14. Bölüm

14. Bölüm: Son Nefesimde Bile...

Merve Özmen
laviniabukan

Kapıyı araladığımız anda genzimize dolan kesif rutubet ve çürümüşlük kokusu, içeriye attığımız ilk adımı pişman ettirecek kadar yoğundu. Karanlığın içinden sızan sokak lambasının solgun ışığı, paslı bir zincirle yukarıdan sarkıtılmış tabelayı aydınlatıyordu:

"ERESHKİGAL’İN DOĞUŞUNA HOŞGELDİNİZ."

İsmin yankısı zihnimde çınladı. Sanki bu tabela bizi yalnızca karşılamıyor, aynı zamanda uyarıyor gibiydi. Ereshkigal... Adı bile tedirgin ediciydi. Buraya neden böyle bir isim verilmişti? Kurgusal bir fantezi mi, yoksa bilinçli bir gönderme mi? Tesadüf olamazdı.

Dahası vardı… Özgür’le Yeliz’in geçmişine ait o gizli fotoğraflarda bu mekanın adı “Kur 27” olarak görünüyordu. O gece çekilen karelerde loş bir ışığın altında, barın girişinde başka bir tabela vardı. Şimdiyse burada Ereshkigal’in adı asılıydı. Aynı yer, farklı isim. Biri mi yalan söylüyordu, yoksa bu mekan çok yüzlü bir maskeyle mi yaşıyordu?

Kaşlarımı çatıp içeriye doğru adım attım. Yanımda Kılkuyruk vardı. Burnumu kapatarak ilerlerken mideme bir ağırlık çökmeye başlamıştı. Havanın ağırlığı sadece fiziksel değildi; mekânın hafızasında bir şeyler vardı. Gözle görülmeyen, ama tenine kadar işleyen bir karanlık gibi.

Burası uzun süredir terk edilmişti. Temizlenmeden bırakılmış bir bar, zamanla kendi içinde bir çöküşe uğramış olmalıydı. Nem, rutubet, bozulmuş içkiler ve tabaklarda unutulmuş yemek artıkları... Her şey, zamanla çürüyerek mekâna bu hastalıklı atmosferi kazandırmıştı. Fakat içimde bir ses, bunun sadece ihmalle açıklanamayacağını fısıldıyordu. Buraya kimler geldiyse, aceleyle gitmişti. Ve bir daha dönmemişti. Sanki bir şey olmuştu burada. Bir şey, kimsenin anlatmak istemediği.

Zemin gıcırdayarak ayaklarımızın altında kıvrandı. Her adımda eski tahtalar inliyor, yankılarını duvarlara çarpan tiz seslerle beraber içerideki sessizliğe karşı direniyordu. Telefon fenerimizi açtık. Loş aydınlıkla ilerledikçe baş dönmem daha da artıyor, mide bulantım inatla içime yerleşiyordu. Açlıktan mıydı bu, yoksa buranın üzerimize çöken uğursuzluğundan mı, ayırt edemiyordum.

“Etrafa dokunma. Dokunacaksan da eline bir şey geçir,” dedim alçak bir sesle.

Kılkuyruk başını hafifçe salladı. Eliyle ağzını kapatmıştı, sesi boğuk çıktı:

“Biliyorum… Ama buradan örnek almamız gerekiyor.”

Haklıydı. Mekân olduğu gibi bırakılmıştı ve bu, bize bazı şeyleri çözmek için fırsat sunuyordu. Ama ben... dokunmaya cesaret edemiyordum. Sanki buradaki herhangi bir şeye temas etsem, buranın karanlığı bedenime sinip içime akacaktı.

Işığı Özgür ve Yeliz’in fotoğrafta birlikte durdukları noktaya çevirdim. Dikkatle yürüdüm. Ayaklarımın beni oraya götürdüğünü o an fark ettim. Bilinçli değildi; bir tür içgüdüydü belki. Durduğumda önümde bar masası uzanıyordu. Arka raflara göz gezdirdim. Şişeler hâlâ sıralıydı bana bakıyor gibiydiler. İçimdeki şüphe, içkilerin içine bir şey karıştırıldığı ihtimalini bastıramıyordu. Her şişe, her bardak birer kanıt olabilirdi. Hepsi laboratuvara gönderilmeliydi.

