toparlamak imkânsızdı. Kağan’la birlikte olma ihtimali zihnimden çıkmıyordu. Onu istiyordum. Bunu inkâr edemezdim. Ama bu olmamalıydı. Çünkü… Timur Amca’nın hayaleti.

Ne zaman sınırları aşmaya yaklaşsam, odanın bir köşesinde duran Timur amcanın bakışlarını hissediyordum.

Ayrıca, Kağan’la tek seferlik bir şey yaşamak istemiyordum. Eğer bu gerçekleşirse, ben ona ait kalacaktım ama o bana ait olmayacaktı. Gittiğimde, Kağan, kendini bir gün başka bir kadının kollarına bırakacak, benim dokunduğum bedene başkaları dokunarak izlerimi silecekti. Biliyordum. Ve işte bu yüzden kendimi dizginlemek için tüm irademi kullanıyordum.

Şimdiye kadar direnmeyi başarmıştım. Her yıla bir gün dediğimiz meydan okumanın yarısını tamamlamıştık. Geriye sadece beş günümüz kalmıştı. Ve ben kazanmaya çok yakındım.

Bu beş günü mahvetmek istemiyordum. Aksine, hatırlamaya değer anılar biriktirmek istiyordum. Her şeyin tadını edepli bir şekilde çıkarmak en mantıklısıydı.

Saçlarımı nazikçe tararken banyodan gelen su sesi kesildi. Kağan küveti dolduruyordu büyük ihtimalle; çünkü bu kadar çabuk işini bitirecek biri değildi. Tarağı saçlarımdan son kez geçirip, dökülen telleri top haline getirerek odadaki çöp kutusuna attım.

Bu evde her odada bir çöp kutusu olması bana garip geliyordu ama aynı zamanda mantıklıydı. Kullanılmayan odalar bile tertemizdi. Ama önceki kaldığımız odada, Kağan’ın çöp kutusunu neredeyse hiç kullanmamış olması bana onun pek de titiz biri olmadığını düşündürüyordu. Amcasının disiplinli ve düzenli yapısının aksine, yeğeni biraz dağınıktı.

Gerçi ben de aşırı titiz sayılmazdım ama buna özen gösterirdim.

Pencereye yöneldiğimde, dışarının kararmak üzere olduğunu fark ettim. Beşinci günde sona eriyordu. Ve içimde, kontrol edemediğim bir şeyler büyüyordu.

Buradan hiçbir şey olmamış gibi çekip gittiğimde, içimde kocaman bir boşluk kalacağını biliyordum. Kağan’ın yanında olmayı özleyecektim. Ona alışmıştım. Sesine, varlığına, hatta beni sinirlendirişine bile…

Gözlerimi gökyüzüne diktim. Güneş batarken, kızıllık usulca karanlığa karışıyordu. Ama içimdeki uğursuz his tam tersine büyüyordu.

Düşman ortada yoktu. Ve bu, her şeyden daha tehlikeliydi.

Beş gün önce, dış dünyayla sadece bir kez bağlantı kurabilmiştim. O zamandan beri sessizlik hâkimdi. Düşmanımın yeni bir hamle yapıp yapmadığını bilmiyordum. Bu belirsizlik içimdeki hırsı daha da körüklüyordu.

Ayrıca o lanet barın bulunup bulunmadığını da bilmiyordum. Bu işi yalnızca kendi adamlarıma değil, Kılkuyruk’a da devretmiştim. Ama ondan bir haber alamamak sinirlerimi iyice geriyordu. Kılkuyruk dışarıdan bağımsız biri gibi görünse de, aslında benim en büyük kozumdu. Gizli sağ kolum. Ama şimdi açığa çıkmıştı. Ve bunu, telafi etmeliydim.

Durumu toparlamam gerekiyordu. Kılkuyruk’un benimle olan bağını olabildiğince muğlak bırakmalı, onu yalnızca sıradan bir arkadaşımmış gibi göstermeliydim. Umarım bir şeyler bulmuştur. Çünkü ondan yalnızca barın yerini bulmasını değil, Volkanların geçmişteki tüm düşmanlarını araştırmasını da istemiştim.

Bu savaşı sessizce yürütmek zorundaydım. Düşman beni hareketsiz sanırken, ben adım adım ona yaklaşmalıydım. Ama önce kim olduğunu öğrenmeli, hamlelerini sezmeliydim. Ve umarım bizimkiler de düşündüğüm gibi ilerliyordur. Bir de onların birbirine düşmesiyle uğraşamam.

Kollarımı göğsümde bağlayıp banyoya doğru baktım. Duvara asılı saate gözüm takılınca kaşlarımı çattım. Bir saat olmuş…

Kağan hâlâ banyodaydı. İçeride bir şey mi oldu? Endişeyle kapıya yaklaştım. Tam kapıyı çalacakken içeriden gelen boğuk, "Ahh… Ohh…" sesleriyle olduğum yerde donakaldım.

Sonra ne duyduğumu anladım.

İçimi sıcak bir dalga sardı. Boğazımdan istemsiz bir homurtu yükseldi, ama vücudumun verdiği tepkiyi engelleyemedim. Lanet olsun.

Kağan’ın içeride ne yaptığı ortadaydı. Ve bunu düşünmek, beynimin en derin köşelerine sızarak beni de içine çekiyordu.

Onu istiyordum.

Bu gerçeği kendi içimde defalarca inkâr etsem de, bedenim yalan söylemiyordu. Ama bu işin dönüşü yoktu.

Bu yüzden dişlerimi sıktım, irademi zorladım ve içimdeki tüm karmaşayı bastırarak hızla odadan çıktım. Temiz havaya ihtiyacım vardı. Daha doğrusu soğuk havaya.

Sessizce kapıyı kapatıp merdivenlere yöneldim. Tam o anda, bu anın birebir aynı şekilde daha önce yaşandığını hissettim. Déjà vu.

Tek fark, bu sefer altımda bir şort vardı. Bacağım daha iyi durumdaydı. Bir de ayakkabı ya da terlik bulabilsem tam olacaktı. Sürekli çıplak ayakla dolaşmak garip bir histi.

Merdivenleri inerken bahçeye çıkma fikrim değişti. Oraya adımımı attığımda, Erra Bey’i yine aynı şekilde sırtı dönük buldum. Hafifçe gülümsedim ve ona doğru ilerledim.

Tam o anda, beklediğim o otoriter ama umursamaz sesi duyuldu: “Dur orada, genç hanım.” Adımlarım istemsizce durdu.

Onu tanıyordum. Kesinlikle tanıyordum.

Ama nasıl? Bir insanın adını bilirsiniz, hatta dilinizin ucuna kadar gelir ama bir türlü hatırlayamazsınız ya… İşte tam olarak öyleydi.

Yüzünü göremediğim sürece, onu nereden tanıdığımı hatırlamam mümkün değildi.

Onu tahmin ettiğim gibi yine aynı yerde bulduğumda, içimde garip bir rahatlama hissettim. Oradaydı.

Sesimi fazla yükseltmeden, ölçülü bir merakla sordum: “Erra Bey, daha önce bir yerden tanışıyor muyuz?”

Olduğum yerde durmaya devam ettim. Ona alan tanıdığımı hissettirmek istiyordum. Biraz daha konuşmasını istiyordum. Çünkü bazı insanlar, sessizlikte değil, cümlelerinin içinde kendilerini ele verirler.

“Daha önce tanışsaydık, beni unutamazdınız, genç hanım.” Kelime aralarına hafif bir boşluk bırakıyordu. Sarhoş değildi, ama çakırkeyifti.

“Emin misiniz?” diye sordum, gözlerimi ondan ayırmadan. Ama o, konuyu değiştirdi. “Onu bunu boş ver de, yeğenimle işler nasıl gidiyor?”

Kaşlarımı hafifçe çatarak, tereddütle sordum: “Ne gibi işler?” Erra Bey kahkahasını saklamadı. Ancak kahkahasında tuhaf bir hüzün vardı.

“Ah, genç hanım… Yaşlandım artık. Bir çocuğum bile olmadı. Yeğenimden başka kimsem yok.”

Cümlesinin sonunu getirmedi. Bir şeyler anlatacağını hissettim ve sustum.

“Hayatım boyunca, benim çocuğumu taşıyacak bir kadın aradım.” Sesi bir an için uzaklara gitti. “Ve onu buldum da... Ama o, beni değil bir başkasını seçti. Ondan boy boy çocuklar yaptı.”

İçimde tanımlayamadığım bir rahatsızlık hissettim. “Bu seni sinirlendirdi mi?”

Bakışlarını benden kaçırmadı ama doğrudan da cevap vermedi. “Ondan sonra, onun gibi başka bir kadın bulamadım.” Birkaç saniyelik duraksamanın ardından ekledi: “Aslında buldum, ama artık çok yaşlıyım.”

Sustuğunda, içinde ki karamsarlığı fark ettim. “Ama ilahi adalet işte…” diye devam etti. “Yıllar sonra o kadın benimle iletişime geçti. Benden yardım istedi.”

Merakım daha da arttı. “Ne tür bir yardım?”

