13. Bölüm

13. Bölüm: Yedi Büyük Günahın Kapısında

Merve Özmen
laviniabukan

Aramızda geçen konuşmalardan en çok rahatsız olan Özgür’dü. Bunu saklamaya çalışsa da, yüzüne yerleşen gergin çizgiler ve bakışlarındaki gölge her şeyi ele veriyordu. Kararsızdı, ama sonunda—zor da olsa—onu ikna etmeyi başardık. Bu süreçte en büyük desteğim Önder oldu. Adı gibi bir önderdi gerçekten. Kriz anlarında gösterdiği soğukkanlılık ve stratejik düşünme yetisi, olayları kontrol altına almamda belirleyici rol oynamıştı.

Eve gelişimin ertesi sabahıydı. Tarih 27 Şubat 2025. Güneş, sis perdesinin ardından sızan solgun ışığıyla doğarken, evin çevresinde güvenlik önlemlerini artırmıştım. Etraf sessizdi ama o sessizlik, fırtına öncesi bir uyarı gibiydi. Bugün şirkete gitmeyecektim. Yolum, Kağan’ın kaldığı depoya düşecekti. Oradan işleri yürütmek, daha akıllıca olacaktı.

Ulu Örgütünden ise hâlâ tek bir ses bile çıkmamıştı. Bu suskunluk, alışıldık stratejilerinin dışında bir şeydi. Eğer yerlerinde ben olsaydım, kurucumu öldürenleri çoktan yerle bir eder, esir alınan liderlerimi kurtarmak için yeraltını başlarına geçirirdim. Kaçıran belli, yaşadığı yerler biliniyordu. Yani isteseler, bir gecede cehennemi ayaklandırabilirlerdi. Ama yapmadılar. Bu da ya içlerindeki karışıklığın bir işaretiydi ya da bambaşka bir planın habercisi.

Yeraltındaki diğer liderlerle açık bir iletişim kurduklarına dair hiçbir işaret yoktu. Bunu, onların adımlarını gölge gibi izleyen gözcülerimden biliyordum. Yine de Ulu Örgütünü küçümsemek hata olurdu. Onlar konuşmadan, iz bırakmadan hareket ederlerdi. Düşmanlarını susturduklarında, kimse sesin nereden geldiğini bile anlayamazdı.

Gece yaşanan çatışmaysa basına yansımamıştı. Rahatsızlık duyanlar olmuştu elbette, ama belirli bir miktar karşılığında şikâyetlerini geri çektiler. Polis bizden şüphelenmişti, fakat ellerinde hiçbir somut delil yoktu. Bu sessizlik bizim lehimize. Ama Örgüt için aynı şeyi söyleyemezdim. Bu kez onların başı ağrıyacaktı.

Özgür artık İstanbul’u rahat bırakmıştı. Tüm İstanbul’a yaydığı adamlarını geri çekmişti. Ve evet, Örgüt açıkça iletişim kurmamıştı, ama yeraltındakiler dün gece yaşananların kimlerin eseri olduğunu anlamaları zor değildi. Bu nedenle akşamına bir toplantı düzenlemeye karar vermiştim. Karşı cepheyi daha doğmadan boğmak istiyordum. Herkesin gözünde hâkimiyetimi yeniden kurmalıydım.

Depoya gitmek için hazırlanmaya başladım. Bacağım iyileşmemişti, bu yüzden rahat hareket edebileceğim, esnek siyah bir pantolon giydim. Üstüme, omuzlardan hafif dökümlü, krem rengi, vücudu saran ama zarif bir bluz geçirdim. Havanın kararsızlığı ise kıyafetime dokunuşu yaptı. Bir sıcak bir soğuk esen rüzgâra karşı üzerime şık ama işlevsel siyah bir ceket aldım. Saçıma, makyajıma da ayrı bir özenmiştim. Çünkü artık kendim gibi hissetmek istiyordum. Aynada kendime baktığımda, hem lider hem savaşçı bir kadın vardı karşımda. Bu görüntüyü tamamlayacak son dokunuş olaraksa kan kırmızısı rujumun üzerine ıslak bir görünüm veren glos sürdüm. Şimdi tamamdı.

Artık hazırım. Çantamı omzuma astım ve odadan çıkarken kalbimde hâlâ kapanmamış bir boşluk vardı. Çıkmadan önce görmem gereken biri vardı: Tamer. Onunla konuşmayı ertelemek istemiyordum. Sonraya bırakırsam, kolay olmayacaktı. Özellikle de Özgür etraftayken... Onun gözetiminden sıyrılıp Tamer’in odasına girmek bir nevi taktik gerektirecekti.

Özgür... Hâlâ içimde “baba” kelimesiyle bütünleştiremiyordum. Alışmamıştım. Ne zaman bu kelimeyi ona söylesem... Kalbimdeki cam kırıkları daha çok saplanıp kanatıyordu. Boğazımdaki eller daha sıkı kavrayıp nefesimi kesiyordu.

Volkanlar da artık bu evdeydi. Evim, ihtiyacı olmayanların bile sığındığı bir kamp alanına dönüşmüştü. Kimse gelip geçici gibi davranmıyordu artık. Kalıcılık sessizce yerleşmişti duvarların arasına. Herkes bir şekilde yer etmişti burada ama en karmaşık yer hâlâ Tamer’in yanıydı. Özellikle Özgür’ün, onun üzerindeki baskıcı tavırları yüzünden.

Ve Kağan... Onu hiç saymıyorum bile.

Sessizce, adımlarımı duymayacak kadar yumuşak basarak koridor boyunca ilerledim. Tamer’in odasının kapısına geldiğimde birkaç saniye durakladım. İçimde aniden yükselen hoşnutsuzlukla derin bir nefes aldım ve kapıyı araladım.

İçeri girer girmez burnuma keskin bir ilaç kokusu doldu. İçgüdüsel olarak yüzüm buruştu. Bu kokudan nefret ediyordum. Hastane koridorlarının, soğuk ve mekanik atmosferinin izlerini taşıyordu. Sanki odanın içinde değil de steril bir ameliyathanenin eşiğindeydim. Sessizce kapıyı kapattım, odaya yabancı bir varlık gibi değil, orada yeri olan biri gibi girdim.

Pencerenin hemen yakınından kısık bir ses yükseldi. “Lav…”

Sese döndüğümde, yatağın kenarında güçlükle doğrulmaya çalışan Tamer’i gördüm. Sırtını yatak başlığına dayamaya çalışıyordu, siyah, üzerine yapışmış bir tişört vardı üstünde. Alt tarafı ince bir örtüyle kapalıydı. Yorgun ama yine de kendine has o dik duruşunu korumaya çalışıyordu.

“Dur, kıpırdama,” dedim hızla. Onun o dikkatsiz halleri başına daha büyük dertler açabilirdi. Hızla yanına gittim, odada duran boş bir sandalyeyi alıp yatağın kenarına çektim. Oturdum. Bu sandalye büyük ihtimal, o baygınken yanında duran hemşireye aitti.

Şimdi onu yakından görebiliyordum. Kağan’ın öfkesinin izleri hâlâ yüzündeydi. Sağ gözü morarmış, şişliği azalmış ama hâlâ kızarıktı. Başının sağ tarafında genişçe bir morluk vardı. Burnunda yara bandı, dudağının sol alt köşesi patlamıştı. Çenesinin sol yanı kızarmıştı. Kısacası Kağan, adeta üstünde sanatsal çalışmıştı. Öylesine değil; kasıtlı, sistemli bir şekilde.

Tamer başını kaldırıp bana baktı. “Bakma bana öyle…” dedi.

Kaşlarımı hafifçe çattım. “Nasıl bakıyorum?”

Gözlerini kaçırdı. Ela gözleri solgun gün ışığında buruk bir parıltı taşıyordu. “Bir dilenciye bakar gibi… Acıyarak. Buna dayanması daha zor.”

Kelimeleri içime işledi. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım. “Farkında değildim, özür dilerim” dedim. Gerçekten öyle bakmak istememiştim. Ama onu bu halde görmek... acı veriyordu. O uçlarda yaşayan kişiden çok uzaktı bu hali.

Sandalye üzerinde ona biraz daha yaklaştım. Ellerim dizlerimde, gözlerim onunkilerdeydi. Sessizce ama kararlı bir şekilde sordum: “Nasılsın?”

Gereksizdi. Bunu ikimiz de biliyorduk. Ama konuşmanın bir yerden başlaması gerekiyordu.

Başını yana eğdi, sonra yavaşça omuzlarını silkti. Gözleri dolu dolu, sesi kısık ama netti: “Nasılım mı?” dedi, acı acı gülümseyerek. “Hayatım boyunca hiç bu kadar aşağılanmış, hiç bu kadar küçük düşmüş hissetmemiştim. Her şey yetmiyormuş gibi... bir de sen onun yanındaydın Lav. İşte bu her şeyden beter.”

Derin bir nefes verdim. O gece tartışmamızdan hemen sonra bu hale gelmesi, yaşadığı duygusal çalkantının ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. Onu anlayabiliyordum. Gerçekten. Ama Kağan’ın yanında olmam onu ilgilendirmiyordu. Bu, onun sınırlarını aşıyordu.

“Haklısın… onun kusuruna bakma,” dedim, kelimeleri dikkatle seçmeye çalışarak. “Söz konusu ben olunca biraz… dürtüsel davranıyor.”

Ama dürtüsel bile yetersizdi. Kağan’la aramızda öyle basitçe açıklanamayacak kadar karmaşık meseleler vardı.

Tamer yüzünü buruşturdu, başını yana salladı. “Bana onu savunma. Görmüyor musun beni ne hale getirdi? Böyle bir adamı bana savunamazsın!”

Bıkkın bir nefes daha verdim, içimdeki sabır sınırlarında yürür gibiydim. “Bak, seninle bu konuyu tartışmak istemiyorum. Sadece o gece orada neden olduğunu bilmek istiyorum,” dedim. Sesim yorgun ama netti.

O yaşanılan tartışmanın sonu onun için iyi bitmemişti. Hâlâ kaşınıyordu.

Tamer, gözlerini inanamaz bir ifadeyle bana dikti. “Bir de beni sorguya mı çekiyorsun? Ben senin için endişelenmişim, korkmuşum… Senin bu yaptığın ne?”

Saptırma. Hıh. Şüphelerim kuvvetleniyordu. Hiç daha önce bir psikiyatristle kelime cambazlığı yapmamıştım.

“Bak, senin duygularına ayıracak vaktim yok. Ya sorularıma güzelce cevap verirsin… ya da verirsin. Ama kaçak dövüşmeye devam edeceksen… seni ona vermekten çekinmem,” dedim. Ses tonum tok ve kesindi. Blöf yapıyordum ama bunu bilmesine gerek yoktu. Onunla Kağan’ı aynı odaya koymak fikri eğlenceliydi. Ama elbette ki yapmazdım. Kağan’ı onunla çıldırtmak varken, ona vermek olmazdı. Böyle bir kozu boşa heba edemezdim. Fakat ilerleyen zamanlarda bunu yapabilirdim.

Tamer’in gözlerinde ince bir korku kıvılcımı belirdi. Durgunlaştı.

“Yapmazsın… beni o zebaniye vermezsin,” dedi, sesi inanmaya çalışıyordu ama pek başaramıyordu. Kağan’ın bir zebani olmadığı kalmıştı.