Derken etrafta gezdirdiğim fenerin ışığı, masanın yanındaki yüksek bar sandalyesine kaydı. Işık ayaklara vurduğunda içimde ani bir ürperti hissettim. Siyah, ince bir kumaş… Eğilip daha dikkatli baktım.

Bir tanga.

Simsiyah, neredeyse saten gibi fakat matlaşmış bir tanga.

Boğazıma kadar gelen mide bulantısı bir anda yükseldi. Ne diyebilirdim ki? Burası her şeyiyle sınırları zorlayan bir yerdi. İnsan özel anlarını bir odaya saklar. Ama burada… barın ortasında, tüm gözlerin önünde mi olmuştu her şey? Aklıma istem dışı gelen düşüncelerle kendimden tiksindim.

Yok artık...

Burası neydi böyle?

Ve o an fark ettim: Durduğum yer tam da Özgür’le Yeliz’in yakınlaştığı fotoğraftaki konumdu. İçimi tarifsiz bir iğrenme ve öfke kapladı. Tanganın üzerine düşen bakışlarımda hem merak, hem de tedirginlik vardı. Sonra aniden geri çekildim. Vücudum, iradesizce beni oradan uzaklaştırdı. Kalbim sıkışıyor, beynimde yankılanan tek şey şu cümleydi:

“İnsan bari oda seçerdi. Herkesin içinde ne demek?”

Sanırım içimden geçen düşünce, dudaklarımın arasından da dökülmüş olmalı ki, Kılkuyruk birkaç adım öteden, sesimi duyup “Ne oldu?” diye sordu. O an, ikimiz de mekânı farklı yönlerden inceliyorduk. Sesim ona ulaşana dek aramızdaki mesafe kısa ama anlam yüklüydü. Yanıt vermeden önce gözlerimi kaçırdım. Yavaşça yere eğildim ve gözümün önünde duran şeye tekrar baktım. Bakışlarım donuktu. Sesim neredeyse boğazıma düğümlenerek çıktı:

“Yerde bir tanga var.”

Kelimelerim titrekti, Ruhumun içinden çekilip sözcüklere dönüşmüşlerdi. Ardından gözlerim, o iç karartıcı zeminde belli belirsiz bir izi takip ederken, yutkundum ve neredeyse fısıltıya yakın bir sesle ekledim:

“Özgür ve Yeliz’in... fotoğraflardaki konumunda.”

Sessizlik çöktü. Kılkuyruk’tan hiçbir ses gelmedi. Mekânın soluk karanlığı içimize çökerken, birkaç saniye sonra onun sesi yeniden duyuldu — alayla süslenmiş, ama içinde tedirginlik gizli:

“Ooo… Sana bir kötü haberim daha var. Burada özel oda falan yok gibi görünüyor.”

Sözleri beynime saplandı. Sesimi ayarlamaya çalışmadan, refleksle, neredeyse çığlık atarcasına cevap verdim:

“Ne?!”

Sesim mekânda yankılandı. O uğursuz ses dalgaları duvarlara çarpıp tekrar üzerime geldi, içimdeki tedirginliği büyütürcesine. Kılkuyruk, biraz uyarır tonda ama sabırla fısıldadı:

“Bağırmasana kızım… Zaten mekan yeterince uğursuz.”

Haklıydı. Yankının ardından içim daha çok titremeye başlamıştı. Kendi sesimin yankısıyla ruhum bedenimden sıyrılıp kaçacak gibi olmuştu. Boğazımda bir kuruluk, midemde tanımsız bir ağırlık vardı. İçimde bir taraf, beni buradan uzaklara sürüklemek ister gibiydi.

Bu nasıl bir mekândı böyle? Hiç mi mahremiyetin izi olmazdı bir barda? Özel odalar yoksa, insanlar ne yapıyordu burada? Ulu orta mı ilişkiye giriliyordu? Bu düşünce, zihnimin kıyısına çarpınca sarsıldım. Tüm bedenim protesto edercesine kasıldı. Bu sapkınlığın içinde Yeliz ve Özgür’ün işi neydi? Lütfen… Lütfen ilk aklıma gelen düşünce doğru olmasın. Bu tanga Yeliz’e ait olmasın. Belki... Belki başka bir yerde, bir otelde… Evet, umarım öyledir. Çünkü aksi, hem utanç verici hem de yıkıcıydı.