Hafif bir gülümseme eşliğinde. “Ben de yardım ettim… ama bir şartla.”

Gözlerimi kıstım. “Şartınızı yerine getirdi mi?”

Başını salladı. “Evet, ama… artık o güçlü kadın yoktu. Yıllar, onu değiştirmişti. Tiksindim ondan.”

Sözlerindeki soğukluk hoşuma gitmedi. Bir insan, geçmişte sevdiği birine nasıl tiksinti duyabilirdi?

Dayanamayıp sordum: “Sırf sizi reddetti diye ona zarar mı verdiniz?”

Bunu yaptıysa bu adamın kellesini alırdım.

“Hayır. Sessizce izledim. Benden yardım isteyene kadar tek bir adım bile atmadım.”

Derin bir nefes aldım. Bu cevap içimi bir nebze rahatlattı. Ama hâlâ anlamadığım bir şey vardı. “Sizden tam olarak ne konuda yardım istedi?”

Bu defa sert bir şekilde “O, benimle onun arasında, genç hanım.” Bunun, daha fazla sorgulamamam için bir uyarı olduğunu anlamıştım.

Bu yüzden konuyu değiştirdim. “Ailenizden geriye kimse kaldı mı?”

Anlık bir duraksayarak “Öldüler.” Sesi sertleşti. “Zayıflıkları yüzünden öldüler.”

İçimde tuhaf bir huzursuzluk kıpırdandı. Ne demek istiyordu?

Ama bu soruyu sormadım. Çünkü o an anladım ki, Erra Bey’in öfkesi yaşamına kazınmıştı. Zayıflıkla bir alıp veremediği var gibiydi.

Bu defa başka bir soruyla yaklaştım. “Hayatınız boyunca sadece o kadına mı aşık oldunuz?”

Sesi tok ve netti. “Ne aşkı, genç hanım? Benim tek istediğim, benden bir çocuk doğurmasıydı.”

Tüylerim diken diken oldu. Yüzümdeki ifadeyi kontrol edemediğimi hissettim. Şimdi anlıyordum.

Onun tek derdi, soyunu sürdürecek bir varisti. O kadına asla âşık olmamıştı. Onu sadece bir araç olarak görmüştü. Şimdi, kadının Erra’yı seçmemesinin ne kadar doğru bir karar olduğunu daha iyi anlıyordum.

Ama o hâlâ konuşuyordu. “Siz kadınlar, aslında doğurmak, üremek için varsınız.” Nefesim hızlandı. İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalıştım.

“İçinizde bir yaşam filizlenir, büyür, gelişir. Zamanı geldiğinde dışarı çıkar ve siz ona bakarsınız. Tıpkı toprak gibi.”

Bunu daha fazla dinleyemeyeceğimi fark ettim. Eğer devam ederse, Kağan’ın son akrabası da benim ellerimde ölecekti.

Bunu fark etmiş gibiydi. Hafifçe gülümsedi. “Sinirlerinizi bozdum, değil mi, genç hanım?” Cevap vermedim. Ama o, ne düşündüğümü pek de umursamıyordu zaten.

Sesimi kontrol altında tutarak sordum: “Madem kadınlara bakışınız böyle, neden başka biriyle çocuk yapmadınız? Neden özellikle o kadını istediniz?”

İç geçirdi. “Benim bakışım böyle değil.” Kaşlarımı çattım. “Sadece sizin yaratılış sebebinizi söyledim.”

Yüzüm ekşidi ama kendimi toparlamadan önce o devam etti: “Senin gibiler nadirdir, genç hanım.” Sesi, az önceki alaycılıktan sıyrılmış, keskin ve ciddiydi. “Kaderine boyun eğmeyip, zincirlerini kıranlar…” Bir an duraksadı. “Benim istediğim de böyle biriydi. Çünkü böylesine güçlü biri, başına ne gelirse gelsin ayakta kalabilir. Yeni yollarında ilerlerken karşılarına çıkan zorlukları aşacak kadar da zeki olurlar.”

Tam o anda, sırtımda bir sıcaklık hissettim. İrkilerek geriye döndüm. Kağan. Beni kollarına almıştı. Onun geldiğini fark etmemiştim bile. Şimdi, tüm sözler anlamını kaybetmişti.

Yüzümü buruşturdum. “Pardon, Erra Bey. Geri kalanını duyamadım. Tekrar edebilir misiniz?” dedim. Adamın sözleri o an beni hipnotize etmiş gibiydi.

Kağan’ın sesi keskin ve soğuktu. “Duyup ne yapacaksın?” diyerek beni yine kucaklayıp salondan çıkmaya yöneldi.

Bu sahne de, bana dejavu gibi geldi. Erra Bey arkamızdan seslendi: “Kağan, genç hanım konuşmak istiyor.” Kağan sinirle başını çevirdi. “Konuştunuz işte! Daha ne konuşacaksınız?”

Derin bir nefes aldım. “Erra Bey haklı. Konuşuyorduk, Kağan. Bu yaptığın ayıp.”

Kağan’ın siniri yüzünden okunuyordu. Ama haklıydım. Ne kadar soğuk ve uzak olursa olsun, Erra onun amcasıydı. Ve bunu görmezden gelmek, ona yakışmazdı.

Kağan’ın kucağında hafifçe doğrulup gözlerinin içine baktım. Sesimi yalnızca ikimizin duyacağı bir tona indirerek uyardım: “Amcan o senin, Kağan. Böyle yapma.”

Kağan, yüzüne yerleşen sıkıntılı ifadeyle başını hafifçe eğdi ve aynı tonda mırıldandı: “Deli biri.” Gözlerimi devirdim. Unuttuğu bir gerçeği ona hatırlatarak: “Ben de öyleyim.” İç çekti. Alnını alnıma yaslayıp bir an duraksadı. Neden amcasıyla konuşmamı istemiyordu?

Bu şekilde amcasına davranması hoş değildi. Diyelim ki beni yabancı olarak görmüyordu, yine de başkalarının yanında böyle olmamalıydı.

Derin bir nefes alarak kısık bir sesle konuştu: “Çok değil ama fazla muhatap olma.” Gözlerimi devirdim. Burnuna küçük bir fiske atarak, hafif kızgın bir ifadeyle yüzüne baktım.

Tam o sırada bir şey fark ettim. Ben, bu adamın kardeşini öldürmüştüm. Peki biz neden, nasıl bu kadar rahat konuşabiliyorduk? Ve daha da önemlisi... Erra Bey neden bana yüzünü dönmüyordu?

Kağan, düşen yüz ifademi görünce merakla sordu: “Ne oldu?” Düşüncelerimden sıyrılıp dudaklarımı araladım, ama kelimeleri dikkatle seçmeye çalışarak: “Yok bir şey” dedim.

Kağan, gözlerini hafifçe kıstı. Ancak bir şey demek istiyor, bir türlü doğru kelimeleri bulamıyormuş gibi bir hali vardı.

Tam konuşmaktan vazgeçecekken, Erra Bey’in sesi tekrar duyuldu:

“Nerede kalmıştık, genç hanım?” Kendi kendine başını sallayarak hafifçe gülümsedi.

“Hah, hatırladım. Zincirlerini kırıp kaderini değiştirenlerle bir birliktelik kurulmalı. Çünkü doğan çocuklar, annelerinin gücünü alacak. Eğer baba tarafı da güçlüyse, o çocuğun kanındaki ve ruhundaki kudreti anlayabiliyor musun?”

Sesinde mutlak bir inanç vardı. Ama ben, konuşmasam da olurmuş diye düşündüm. Çünkü adam yine saçmalıyordu.

Kağan, göz ucuyla bana bakarken yanaklarının içini ısırdı. Ben ise ona ciddi bir ifadeyle, hafifçe kaşlarımı çatarak baktım. Ama Erra Bey durmadı. “Yani sana diyeceğim, genç hanım… Yeğenimle birleşip onunla üremen, onun tohumlarının içinde filizlenmesine izin vermen gerekiyor.”

Tüm vücudum dondu. Bu sefer değişen yüz ifademe, cildimin aniden solması eşlik etti. Gözlerim farkında olmadan karnıma kaydı. Bu adam… ne dediğinin farkında mıydı?! Kardeşinin katilinden, onun soyunu devam ettirecek bir veliaht istiyordu.

Bu adam benden bile kaçık! Gerçekten. Burada götünü aça aça dans etse, şu an söylediği kadar şok edici olmazdı. Kağan, başını hafifçe eğip kulağıma yaklaştı.

“Şimdi anladın mı?” diye fısıldadı. Tüylerim diken diken olurken sessizce kafa salladım. Ama Erra Bey hâlâ devam ediyordu: “Bize olan can borcunu böyle öde. Bize, bizden olan bir can ver.”

Beynime bir darbe inmiş gibi oldum. Can borcu? Bizden biriyle, bize bir can vererek? Kelimenin tam anlamıyla dilim tutuldu. Kağan, öfkeli bir şekilde küfrederek hızla salondan uzaklaşırken ben hâlâ kucağında morarmış bir halde donup kalmıştım.

Zihnimde Erra’nın sözleri yankılanıyordu.