Gözlerinin içine sertçe baktım, kaşlarımı hafifçe kaldırarak meydan okudum. “Var mısın iddiasına?”

Tamer gözlerini kaçırdı. “Sadece… herkes gibi ben de kafa dağıtmaya çıkmıştım. Tesadüfen sen de oradaydın,” dedi. Dudaklarını yalayıp kemirdi. Gözlerini kaçırması, yüzündeki gerilim… o kadar barizdi ki. Yalan söylüyordu. Hem de kötü bir oyunculukla.

Üçümüzün öyle bir gecede aynı yerde olması… kimse bana bunun tesadüf olduğunu yutturamazdı. Benim orada olacağımı bildiği için gelmişti.

Nazikçe konuşarak bir yere varamayacağım belliydi. Demek biraz da benim tehlikeli tarafımla tanışması gerekiyordu.

“Kes tatavayı. Kim söyledi sana? Kimden duydun orada olacağımı?” diye sordum. Ses tonum tehditkârdı. Bir yükselip bir alçaldı; bilinçli bir baskı kuruyordum. Her mimiğini, her göz hareketini izliyordum. Gözlerim bu yüzden hafifçe kısılıp açılıyor, onu delip geçmeye çalışıyordu.

Tamer gülümsemeye çalıştı ama beceremedi. İçindeki korkuyu saklamaya çalışsa da beceremiyordu. Ve her şeye rağmen… bakışlarında bir parça beğeni vardı. Tehlikeyi seviyordu. Benden korktuğu kadar bana hayrandı da. Bu da beynimde alarm zillerini çaldırıyordu. Mesleğinin etiğine aykırı hareket etmesi de, bu yüzdendi.

“Tesadüf,” dedi.

Alayla hım’ladım. “Tesadüf, hâlâ tesadüf diyorsun, öyle mi?”

Sabrım ince bir ipliğe dönüşmüştü.

“Peki… sana saldıran kişiyi tanıyor musun? Ya da bir tahminin var mı?” dedim, sesim soğuktu. Biliyorum ki, onu en çok korkutan şey Kağan’dı. Bu korkunun üzerine gitmek gerekiyordu. Kağan onda bir travma yaratmıştı.

Tamer’in yüzü yavaşça solmaya başladı. “Ya… sana kafayı takan yeni bir manyak… ya da o bir zamanlar çok anlattığın Kağan,” dedi.

Sinsice gülümsedim. “Bingo. İkincisi doğru tahmin.”

Bu cevabın onu sarstığını gördüm. Bunu duyunca bozuldu. Elindeki tek kozu kaybetmiş gibi yüzü düşmüştü.

“Nasıl sevebilirsin onu?” dedi, sesi çatallıydı. “Aklım almıyor…”

Ona öylece baktım. Bana duyduğu aşk normaldi de, Kağan’ı sevmem akıl almaz mıydı?

“Benim gönlüm kime konar, bu seni ilgilendirmez,” dedim. Ardından sesim sertleşti. “Fark ettiysen Kağan da bana karşı boş değil. Şimdi… seni bu hale getirirken mutlaka bir şeyler söylemiştir. Ne dedi?”

Bu soruyla birlikte ağzından laf almaya çalışan bir mahalle teyzesi gibi hissettim ama itiraf etmeliyim ki merak ediyordum. Bana duyduğu aşkın boyutunu ölçmek istiyordum. Çünkü bu olaydan sonra bana yakınlaşmıştı. Beni o malikaneye götürecek kadar gözünü karartmıştı.

Tamer’in gözleri hafifçe titredi. Boğazı kurumuş gibiydi, yutkunamıyordu.

“Canavar gibiydi… Gözü dönmüştü,” dedi. “Sen giderken onu fark etmemiştin. Ama hemen ardından çıktı ve üstüme yürüdü. Parmaklarını kütletişi… ve sadece bir şey söyledi.”

Gözlerini bana dikti. Kaşları havalandı, tıpkı korku içinde kalan birinin son çaresi gibi.

“‘Benim olana dokunmaya nasıl cüret edersin?’ dedi… sonra konuşmama bile fırsat vermeden saldırdı.”

Kaşlarım yavaşça kalktı. Duyduklarımı içimde tartarak sustum bir an. Vay be… demek Kağan’ın gözünde ben ona aittim. Onda bana ait hiçbir şey yoktu ama ben ona ait olabiliyordum, öyle mi?

Şimdi yemedim mi seni, Kağan?

Benim de Kağan’dan farkım yoktu. Onun dudaklarından başka bir kadının ismini ve onunla birlikte olduklarını duyduğumda, içimde bir şeyler yerle bir olmuştu. Sadece kırılmadım; delirdim. Ama olabildiğince fark ettirmemeye çalıştım. Ona ulaşamasınlar diye kaçırmadım mı zaten? Bir ara, duş alırken onu hadım etmeyi bile düşündüm. Deliliğime ket vurmuyordum çünkü. Benim olamıyorsa başkasının da olmaması gerekiyordu. Yapamıyorsam o da yapmamalıydı. Acının adaleti buydu.

Şimdi düşünüyorum da… biz gerçekten de zehirle karılmış bir aşka düşmüştük. Tutkuyla bağlanmış, nefretle kenetlenmiştik. Birbirimizin kaderi gibiydik. Yolumuz bir kere kesişmişti ya, bir daha kopamadık. Ne zaman adım atmaya kalksak, başka bir duvara çarptık. Sonra affı olmayan hatalarla bu bağlılık yerini savaşa bıraktı. İlk başta masum olan bu aşkın içinden çıkan o çürük şey… düşmanlıktı.

Kağan’ın gözlerine her baktığımda o ikilemi görebiliyordum. Bir yanda kin, bir yanda hâlâ sönmemiş bir sevgi. O çelişkiler onu içten içe bitiriyordu. Ve bu yüzden, minicik bir umut parıltısına bile tutunuyordu. Ben ne kadar vicdan azabımda boğuluyorsam, o da o kadar içsel savaşlarında tükeniyordu.

Boğazımı temizledim. Düşüncelerimin sesi, artık dışımdaki sesi bastırmaya başlamıştı. Tamer tam karşımda, kırılgan bir dinginlikle duruyordu. Ama o durgun yüzünün ardında bir şey vardı… bir kıpırtı, bir direnç—belki de kendine bile itiraf edemediği bir şey.

“Peki,” dedim usulca, “Onun seni götürmek istediğini fark ettin mi?”

Sözlerimle birlikte suratındaki kan biraz daha çekildi. Sanki ansızın buz gibi bir rüzgâr geçmişti üzerinden.

Gerçekten de… o gece Kağan beni değil, onu götürecekti. Eğer ben kendimi vurmasaydım...

Tamer’in teni bir çiçek gibi solarken, omuzları düştü. Hayatı boyunca böyle bir tehdidin gölgesinde yaşamamıştı. Bu evde, evet, tehlike kol geziyordu; ama çok kaşınmadığı müddetçe bir şey yapmazlardı. Peki, Kağan için aynısını söyleyebilir miydik? Tabiki de hayır. Onu gördüğünde ne yapardı, kestirmek mümkün değildi.

Tamer’in sesi titrek çıktı: “Beni mi götürüyordu?”

Kafamı ağır ağır salladım.

“Sence neden?” diye sordum ardından.

Bakışları titredi. Gerçekten hiç düşünmemişti bunu. Belki de düşünmekten kaçınmıştı. İnsan, en derin korkularına gözlerini kapamaya ne kadar da meyilli…

“Beni götürüyorsa… sen?” dedi kısık sesle.

“Evet,” dedim. “Ben engel oldum.”

Ardından kelimeleri bir bıçak gibi sapladım:

“Şimdi söyle bakalım, sence sana ne yapardı?”

Tamer cevap veremeden, dudaklarının kenarı titredi. Gözleri parladı bir anda. Sanki o soru başka bir ihtimali doğurmuştu zihninde. Korku yerini umutla karışık bir heyecana bıraktı. Solmaya yüz tutmuş çiçek, canlanmaya başlamıştı.

“Sen... benim için mi yaptın bunu?” dedi. “Onunla benim için mi gittin?”

Sesindeki titreşim, gözlerindeki parlama… Her şey beni çileden çıkarıyordu. Sinirlerim, damarlarımdan tel tel çekiliyordu sanki.

Ben ona umut vermek için değil, gerçeği göstermek için bu soruları sormuştum. Ama o, anlamsız hayallere sarılıyordu.

“Ben sana bunu mu sordum?” dedim dişlerimin arasından. “Boş hayaller kurma. Gerçekten seni Kağan’a vermekten çekinmem, anladın mı?”

Ve bunu yaparsam… vicdanım sızlamazdı bile. Sonra oturur, patlamış mısır eşliğinde olanları izlerdim. Bana deli ettirecek erkek mi yok? Var. Saniyesinde kapımda kul köle olurlardı.

Tamer’in omuzları gerilse de o ışıltıyı bırakmadı.

“Sana ilk sorunun cevabını vereyim, bebeğim,” dedi. “Telefonuma bir mesaj geldi. Kimden bilmiyorum ama ona çok minnettarım. Eğer bir gün onu bulursan… teşekkür ettiğimi söyle.”

Baktım yüzüne. O an sanki gerçeklikle olan bağı kopmuş gibiydi. Ciddi ciddi, bu hâliyle bana kafa tutacak cesareti mi bulmuştu? Ve bebeğim mi?

Allahım… Kağan onun bana “bebeğim” dediğini duysa… O an kıyamet olurdu. Daha adını duyduğunda deliren bir adamdan bahsediyoruz. Merdiven korkuluğunda beni sallandıran adam, onun pişkince bana laf atmasını ne yapardı düşünsene? Tam anlamıyla infaz olurdu bu.

“İyi,” dedim. Soğuk bir kelimeydi. Ayağa kalktım. Kesinlikle ben çıktıktan sonra onu öldürmeye çalışan olursa alnından öpecektim.

Artık onunla daha fazla konuşmaya gerek yoktu. Telefon numarasından, mesajın kimden geldiğini öğrenebilirdim. Gözlerimin önünde oturan bu adama ayıracak sabrım da kalmamıştı. Ancak her ihtimale karşı da yanımdan ayrılmasına izin veremezdim.

Sandalyeyi ardımda bırakarak kapıya ilerledim. O ise susmayarak arkamdan seslendi:

“Lav… Adımı söyle ne olur. En çok senin dudaklarından döküldüğünde yaşadığımı hissediyorum. Bunu benden esirgeme…”

Durdum. Yavaşça arkamı döndüm. Gözlerine baktım.

Tiksintiyle.

“Gerçekten eceline susamışsın,” dedim. Ve kapıyı açıp çıktım.

Babam bir keresinde demişti… “Eceline susamış itin teki.” diye. Adam haklıymış. Gerçekten de ölüme aşık bir ruh gibi, kendi kuyusunu kazıyordu.

Kapıdan adımımı atar atmaz neredeyse Ceylin’le çarpışıyorduk. İkimizden aynı anda bir “Hop!” sesi yükseldi. Elinde tuttuğu fincan sarsıldı, neredeyse düşecekti. Refleksle ikimiz birden fincana uzandık, tam kapının hemen ardında adeta dans eder gibi birbirimize çarpmamaya çalışarak yana çekildik. Son anda fincanı birlikte yakaladık—ama ne yazık ki biraz dökülmüştü. Elime sıçrayan sıcak sıvı canımı yaktı. Ufak bir sızlama… Bir bu eksikti ya.