Utancım, sesime ince bir titreme olarak yansıdı:

“Kardeşim… Bu şeyi benim yerime sen alabilir misin?”

Kılkuyruk hafifçe kıkırdadı. Bu tuhaf sahnede, kıkırtısının arkasında gizlediği şaşkınlığı hissettim. “Alırım,” dedi basitçe, ama onun da bu durumdan ne kadar rahatsız olduğu belliydi.

Gözlerimi hızla o şeyden kaçırıp çevreyi yeniden taramaya başladım. Gittikçe içime daha derin bir huzursuzluk yerleşiyordu. Burası kolay bulunmuş bir yer değildi. Sadece bir süreliğine açılmış, işlevini tamamlayıp sonra unutturulmuştu. Şimdi ise, nedense yeniden keşfedilmek istemiş gibiydi. Dışarıya gönderdiğimiz gizli habercilerimizden biri, sarhoş ve zihni bulanık bir adamı getirmişti. Adam, burada bir zamanlar çalıştığını iddia ediyordu. Onun ağzından dökülen tutarsız kelimelerle bulunmuştu burası aslında.

Ama artık… artık ben, kendimi bir deney olarak görmeye başladım. Karanlık bir laboratuvarın içinde, başkalarının oyununa dahil olmuş, ruhu test edilen bir varlık gibi. İçim daralıyordu. Ve bu mekânın karanlığı, sadece gözlerimin değil, zihnimin derinliklerini de işgal ediyordu.

Elimi burnumdan çekip istemsizce boğazıma götürdüm. İçimde bir huzursuzluk vardı. Her şey yerli yerinde gibi görünüyordu ama bir şey… evet, bir şey oturmuyordu. Tüm bu ipuçları, isimler, olaylar—birbirine bağlanmak istiyor ama aynı anda da kaçıyor gibiydi. Kafamda parçalar bir türlü birleşmiyordu. Ancak ne gariptir ki; tam da bu yüzden anlamlı geliyordu. Belki dinlenmiş bir zihinle yeniden bakarsam bütün bu dağınık ipuçlarını bir araya getirebilirdim.

Kılkuyruk, mekânın uzak köşesinden seslendi:

“Lav! Bir gelip baksana şuraya!”

Telefonumun ışığını sesin geldiği yöne tuttum ama bir süre onu göremedim. Temkinli adımlarla ilerledim. Nihayet görüş alanıma girdiğinde içim biraz olsun rahatladı. Biz buraya niye gece vakti geldik ki. Gündüzler çuvala mı girmişti? Kılkuyruk, duvardaki solgun bir resmin önünde durmuş onu inceliyordu. Işığı resme tuttuğumda bende incelemeye başladım.

Yedi adet ay... Yan yana dizilmiş, her biri siyaha boyanmıştı. Ayların içinde çizgi şeklinde birer güneş vardı. Ve hepsini çevreleyen yedi sembolik kapı çizilmişti. Görüntü tüylerimi diken diken etti.

Kılkuyruk, sesi titrek ama ciddiydi:

“Lav… sence bu insanlar bir tarikata mı karıştı?”

Ona döndüm. Gözlerinde bir korku ama bir o kadar da ciddiyet vardı.

“Bunu da nereden çıkardın şimdi?” diye sordum ama içime bir şüphe düşmüştü. O kadar da saçma değildi bu ihtimal.

“Düşünsene…” dedi Kılkuyruk, sesi iyice kısılarak. “İsimler, semboller, bu resim… Amacını gerçekleştirdikten sonra kapanan bir mekân. Elit bar havası ama özel odası yok. Ulu orta yaşanan şeylerin olasılığı… Lav, bu şeytani bir tarikatın işi olabilir.”