Etrafımda olup biteni algılayamıyordum. Sesler boğuk, renkler soluktu. Dünya, üzerime çöken bir sisin ardına gizlenmiş gibiydi. Ama bu bulanıklığın içinde bir şey vardı ki netti… Timur Amca’nın bakışları.

O bakışlardaki tiksintiyi hissedebiliyordum.

Bedenim hareketsizdi ama içgüdüsel bir refleksle elim karnıma gitti. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Ne kadar saçma olduğunu düşünsem de kendimi durduramıyordum. Sonra, zihnime bir anı düştü.

Kağan’ın sıkıntılı yüzü… Yanaklarını içten kemirişi… Onun, amcasıyla konuşmamı istemediğini belli eden o huzursuz hali…

Kağan, Timur Amca’nın ne istediğini biliyor olabilir miydi?

Baygınlıktan yeni uyandığımda, "Amcamla konuştum." demişti. Ama bu konuşmanın içeriğini paylaşırken, özellikle Timur Amca’dan bahsetmişti. O anda fark etmemiştim ama şimdi her şey daha netti.

Ve Kağan’ın bana olan ani değişimi… Önce sert, keskin ve duvarları olan birinin, sonra giderek yumuşayan bir adam olması…

Aklımda bir cümle yankılandı. Erra’nın ailesi için “zayıflıklarından öldü." demesi, Hemen ardından, içimde bir şeyleri kıran diğer cümle Kağan’ın "Babam, zayıflığının doğurduğu bir intiharın kurbanı oldu." demesi ve yine Erra’nın güce takıklığı...

Nefesim düzensizleşti. Kalbim, göğsümde sıkışan bir yumru gibi atmaya başladı. Ne ara vardığımızı bile fark etmediğim odaya göz gezdirdim. Kağan, beni sessizce yatağa bırakırken kapıyı kapatmak için döndü. Onu izliyordum. Ama hiçbir şey hissedemiyordum.

Ona olan tüm güvensizliğimi, tüm tereddütlerimi bastırmaya çalışıyordum. Ama zihnim tek bir soruyla yankılanıyordu: "Kağan, amcasının benden ne istediğini biliyor muydu?"

Elim hâlâ karnımın üzerinde duruyordu. Farkında olmadan parmaklarımı yumruk haline getirdiğimi fark ettim. Kağan, yüzüme yaklaştı, ellerini yanaklarıma koydu ama gözlerim hâlâ kaçıyordu. Gri gözlerim, onun kahverengilerine yakalanmamak için direniyordu.

Kağan’ın sesi, boğuk bir uğultu gibi kulağıma ulaştı: "Lav’ım… Bir şey söyle… Korkutuyorsun beni."

Sesinde bir titreme vardı. Kaçan gözlerim nihayet ona döndüğünde, gözlerinde bir şey gördüm. Endişe. Ve saf korku. Ama bende? Bende hiçbir şey yoktu.

Soğuk ve keskin bir tonda sordum: "Sen biliyor muydun?" Kağan’ın yüzündeki kaslar gerildi. Cevabı henüz söylememişti ama gözlerinden bildiğini okumuştum.

Biliyordu. Ve saklamıştı. Bir iç çekiş duyuldu. Kağan’ın yüzü gölgelenirken, "Biliyordum." dedi. Bir insanın doğruları söylemesi, her zaman rahatlatıcı olmazdı. Bazen gerçek, yalanlardan daha ağırdı.

Aklımdaki düşüncelerden biri, onun bana sırf amcasının isteği yüzünden mi yaklaştığıydı. Eğer öyleyse… Bunun için değiştiyse… Doğruyu söylemesine bile sevinemezdim.

Sesim, gözlerim kadar hissizdi. "Ne zamandır biliyorsun?" Kağan, yutkundu. Söyleyip söylememek arasında gidip geliyordu. Sonunda, "Baygınken bana söyledi." dedi.

Ve sonra gözlerimin içine dikti kendi gözlerini. "Seni sevdiğim için değişmeyi seçtim."

Zihnimde bir yankı oldu. "Babamın gerçeğini öğrendim. Yaralarını gördüm. Seni dinledim. Amcamın isteğiyle hiçbir alakası yok. Seninle hep çelişkiliydim. Sana zarar verip vermemek, kendi duygularım ve babamın intikamı arasında sıkışıp kalmışken… Geçmişi geride bırakıp, kendi hayatıma, kalbimin sesine kulak verdim, Lav’ım. Ve anladım ki, bu hayat sen olmadan cehennem."

Sözcükleri duyduğum anda, içimde bir şeyler koptu. Kağan, beş gündür bunu söylememişti ama belli etmişti. Ama duymak… çok farklıydı.

Gözlerine baktım. Gördüm. Beni kaybedecekmiş gibi bakan adamı. Ama sorularım bitmemişti.

"Amcan bu yüzden mi yıllardır benden intikam almıyor?"

Kağan’ın kaşları çatıldı. Ben cevabını beklerken, aklımdan bir gerçek geçti. Amcası, yıllar önce beni öldürebilirdi. Daha ben güçlenmemişken, varlığım bir tehdit değilken, tek bir emirle ortadan kaldırabilirdi. Ancak o bunu yapmamıştı. Belki de Kağan’a bırakmayı tercih etmişti ya da Kağan ona bırakmak istemeyerek tavrını ortaya koymuştu.

Kağan’ın gözleri, zihninde kopan fırtınaların izlerini taşıyordu. Sakin ama ölçülü bir sesle konuştu: "İlk başta bunu bana bıraktığını sandım, çünkü bunu gerçekten yapmak istediğimi düşündün. Ama amcamın öfkesi sana değil, babama. Onu zayıf biri olarak görüyor ve bu düşüncesi asla değişmeyecek. Benim için de hep öyle kalacak maalesef. Neyse, konu amcam… O, güce takıntılı biri. Burada asıl suçlu olarak babamı görüyor. Bu yüzden senden intikam almak yerine, bizden aldığın canın karşılığında, birimizin yanında olup bir çocuk vermeni istiyor. Güçlü biri olduğunu biliyor ve tam da bu yüzden seni seçti.”

Kağan’ın böylesine açık konuşması hoşuma gitmişti. Dürüst olması, yalanların ardına saklanmaması… Ama bu, ona güvenebileceğim anlamına gelmezdi. Bu dünyanın kuralları farklıydı. Burada her kelimenin, her bakışın, her niyetin bir bedeli vardı. Kağan bu bedeli ödemeye hazır mıydı, yoksa zaten farkında olmadan çoktan ödemiş miydi?

Belki yeraltında güçlü bir isimdim, ama güç, her zaman fiziksel dayanıklılıkla ölçülemezdi. Geçmiş, bedenime kalıcı izler bırakmıştı. On yıl önce yaşanan o gece… O geceden sonra, sıradan bir insan gibi yaşayamaz hale gelmiştim. Yılda en az iki kez kapsamlı bir sağlık kontrolünden geçmek zorundaydım. Ve her an tetikte olmam gerekiyordu.

Solunumumun durduğu o geceyi düşündüm; Cengiz’in kalp krizi geçirdiği anı. Beni sarsan rüyanın etkisiyle nefes almayı unutmuştum. Bu, zaman zaman tekrarlayan bir durumdu. Bedenim bile bana ihanet ediyordu. Ama bunu kimseye anlatmıyordum. Serkan’ın ya da başkalarının hayatlarını benim için endişelenerek geçirmelerini istemiyordum. Yük olmak istemiyordum. Ama gerçek şu ki, dikkat etmem gereken bendim. Ve ben bunu yapmıyordum. Resmen şansa yaşıyordum.

Ve şimdi, bu manyağın sapkın isteğiyle karşı karşıyaydım. Adamın hırsı, tekinsiz bir ışık gibi parlıyordu. Güce olan açlığı, onun için sadece bir arzu değildi—bir amaçtı. Bir saplantı. Bir inanç. Öyle ki, kendisini bile bu güç için gelecek nesillere bir araç olarak mı görüyordu? Yoksa soyunu bir tanrı soyuna mı dönüştürmeye çalışıyordu?

Hassiktir. Adam gerçekten kendini bir tanrı sanıyordu.

Kadınları toprağa benzetmesi, onların yaratılış amacını sorgulaması… Aslında neye inandığını ele veriyordu. Gaia… Toprak Ana… O, kadınları yalnızca doğurganlıklarıyla değerlendiren bir sistemi ele alıyordu. Güçlü bir kan hattı yaratmak için kendisine “denk” gördüğü birini arıyordu. Ama bu, yalnızca bir neslin devamını sağlamak meselesi değildi. Bu, kendini, soyunu tanrılaştırmaya çalışan bir adamın hikayesiydi.

Sesi hipnotize edici bir tınıdaydı. Söylediği her kelime, hesaplanmış ve özenle seçilmişti. Soğukkanlıydı. Umursamaz, ama bir o kadar da ciddiydi. O, sadece güçlü biri değildi—aynı zamanda tehlikeli bir manipülatördü. Nasıl başarıyorsa söylediklerini insanların aklına kazıyor ve bunu düşünmeye iterek değiştiriyordu.