Fincanın içindeki çaya gözüm takıldı. Bildiğimiz çay gibi değildi; rengi yeşile çalıyordu, neredeyse yosun gibi tuhaf bir ton… Yüzümü buruşturarak merakla baktım.

“Pardon ya, özür dilerim,” dedim hemen, suçlu suçlu.

Ceylin, biraz çekingen bir ses tonuyla, “Yok, önemli değil. Elin çok yandı mı?” diye sordu. Oysa onun eline de sıçramıştı biraz, ama sanki sadece beni düşünüyordu.

Kafamı hafifçe salladım, “Yok yok, bir şey olmadı,” dedim. Zaten bu kadarcıkla bir şey olmazdı. Gözlerim onun gözlerine takıldı. Hafifçe gülümsedim, ardından bir göz kırptım.

“Hayırdır? Niye buradasın sen?”

Belli ki Tamer’e gelmişti ama benimle çarpışmak onu da şaşkına çevirmişti. Kendine gelmeye çalışırken biraz afallamış bir sesle, “Ha şey… Abim adına özür dilemek için geldim,” dedi. Ama bir gariplik vardı—sanki dalgındı. Yüzü solgun, bakışları puslu…

İçimde huzursuzluk kıpırdandı. “İyi misin?” dedim. Elim istemsizce alnına uzandı. Sıcak değildi, ateşi yoktu. Ne oluyordu bu kıza? Ceylin bir anda elimden irkilerek hafifçe geri çekildi.

“Yok iyiyim, hafif bir midem kötü oldu o kadar,” dedi. Ama geçiştirir gibiydi. Gözlerim kısıldı, kaşlarım istemsizce çatıldı. Bu işte bir iş vardı.

“Emin misin? Ustamla mı tartıştınız yoksa?” diye sordum. Olabilir, Serkan’la aralarında bir gerginlik olmuşsa bu hali ondan kaynaklanıyor olabilirdi.

Ceylin, başını hafif sağa sola sallayarak, “Serkan’la da bir alakası yok,” dedi. Onun adını söylerken yüzüne yayılan o kızarıklık ve utangaç tebessüm her şeyi anlatıyordu zaten.

“Hatta… tahmin ettiğimden bile daha güzel ilerliyoruz,” dedi ve ardından utangaçça gülümsedi.

Ben de içten bir gülümsemeyle karşılık verdim. Onları mutlu görmek… dünyalara bedeldi benim için.

Ceylin bir adım daha yaklaşıp yavaşça, “Hatta… sana teşekkür ederim bu konuda,” dedi. Sesi neredeyse fısıltıydı, gözleri yerdeydi. O kadar içtendi ki, o an tüm can sıkıntımı unuttum. Kocaman sırıtarak cevap verdim:

“Eh bir şey değil… sevenleri kavuşturmak sevaptır.”

Ama meraktan da çatlıyordum. O gece neler yaşandı? Kendimi tutamayıp hemen sordum:

“Nasıldı?”

Ceylin’in gözlerinde bir parıltı belirdi. Heyecanı gözlerinden okunuyordu ama utanması ağır bastı. Kıpkırmızı olmuş yüzüyle hafifçe koluma vurdu:

“Lavinia ya… sorulur mu öyle?”

Kendimi tutamadım, başımı geriye atarak kahkahayı bastım. “Aslan mıydı? Kaplan mıydı?” dedim, alayla.

Ceylin, bir elinde kupası, diğer elini bir yelpaze gibi yüzüne sallıyordu. “Lavinia… sus Allah rızası için ya!” dedi. Gözleri çevreyi kolaçan etti, biri duymasın diye.

Kahkahamı bastırmaya çalışarak üsteledim: “İyi miydi? Çok çok mu iyiydi? Bari onu söyle.”

Ceylin, utanmadan kıvranarak “Çok çok iyi oldu mu… yaşım kaç, başım kaç… bunu söyletiyorsun bana!” dedi.

Ona alaycı bir ifadeyle baktım, gözlerimi abartılı şekilde açarak, “Allah Allah… ne varmış yaşında pardon?” dedim. Taş gibi hatundu, 38 yaşında ve ışık saçıyordu.

Ceylin göz ucuyla merdivenlere bakarak fısıldadı: “Lavinia yaa…” Utanıyordu. Ay kıyamam…

“Tamam tamam,” dedim, ağzıma hayali bir fermuar çektim. Ama çenemi kapalı tutamadım, yine patladı ağzımdan:

“Eee bizim Günah Dörtlüsü’ne nasıl söylediniz?”

Ceylin kaşlarını çattı. “Günah Dörtlüsü?”

“Ya hani bizim Meltem, Yeşim, Demir ve Selim dörtlüsü,” dedim. Yüzümde muzur bir gülümsemeyle.

Ceylin’in gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. “Yok artık! Lavinia… annemlerle babamlara böyle bir isim mi taktın?” dediğinde, başımı gururla salladım.

“Cuk oturdu değil mi?” dedim sırıtarak.

Ceylin, bezmiş gibi yüzünü yelpazelerken, “Allahım… Serkan’la aynısınız resmen. İnanamıyorum ya!” dedi.

Göğsümü kabarta kabarta, “Ustama benzemekten gurur ve onur duyarım!” dedim.

Ceylin, histerik bir kahkaha attı. “Yani şöyle oldu… Ben çok kararlı durunca, Serkan da ‘bırakmam artık onu’ deyince, el mecbur… bize izin verdiler.”

Duyduklarıma inanamıyordum. Kaşlarım kalktı, dudaklarım aralandı. “İzin mi? Ne izni? Paşa paşa aşkınıza saygı gösterecekler, ne izni! Onların iznine ihtiyacı olan kim?”

Kabadayı edasıyla söyledim bunu. Ceylin yine kahkaha attı. “Dayın olacak o Serkan da aynısını söyledi. ‘Eski de kaldı artık, kimse bize karışamaz’ dedi,” dedi gözleri parlayarak.

Yüzümde derin, içten bir gülümsemeyle “İyi… iyi,” dedim. İçimden “Yürü be Serkan” diyordum.

Ceylin gözlerini yüzüme dikip, içinde kıvılcımlar yanan bir merakla, “Siz ne konuştunuz?” diye sordu.

Sesi yumuşaktı ama içinde sorgulayan bir kıvrım vardı. Gözlerinde gezinen o parıltı, içimde sıkışan o sahneyi yeniden canlandırdı. Boğazıma oturan yumruyu bastırarak cevapladım:

“Çok bir şey konuşmadık… Havadan sudan işte.”

Ama kelimeler dudaklarımı terk ederken bile ne kadar yalan söylediklerini hissedebiliyordum. Kaçamak bir bakışla hemen ardından ekledim:

“Benim onunla konuşmam… aramızda kalabilir mi?”

Burada olduğum bilinmemeliydi. Tamer’le konuşmam da öyle kolayca paylaşılacak türden değildi. Gözlerimi kaçırırken bir adım geri çekildim.

Ceylin, anlamış gibi başını hafifçe eğdi.

“Öyle olsun bakalım… ama o sana fena tutulmuş,” dedi, gözlerinde anlam karışımı bir parıltıyla. “Ben olsam, gerçekten değer veren kişiyi seçerdim.”

İçimde bir yumru daha büyüdü. Ceylin de Kılkuyruk gibi düşünüyordu. Her ikisini de yüreğimin ayrı yerlerine koymuştum ama hiçbiri beni tam anlamıyla göremiyordu. Kimse, taşıdığım yükü, geçmişin üzerimdeki izlerini fark etmiyordu.

Ben Kağan’ın babasını elinden aldım. Annesini toprağa vermişti, tek dayanağı babasıydı. Ben onu da ondan çaldım. Kim olsa onun yerinde aynısını yapardı. Hatta belki daha fazlasını. Ama Kağan… o yıllar boyunca çevremdeki kimseye zarar vermedi. Ben hariç.

Bu bile onun savaşırken bile onuruyla savaştığını gösterirdi. Ona yaşattığım acı sıradan bir yara değildi. Derin...

Bana duyduğu yoğun duygularsa… onun için cehennemdi. Ama kimse bunu göremiyordu. Kimse, aynı bedeli ödemeden, o yangının nasıl harlandığını anlayamazdı.

Ceylin’e bir an sustuktan sonra baktım.

“Ben de sana bir şey sorayım,” dedim.

“Şimdi… diyelim ki Serkan’ın sana olan tavrı farklı olsaydı. Ama aynı zamanda sana gerçek anlamda değer veren biri daha olsaydı… Serkan’dan vazgeçer miydin?”

Ceylin’in yüzündeki ifade dondu. Bir anlık sessizlik içinde gözleri puslandı. O gri hareler, içinde bir savaşın izlerini taşıyordu. Bakışlarını kaçırdı.

Konuşmasına gerek kalmamıştı. Cevabı gözlerinde okumuştum.

“Affedersin,” dedi yavaşça.

Ona sıcak, anlayış dolu bir gülümsemeyle yaklaştım. Omzuna hafifçe dokundum, sesim yumuşaktı:

“Sorun değil… Ama senden bir şey daha isteyebilir miyim?”

Ceylin’in gözleri bu kez heyecanla parladı.

“Elbette, isteyebilirsin,” dedi.

İlk kez birinden böyle bir şey isteyecektim. Kolumdaki saate baktım. Sabah yediyi gösteriyordu neredeyse. İçimde garip bir sıkışmayla ona döndüm.

“Beni… idare edebilir misin? Yani… nereye gittiğime dair?”

Telefonum Kağanların malikanesinde kalmıştı ama bu sorun değildi. Yaşadığım olaydan bir ders çıkararak izlenemez telefonumu kullanıyordum şimdi.

O gece Kağan beni sırtladığında, o telefonu bir köşeye atmıştım. Kılkuyruk sağ olsun bulup bana geri vermişti.

Ben de Kağan gibi bu cihazı yalnızca operasyonlar için değil, hayatımın her alanı için kullanıyordum. Şimdi de Kağan’ın bulunduğu depoya gidiyordum. Ne kadar geç fark edilirsem, o kadar iyiydi.

Ceylin, gözlerini hafifçe kısarak bir an düşündü. Sonra, başını onaylarcasına salladı.

“Tamam… elimden geldiğince idare ederim,” dedi.

Gözlerinde hem merak hem de gizleyemediği bir endişe vardı.

Ben de ona küçük bir tebessümle karşılık verdim.

“O zaman… ben herkes uyanmadan kaçıyorum. Dikkat et kendine,” dedim.

Geri geri yürümeye başladım. Ona son bir asker selamı çaktım ve gözlerimin içiyle bir kez daha gülümsedim.

Sonra arkamı dönüp merdivenlere yöneldim. İçimde bir kıpırtı vardı. Acaba böyle bir şeyi istememeli miydim?

--

Evden çıkarken ardımda kalan sessizliği üzerimden silkeleyip doğruca depoya yöneldim. Can’ı özellikle evde, bizimkilerin yanında bırakmıştım. Onunla Parla arasında nelerin gelişeceğini merak ediyordum. Birbirlerini biraz daha sık görsünler istemiştim.