Sözleri duyunca içimi bir soğukluk kapladı. En nefret ettiğim şey başıma geliyordu adeta. Umarım embesiller böyle bir şeye bulaşmamışlardır. Yoksa benden gerçek anlamda çekecekleri vardı.

“Umarım yanılıyorsundur,” dedim. Ama yüzümdeki ifadeden bile inanmamıştım kendi sözlerime.

Kılkuyruk bir an sustu. Ama belli ki söylemek istediği daha fazlası vardı. Omzuna dokunup cesaret vermek istedim. Kafamla onu teşvik ederken, o da gözlerini kaçırmadan devam etti:

“Lav… ya bu mekân sadece annenle babanın birleşmesi için kurulduysa?”

Zihnimde bir anda yankılandı bu cümle. “Ne?” demekle kaldım.

“Düşünsene,” dedi yutkunarak, “Tabelada Ereshkigal yazıyor. Doğuşu. İki beden birleşmiş, sen doğmuşsun. Sence bu sadece tesadüf mü? Ya seninle bir alakası varsa?”

Gülmeye çalıştım ama çıkmadı. Dudaklarım titredi.

“Ben o zamanlar daha doğmamıştım bile, nasıl bir alakam olabilir” dedim.

Kılkuyruk sesini yükseltti:

“Doğmamış olman bu sürecin parçası olmadığın anlamına gelmez! Belki de o birleşme seni yaratmak içindi! Belki senin doğumun bu ayinin sonucu!”

Yutkundum. Bedenim titriyordu.

“Saçmalama. Eğer öyle olsaydı, bu zamana kadar çoktan ortaya çıkarlardı. Ama hiçbir şey yapmadılar. Ayrıca böyle kesin bir sonuca varmak için çok erken”

“Ya zamanını bekliyorlarsa?” dedi Kılkuyruk sessizce. Bu cümlede öyle bir ağırlık vardı ki yerin altından gelen bir uğultu gibi çöktü.

Kafamı yavaşça iki yana salladım. Sanki bu hareketle üzerime sinmiş uğursuzluğu, zihnimi kemiren karanlık kuşkuları silkeleyebilecektim. Ama olmadı. Ne içimdeki boğuk his azaldı ne de ortamın ağırlığı hafifledi. Bu işte bir tuhaflık vardı. Evet, ilk bakışta her şey sıradan bir olaymış gibi görünüyordu. Ancak... içimde... mantığın sınırlarını aşan bir şeyler fısıldıyordu: “Gördüğün, yalnızca görünen.”

Henüz çok erkendi. Karar vermek, hüküm kesmek için fazlasıyla erkendi. Eldeki veriler, bizi tek bir yöne sürüklüyor gibiydi ama bu yön, gerçek miydi? Yoksa biri bizi, bilerek o yola mı itiyordu?

“Neyse,” dedim, derin bir nefesle. Boğazıma kadar dolmuş düşünceleri bir an olsun bastırmaya çalıştım. “Şu yerdeki şeyi alalım. Temiz temiz havaya çıkalım. Ardından bizimkileri ararız, detaylı incelemeyi onlar yapar. Biz de sessizce uzaklaşırız buradan.”

Ağzımın içinde paslı bir metal tadı vardı. Havanın kokusu... Tanımlanamaz bir şekilde ağırdı. Rutubet ve çürümüşlüğün kesif karışımı, burnumun direğini yakıyordu. Zihnimi bulanıklaştıran, insanı yavaş yavaş delirten bir havası vardı buranın. Uzun süre kalınmazdı.

Kılkuyruk nefes alırken zorlanıyordu. Gözlerinde bir anlık dalgınlık, omuzlarında yorgun bir çökkünlük vardı. Zihni, karanlıkta yolunu kaybetmiş bir pusula gibiydi adeta.

“Nerede bu?” dedi, boğuk sesiyle.

Telefonumun ekranını yere tuttum, sonra diğer elimle işaret ettim.

“Şurada,” dedim.

O ilerlerken, sırtına hafifçe birkaç kez vurdum. Dikkatini toplasın istedim. Ama gözlerim, istemsizce duvara asılı o çizime takıldı. İçimde bir alarm çaldığında.

“Çıplak elle dokunma!”