Kağan’ın neden değiştiğini şimdi daha iyi anlıyordum.

Amcası, onun düşüncelerini yavaşça şekillendirmişti. Tek bir gecede, bana karşı olan tavrını değiştirmesini sağlamıştı. Kağan, ona öfkeli ve mesafeli görünse de, onun söylediklerini dinlemiş, içselleştirmiş ve ona göre hareket etmişti. Ve amcası bunu biliyordu. Onun kişiliğini, nasıl tepki vereceğini, ne düşüneceğini biliyordu. Ve buna göre oynuyordu.

Sikeyim. Bu adamın yöntemi bana fazlasıyla tanıdık geliyordu. Ancak aklımdaki kişiyle yaşları uyuşmuyordu. Bana yaş konusunda yanılıyor olabilir miydim?

Kağan’dan uzaklaşıp, yüzüme dokunan ellerini çektim. O değişmişti. Bunu inkâr edemezdim. Belki beni seviyordu da. Ama bunu sağlayan, onun kendi içindeki gerçek duygular mıydı, yoksa amcasının ustaca kurduğu bir oyun mu?

Şimdi ona olan güvenim tamamen sarsılmıştı.

Kağan’ın bana söylediklerinin bile bir planın parçası olabileceği düşüncesi zihnimi kemiriyordu. Onun gerçekten hissettiklerini mi duyuyordum, yoksa sadece amcasının ona çizdiği yolu mu takip ediyordu?

Kağan, benim uzaklaşmamdan hoşlanmamıştı. Gözlerindeki titremeden bunu anlayabiliyordum. Ama beni ürkütmemek için dikkatli davranıyordu. Hareketleri kontrollüydü.

"Kağan, seni gerçekten değiştiren düşüncelerin neydi? Çelişkilerinle yüzleş ve bana anlat," dedim. Sesim yargılayıcı değildi. Ama kararlıydı.

Onu hemen yargılamak istemiyordum. Önce zihnindeki karmaşayı anlamalıydım. Kağan bir an sessiz kaldı. Gözleri bir an için boşluğa baktı. Sonra yüzüme döndü ve derin bir nefes aldı.

"Pansuman saatin geldi. Pansumanını yaparken konuşalım," dedi.

Kaçıyordu.

Kendi içindeki çelişkileri dile getirmekten kaçınıyordu. Ama ne olursa olsun, bu oyunun içinde sıkışıp kalmak istemiyordum. Ve Kağan’ın gerçekten ne düşündüğünü, zihninin ne kadarının kendisine ait olduğunu anlamak zorundaydım.

Kalkıp odadan çıktı. Pansuman malzemelerini almak için gitmişti. Ben ise düşüncelerimin içinde kaybolmuş, olduğum yerde öylece kalakalmıştım. Kafamda dönüp duran kelimeler, boğazımı sıkıyor, ağlama isteği uyandırıyordu.

Benden istenen şey akıl alır gibi değildi. Hiç kimse, benim bedenim üzerinde benden izinsiz söz hakkı sahibi olamazdı. Kimse. O amca bozuntusu—o akıl hastası adam—her kelimesini özenle seçmiş, son sözlerinde “can borcu”nu özellikle vurgulamıştı. Onun için bu bir oyundu. Planlı, hesaplı, ustaca oynanan bir manipülasyon. Amacı belliydi: Vicdanımı silah olarak kullanarak beni köşeye sıkıştırmak. İstediğini almak için beni zayıf noktamdan vurmayı seçmişti. Ama bunu yaparak, en büyük hatasını da kendisi yapmış oldu.

Eğer ölmemi isteseydi, paşa paşa ölürdüm, hiç direnmezdim. Ancak beni bu şekilde köşeye sıkıştırmaya kalkıyorsa, işte buna asla boyun eğmezdim. Burada güvende olmadığım aşikârdı, fakat şimdi her zamankinden daha büyük bir tehlike altındaydım. O adamın sınır tanımayacağı kestirebiliyordum ve Kağan’ın hâlâ bunun farkında olmayışı durumu daha da kötüleştiriyordu. Dört gün sonra buradan ayrılmam gerekiyordu ama bu anlaşmaya sadık kalacaklarına dair en ufak bir garanti yoktu. Beklemek bir seçenek değildi.

Üstelik dış dünyayla hiçbir bağım yoktu. Erra burayı dışarıdan gelecek her ihtimale karşı sır gibi saklıyordu; ne telefon çekiyordu ne de burada varlığımın izine rastlanıyordu. Beni buraya getirmesi onun için büyük bir avantajdı, ama serbestçe dolaşmama izin vermesi ise bir hata. Ve bu hatayı değerlendirmem gerekiyordu.

Zamanında, Erra’dan bile daha tehlikeli birinin ellerinde yetişmiştim. Bu yüzden onun aklındakini anlamak benim için çocuk oyuncağıydı. Beni gerçeğe uyandırarak en büyük hatasını yapmıştı. Eğer sabırlı olsaydı, belki Kağan’la gerçekten bir şeyler olabilirdi. Ama sabırsız davrandı. Kontrolü elinde tutmak için acele etti. Ve böylece, en büyük şansını kendi elleriyle yok etti.

ÖZGÜR

Öfkem içimde volkan gibi patlarken masamın üzerindeki her şeyi tek hamlede yere savurdum. Cam bir kalemliğin sert zemine çarpıp paramparça oluşunu izlerken, sinirle sıkılmış yumruklarımı kontrol etmekte zorlanıyordum. Bir haftadır kızımdan tek bir haber bile alamıyordum. Onu bulmak için İstanbul’un her sokağını, her karış toprağını didik didik aramama rağmen hiçbir iz yoktu. Sanki bu şehir, onu yutmuştu.

En son bir hafta önce konuşmuştuk. Sesindeki duraksamaları fark etmemek imkânsızdı. Belli ki yanında birileri vardı ve rahat konuşamıyordu. Yerini sorduğumda ise geçiştirmiş, konuyu değiştirmişti. O telefon konuşmasından sonra bir daha ona ulaşamadım.

Kızımı biri kaçırmıştı. Hem de ona zarar vererek, kan dökerek… Bunu bana Kılkuyruk söyledi. O gece kızımın evine gitmiş, yaşananları anlatmıştı. Yanında da feci şekilde hırpalanmış biri vardı; dövülmekten tanınmaz hâle gelmişti. O sırada ben olay yerinde değildim. Bana Serkan haber vermişti. Kızımın kaçırıldığını duyduğum an, kan beynime sıçradı. Öfkeden gözlerim karardı. Soluğu hemen orada almıştım.

Kılkuyruk, kızımla nasıl tanıştıklarını anlatmadı. Sadece arkadaş olduklarını ve onun mekânına arada sırada uğradığını söyledi. Ama asıl şüpheli olan, o gece mekânın güvenlik kameralarının çalışmıyor olmasıydı. Bu nasıl bir tesadüftü? Ya da gerçekten tesadüf müydü? Bu yüzden bir haftadır mekândaki tüm korumaları konuşturmaya çalışıyordum. Ancak hepsi ağız birliği etmişçesine bir şey görmediklerini söylüyordu.

Ama kızımın yaralandığını biliyorlardı. Duydukları silah sesiyle harekete geçtiklerini, onu bir arabaya bindirilirken gördüklerini anlatmışlardı. Peki ya plaka? Eşgaller? Arabayı kullanan kişi? Hiçbirini tam anlamıyla görmemişlerdi! Ya da gördüklerini şeyi saklıyorlardı.

Telefonu bile izlenemiyordu. Adeta iz bırakmadan yok olmuştu.

Ne ala memleket! Bu nasıl bir iştir?

Sadece ben değil, Serkan ve kızımın adamları da günlerdir onu bulmak için seferber olmuştu. İstanbul’un tüm giriş çıkışlarını abluka altına almış, tüm hastaneleri taramıştık. Ne olur ne olmaz diye her yere adam yerleştirmiştik. Ancak hiçbir yerde yoktu. Şimdi ise arama alanını tüm Türkiye’ye genişletmeye hazırlanıyorduk.

O benim kızımdı. Onu bulana kadar hiçbir şey umurumda değildi.

Olayı öğrendiğimden beri kızımın evinde kalıyordum. Eğer dönerse, son öğrenen olmak istemiyordum. Onu burada, güvende görmek için her şeyi yapmaya hazırdım.

Bir de o hırpalanmış oğlan vardı… Günlerdir bilinci kapalıydı. Uyansa, belki bize bir şeyler anlatabilirdi. Ama doktorlar, aldığı kafa travmaları yüzünden onu bir süre daha uyutmaları gerektiğini söylemişti. Kızımın evinin bir odasını hastaneye çevirmiştik. Kılkuyruk, onun bir hastanede güvende olamayacağını söylemişti. O yüzden burada, bizim yanımızda kalmasını istemişti.

Ama Kılkuyruk’un bu konudaki tavrı fazlasıyla şüpheliydi. Ne zaman sorgulamaya kalksam, kesin bir duvar örüyor, konuşmamaya yeminliymiş gibi davranıyordu. Ve asıl ilginç olan neydi biliyor musun? Kızım kaçırılmadan önce konuştuğu son kişi oydu. Birde bizleri aradığında, konuştuğu ilk kişi oydu.