Cemal ve Yusuf’la birlikte arabadan indiğimizde, depoya yerleştirdiğim adamlara başımla ufak bir selam verip içeri girdik. Beni görünce hareketlenip onlarda bir başlarıyla ufak bir selam vermişlerdi.

Sağımda yürüyen Cemal, kısık sesle konuştu:

“Lavinia Hanım, keşke evde biraz dinlenseydiniz.”

Solumda ki Yusuf söze girdi, sesi daha yumuşaktı ama içindeki endişeyi bastıramıyordu:

“Bacağınız hâlâ iyileşmedi, on gündür kayıptınız ve çatışma... Vücudunuz daha toparlanmamıştır. Biraz soluklansanız daha iyi olurdu.”

İkisi de kendince haklıydı. Öncelikleri her zaman ben olmuştum. Ama onların aksine, benim lüksüm yoktu.

“Çakı gibiyim, boş yere evham yapmayın,” dedim omuz silkip. Ardından gözlerim kısıldı, sesim kararlıydı: “Ne derler bilirsiniz, tilki uykusunda bile kümes sayar”

Ne demek istediğimi anladılar. Bu yolun durak yeri yoktu. Yorulan düşerdi. Bizimse düşmeye hiç hakkımız yoktu.

Depoya adım attığımızda içerisi kalabalıktı. Ama gözüm hemen onu aradı—Kağan. Yavaş ve kararlı adımlarla Kılkuyruk’un hazırlattığı parmaklıkların bulunduğu bölüme ilerledik. Ortamın düzeni planladığım gibiydi ve beni mest eden bir simetri vardı. Kılkuyruk, parmaklıkların hemen karşısına bir masa kurmuş, tekli birkaç koltukla kendine konforlu bir alan yaratmıştı. Her zamanki gibi rahatına düşkündü beyefendi.

Kağan’ın olduğu bölümde tek kişilik bir yatak, bir tepsi dolusu yemek vardı. Ama ne çatalı oynatmış ne de suya dokunmuştu. Gözlerinin altı çökmüş, cildi solgundu; bitkinliği derinden okunuyordu. Oysa tam karşısında, Kılkuyruk iştahla dürümünü yiyordu. Yanında oturan Veli ise lokmasını çiğnerken resmen ruhunu eziyordu. Kağan’dan gelen bakışlar onu lime lime ediyordu sanki.

Kılkuyruk bizi fark ettiğinde, ağzı hâlâ doluyken neşeyle seslendi:

“Oo, canımın içi hoş geldin!”

Veli birden yerin dibine girmiş gibi büzüldü. Cemal ise Kılkuyruk’a ters ters bakarak sordu:

“Canımın içi de ne oluyor?”

Ne anlatırsam anlatayım, bu adama alışamamışlardı. Yusuf ise gülmesini bastıramayıp kıs kıs güldü.

Kağan, parmaklıkların ardından buz gibi bir sesle konuştu:

“O dilini koparacağım.”

Gözlerim hemen Kağan’a döndü. Kılkuyruk’a öyle bir bakış atmıştı ki, ifadesiz yüzü mimiksiz bir öfkenin maskesi gibiydi.

Kollarımı iki yana açarak coşkulu bir sesle, “Geldim yavrum, gelmez olur muyum hiç?” dedim. Onun rahatlığıyla ben bir bütün gibiydi. Aynı frekanstaydık.

Yanlarına vardığımızda kendimi Kılkuyruk’un yanındaki boşluğa bıraktım. Cemal ve Yusuf da karşımızda oturan Veli’nin yanına geçip oturdular. Cemal, hâlâ Kılkuyruk’a tehditkâr bakışlar atıyordu. Dürümüne bir göz attım.

“Ne yiyorsun?” dedim.

“Dürüm döner, çok iyi,” dedi Kılkuyruk çiğnemeye devam ederken. Ardından hemen uyardı: “Sakın ısırık alayım deme, sizlere de aldım. Veli, çıkar koçum diğer dürümleri.”

Beni tanıyordu. Isıracağımı bildiğinden önlemini almıştı bile. Ancak tam ağzımı açıp dönere uzanırken bu lafıyla bozulmuştum. Dudağımı büzüp, hafif alıngan bir ses tonuyla “Yemiyorum ya,” dedim.

“Allah Allah,” dedi Kılkuyruk, ardından Kağan’a bakıp “İyi tamam ama küçük bir ısırık,” diye mırıldandı.

Zafer kazanmış gibi sırıttım. Tavuk döneri bana uzattığında kocaman bir ısırık alıp zevkle çiğnemeye başladım. Kılkuyruk, beni hayretle izledi:

“Yuh anasını ya, pelikanlar bir sen iki.”

Lokmamı daha büyük bir keyifle çiğnedim. Veli titreyen eliyle dürümümü uzatırken ona anlam veremeyen bir ifadeyle baktım. Ruhu bedenini terk etmek ister gibiydi.

Cemal iç çekti:

“Bu kadar da olmaz...”

Yusuf gözlerini kısıp yanaklarını ısırarak,

“Dostluğunuz gözlerimi yaşartıyor,” dedi alayla.

Omuz silktim. Ardından boşta kalan elimle Kılkuyruk’un yanağından bir makas aldım. Onun da keyfi yerine gelmişti.

O sırada Veli, yerinden sıçradı:

“Ben... ben dışarıdakilere bakayım,” deyip hızla uzaklaştı.

Ona baktım, gözlerim kısık, anlamaya çalışıyordum.

“Ne oldu buna?” dedim dürümümü açarken. Sabah diye kahvaltı da döner yenmez diye bir kural yoktu. Asyalılar bile kahvaltılarında körili pilav, sushi yiyorlardı. Biz niye döner yemeyelim değil mi?

Kılkuyruk gözleriyle Kağan’ı işaret etti.

“Oldu bir şeyler...”

Demek Kağan, zor anlar yaşatmıştı.

“Hımm,” dedim dudaklarımı büzüp Kağan’a dönerken. Gözlerimle, “Öyle mi?” diye sordum adeta. O ise hâlâ sessizdi. Ayaklarını uzatmış, kollarını bağlamış, bakışlarını Kılkuyruk’a kilitlemişti. Kıpırdamıyor, konuşmuyordu.

Gözüm bir anda yemek tepsisindeki dokunulmamış tabaklara kaydı. İçim burkuldu.

“Açlıktan ölmek mi istiyorsun?” diye sordum, sesim bu kez yumuşaktı.

İştahım kaçtı. Kağan, bir savaştan çıkmış gibi görünüyordu. Ve bu sessizlik, sandığımdan daha derin bir şey anlatıyordu.

Döneri masaya usulca bırakarak derin bir iç çektim. Kağan’a döndüğümde ise gözlerini benden kaçırdığını fark ettim. Bakışlarımda bir sabır, sesimde ise yumuşak ama kararlı bir ton vardı.

“Kağan, böyle olmaz,” dedim. “Hiç değilse bir lokma al, ya da en azından bir yudum su iç.”

Bu sözlerimle gözlerini bana çevirdi, sessizliğini bozmadan yüzümü inceledi. Yine de tek kelime etmiyordu. Geldiğimden beri sadece Kılkuyruk’a bir tehdit savurmuş, ardından suskunluğuna gömülmüştü. Sanki bana sesini çok görüyordu.

“Erra sana hiç öğretmedi mi?” diye sordum, belki ilgisini çeker de konuşur diye. Belki de öfkesi galip gelir de sesini çıkarır diye düşündüm. Ama o, sadece bakmakla yetindi.

“Zayıf düşersen, kaçmak için gücün kalmaz. Sonuçta insansın, aç kalırsan enerji toplayamazsın. Düşmanının elinde olsan bile yemek zorundasın. Böyle zamanlarda gururun değil, hayatta kalma içgüdün konuşmalı.”

Bu sözler bana Nergal’in öğrettiği şeylerdi. Onun aklıyla Erra’nınki birbirine benziyor gibiydi. Aynı potansiyeli Erra’da da görmüştüm ve eminim bu dersi Kağan’a da öğretmiştir.

Kağan göz kapaklarını kısarak bana bakarken, öfkesini içine hapsediyordu. Yüzü gerilmiş, dudakları sıkılıydı. Baktım ona, içimde tarifsiz bir sızı yükseldi. Kalbim sıkışıyordu.

Soğukkanlı kalmaya çalışarak, sesimi hem anlayışlı hem de mesafeli tuttum.

“Haklısın,” dedim. “Babanın ve amcanın katilinin sana yemek sunması dayanılmaz olmalı. Ama kendine bu şekilde zarar veriyorsun.”

Sonra şakağımı parmağımla işaret edip alaycı bir şekilde ekledim:

“Biraz da şunu çalıştır.”

Kağan’ın bakışları değişmedi. Ne öfkesini kustu ne de sözlerime karşılık verdi. İç çekerek dönerime baktım. İştahım kalmamıştı. Kendi ruh halini bana da bulaştırmıştı.

“Ben bununla ne yapacağım Allah’ım?” diye içimden dua ettim.

Kılkuyruk, dudaklarının kenarına hafif bir sırıtış yerleştirerek, “Yemeyecek misin?” dedi. Başımı yavaşça salladım. “İştahım yok,” diye mırıldandım.

Kılkuyruk hemen döneri aldı: “O zaman bunu da ben yiyorum.”

“Ye,” dedim yorgunca.

Ama Cemal hemen müdahale etti. “Olmaz Lavinia Hanım,” dedi ciddi bir ifadeyle. “Geldiğinizden beri doğru düzgün bir şey yemediniz. Uyuduğunuzu da sanmıyorum. Tüm gece çalışma odasının ışığı açıktı.”

Ona tek kaşımı kaldırarak baktım. Cemal dik durarak bakışımı karşıladı. Yusuf da araya girdi: “Evet, kahveden başka bir şey tükettiğinizi sanmıyoruz. Bu sizi tüketir.”

Onlara sadece bakmakla yetindim. Beni fazlasıyla iyi tanıyorlardı ve bu, şu an için oldukça can sıkıcıydı.

Kılkuyruk ise konuyu başka bir yöne çekti:

“Ben zaten onunla sürekli irtibat halindeyim. Ama yemek istemiyorsa yapabileceğimiz bir şey yok. Aklını kullansın o da biraz.”

Bu sözler beni sersemletti. Az önce Kağan’a söylediğim şeyi bana karşı kullanmıştı. Kağan’a inat mı yapıyordu, yoksa bu bir erkek dayanışması mıydı? Anlam veremedim ama beni fena halde bozmuştu.

Yine de döneri ondan almadım. Göz ucuyla Kağan’a baktığımda, hâlâ dokunmadığı yemeğinin yanında, sıkıntılı bir ifadeyle bana baktığını gördüm.

Pekâlâ, madem yemiyordu, ben de yemeyecektim.

Kılkuyruk’a hafifçe eğilerek yalnızca bizim duyacağımız bir tonda sordum:

“Örgütten hâlâ bir ses yok mu?”

Bu soru tüm masayı ciddiyete boğdu. Her biri azıcık daha bana yaklaşarak dikkat kesildi.

Kılkuyruk başını salladı. “Yok, ortalık çok sessiz,” dedi. Tonundaki şüphe belirgindi. Diğerlerinin de yüzleri aynı kuşkulu ifadeyle gerildi.

“Peki,” dedim, “Ben ortalıkta yokken, bu görünmeyen düşmandan kesin bir karşı atak gelmedi, değil mi?”