Sesim refleksle yükseldi. Kontrolsüzdü ama gerekliydi. Bu işte tesadüfe yer yoktu. Kılkuyruk homurdandı, arkasını bile dönmeden konuştu:

“Bağırmasan? O kadarını biz de biliyoruz.”

Sözlerini duymadım bile. Aklım duvardaki sembollerdeydi.

Yedi kapı…

Yedi ay…

Yedi güneş…

Ve fotoğrafta ki kelime: “Kur 27.”

Tüm işaretler yedili rakamına çıkıyordu. Ama neden? Ne anlatılmak isteniyordu burada?

Ay… Kadim halkların sembol dilinde ay, kadını simgelerdi. Duyguların iniş çıkışı, doğurganlık ve dönüşüm… Kadınla özdeşleşmişti ayın döngüsü.

Güneş… Erkekle. Gücün, aydınlığın, hükmetmenin timsaliydi. Apollon’un kehaneti, Amon-Ra’nın göz alıcı ihtişamı gibi.

Kapılar… Her zaman bir eşikti. Geçiş. Sınav. Uyanış. Ve 27... Bu sayı bir parolaydı sanki. Bilinçaltını tetikleyen bir kilit.

Çizimler, gelişigüzel yapılmış gibi görünse de, her çizginin ardında planlı bir sistem yatıyordu. Bu bir mesajdı. Kime ait olduğu bilinmeyen ama bilen birinin bıraktığı gizli bir anlatım. Bizimle oyun oynuyordu. Onu bulmamız için bırakmıştı adeta bunları.

Kılkuyruk’un sesi düşüncelerimi böldü:

“Ben çıkıyorum, hadi!”

“Geliyorum!” diye seslendim. Bir kez daha, o çizime döndü gözlerim. İçimde açıklayamadığım bir sızıyla baktım ona.

Sonra döndüm ve yürümeye başladım.

Aklımda hâlâ binlerce olasılık çarpışıyordu. Her bir senaryo, diğerini boğuyordu. Tarikat olabilir miydi? Belki. Ama ille de öyle olmak zorunda değildi.

Bazen bir kişi bile yeterdi.

Bir kişi... yeterince sapkınsa, yeterince zekiyse… bir tarikattan daha tehlikeli hâle gelebilirdi.

Ve ben bunu düşündüğüm an Cengiz’in yüzü geldi gözümün önüne. Bu olayın perde arkası, onu yıkardı.

Yeliz, onun karısıydı. Ayrılsalar da resmen boşanmamışlardı o zamanlar. Bu ihanetvari kumpasın en masumu ve en acı çekeni. Ama Cengiz... o hep Yeliz’in yanında kalmıştı.

Ve benim.

Benim yanımda.

Beni, kendi çocuğu olmadığı hâlde sahiplenmişti. Sırf Yeliz incinmesin diye, sırf bu çirkin hikâye kapanıp gitsin, insanlar dedikodularını sustursun diye.

İçimde bir şey kırılmıştı o anda. Ben böyle bir adama gerçekleri nasıl söyleyecektim...

Onu düşündükçe mideme ağrılar giriyordu. Bu gerçekle yüzleşmesi gerekirse... onun yerle bir oluşunu izlemek zorunda kalacaktım. Buna hazır değildim. Onunla her ne kadar yakın olmasak da, bu dünya da tanıdığım nadir olan en sadık ve iyi insanlardan bir tanesiydi.

Dalgın bir hâlde gözlerim yerde dışarı adımladığımda bir takım sesler geldi kulağıma. Kafamı yerden kaldırıp baktığımda ise ayaklarım olduğum yere çivilendi. Bilincimin beni, üzüntünün kıyısından alıp kabusun tam ortasına fırlattı.

Nefesim boğazıma takıldı, kalbim bir yumru gibi göğsümde sıkıştı.

Hayır...

Tüm alan silahlı adamlarla doluydu. En az bir düzine… Hepsi bana bakıyordu. Silahlarını doğrultmuş bir şekilde. Kaslarım gerildi. Gözlerim çevreyi taradı. Ama bakışlarım bir yerde sabitlendi:

Kılkuyruk’un yakalanmış bedeninde. Kollarından tutmuşlardı. Dizlerinin üstündeydi. Adamlardan bir tanesin çenesinden kavramış onun sesini kesiyordu. O adamın yüzünde siyah bir maske olsa da gözlerini aklıma kazıdım.