İkisi arasında bir şeyler dönüyordu, bu belliydi. Ama şimdilik önemli olan bu değildi. Önce kızımı bulmalıydım. Onu bir sağ salim bulayım, sonrasında hem onu hem de Kılkuyruk’u sorguya çekeceğim. Ne biliyorlardı? Neyi saklıyorlardı?

Başımın ağrısı gözlerime vurunca avuçlarımı yüzüme götürüp gözlerimi ovuşturdum. Öfkemi ve yorgunluğumu kontrol altında tutmam gerekiyordu. Ama içimdeki huzursuzluk giderek büyüyordu. Daha yeni kavuştuğum kızıma şimdi ulaşamamak, içimi kemiren en büyük azap haline gelmişti.

Kapı çalındığında “Girin.” dememe fırsat kalmadan biri kapıyı açtı ve eşikte durarak konuştu: “Özgür Bey, babanız geldi. Salonda sizi bekliyor.”

Kızımın yakın korumalarından biriydi. Başımı sallayarak ağır adımlarla çalışma odasından çıktım. Koruma sessizce arkamdan gelerek beni takip etti. Merdivenleri hızla inerek salona geçtiğimde, babamın yalnızca beni değil, herkesi oraya topladığını fark ettim. Kızımın yakın korumaları da dâhil, herkes oradaydı. Havada keskin bir sessizlik hâkimdi.

Oturacak bir yer ararken, babamın yanındaki koruma ayağa kalkarak bana yer verdi. Sessizce sandalyeye oturdum. Babamın gözleri öfkeyle alev alev yanıyordu. Ama bu öfke sadece bana değil, odadaki herkese yönelmişti. Yanında annem de vardı. Yüzündeki endişe, göğsüme saplanan bir hançer gibi canımı acıttı.

Babam, sonunda sessizliği bozdu.

“Bir şeyler buldunuz mu?”

Yorgun bir nefes verdim. Gözlerim ağırlaştı. Bitkin bir şekilde başımı iki yana salladım. Babam dişlerini sıkarak yüzünü buruşturdu. O an salondaki kalabalık arasında Cengiz’le göz göze geldik. O da günlerdir uykusuzdu. Göz altları çökmüş, ifadesi gerginleşmişti.

O da kızımı arıyordu. Ama zaman giderek daralıyordu… Ve ben sabrımı yitirmek üzereydim.

Babamın gözleri, kapıya kilitlenmişti. Sessizliği, odanın içini dolduran görünmez bir ağırlık gibiydi. Bakışlarında, birini bekleyen bir adamın sabrı kadar, yaklaşan bir hesaplaşmanın soğukluğu da vardı. Gözlerinin derinlerinde yanıp sönen bir huzursuzluk seziliyordu. Anneme dönüp baktığımda, onun Yeliz’e yönelttiği öfkeli ve kınayıcı bakışları yakaladım. İçinden geçenleri tahmin edebiliyordum. Eminim şu an, kendini zor tutuyordu.

Yeni öğrendiği torunuyla tanışmanın heyecanını yaşarken aldığı haber, bir kâbusun başlangıcıydı. Torunu kaçırılmıştı. Şimdi öfkesini nereye yönelteceğini bilemiyordu ve işin en acı tarafı, onu yanlış kişilere yöneltiyor olmasıydı. Oysa en büyük ihmal, benim kızıma aitti.

Aklımın bir köşesinde, onunla yaptığım son konuşma yankılandı. O gün, ondan ayrılmadan önce ona sarılmalıydım. Burnuna fiske atmak yerine, kollarımı açmalı ve birlikte o şirketten ayrılmalıydık. Onu yalnız bırakmamalıydım. Ama artık pişmanlık için çok geçti.

Kapı açıldığında, babamın gözlerindeki bekleyişin sona erdiğini gördüm. Odaya giren kişi, Kılkuyruk’tu. Gözlerimi kısarak ona baktım. O, bana kızıma dair en önemli gerçeği söylemekten kaçınan adamdı. Şüphelerin başında geliyordu. Ama ona sadece ben değil, kızımın korumaları da düşmanca bakıyordu. Odaya hâkim olan gerilim, şimdi elle tutulur hâle gelmişti.

Babamın aldığı kararları sorgulamak bana düşmezdi. O benim büyüğümdü, ama neden onu çağırmıştı? Bir bildiği mi vardı, yoksa bir hata mı yapıyordu? İçimde bu sorular büyürken, babam sonunda sessizliği bozdu.

Soğuk bakışlarını odadakiler üzerinde gezdirdi, ardından her zamanki otoriter sesiyle konuşmaya başladı:

“Burada olmamızın tek bir sebebi var: Ne biliyorsanız dökülmeniz için.”

Kaşlarımı çattım. Buradakiler ne bilebilirdi ki? Kendi dertlerinden başlarını kaldırıp çevrelerine bile bakmayan insanlardı. Her biri gözümde ayrı suçluydu. Ama en çok suçladığım kişi Yeliz’di.

O an, en tahammül edemediğim kişi olan Selim, sıradan bir adamın göstereceği cüretle konuşmaya kalkıştığında: “Biz hiçbir şe—” Babamın sesi, odayı yarıp geçti. “Daha konuşmam bitmedi.” Selim, dudaklarını sıkarak sustu. Babamdan gelen uyarı, yalnızca bir söz değil, bir tehditti.

Babam, bir avcının avını tarttığı gibi herkesi tek tek süzdü ve devam etti:

“Torunum bir hafta önce kimliği belirsiz kişiler tarafından kaçırıldı. O günden beri izine rastlamadık. Elimizde yalnızca kaçırıldıktan sonra bizi aradığı bir numara var, ama izi sürülemiyor. Kaçırıldığı yerin kameraları çalışmıyor. Görgü tanığı yok. Ancak silah sesi duyulmuş ve torunumun yaralandığı neredeyse kesin. Onu kaçıranların eşgalleri bilinmiyor, bindiği arabanın plakası yok. Kendi telefonundan bile bir iz bulamıyoruz.

İstanbul’un her köşesini didik didik aradık ama elimizde hâlâ hiçbir şey yok. Bu, işin arkasında güçlü birinin olduğunu gösteriyor. Eğer sahip olduğumuz bilgiler bizi bir yere götürmeyecekse, geriye tek bir yol kalıyor: Siz!

Hepinizin düşmanları, husumet yaşadığınız kişiler, sakladığınız sırlar var. Eğer burada her şeyi açıkça konuşursak, belki de çemberi daraltabiliriz. Ve unutmayın, zaman bizim aleyhimize işliyor.”

Gözleri, doğrudan kızımın korumalarına çevrildi. “Önce siz konuşun. Torunum birinin kuyruğuna bastı mı?” Korumalar arasında en iri yarı olan, kısa bir tereddüt yaşadı. Ardından, Kılkuyruk’a sert bir bakış fırlatarak konuşmaya başladı.

“Bu camiada herkes ipin ucundadır, efendim. Birinin kuyruğuna basmasına bile gerek yoktur. Herkes birbirinin ayağını kaydırmak için türlü türlü oyunlar oynar. Ama şu an kimsenin böyle bir riske gireceğini sanmıyorum. Lavinia Hanım, zaten güçlü bir konumda. Üstelik, Serkan Bey ile kan bağı olduğu biliniyor. Şimdi sizin torununuz olduğu da ortaya çıktığı için, kimse bu riske girmez.

Dahası, İstanbul’u ayağa kaldırdık. Herkes diken üstünde. Eğer bunu yapan onlardan biri olsaydı, Lavinia Hanım’ı çoktan bulmuştuk.”

Sözlerinde bir mantık vardı. Kızımı bulmak için başlattığımız seferberlik, diğer liderleri rahatsız etmişti. Ve hepsi, bize karşı birleşme ihtimali taşıyordu.

Babam, korumanın gözlerinin içine bakarak sordu: “Adın ne?” Koruma, saygılı ama sert bir ses tonuyla cevap verdi: “Can, efendim.”

Babam, diğer korumalara da göz gezdirdi. Hepsi sırasıyla adlarını söyledi. Can’ın yanındaki, ifadesi en az onun kadar sert olan iri yapılı adam, tok bir sesle konuştu:

“Cemal, efendim.” Boyu uzundu. Keskin yüz hatları ona ciddi bir hava katıyordu. Hafif çekik gözleri, Asyalıları andırıyordu.

Onun yanında duran kişi, yeşil gözleriyle dikkat çekiyordu. İsmini söylerken sesi, diğerlerine kıyasla daha yumuşaktı: “Yusuf, efendim.” Orta boyluydu, esmer teni ve belirgin yeşil gözleri, yüzüne çarpıcı bir sertlik katıyordu.

Onun yanındaki adam ise diğerlerinden farklıydı. Daha saf bir ifadesi vardı. Uzun ve esmerdi. Sesi sakindi: “Veli, efendim.”

Babam onları tek tek süzerken ben de düşündüm. Her biri farklı karakterlere sahipti ama tek bir ortak noktaları vardı: Lavinia’yı bulmak.