Hepsi olumsuz anlamda başlarını salladı. Yusuf, kaşlarını çatarak, “Bu sessizlik başlı başına şüpheli,” dedi.

Onayladım. Cemal de söze girdi:

“Yeraltındakilerden de hâlâ ses yok. Özgür Bey ve Serkan Bey adamlarını çektiğinden beri ortam sakin.”

Kılkuyruk bir an duraksadı. Sonra endişeyle, “Şu toplantıyı gerçekten yapmaya kararlı mısın?” diye sordu.

Kaşlarımı çattım. “Evet, neden sordun?”

Lokmasını yuttuktan sonra açıklamaya başladı:

“Ne örgütten bir hareket var ne yeraltından. Evet, senin varlığın belli bir rahatsızlık yaratıyor ama herkes örgütle arandaki çatışmanın da farkında. Şimdi bu toplantıyı yaparsan, senden hoşnutsuz olmayanlar bile cephe alabilir. Hele ki ortada hâlâ kim olduğunu bilmediğimiz bir düşman varken...”

Sustu, ardından ekledi:

“Yani demem o ki, yapmak istediklerini yumuşatarak, dolaylı bir şekilde de aktarabilirsin. Bu ille de bir toplantı olmak zorunda değil. Belki bir davetle, daha zarif bir yöntemle de mesajını iletebilirsin.”

Söyledikleri oldukça mantıklıydı. Eve dönmeden önce kafamda çizdiğim senaryo çok daha farklıydı. Örgütün doğrudan saldırıya geçeceğini düşünerek hamle yapmayı planlamıştım. Ama görünen o ki, tahmin ettiğimden çok daha farklı bir oyun oynanıyordu.

Bu konuda fazla mı fevri davranıp? Acele etmiştim?

Toplantıyı düzenleme amacım netti: Ne Serkan’ın ne de Volkanların bana destek olmayacağını, ne yanımda ne de arkamda durmayacaklarını açıkça belirtmek istiyordum. Bunu resmiyete dökülmüş bir ortamda yapmak, belki bir nebze de olsa içerideki tansiyonu düşürebilirdi. Ancak herkesin bunu kabullenmesini beklemek saflık olurdu; itiraz edenler, inkâr edenler mutlaka çıkacaktı.

Aynı zamanda Ulu Örgütü meselesine dair bir uyarı vermek niyetindeydim. Bu işin içine dahil olmayı düşünenlere, onları nelerin beklediğine dair net bir mesaj… Sonuçta bütün kirli çamaşırları elimde belgeleriyle birlikte tutuyordum. “Benim sonumu getirmeye kalkışan, önce kendi sonunu izler,” demenin daha diplomatik ama aynı oranda tehditkâr bir yoluydu bu.

Mantıklı geliyordu. Ancak şimdi Kılkuyruk’un dediğiyle de bir o kadar mantıksız. Bizlere karşı bir atakta bulanamadan boğayım derken, daha hırçınlaştırabilirdim. Diplomatik bir ortam da sunulacak bir tehdit, bunu ciddi boyutlara ulaştırabilirdi. Onların açısıyla olaylara baktım zaman, yapılacak bir toplantı da rahatsızlık duyduğum kişiden alacağım tehdit, beni öngörülemez bir şekilde tetikleyip, tehlike saçmama neden olabilirdi. Duyulan rahatsızlığın arşa çıkması olasıydı.

Ancak, bir davette bunu dediği gibi daha zarif ve yumuşak bir şekilde uyarı niteliğinde yapabilirdim. Fakat burada da beni ciddiye almayanlar çıkabilirdi. O zaman durum böyle olduğunda davetin ardından bir toplantı düzenlemek şimdi daha mantıklı geliyordu.

Kılkuyruk hafifçe başını salladı, sesi alışıldık sakinliğinden biraz uzaktı:

“Herkes bunun sözde kalacağını düşünür Lav. Şu an en mantıklı hamle sessizliğini korumak ve tedbiri elden bırakmamak. Eğer tüm yeraltı liderlerinin katıldığı bir davet ya da eğlence düzenlenirse, orada açıklama yapabilir ya da el altından mesajı net biçimde verebilirsin.”

Ama içimde bir huzursuzluk vardı, sancı gibi yayılan.

“Serkan neyse de… Volkanlar benim yüzümden müttefiklerini, iş ortaklıklarını kaybedebilir. Bu açıklama en azından onların üzerindeki yükü hafifletir,” dedim. Kendim için değil, onlar için endişeliydim. Olabildiğince onlarda ki yükümü hafifletme çabasındaydım. Ama bununla daha da arttıracak olma ihtimali içimi kemirmeye başlamıştı.

Kılkuyruk hafifçe gülümsedi, o alaycı ama sevgi dolu ifadeyle.

Cemal hemen araya girdi:

“Özgür Bey ve Serkan Bey onların hakkından gelir Lavinia Hanım.”

Bakışlarımı Cemal'e çevirdim, düz ve hissiz. Bu söz, bana göre bir temenniden ibaretti. Ardından Kılkuyruk tekrar söze karıştı:

“Cemal haklı. Sen biraz ailene güvenip onların meselelerini onlara bırakmalı, senin için gerçekten önemli olan meselelere yoğunlaşmalısın.”

Ne demekti şimdi bu? Kafamda yankılanan cümlelerin anlamlarını çözmeye çalışırken gözlerim Kılkuyruk’a takıldı. Ben onlara zaten güveniyordum.

“Ben zaten onların işine karışmıyorum. Sadece benden kaynaklanan sorunlarla ilgileniyorum,” dedim.

Kılkuyruk bir kaşını kaldırarak, “Emin misin?” dercesine baktı. Ardından içten, hafifçe kırılgan bir tonda konuştu:

“Senin yaptığın, onları uzaklaştırıp tek başına savaşmak. Bizi de…”

Sözleri içimde tokat gibi patladı. Kafam daha da karışmıştı. Uzaklaştırmıyordum. Koruyordum.

“Ne var bunda? Zarar görmelerini engellemeye çalışıyorum,” dedim. Sesim çatallanmıştı, boğazımdaki yumruyu bastırmaya çalışarak.

Kılkuyruk elini omzuma koydu, sesi ağır ama sakindi:

“Peki, onların bir sorunu olsa, sen elinden geleni yapmaz mısın? Bu sadece onlar için değil, bizim için de geçerli. Diyelim ki başım belada ve seni korumak için senden uzaklaşıyorum. Senden çoğu şeyi saklıyorum. Ne yaparsın?”

O an duraksadım. Gözlerim ona kilitlendi. Şimdi ne demek istediğini net biçimde anlamıştım. Bu şerefsizle aynı frekanstayız derken şaka yapmıyordum. Kendi taktiğimi kullanarak bana empati kurdurmuştu.

“İlk önce sana zarar vermeye kalkanların ecdadını bellerim. Sonra da seni, beni uzaklaştırdığın için güzel bir sorgularım. Ama bu aynı şey değil!”

Sert çıkmıştım, ses tonumu kontrol etmekte zorlanıyordum. Kılkuyruk döneri masaya bıraktı, gözleri öfkeyle daralmıştı.

“Ne demek aynı şey değil? Aynı şey!”

“Değil!” dedim, neredeyse bağırarak.

“Ben bu yola seçim şansım varken girdim. Peşimde daha fazla kişiyi sürüklemeyeceğim.” Bu yola Serkan benim peşimden geldiği için şuan bu sorunlarla uğraşıyordu. Özgür varlığımdan haberi olmasaydı, böyle bir tehlikeyle karşılaşmak zorunda olmayacaktı. Kaldı ki oluşumum bile şaibeliydi. Daha altından çıkacak yıkıcı sırlar olduğunu hissediyordum.

Bunu daha fazla burada uzatmamaya karar verdim. Son sözü söyledim. Yüzümü hızla ondan çevirdim. Cemal ve Yusuf’a baktım; ikisi de kafalarını eğmiş, birbirlerine kaçamak bakışlar atıyordu. En doğrusunu yapıp tartışmaya dahil olmamışlardı.

Kılkuyruk sessizce sordu:

“Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?”

Onun yüzüne bakmadan cevap verdim:

“Şahin’in yerine geçen yeni lider Karan, yakında bir davet vereceğini ve orada önemli bir şey açıklayacağını söylemişti. Tuna’nın açtığı dertler yüzünden bu gecikti ama hâlâ bir tarih belirlenmiş değil. Ayrıca benim artık ne kadar Volkan olduğum bilinse de, bunu camiada duyuracak bir davet düzenlenmeli. Yani bu tür bir ortamda küçük bir gözdağı verebilirim. Toplantıyla herkesi germeye gerek yok.”

Haklıydı. Belki de işleri çözeyim derken daha büyük karmaşalara yol açacaktım. İçimdeki kontrolsüz dürtüye hâkim olmam gerekiyordu. Bu yüzden fikrimi değiştirdim. Evde konuştuğumuz zaman Serkan’ın dedikleri, Özgür’ün onaylamaz tavırları, her ne kadar kabul etmiş gibi gözükse de liderlerin gözünden kaçmayacaktı. Bunları da göz önünde bulundurdum.

Ama ona hâlâ kızgındım. Bu konuşmayı baş başa yapabilirdik.

Kılkuyruk döneri uzattı:

“Aç bakayım ağzını.”

Sırtımı dönüp cevap verdim, ilgisizce. Kağan'a da bakmıyordum, gözlerimi yere sabitlemiştim.

Kılkuyruk arkamdan yaklaşıp kulağıma eğildi. Nefesi enseme değince hafifçe irkildim. Tuhaf bir ürperti içimde yayılırken, tüylerim diken diken oldu. Kısık sesle;

“Şu bara ne zaman gidiyoruz?” diye sordu.

O an anladım. Orayı sadece ikimiz biliyorduk. Daha bulduğumuzu kimseye söylememiştik. Başımı ona doğru çevirip ağzımı elimle kapatarak kısık sesle fısıldadım:

“Bugün bizimkilerin eğitim programını hazırlayacağım. Toplantı iptal, akşama doğru gideriz.”

Her ne kadar kızıp, küssem de böyleydik. Aramızda ki sorun 2 saniye sürüyor sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorduk.

Kaşlarının çatıldığını hissettim. Aynı anda Kağan’ın olduğu taraftan bir şeylerin devrildiğini, yere çarptığını belirten bir “küt” sesi geldi ama ikimiz de umursamadık.

“Ne eğitimi?” diye sordu Kılkuyruk.

Aynı şekilde elimi çekmeden yanıtladım:

“Kendilerini korumaları için... küçük şeyler.”

Kılkuyruk kısaca hım'ladı ve uzaklaştı.

Gözlerimi Kağan’a çevirdiğimde, bakışları üzerimizdeydi. Bize değil, adeta ruhumuza saplanan bir bıçak gibiydi gözleri. Katı, sessiz ve ölümcül.

Devirdiği şey yemek tepsisiydi. Metalin zemine çarpmasıyla çıkan ses hâlâ kulaklarımdaydı. Sakin kalmaya çalışarak ona doğru sabırlı, ama uyarıcı bir bakış attım.

“Hıncını nimetten çıkaramazsın,” dedim, yere saçılan yemeklere göz gezdirirken içimden derin bir iç çektim. Sessizdi. Dudakları kıpırdamıyordu ama gözleri… gözleri ölüm fısıldıyordu. Koyu bir gece gibi üzerime çöken bakışlarının altından kalkmak kolay değildi.