Hemen karşılarında biri vardı. Tanıdık değil... ama tanınması kolay.nYüzündeki sırıtış… bir hayvanın avını kokladığı andaki tatmin gibiydi.

Ulu Örgütündendi bunlar. Onları tanımamak mümkün değildi. Simsiyah kıyafetleri, simetrik duruşları, taşıdıkları özel silahlar…

Adam bana doğru bir adım attı. Alaycı bir ifadeyle başını hafif eğdi.

“Senin gibiler neden hep yalnız gezer, bilmiyorum,” dedi. Sesi tiksindirici bir kibir taşıyordu. Sonra… başını hafifçe yana eğdi beni baştan aşağı süzerken. Gülümsedi.

“Gerçi işime geldi.”

Sözleri kan gibi damladı zihnime.

İçimden bir çığlık yükseldi ama yüzümde en tanıdık maskemi taktım: Soğuk, duygusuz, umursamaz.

Bu onların en sevmediği şeydi. Benim en güçlü silahımdı.

Bu adamlardan birine göstereceğim en küçük zayıflık, gözümün içine baka baka kullanacakları bir zaafa dönüşebilirdi. Aynı bir köpekbalığı gibilerdi. Korkunun, zayıflığın kokusunu kilometrelerce öteden alabilirdi. Sadece onlar değil bu camiada ki herkes için geçerliydi. Bunu biliyordum. O yüzden karşımdaki herifin beden dilini taklit ederek oyununu onun kurallarıyla oynamaya karar verdim. Ama zihnimde daha başka şeyler dönüyordu. Tüm kaçış yollarını gözden geçiriyor, bu cehennem çukurundan nasıl çıkabileceğimizin ihtimallerini tek tek ölçüyordum.

Kılkuyruk’un gözlerine bakmıyordum, onun düşüşüne tanıklık edecek cesaretim yoktu belki de. Ama karşımda duran adama her zerremle odaklanmıştım. Soğukkanlılığımın ardına, tehlikeli bir delilik sardım. Bunu fark etsin istiyordum. Dudaklarımı büzerek küçümseyici bir ifadeyle konuştum:

“Tüh... Şimdi ne yapacağız?”

Adamın gözleri parladı. Cevap vermek için ağzını araladığı anda, işaret parmağımı dudaklarına götürdüm. Dikkatini farkında olmadan gösterebileceğim bir zayıflığı ona fark ettirmemek için.

“Daha konuşmamı bitirmedim,” dedim, sanki sahne bana aitmiş gibi. Onun cevabını değil, tepkisini görmek istiyordum. Nefes alışını, gözlerinin içine sızan öfkeyi...

Ancak beklediğim tepki öfkeyken. O parmağımı usulca öptü.

Donakaldım. O anı donduran şey tiksinti değil, kontrolümün elimden alınmış olmasıydı. Sözde güç gösterim, onun için sadece yeni bir oyun alanıydı.

“Bu ne cüret?” diye çıkıştım, ama o hızla benim parmağımı tuttu, ardından kendi işaret parmağını dudaklarıma dayadı. Beni susturdu.

Piç kurusu! Beni zekâmla değil, sabrımla sınayan bu adamı asla unutmayacaktım. Üstelik diğerlerinden farklıydı. Yüzü açıktaydı; hiçbir maske arkasına saklanmamıştı. Kalın ve dağınık kaşları, koyu kumral saçlarının gölgelediği sert hatlı yüzü ve düşük göz kapaklarının ardında pusuya yatmış bakışları… Tehlike sinyalini bas bas bağırıyordu. Ama bu karanlık yüzü aydınlatan şey, yanaklarına serpişmiş birkaç masum çildi. Tanrı bile onunla alay etmiş gibiydi.

Yaşıt sayılırdık, belki de bu yüzden cesareti bu kadar fazlaydı.