Ancak içimde kötü bir his vardı. Her şey fazla kusursuzdu. O kadar baskıya, araştırmaya rağmen hiçbir ipucu bulamamış olmamız… Bu sadece güçlü birinin işi olamazdı. İçeride bir hain vardı.

Bu hainin Kılkuyruktan başkası olmadığını adım gibi biliyordum. Kesinlikle bir şeyler çeviriyordu. Gözlerim onu bulduğunda, içimdeki öfke damarlarımda harlandı. Dişlerimi sıktım.

Orada, gölgeler arasında bir avcı gibi duruyordu. Sırtını rahatça duvara yaslamış, ellerini ceketinin ceplerine sokmuş, bizi bıkkın bir ifadeyle süzüyordu. Sanki odadaki konuşmalar, tartışmalar, hatta kendisine yöneltilen düşmanca bakışlar bile umurunda değildi. Onun kayıtsızlığı, içimdeki şüphenin yerini neredeyse kesinliğe bırakıyordu.

Tam o anda babamın sesi, gergin havayı daha da keskinleştirdi. “Peki, Lavinia’nın son zamanlarda yaptığı şeyler nelerdi?”

Korumalar bir an duraksadı. Gözleri, bilinmeyen bir sırrın ağırlığını taşır gibi birbirleri arasında gidip geldi. Sessizlik, odanın üzerine kara bir sis gibi çökmüştü. Kaşlarımı çattım. Bu tereddüt beni daha da huzursuz ediyordu.

Sabrım taşmak üzereydi. Tıslarcasına, “Ne saklıyorsanız hemen söyleyin,” diye buyurdum. Sesim, odadaki gerilimi bıçak gibi kesmişti. Eğer son bir haftadır Lavinia’yı canla başla aradıklarını görmemiş olsaydım, çoktan başka yöntemlere başvururdum.

Korumalardan Can, gözlerini kaçırarak Yeliz ve Cengiz’e baktı. Suçlu bir çocuk gibi kıvranıyordu. Sonunda, derin bir nefes alarak yüzünü bize döndü. “Efendim…” dedi duraksayarak. “Lavinia Hanım bizden özel bir araştırma yapmamızı istemişti. Bunu onun izni olmadan kimseyle paylaşmamamız gerekiyordu. Ama…” Yutkundu. “Durumun ciddiyetini göz önünde bulundurarak burada bulunan herkesten özür diliyorum.”

Sonra o cümleyi kurdu. “Lavinia Hanım, Özgür Bey ve Yeliz Hanım’ın arasındaki ilişkinin geliştiği barı araştırmamızı istemişti.”

O an, odadaki hava aniden değişti. Sessizlik… Ama bu sıradan bir sessizlik değildi. Bir darbenin yarattığı yankı gibiydi. Herkesin soluğu kesildi.

Yeliz’in gözleri dolmuştu. Güçlü görünmeye çalışarak Cengiz’in elini sıktı ama titreyen parmakları onu ele veriyordu. Cengiz’in gözlerindeki öfke ve hayal kırıklığı karışımı ise, fırtına öncesi karanlık bir denizi andırıyordu. Yumruklarını sıktı, dişleri kenetlendi.

Babam, karşı tarafta oturan aile büyüklerine baktı. Ben de bakışlarımı onların yüzlerine çevirdiğimde, korkuyu açıkça görebiliyordum. Betleri benizleri atmıştı, dudakları hafifçe aralanmış ama kelimeler ağızlarından bir türlü çıkmıyormuş gibi görünüyordu. Bunu görmek bile yeterliydi. Bir şey saklıyorlardı.

“Neden orayı araştırıyordu?” diye sordum. Ama Lavinia’yı anlamak hiçbir zaman kolay olmamıştı. O, kapalı bir kutuydu. Düşüncelerini açık etmez, hedeflerini gizlerdi. Onu çözmeye çalışmak, sisle kaplı bir yolu pusula olmadan yürümeye benziyordu.

İçimde bir huzursuzluk dalgası yükseldi. O an, istemsizce gözlerim Kılkuyruk’a kaydı. Ama bu kez… O kayıtsız değildi. Gözlerinde düşmanca bir ifade vardı. Ama bu düşmanlık bize değil, karşı tarafta oturan korku içindeki insanlara yönelmişti.

O, Lavinia’nın neyin peşinde olduğunu biliyordu. Bizim göremediğimiz, belki de farkında bile olmadığımız bir gerçeği çözmüştü. Peki ama nasıl?

Can, boğazını temizleyerek devam etti. “Bilmiyoruz efendim. Lavinia Hanım sadece orayı araştırmamızı emretti.” Babamın sesi tekrar yükseldi. “Sonuç?” Can’ın yüzündeki tedirginlik arttı. “Efendim… Garip bir şey oldu.” Derin bir nefes aldı, sonra devam etti.

“Oraya dair hiçbir bilgiye ulaşamadık. Sanki sadece o gece var olmuş ve sonra tamamen yok olmuş bir mekân gibi… Hayaletli bir yer gibi, efendim. Etrafta soruşturduğumuzda da kimse böyle bir barın varlığından haberdar olmadıklarını söyledi.”

İçimde bir soğukluk hissettim. Gerçekten de… Böyle bir şey mümkün müydü? Nasıl yani? Yeliz ve ben nasıl bilinmeyen bir yere gitmiştik?

Beni de şaşırtan bir şey vardı. Nasıl olur da Yeliz’le bilinmeyen bir yere gitmiş olurdum? Ben asla kayıt dışı yerlere adım atmazdım. Ancak hafızamı zorladıkça… Bir boşluk hissediyordum. Hafızamı zorladım ama yirmi yedi yıl öncesine dair anılar flu ve silikti. Hatırlamaya çalıştıkça, keskin bir baş ağrısı beynime saplandı.

Zihnimde Yeliz’e dair boşluklar vardı. Ve bu boşluklar, sadece zamanın silikleşen anıları mıydı? Yoksa çok mu sarhoştum?.

Bilmediğim bir gerçek vardı. Sis perdesinin ardında, gölgeler arasında saklanıyor, sabırla keşfedilmeyi bekliyordu. Burada, bu odada, herkesin gözlerinin önünde, ama kimse onu göremiyordu.

Babamın sesi, ortamın gerginliğini bölerek, herkesin ona odaklanmasını sağladı: “Sence Lavinia bu araştırmasını neden oraya yöneltti?” Soğuk bakışlarını, bıyık altından güler bir ifadeyle Kılkuyruk’a bakıyordu.

Gözlerim, odanın köşesinde rahat tavrıyla duran Kılkuyruk’a kaydı. Ellerini ceketinin ceplerine sokmuş, duvara yaslanmış, ifadesiz gözlerle bizi süzüyordu. Bu adamın rahatlığı, sadece ustaca saklanmış bir gerginlikti.

Korumalardan Cemal öne çıkıp homurdandı: “Efendim, bizim bilmediğimizi bu adam nereden bilsin?” Gözlerimi ona çevirdiğimde sesim daha da soğuk çıktı: “Çünkü ya kızımla aralarında garip bir bağ var ya da o da bu işin içinde.”

Odadaki hava bir anda ağırlaştı. Herkesin nefesi tutuldu. Benim bunu demem, Kılkuyruk’un yüzündeki kayıtsız ifade, bir anlığına da olsa çatladı. Göz bebekleri küçüldü, dudakları sıkıldı. O kadar hızlıydı ki neredeyse fark edilmeyecekti. Ama ben gördüm. Ondan bir şeyler saklayan birinin bakışıydı bu.

İçimdeki öfke, derinlerde bir yerlerde fokurdayarak yükselmeye başladı. Eğer onu hemen konuşturmak isteseydim, adamlarıma yalnızca bir bakış atmam yeterdi. Ama hayır. Bu adam sabır istiyordu. Önce kendini ele vermeliydi. Tabi birde kızımla arasında ki bağı çözmeliydim. Eğer Lavinia ona değer veriyorsa, bu sefer beni daha uzun bir süre engellerdi.

Tam harekete geçecekken, babam elini omzuma koyarak beni durdurdu. “Hemen bir sonuca varma, oğlum,” dedi, sesi her zamanki gibi sakindi ama içindeki tehdit açıktı. “Eğer Lavinia’yı kaçıranların tarafında olsaydı, buraya gelmesini beklemez, ona nefes bile aldırmazdım.”

Babamın sözleri hala havada asılıyken, Cengiz aniden araya girdi. Onun sabrı da tükenmişti. “Sizin dünyanızı anlamıyorum,” dedi dişlerinin arasından. Gözleri öfkeyle Kılkuyruk’a dikilmişti. “Ama Özgür haklı. Açıkça görülüyor ki bu adam bir şeyler saklıyor. Bizi Kı- Lavinia’ya götürebilecek biri varsa, o da o. O halde neden hâlâ burada bekliyoruz?”