Sessizliğini bozmadan ayağa kalktım. Ona doğru birkaç adım attım. Aramızda ne çok mesafe vardı ne de az—tam sınırdaydık. Sonra onun gibi bağdaş kurarak kollarımı kavuşturdum. Aynalama, bu an için en doğru yoldu. Duruşum onunkiyle aynıydı ama içimdeki fırtına başkaydı. Gözlerinin içine kilitlendim. Kalbim çoktan sancımaya başlamıştı bile.

“Şimdi gelelim sana,” dedim yavaşça. Cevap vermeyeceğini tahmin ediyordum ama onun mimiklerini, gözlerini, beden dilini okuyabilecek kadar tanıyordum artık. Ve merak ettiğim şey, içimi kemiriyordu:

“Örgüt sence neden bu zamana kadar harekete geçmedi?”

Bu soru sadece ağzımdan dökülen bir cümle değildi. İçimde büyüyen, kök salan bir şüphenin dışavurumuydu. Kağan bu sözle bir an gerildi. Yüzüne kısa süreli bir düşünce gölgesi düştü. Çünkü biliyordu—o örgütün lideriydi. Adamlarını tanırdı. Eğer şimdiye kadar hiçbir hareket olmadıysa, hepsinin bu kadar sessiz kalmasının bir nedeni vardı. Kağan da bunu düşünüyordu. Gözlerinde ki kıpırtılar artmıştı. Gelirken bana tehditler savurmamıştı. Sakin denemezdi ama en azından patlamaya hazır bir hâlde beklemiyordu.

Onunla aynı düşüncede olduğumu fark ettiğinde dudakları hafifçe kıvrılır gibi oldu. Ancak hemen toparlandı, duygusunu bastırıp eski yüz ifadesine büründü. Bu da bana yetmişti. Bu sessizliklerini sadece tek bir şeye yorabiliyordum.

“Cevap vermeyeceksin sanırım,” dedim. Bu kez gülümsedi ama bu gülümseme sıcak değildi. Dudakları alaycı bir kıvrımla gerildi. Karanlık, içindeki suların kıyıya vurması gibiydi. Meydan okuyor, “Ben hâlâ gücümün farkındayım,” diyordu gözleriyle.

Zaten kimse gücünü inkâr etmiyordu. Ama o susuyorsa, ben de diğer kozumu oynardım. Bir kere konuşturabilsem devamı gelecekti çünkü biliyordum.

“Buraya gelmeden önce Tamer’e uğradım,” dedim, ses tonumu bilerek sakin tuttum. Onu izliyordum; mimiklerini, nefesini, gözlerini… Tamer’in adını duyduğunda, dudaklarındaki o kıvrım silindi. Yüzü karardı. Dişleri birbirine sürtündü, çenesindeki kaslar gerildi.

“Ve bayağı da konuştuk,” dedim devam ederek. Yavaş ve ölçülü kelimelerle kıskançlığının kıvılcımını harlıyordum. Konuşmadığı her an, bu oyunu sürdürecektim.

“Şikayetçi olmaması şartıyla ne isterse yapacağımı söyledim,” diye ekledim. Bu kez gözleri açıldı. Öfkeyle bıçak gibi bana saplanan bakışlarını dikti. İçimden “Özür dilerim Tamer,” dedim, “Önceden değilsen bile artık, Kağan’ın öldüreceği ilk kişi sensin.”

O an ortamda bir sessizlik oluştu. Arkada, bizi izleyenler vardı. Çiğneme sesleri azaldı. Merak sessizliği doğurmuştu. Kağan hala konuşmuyordu ama gözleri... Gözleri bir düşünce girdabının içindeydi. Aura'sı giderek ağırlaşıyordu.

Ama fark ettim ki dikkatini Kılkuyruk’tan Tamer’e çekmiş oldum. Bu, onun kafasındaki Kılkuyruk ile ilgili bazı hesapları şimdilik durdurmuştu.

“Tamer şu an benim evimde iyileşiyor,” dedim. “Onunla bir gece geçirmem şartıyla senden şikayetçi olmayacağını söyledi.”

İşte o anda… Kağan öyle bir baktı ki... Gözlerinin içine Azrail’in gölgesi indi sanki. Ruhum titredi. “Ruhumu alacaksan şimdi al,” diye içimden fısıldadım. Ama sadece baktı. Kısa bir süre. Sonra gözleri bir anlığına parladı. Boynunu hafifçe kütletti, derin bir nefes aldı ve oturuşunu iyice yayarak ürkütücü bir gülümsemeyle bana baktı. O anki haliyle, düşman değil bir felaketti.

Elini kaldırdı. Hayali bir kalemle havaya bir şeyler çizer gibi yaptı. Kaşlarımı çattım. “Kalem ve kâğıt mı istiyorsun?” diye sordum. Başını hafifçe sallayarak onayladı.

Sinirlerim iyice gerildi. “Yok sana kalem kâğıt! Ağzın var, dilin var, konuş!” dedim. Ama o sadece omuzlarını silkti. İçindeki öfkeyi bastırmak ister gibi, umursamaz bir bakışla bana dik dik baktı.

Gözlerinde, “Sen bilirsin” diyen bir meydan okuma vardı. Karşısında dimdik dursam da, o konuşmamaya kararlıydı. Ve ne dersem diyeyim, konuşmayacağını biliyordum. Bir kere sustu mu tam susuyordu dengesiz.

Beş dakika boyunca gözlerimizin arasında bir savaş sürdü. Sözsüz, ama anlamla dolu bir inatlaşma. Sonunda pes eden ben oldum. Çünkü yazacağı şeyi gerçekten merak ediyordum. Yavaşça arkamı dönerek:

“Yusuf, kalem kâğıt bul,” dedim. Bakalım beyefendi bize ne yazacaktı?

Yusuf hızla ayağa kalkıp uzaklaşırken, ben Kağan'la göz göze kalmaya devam ettim. Sanki gözlerimizin arasında görünmeyen bir ip gerilmişti; her iki tarafta da çözülmeye niyeti yoktu. Kılkuyruk, bu tuhaf atmosferi sessizce izliyor, bir yandan da dönerimin kalanını mideye indiriyordu. Cemal de ondan geri kalmadı. Hatta bir ara, ağzı doluyken kısık bir sesle, "Allah’ım, oluşan havadan ağzım boş durmuyor," diye söylenmesini duydum. Kılkuyruk bu sözlere boğuk bir kıkırtı ile karşılık verdi; o bile buna gülmeden edememişti.

Yaklaşık on dakika bu şekilde geçti. Sonunda Yusuf elinde siyah, orta boy bir defter ve tükenmez kalemle geri döndü. Hızlı adımlar atıyordu ama gözleri bana takılıydı. Ona Kağan’ı işaret ederek başımla yön verdim.

"Ona ver."

Ses tonum soğuktu. Kağan’ın varlığı yüreğimde dinmeyen sızıyı daha çok kanatıyordu, ama yüzümdeki ifadeyi değiştirmiyordum.

Yusuf, Kağan'a yönelirken bir anda geri çekildi. Sadece bir bakışıyla benim adamımı irkiltmeyi başarmıştı. Adamın bakışıyla bile savaş açılırdı.

Yusuf kendini toparlamak için boğazını temizledi, sonra defterle kalemi Kağan'ın parmaklıklarının önüne, neredeyse fırlatırcasına bıraktı. Ardından hızla Cemal’in yanına geçti. Ona dönerek sessizce sordum:

"Veli neden hala gelmedi?"

Yusuf'un sesi gergin çıkmıştı.

"Dışarıda durmak onu rahatlatıyormuş," dedi.

Ama gözlerinin kaçamak bakışları her şeyi ele veriyordu. Bu gerginliğin kaynağı Kağan'dı, bunu hepimiz biliyorduk.

Kağan’a döndüm.

"Ne yazacaksan yaz," dedim.

O, sakince yere bırakılmış defteri aldı, sayfayı açtı ve ağır ağır yazmaya başladı. Ellerinin sakinliği ile içinde kopan fırtınalar birbirine tezat oluşturuyordu. Ben kıskançlıkla oyun oynarken, o suskunluğunun içinde bana nasıl acı çektiriyordu. Kağan, bunu biliyor, hatta bundan keyif alıyordu.

Defteri kaldırdığında gözlerimi kısmıştım. Yazdığı şey midemi sıkıştırdı:

"Bu sessizlik ikimizin de tahminini doğruluyor. Kaçışın yok."

Nefesimi tuttum. Tahmin ettiğim gibi...

Sikeyim ya! Nergal’de başıma gelmesinden korktuğum durum, şimdi Erra’da da su yüzüne çıkmıştı. Hala kesin emin olamasam da, Kağan’ın yazdıkları her şeyi işaret ediyordu.

Kılkuyruk’la göz göze geldiğimizde, onun da anlamış olduğunu fark ettim. Kaşlarını çatmış, bana sanki 'Bu iş sandığından da ciddi' der gibi bakıyordu. Cemal ve Yusuf ise olan biteni tam anlayamamıştı. Ancak ikisi de sessiz kalmayı tercih etti.

Kağan yeniden deftere bir şeyler karaladı. Defteri kaldırdığında bu kez sinirlerimle oynadığını fark ettim. Yazdığı cümle şöyleydi:

"Şikayetmiş, konuşmuşmuş... Güzel numara, ama yemezler güzelim. Sen öyle biri değilsin."

İçimden hafifçe gülümsedim. Ne yapmaya çalıştığımı anlamıştı. Bu beni hem sinirlendiriyor, hem de onun zekasına duyduğum hayranlığı daha da derinleştiriyordu.

Hafif bir hıhlamayla yanıt verdim:

"Muşmuş mu? Şikayet hariç, onunla konuştuğum ve aynı çatı altında kaldığım doğru."

Kağan’ın yüzü gerilse de, duruşundan taviz vermedi. Defteri tekrar eline aldı. Dudaklarını hafifçe büzerken yazdığı yeni cümleyi bekliyordum.

Kaldırdığında kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.

"Bu zamana kadar kendini sadece sevdiğine mühürlemiş bir kadın, nerede ve kimlerle olursa olsun fark etmez, kendini yasaklar. O yüzden bu tutumundan vazgeç, güzelim, yemiyorum. Zaten ölüler pek ilgimi çekmiyor."

Kelimeler zihnimde yankılandı.

Kendini sevdiğine mühürlemiş bir kadın...

Bu cümle beynimde dönüp duruyordu.

Tamer’in sesi sanki kulaklarımda bir fısıltı gibi yükseldi:

"Ah, tabii... Sen bana aitsin demenin başka bir yolu..."

Ve ardından Timur Amca... Soğuk, ölü gözleriyle önüme dikildiğinde tüm vücudum kasıldı. İçimde yükselen korkuyu bastırmaya çalışarak, nefesimi kontrol altında tutmaya çabaladım.

Timur Amca, sesi buz gibi bir tonda fısıldadı:

"Kırgın da olsa, bana rağmen seni arzuluyor. Kardeşim doğru anda sağlam bir hamle yaptı. Eğer onu öldürebilseydin, şimdi kopmuştunuz. Ama sen her şeyi eline yüzüne bulaştırıyorsun. Doğmasaydın her şey çok daha güzel olurdu."