Ve işte o an… Beni asıl öfkelendiren şeyin ne olduğunu fark ettim. Cengiz’in sesi titrememişti. Söylediği şey mantıklıydı. Ama az önce ağzından çıkan o tek kelime… ‘Kızım.’ Bunu söyleyecekti. Ama son anda kendini tuttu. Beni delirten buydu. Öfkem içimde kabarıp bir dalga gibi yükseldi. Yumruklarımı sıktım, dişlerimi kenetledim. Ne hakla Lavinia’yı sahipleniyordu? Onca yıl boyunca varlığını bile kabul etmemişti. Ona sırtını dönmüştü. Ve şimdi, yıllar sonra, bu belirsizliğin ortasında, onu “kızı” olarak adlandırmaya cüret ediyordu. İyi biri olması onun her hareketine tolerans göstereceğim anlamına gelmezdi. Burnumdan derin bir nefes alarak kendimi kontrol ettim.

Kılkuyruk hâlâ sessizdi. Gözlerini babama dikmiş, tanıdık birine bakar gibi izliyordu. Yüzündeki hafif gülümseme, ya neyin peşinde olduğumuzu anladığını ya da en azından tahmin ettiğini gösteriyordu. Babam da ona aynı ifadeyle karşılık verdi; sakin ama hesaplı bir şekilde. “Torunu için endişelenen bu yaşlı adama bir iyilik yapıp bildiklerini anlatır mısın?” dediğinde, içimde bir şeyler sarsıldı. Babamın bu denli saygı çerçevesi içinde konuşması akıl alır gibi değildi.

Ne oluyordu? Babam neyin farkına varmıştı da ben hâlâ bilmiyordum? Kılkuyruk, kendine has rahatlığına bürünse de, gözlerinde tetikte olmanın izleri duruyordu. Sesi temkinli ama sakindi: “Nasıl anladınız?”

Babam anlayışlı bir ifadeyle başını hafifçe yana eğdi. “İyi bir gözlemciyim.” Kılkuyruk, kısa bir tereddüdün ardından hafifçe iç çekti. Kaşları belli belirsiz kalktı, sonra kendini toparladı ve gergin bir gülümsemeyle başını salladı.

“Bunu yaparsam, Lavinia beni keser.” Sözleri içimde buz gibi bir etki yarattı. Kaşlarımı çatarken yanımdaki Serkan, başını ikisinin arasına uzatıp bir ona bir babama baktı. Sonra gözleri Kılkuyruk’un yüzünde durdu ve alayla kısık sesle homurdandı: “Seni kesmesi biraz zaman alacak çünkü geldiği gibi onun bana yaptığı şeyden anasını belleyeceğim.”

Bütün dikkatim ona çevrildi. Serkan bunu nereden biliyordu? O yüzden mi bu kadar sessizdi? Bu öfkesi neydi böyle?

Yeliz, anında onu uyardı. “Serkan!” Ama Serkan kayıtsızca omuz silkti ve sözlerini düzeltti: “Pardon abla, ebesini belleyeceğim.” Cengiz ise sinirle dişlerinin arasından tıslayınca “Sülalesini belleyeceğim diyeceğim ama yine olmayacak! Ulan her yerden akraba çıkıyoruz! Başlayacağım böyle işe, bir gelsin canına okuyacağım onun.”

Kılkuyruk’un gözleri hafifçe parladı; kahkahasını bastırmak için dudaklarını sıktığı belliydi. Ama Cengiz’in kız kardeşi pek de onun kadar eğlenmiş görünmüyordu. Yüzü kızarmış, gözleri tehditkâr bir şekilde kısılmıştı.

“Pişman mısın?” diye sordu. Bu defa, Cengiz’in babasının gözleri ateş gibi parladı. “Ne oluyor lan sizin aranızda?” diye hiddetlendi. Cengiz’in kız kardeşi başını önüne eğerek yavaşça mırıldandı: “Yok bir şey.” Serkan, gözlerini kısarak tekrar homurdandı: “Pişman değilim. Ama canına okuyasım var.” Sonra Kılkuyruk’a dönüp, sinirli bir şekilde sigarasını çıkarırken homurdandı: “Bu bile biliyor, küfredemiyorum da.”

Onların arasındaki bu garip gerilimi anlamıyordum, ilgilenmiyordum da. Kılkuyruk’a döndüm, ama benden önce babam konuştu. “Gerçekten kaçırıldı mı?” Ne?

Kılkuyruk başını hafifçe yana eğdi, kelimeleri tartarak konuştu: “Gibi gibi diyebiliriz.” Ne babam, aralarındaki bağı sorguladı, ne de Kılkuyruk bunu açıklamaya yanaştı. Bar konusundan buraya anlaşılmayacak bir şekilde keskin bir dönüş yapılmıştı. Babam, dostane ama otoriter bir ses tonuyla devam etti: “Daha açıklayıcı olursan sevinirim.” Etrafındaki korumaları gözleriyle işaret ederek ona nerede olduğunu unutmamasını hatırlattı.

Sabırsızca yerimde kıpırdanarak sordum: “Ne demek oluyor bu?” Aynı anda Cengiz de benimle aynı soruyu sormuştu. Göz göze geldik. Bunu fark ettiğimizde soğukça birbirimize baktık. Babam sert bir sesle uyardı: “Susun da adam konuşsun.”

Kılkuyruk, üzerindeki düşmanca bakışlara rağmen hâlâ rahat görünmeye çalışıyordu ama içten içe gerildiği belliydi. Derin bir nefes aldı ve gerçeği nihayet açıkladı: “Lavinia aslında kaçırılmasına izin verdi.”

Bu kez Serkan, öfkesini tutamayarak patladı: “Bok kafalı!” Beni en çok rahatsız eden şey, içimden geçenleri söylemiş olmasıydı.

Kılkuyruk, onun öfkeli bakışlarına karşılık başını salladı. “Bu konuda katılıyorum.” Ama ben katılmıyordum. İçimde garip bir huzursuzluk büyüyordu. Gözlerimi ona diktim, sesim sertleşti: “Kızımla düzgün konuş.”

Kılkuyruk, kısa bir bakış attıktan sonra umursamazca devam etti: “Lavinia’yı kaçıran kişi çok eski bir tanıdık. Nedenini tam olarak bilmiyorum ama aralarındaki ilişki... karmaşık.”

Babam kaşlarını çattı. “Nasıl yani?” Kılkuyruk, kelimeleri dikkatlice seçerek konuştu: “Onların dostluğu zamanla düşmanlığa dönüştü. Lavinia ona çok kötü bir şey yaptı.”

Öfkemi zor dizginleyerek kaşlarımı çattım. “Düzgün anlat şunu.” Kılkuyruk hafifçe başını sağa sola salladı, kendi kendine konuşur gibi mırıldandı: “Burada her şeyi anlatırsam asıl arbede o zaman çıkar.”

Babam bakışlarını bana çevirdi. Ne demeye çalıştığını anlamıştım. Sustum. Sonunda babam, asıl soruyu sordu: “Bu kişi tanıdık biri mi?”

Serkan, dudaklarını sıkıp başını salladı. “Ben bile yeni öğrendim. Ulan, istediğim gibi küfredemiyorum da! Konuşturmayın beni.”

Kılkuyruk derin bir nefes aldı, sonra sakin bir şekilde konuştu: “Lavinia’yı bulduğumuzda o söylemeli. Çünkü bu tek taraflı bir düşmanlık gibi gözüksede durum farklı. Lavinia ona değer veriyor. Onun zarar görmesini istemediği için, kendisini götürmesine razı oldu. Ben de ona göre davrandım.”

Babam sessizce dinledi, sonra en kritik soruyu yöneltti: “Bu kişi ona zarar verir mi?” Kılkuyruk’un gözleri gölgelenmişti. “İşte asıl korktuğum şey bu.” dedi. “Emin değilim ama eğer Lavinia’yı öldürmeye kalkarsa, Lav buna engel olmayacak. Bunu biliyorum.”

İçimde buz gibi bir ağırlık çöktü. Boğazım düğümlendi. “Engellemeyecek mi?” diye kısık bir sesle sordum. Babam, gözlerini kısarak tehlikeyi değerlendirdi. Sonra, en sert sesiyle konuştu: “Lavinia ona ne yaptı?” Kılkuyruk, bir an sessiz kaldı. Sonra, sanki kelimeler taş gibi ağırmış gibi güçlükle söyledi: “Lavinia, o kişinin babasını öldürdü.”

Sözleri odada yankılandığında zaman bir anlığına durdu. Sarsıcı bir gerçekle yüzleşirken boğazıma bir düğüm oturdu. Nefesim sıklaştı, göğsüme oturan ağırlık vücudumun her hücresine yayılıyordu. Bu durumun ciddiyetini bilmeyecek insanlar değillerdi. Ne diye bu zamana kadar susup saklamışlardı.

Ağzımdan sert bir küfür dökülürken sandalyeden hızla kalktım, öfkeyle Kılkuyruk’un üzerine yürüdüm. “O zaman neden şimdiye kadar tek kelime etmedin? Ne diye o siktiğimin ağzını açıp konuşmadın lan! Neyi saklıyorsun daha, kim o kişi dökül!” Sözlerim kılıç gibi keskin, sesim boğazımı yırtacak kadar gergindi. Tam ona ulaşacakken yanımda oturan Serkan ok gibi yerinden fırladı, güçlü bir hamleyle bileğimi kavradı.

“Sakin ol.” Serkan’ın sesi, bir kaya gibi sertti ama içindeki endişeyi fark etmemek imkânsızdı. Parmakları bileğimde çelik bir kelepçe gibi sıkılırken, nefesim düzensizleşti. Ama gözlerim hâlâ Kılkuyruk’taydı. Ve sonra, babamın tok sesi odadaki tüm gerilimi bıçak gibi kesti. “Özgür, otur.” Gözlerimi ona çevirdim. İçimde fokurdayan öfke, babamın bakışlarına çarpıp bir anlığına duraksadı.

“Ne oturması?” diye hiddetle karşılık verdim. Şu an oturulacak bir durumda değildik! Ama babam da bir adım attı. Gözleri, çelik gibi sert ve soğukkanlıydı. Karşımda bir baba değil, hayatı boyunca krizleri yönetmiş bir adam duruyordu.

Bir elini enseme koydu. Teması ne şiddetli ne de hafifti ama altında, sakin kalmamı emreden bir ağırlık vardı. “Oğlum.” Bu tek kelime, içindeki binlerce duyguyu saklıyordu. Benim kadar sinirliydi. Belki benden bile fazla. Ama babam, öfkesini kontrol etmeyi bilen bir adamdı. “Ben de en az senin kadar öfkeliyim. Ama şu an sinirlenmenin Lavinia’ya en ufak bir faydası yok. Eğer sakin olup olayı anlamazsak, yanlış kişiye yöneliriz. Ve her baktığımız yanlış kişiyle, Lavinia’yı kaybetmeye bir adım daha yaklaşırız.”

Odadaki sessizlik, artık nefes kadar ağırdı. Babamın sözleri içimdeki ateşi söndürmemişti ama onu bir kafese hapsetmişti. Haklıydı. Dişlerimi sıktım. Yumruğumun içindeki tırnaklarım avcuma battı. Ama acı hissetmiyordum.

Sert bir nefes aldım. Sesim, içimde yankılanan çaresizliği bastırmaya yetmeyecek kadar boğuktu. “Yeterince vakit kaybettik.”

Babamın sesi odada yankılandı, ağır ve sarsılmazdı: “O yüzden sadece otur ve dinle. Sonra harekete geçeceğiz.” İçimde fokurdayan öfkeyi zorla bastırarak başımı salladım. Yumruklarımı açıp kapatarak yerime oturdum. Ama gözlerim Kılkuyruk’a kilitlenmişti.

Hiç kıpırdamamıştı. Bir milim bile ve bildiklerini saklamaya devam ediyordu. Gözlerini kaçırarak konuştu: “Özgür Bey, bu kişinin adını veremem. Çünkü bu sadece Lavinia’yı ilgilendiren bir mesele değil.”

İçimde bir şey koparken, dizlerimin üzerindeki ellerimi yavaşça düzleştirdim. Öfkemle duvarları yıkmak istiyordum. Ama eğer kendimi kaybedersem, bu her şeyi daha da mahvederdi.

“Peki Lavinia’nın ölüsünü bulursak?” Sözcükler havada dondu. Oda soğudu. İçim buz kesti. Onu daha kollarıma bile alamamıştım. Sarılamamıştım. Sesini duymaya doyamamıştım. Karımı kaybettikten sonra, bir de kızımı mı toprağa verecektim?

Kılkuyruk, rahatsızca yerinde kıpırdanarak alnındaki terleri sildi. Gözleri bir an bulanık bir boşluğa daldı. Sonra, içinden gelmeyen bir güvenle sırıttı. “Lav kurtulur ya… O bir yolunu bulur. O gelir.”

Gelir mi? Bunu nasıl bu kadar emin söyleyebiliyordu?

Dişlerimi öyle sert sıktım ki çenem kenetlendi. Babam, sesi buz gibi sert ve tehlikeli bir sakinlikle konuştu: “Sen susarken, Lavinia şu an işkence görüyor olabilir. Son nefesini veriyor olabilir.”

Kılkuyruk’un suratı kireç gibi oldu. Bir şeyleri tartıyormuş gibi gözlerini kaçırdı. Ama sonra, kendini kandırmaya çalışan bir adamın inadıyla gülümsedi: “Lav mı? Yok be… Öldürmeye tamam da, işkence falan? O da rahat durmaz.”

Babamın sesi bir hançer gibi saplandı: “Bu kişi kim?” Kılkuyruk’un çenesi kasıldı. Başını iki yana salladı, gözlerini yere dikti. “Benim söylemem uygun olmaz.”

Kendimi daha ne kadar tutabileceğimi bilmiyordum. Sabır ipliğim tek bir kıvılcımla kopabilirdi. Babamın sorusu sabırla ama kesin bir emir gibi geldi: “Aralarındaki münasebet ne kadar eski?”

Kılkuyruk, benden özellikle kaçınarak gözlerini kaçırdı. “Rahat on küsur yıl var.” Serkan cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Tütün kokusu genzime dolduğunda, refleksle ben de bir sigara çıkardım. O an, Lavinia’nın benimle ilk konuştuğu anı hatırladım.

Benden sigara istemişti. Beni tanımak için bir bahaneydi. Bir oyunbaz… Kendi kurallarını koyan, hiçbir şeyi beklenildiği gibi yapmayan, dizginlenemez bir ruhtu.

Ama şimdi? Şimdi onu kim dizginlemişti?

Babamın sesi beni anılardan çekip aldı: “Serkan doğru yere değindi.” Serkan, Kılkuyruk’un yüzüne dikkatle bakıyordu. “Aralarındaki ilişkiyi neden söylemiyorsun?” diye sorduğunda, gözlerimi ona diktim. “Düşmanlarmış işte, ne ilişkisi?” diye sertçe karşılık verdim.

Ama Serkan, gözlerinde olayların çok daha karanlık olduğunu ima eden bir kıvılcımla sırıttı. Babam gözlerini Kılkuyruk’a sabitledi. Bir şeyleri çözmeye çalışıyordu. Kılkuyruk ise Serkan’a, ‘Sen ne halt ettin?’ der gibi baktı.

Serkan sigarasının dumanını üfleyerek omuz silkti. “Ben sövemiyorum, bari diğerleri sövsün.” Sonra, tüm kartları masaya koyarcasına ekledi: “Madem sen söylemiyorsun, ben söylüyorum.”

Oda bir anda gerginleşti. Herkes nefesini tuttu. Serkan, sesi ölümcül bir rahatlıkla fısıldadı: “Bizim kız, katiline yıllardır aşıkmış.”

Dünya üzerime çöktü. Sessizlik… Sonra… Korumaların olduğu taraftan gelen bir "hiii” sesi… Kılkuyruk başını eğip mırıldandı: “Lavinia beni sikecek.”

Annemin sesi, herkesi şoktan çekip çıkaran bir yankı gibi yükseldi: “Lavinia o kadar da deli değildir.”

Ama Serkan keyifsiz bir kahkaha attı. “Delinin önde gideni o. Böyle bir şeyi yapardı o yapardı. Lan, dünyada milyarlarca erkek varken git babasını öldüren adama abayı yak, olacak iş değil!”

İçinde tuttuğu öfkeyi sanki Lavinia karşısındaymış gibi ona savuruyordu. Ellerini açıp kapattı, dişlerinin arasından tükürür gibi fısıldadı: “Bir de platonikmiş! Çıldırıyorum!”

Biri şu Serkan’ı sustursun yoksa elimden bir kaza çıkacak.

Gözlerim babama kaydı. O, çoktan kendi hesaplarını yapıyordu. Elini çenesine koymuş, kaşlarını çatmıştı. Ve sonra, o net, buz gibi sesiyle sordu: “Peki yukarıdaki adam?”

Kılkuyruk bir an kapıya baktı. Kaçmayı düşünüyordu. Serkan ağzını tekrar açtığında, Kılkuyruk panikle atıldı: “Gözünü seveyim sus, sana anlattığıma daha fazla pişman etme beni!”

Ama Serkan çoktan konuşmaya başlamıştı. “Ne susacağım lan? Biz onu rahibe sanırken, kız bildiğin yere bakan yürek yakan çıktı!” Kılkuyruk ellerini saçlarına götürdü. Ter içindeydi. “Bittim ben.”

Serkan, sigarasını bitirip yere attı, ayağıyla ezdi. Ve son darbeyi vurdu: “Yukarıdaki puşt, Lavinia’nın deli doktoruymuş. Aralarında cinsel boyutta bir ilişki yaşanmış, Lavinia’nın kafası yerinde değilken. Sonra ne olduysa kopmuşlar. Lavinia aklı başına gelince en azından burada bir akıllılık edip adamı siktir etmiş. Ama yıllar sonra kaçırıldığı zamanda yolları tekrar kesişmiş. Tartışmışlar, kavga etmişler, ve… bizimkini kaçıran oğlan, yukarıdaki oğlanı haşat etmiş.”

Beynim zonkladı. Gözüm karardı. Sonrası yoktu benim için, son duyduğum ses annemin benim adımı haykırışıydı.

Bölüm : 31.03.2025 22:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...