O sözleri söylerken boğazıma uzanan hayali eliyle nefesimi kesmeye başladı.

Boğuluyordum.

Titreyen bedenimi kontrol etmeye çalışarak Kılkuyruk’a gözlerimle işaret verdim. Anladı. Ok gibi fırlayıp yanıma geldi. Ellerini yüzümün iki yanına yerleştirerek dikkatimi burnuna odakladı.

"Derin nefes al... Ağzından ver..."

İçten, sakin bir şekilde tekrarlıyordu. Onu taklit ederek ciğerlerime havayı doldurmaya çalıştım. Ciğerlerim yanarken, sonunda oksijen bedenime dolduğunda, hayata yeniden tutunmuş gibi hissettim.

Bu anı bir kez daha, Kağan’ın gözleri önünde yaşayamazdım. Kendimi toparladım, derin bir nefes alarak yere sağlam basmaya çalıştım.

Kılkuyruk ansızın yerinden fırlayınca, Cemal ve Yusuf da aynı refleksle doğrulup endişeli bakışlarla beni izlemeye başlamışlardı.

Göz ucuyla Kağan’a kaydırdığım bakışlarımda onu da ayakta gördüm; demir parmaklıkları avuçlamış, parmak eklemleri beyazlaşana dek sıkıyordu. Yüzüne sert bir ifade yerleşmişti; dişleri sıkılı, çenesi kasılmıştı.

Üzerine çöken gerginliği dağıtmak için, hafif bir alay ve trip karışımı bir ses tonuyla,

"İnadına tüküreyim Kağan, şurada ölsek yine konuşmayacaksın yani... Aşk olsun." dedim.

Kılkuyruk, ne yapmaya çalıştığımı hemen anlamış, bana ustaca ayak uydurmuştu. Kolunu dostane bir şekilde omzuma attı, yüzünü abartılı bir şekilde buruşturarak,

"Tükürmeye okeyim ama aşk çok boktan olmaz, sil onu." dedi, abilik taslayan bir edayla. Ona yandan attığım bakışın ardından kahkaha atarken, Yusuf, kalbini tutarak sızlandı:

"Lavinia Hanım, bizim de yaşama hakkımız var, bir daha böyle yapmayın, gözünüzü seveyim!"

Cemal ise, Yusuf’a destek çıkar gibi görünse de, ondan çok da farklı değildi:

"Oyunculuk konusunda arşa çıktınız Lavinia Hanım."

İçimde sıkışan kaygıyı bastırarak hepsine zoraki bir gülümseme sundum. Sonra yeniden Kağan’a döndüm. Gözlerinin içinde kıvılcımlanan kuşkuyu fark edince içim burkuldu.

"Ne yaparsak yapalım, konuşamıyoruz madem," dedim, ona anlamlı bir bakış atarak. Ardından hızla toparlanıp Yusuf ve Cemal’e döndüm, ellerimi birbirine çarparak,

"O zaman biz de çalışmaya başlıyoruz! Hadi bakalım, bilgisayarı ve dosyaları getirin. Biraz şu arkadaşı da örnek alın; az laf, çok iş. Hayde!" diye seslendim.

İçimden Kağan’ın tüm bu yaşananları sadece bir oyun olarak görmesini, fazla kurcalamamasını diliyordum. Ama ona baktığımda, gözlerinde şimşek gibi çakan soruların, olayları çoktan çözümlemeye çalıştığını görebiliyordum.

Bu bakış beni huzursuz etmişti. Ellerimi bir kez daha sertçe çırparak,

"Hayde oyalanmayın, çabuk!" dedim, sesime emir tonunu katarak. Bu ani baskınla herkes içinde bulunduğu trans hâlinden sıyrılmıştı.

Cemal ve Yusuf birbirlerine anlamlı bir bakış attıktan sonra isteksiz adımlarla arabaya yöneldiler. Ben de Kılkuyruk'u hafifçe çekiştirip koltuklara doğru sürükledim.

Kağan’a ise yarı ciddi yarı şaka bir ifadeyle seslendim:

"Sen de otur, ayakta öyle dikilme."

Yorgunluğun bedenime ağırlık gibi çöktüğünü hissettim. Krizlerden sonra ya da yakın bir evrede böyle oluyordum.

Kendimi Kılkuyruk’un tam karşısındaki koltuğa bırakırken kaslarım gevşedi. Kollarımı iki yana yayarak, derin bir nefes aldım.

Gece doğru düzgün uyuyamamıştım da; kendi yatağım bile yabancı hissettirmişti. Çünkü Kağan’ın sıcaklığına, kokusuna, hatta nefesinin ritmine bile alışmıştım. O olmayınca kendimi eksik hissetmiştim. Hala da hissediyordum.

Yalnız kalınca, kafamda dönen türlü tehlike senaryoları da cabasıydı. İçimi kemiren huzursuzlukla baş edemiyor, düşüncelerimi susturamıyordum.

Krizlerimin çoğalmaya başlaması da ayrı sorundu. "Şu psikolog işini bir an önce halletmeliyim," diye geçirdim içimden. Yoksa bu gidişle... Ben yine kafayı yiyecektim.

Sene de birkaç gitmem gereken doktor kontrollerimi de aksatmıştım. Ahhh! Derdim başımdan aşkınken birde bununla uğraşamazdım. Bir süre daha bekleyebilirdi.

--

Çocuklar dosyalarla bilgisayarı getirdiğinde, biz çoktan işin içine gömülmüştük.

Barın yerini sadece ben ve Kılkuyruk biliyorduk; diğerlerine orayla ilgili açık vermemek için Kılkuyruk hepsine kendi işleriyle uğraşacağını söyleyerek onlardan bağımsız çalışıyordu.

Barın duvarları arasında sadece tuğlalar değil, sırlar da saklıydı. O yüzden, mekânı bulmak yetmezdi; içinde çalışan kişileri da tek tek çözmemiz şarttı. Kılkuyruk bu yüzden bilgisayarın başına kurulmuş, oradaki herkesi didik didik araştırıyordu. Barın bulunduğu yerde o zamanlar kimler yaşıyordu. O zamandan bu yana aynı kişiler var mıydı? Bunlara bakıyordu.

Sokaklara saldığımız haberci çocuklardan şimdilik sadece biri geri dönmüştü; diğerleri bir şeyler bulamamıştı. O geri dönen kişi sayesinde orayı bulabilmiştik.

Cemal ve Yusuf, örgüt içinden ya da yeraltından herhangi bir hareketlilik olup olmadığını gözcüler aracılığıyla öğrenmeye çalışıyordu. Fakat etraf suskundu; bu yüzden gözlerini şirketin karanlık kayıtlarına çevirmişlerdi. Ben dünden beri bunlara bakmıştım zaten.

Veli, dışarıdaki devriyelerin başında kalmıştı. Can ise evin çevresinde görünmez bir gölge gibi dolanarak güvenliği sağlıyordu.

Ben...

Ben, benimkiler için bir eğitim programı hazırlıyordum.

Şimdiye kadar yaşlarına, fiziksel yapılarına, sağlık durumlarına kadar her şeyi hesaba katarak ince ince bir plan çizmiştim.

Pars, Parla ve Ceylin yarı-orta seviyeden başlayacaktı; dövüş teknikleri ve silah kullanımını aşamalı olarak artıracak, bedenlerini bir silahtan farksız hale getirecektik.

Cengiz, Yeliz ve Cem için ise daha temkinli bir program çizdim. Yaş kemale ermişti; onlara yüklenmek yalnızca sakatlık getirirdi.

Günahkâr dörtlüsü henüz dövüş eğitimi almayacaklardı. Onların kas hafızasını canlı tutacak hafif antrenmanlar ve silah kullanımı üzerine bir temel oluşturmuştum.

Tüm bunların üstüne, herkesin mecburi alacağı eğitimler de vardı:

Psikolojik dayanıklılık: Çünkü korku, en zayıf halkadır.

Tehlike yönetimi: Kaosun ortasında bile mantıklı kalmayı öğretecektim.

Temel ve ileri seviye ilk yardım: Hayat, bazen saniyelere bağlıdır.

Bu planı yapmak kolay değildi. En çok da hangi dövüş disiplininden başlamaları gerektiğine kafa yordum. Hiçbiri genç değildi, esneklikleri sınırlıydı; savaşmaya alışık bedenler değillerdi.

Bu yüzden Bruce Lee'nin Jeet Kune Do felsefesinden ilham alarak, sabit kalıplara bağlı olmayan, bireyin doğasına uyum sağlayacak bir dövüş sistemi tasarladım.

Başlangıçta herkes genel teknikler öğrenecek, sonra doğal eğilimlerine göre kişisel stillerini bulacaklardı.

Benim içinse bunlar çocuk oyuncağıydı. Beş yaşından beri Nergal tarafından yetiştirilmiş biri olarak, çoktan kendi dövüş stilimi yaratmıştım.

Silah eğitimi de farklı olmayacaktı. Tabanca ve bıçakla başlayacak, zamanla cephaneliklerini genişleteceklerdi.

Başım zonkluyordu. Vücudumda tek bir canlı kas kalmamış gibiydi. Sandalyeye yaslandım, ağrıyan kaslarımı gererek homurdandım:

"Ooof... Kaslarım taş gibi olmuş."

O anda yanımda Cemal ve Yusuf'un da aynı anda inlemesiyle güldüm:

"Al benden de o kadar," dediler.

Odanın içinde bir anda toplu bir esneme dalgası yayıldı. Kılkuyruk, bilgisayardan gözünü bile ayırmadan mırıldandı:

"Beynim eriyor."

Tam o sırada, sessizliği bozan başka bir ses geldi. Demir parmaklıkların ardında tutsak olan Kağan, boğuk bir şekilde homurdandı. Gözlerimi hemen ona çevirdim. Yorgun, kızgın ve sabırsız bir ifadeyle bana bakıyordu. Sanki "Ne zamandır buradayım, hâlâ bana bakmıyorsun" der gibi.

Sakin bir sesle konuştum:

"Bir şey söylemek istiyorsan konuş. Konuşmuyorsan, yanındaki deftere yaz."

Kağan bir süre gözlerini tavana dikti. Sonra isteksizce kalemi aldı ve deftere birkaç kelime karaladı. Defteri kaldırıp gösterdi:

"Uykum var."

Kaşlarımı çattım. Gözlerinin içine soğuk bir bakışla dikildim:

"Uykun varsa uyu. Yatağın hemen yanında."

Kağan çevresine bakındı, kaldığı köşeyi şöyle bir süzdü ve derin bir iç çekti. Haklıydı, ne kadar düşman olsak da onun yerinde olsam ben de uyuyamazdım.

Ama merhamet, benim lüksüm değildi. Onların bende yaptığı serbestliği onda yapamazdım. Sonuçta bunun doğurduğu yönleri bizzat deneyimlemiştik.

Kılkuyruk yine bilgisayardan gözünü kaldırmadan söylendi:

"Beyefendi şimdi bir de konforlu oda isterse şaşırmam."

Gözlerimi devirdim:

"Öyle bir dünya yok."

Kağan tekrar yazdı. Defteri kaldırınca yeni bir mesajla karşılaştım:

"Ben sana bebekler gibi bakmıştım."

İnce bir alayla kaşlarımı kaldırıp sırıttım:

"Hadi lan oradan! Sen beni merdivenlerden baş aşağı ters çevirmiştin; az kalsın kendi kusmuğumda boğuluyordum. Unuttun mu?"

Kağan gözlerini devirdi. Ben de inadına yanaklarımı şişirip gözlerimi devirdim, çocuk gibi. Sonra tekrar yazdı:

"Gönlümü al."

Bir kaşımı kaldırarak soğuk bir gülümsemeyle sordum:

"Ne istiyor beyefendi hazretlerinin gönlü?"

Kağan yüzünde sarkık bir ifadeyle defteri bir kez daha kaldırdı:

"Şu aptal inadını bırakmanı."

Nefesimi tuttum.

Öfkemi bastırarak dişlerimin arasından konuştum:

"Pardon? Eceline mi susadın sen? Önce bir nerede olduğunu fark et, sonra tekrar konuşalım."

Tutsak olduğu hâlde nasıl bu kadar dimdik durabiliyordu? Nasıl, her şeyini kaybetmeye bu kadar yaklaşmışken, hâlâ gözlerimin içine kendinden emin bakabilirdi?

Aklım almıyordu. Öylece karşımda duruyordu; ne korku vardı gözlerinde ne de teslimiyet. Oysa ben, tek bir emrimle onu yere serdirebilirdim. Bunu o da biliyordu. Hatta daha beterlerini de yapabilirdim; isteseydim, cehennemi ona yaşatabilirdim. Ama tüm bunlara rağmen, sanki zafer kazanmış gibi başı dikti.

İçimde ki sabrın son kırıntılarını ezerek düşündüm. Babası beni, bir intihar silahı olarak kullanmıştı. Onun amcasını öldürmeye kalkmış, ardından çıkardığım yangınla her şeyi küle çevirmeyi amaçlamıştım.

Normal bir insan, bu kadar ihanetten, bu kadar kayıptan sonra ya nefret ederdi ya da kırılır susardı. Gerçi en azından suskunluğuyla bunu yapıyordu.

Ama bu deli, Ne nefreti ne teslimiyeti... İkisini de seçmemişti. Sanki, hiç kimse ve hiçbir şey, onun inatla ayakta kalmasına yetemiyordu. Bunu nasıl yapıyordu? Onu böyle olmaya iten şey neydi?

Tüm bunların nedeni neydi? Düşüncelerim beni boğmadan, Cemal alaycı bir ses tonuyla,

"Baş aşağı sallandıralım mı?" dedi.

Yusuf hemen ardından eğlenir bir surat ifadesiyle,

"Kusmuğunda boğalım mı?" diye sırıttı.

Kılkuyruk ise ikisinin de sözlerine sessiz kalmayı tercih etti, sadece gözlerini kaçırdı. Onlara bir şey demedim. Emir vermeden aklındakileri yapmaya yeltenemezlerdi.

Kolumdaki saate baktım. 19.37. Zaman benimle dalga geçer gibi akıp geçmişti. Cebimden telefonu çıkardım. Uçak modundaydı; dünyadan tamamen kopmuşum.

Modu kapattığım anda, telefon birden titremeye başladı, peş peşe bildirimler, aramalar, mesajlar... Ekran bir anda dolup taştı.

Bu sırada, Kağan'ın bulunduğu yerden gelen metalik bir tını yankılandı; demire vuruyordu. Elimi kaldırıp ona bir dakika işareti yaptım, bakışlarımı ekrandan ayırmadan.

Bildirimlere şöyle bir göz gezdirdim. Serkan’dan gelen mesajlar... Nedenini bile bilmediğim bir öfkeyle sövüp saymıştı yine. Bu yüzden bakmadım. Benimle ilgiliyse şimdi bunu da düşünemezdim. Eve gideceğim sırada kendimi sağlama için bakacaktım. Çünkü canım ustam bana dayanamaz illa başıma gelecekleri öterdi.

Özgür'ün mesajları ise dikkatimi çekti. Yarım saat arayla attığı uyarılar:

"O ite çok yaklaşma."

Her defasında aynı cümle, her defasında aynı ton. İçinde kaynayan duyguları neredeyse kelimelerinin arasından hissedebiliyordum.

Önder’in mesajı geldi sonra gözüme: Toplantıyı soruyordu, haliyle meraklıydı. Ups! O kadar emin konuştuktan sonra şimdi gel de yapmayacağımı açıkla.

Ama asıl beni durduran, Yeliz ve Cengiz’den gelen bildirimlerdi. Merakıma yenik düştüm. Önce Yeliz’in mesajını açtım. Sadece iki kelime:

"Özür dilerim."

Sonra Cengiz’inkini:

"Özür dilerim, konuşmamız lazım. Hâlâ bekliyorum."

Nefesim sıklaştı. Beklemiyordum. Ne bu özürlerdi, ne de hâlâ bir şeyleri konuşma ısrarı. Cengiz neyi konuşacaktı benimle? Neyi hâlâ bekliyordu?

Kendimi bir bilinmezin ortasında bulmuş gibi hissettim. İçimde eski korkular, eski acılar ağır ağır uyanmaya başladı. Cevaplar yakındı belki... Belki de beni uzaklaştıramadıkları için şimdi de kendileri gitmeyi seçeceklerdi. Çatışma da kalan çocuklarını korumak için yapabilirlerdi...

Bu konu üzerinde fazla düşünmemeye çalıştım. Harekete geçmeliydim. Saat ilerliyordu; ve artık o bara da bakmanın zamanı gelmişti. Kağan’a hiç bakmadan, elimle Kılkuyruk’un gözlerinin önünde bir şıklattım.

"Daha fazla geç kalmadan gidelim," dedim, sesim kararlıydı.

Ayağa kalkarken, hemen yanımda oturan Yusuf’a bilgisayarı kaydırdım.

"Bu programa göre hazırlanın. Diğerlerine de aynen ilet. Buna göre bir beslenme ve uyku düzeni kuracaklar. Ayrıca yarın uygulamaya başlıyoruz," dedim.

Yusuf başını sallayarak hazırladığım eğitim programını incelemeye başladı. Cemal ise sessizce yanına yaklaşıp programa göz attı. Gözlerini ekrandan ayırmadan sordu:

"Nereye gidiyorsunuz?"

Soğukkanlılıkla cevap verdim. "Kılkuyruk’la ufak bir işimiz var. Merak etmeyin, yalnız değilim. Ayrıca, sizden biri ya da ikiniz gece boyunca adamların başında kalsın. Veli, nöbet değişiminde dinlenmeye geçsin."

Cemal ayağa kalkarken, bilgisayarını çantasına yerleştirmekte olan Kılkuyruk’a kısa ama sert bir bakış attı.

"Tamam, ama dikkatli olun Lavinia Hanım," dedi, sesi ciddi bir endişe taşıyordu. Onu rahatlatmak için hafifçe yanağından makas aldım ve sıcak bir gülümseme sundum.

"Endişelenme. Küçük bir gönül meselesi var. Arkadaşım tek başına halledemediği için biraz destek olmaya karar verdim," dedim.

Bilerek bu ‘gönül meselesi’ yalanını söylemiştim. Barla ilgili gerçekleri anlatmak için henüz erken olduğunu hissediyordum. İçimde, eğer şimdi bir şey söylersem, hakikatin benden uzaklaşacağına dair tuhaf bir his vardı.

Kılkuyruk, hışımla adımı seslendi:

"Lav!"

Göz ucuyla ona baktım. Bu tür bir bahaneyle onu anıyor olmamdan rahatsız olmuştu. Fakat yalanlamadı. Onu tanımayanlar, bu halini utangaçlığa verirdi.

Yusuf, yarı alaycı bir tonda:

"Merak etme, söylemeyiz. Ama gönül işleri kutsaldır," dedi ve bakışlarını Kılkuyruk’a kaydırdı.

Kılkuyruk’un kulaklarının kızardığını gördüm. Kendimi alamayıp kıkırdadım. O anda demir parmaklıklardan daha sert bir tınlama sesi geldi. Derin bir nefes alıp Kağan’a döndüm. Elinde defteri tutuyordu; sinirli bir şekilde bana doğru uzattı.

İfadesiz bir yüzle yazdıklarını okudum:

"Ben seni yalnız bırakmazken, sen neden her defasında gidiyorsun?"

Omuzlarımı hafifçe silkerek cevap verdim:

"Keyfimin kahyası mısın?"

Bu sefer cevap yazmakla uğraşmadı, yalnızca başını aşağı yukarı salladı. Gözlerimi devirdim.

Kılkuyruk’a döndüm:

"Hazır mısın?"

Kılkuyruk iç çekerek söylendi:

"Hazırım baş belası. Hadi gidelim."

Ufak bir hıh sesi çıkarıp çıkışa yöneldim. O sırada demirlerden yine bir vurma sesi geldi, bu defa daha öfkeliydi. İçimden gülsem de, ardıma bakmadım. Kılkuyruk yanıma yetiştiğinde ardı ardına gelen vurma sesleri adeta isyan eder gibiydi. Bizi artık göremedikleri noktaya yaklaşırken seslendim:

"Bir dahakine yazmak yerine konuşmayı dene! Belki o zaman seni dinlerim!"

Adımlarımızı hızlandırdık ve çıkış kapısından geçtik.

--

Arabayı durduğumuz da, barın olduğu yere gelmiştik. Aynı anda araçtan indik. İçimdeki karmaşık duygularla etrafa göz gezdirdim. Akşamın serin esintisinde, sokak lambalarının solgun ışığı altındaki bar, artık terk edilmiş bir gecekonduyu andırıyordu. Eskiden canlı, gürültülü bir mekanken şimdi geçmişin küflü nefesiyle doluydu.

Burası…

Oluşumumun başladığı yerdi.

İhanetin tohumu burada ekilmişti.

Yedi ölümcül günahın aynı anda dans ettiği bu mekan, ne tamamen ıssız bir yerdeydi, ne de kalabalığın tam ortasında. Arada kalmış bir lanet gibiydi.

Çift kanatlı, büyük kapının önünde durduk. Kılkuyruk’la birbirimize kısa bir bakış attık; sessiz bir anlaşmayla başlarımızı sallayıp kapıyı yavaşça açtık.

Paslı menteşelerin çıkardığı gıcırdama sesleri, içerideki çürümüş hava ve rutubet kokusuna karıştı. Sokak lambasının sızan ışığıyla birlikte, içerideki solmuş tabelayı gördük:

ERESHKİGAL’IN DOĞUŞUNA HOŞGELDİNİZ!

İrkilerek geri adım attım.

Neden bu tabela dışarıya değil de içeri de asılmıştı?

"Ereshkigal"... Bu kelime de ne anlama geliyordu?

İçimde sebebini bilmediğim bir korku dalgası yayıldı. Kalp atışlarım düzensizleşti. Nedensizce aklıma, malikanede gördüğüm o çıplak tavuk ayaklı kadın kabartması geldi — eski çağlardan kalma, unutturulmuş bir şeyin yankısı gibiydi.

Kılkuyruk da en az benim kadar huzursuzdu. Gözlerinde nadir rastladığım o korku parıltısıyla bana baktı. Derin bir nefes alıp içeri adım attık.

Ayaklarımın altındaki çürümüş tahta zeminin gıcırtısıyla birlikte içimde tek bir his yankılandı:

Cehennemin tam kalbine adım attın.

 

Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen.

Bölüm : 28.04.2025 20:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...