Adam parmağını çekmeden bana daha da yaklaştığında öfkeyle suratına yapıştırmamak için tüm gücümle kendimi tuttum. Bu sabır, içimi yakıyordu. Sayıca fazlaydılar ve Kılkuyruk onların elindeydi. Yapacağım tek bir yanlış hareket, onun hayatına mal olabilirdi. Yumruklarımı sıktım, tırnaklarım avuçlarıma battı.

“Şıh... En sevdiğim,” dedi sırıtkan bir edayla.

“Çek elini,” dedim, gözlerimden çıkan kıvılcımlar sesime yansımıştı.

Ama o bundan da hoşlandı. Dudaklarını yavaşça yaladı.

“Ah… Geçen sefer ne olduğunu görmüşken... Ne elimden ne gözümden feragat edemem seni,” dedi.

Sabrımın ipin ucuna geldiği andı bu. “İndir elini. Geri çekil, yoksa konuşacak halin kalmaz,” dedim, içimden gelen bir tehdit tonuyla.

Oysa adamlar zaten konuşmak için buradaydı. Silahlar patlamadıysa, bu zaten Kağan’ı istedikleri anlamına gelirdi. Ben, onların liderini kaçırmıştım ve şimdi bana fatura kesmeye gelmişlerdi. Bizi tek yakalayabilmek için peşimize düşmüşlerdi. Bu kadar net. Bunun zaten biliyorduk.

Ama biz bunu nasıl fark edememiştik? Neyi atlamıştık? Belki de Kağan’a olan dikkatimiz her şeyi gölgede bırakmıştı. Kendi güvenliğimizi geri plana atmıştık. Bu sorular şimdi değil, sonra cevabını bulmalıydı.

Şimdiyse burada ve bu anda, öfkemin ateşiyle konuşmalıydım. Adam cık diyerek başını eğdi, bana yaklaşırken yüzüme doğru konuştu:

“Bizden aldığını geri ver... Ben de istediğini yapayım,” dedi, sigara kokulu nefesiyle.

İçimden irkilsem de yüz ifadem kıpırdamadı.

“Hmm... Sahi, sizden ne almışım ben?” dedim, gözlerinin içine baka baka, aptal numarası yaparak.

Eğer sabrımı zorluyorsa, ben de onun sinirlerini lime lime edecektim.

Adam sırıtıyordu. O sırıtış öyle tanıdıktı ki, insanın sinirlerini ip gibi geren cinstendi. Benim dalga geçiyordu adeta.

“Boşuna numara yapma. Ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun. Kağan Barkın’ı istiyoruz,” dedi, sahte bir sakinlikle.

Fakat gözleri...

Sözleriyle taban tabana zıttı.

Kağan’ın ismi dudaklarından bir tehdit gibi değil, bir lanet gibi dökülüyordu. Sanki nefretin içini kemiren zehri artık yüzeye çıkmıştı ve taşmaya ramaktı.

Sonra, o kibirli parmağı rujumu taşırarak dudaklarımdan çekildi ve yüzüme dokunmak üzere hamle yaptı. İşte şimdi, bütün sabır tellerim koptu. Gözlerimin içinden kibirle yürüyen bu hadsiz, bir kadının sınırlarını test ettiğini sandıysa, fena yanıldığını anlayacaktı.

Elini bileğinden ani bir hareketle yakaladım. Başparmağımı sinir ucuna bastırdım ve kolunu sertçe büktüm. Vücudu istemsizce yana doğru eğildi. Diğer elimle koltuk altına net bir darbe indirdim. Acı dolu çığlığı sokakta yankılandı.

Yankı yalnızca sesi değil, güç dengelerini de parçaladı. Etraf hareketlendi. Göz ucumla silahların bu kez Kılkuyruk’a yöneldiğini gördüm. Endişem hat safhaya çıkarken, şu raddeden sonra duramayacağımı biliyordum. O yüzden hızlı hareket etmek zorundaydım. Sadece bunu yaparak kaba kuvvet değil, zekamı da beraberinde göstermeliydim.

Elini hâlâ kavramışken vücudunun etrafında bir yay gibi dönerek pozisyon aldım. Kolunu ters çevirerek dizlerinin arkasına güçlü bir tekme geçirdim. O dizlerinin üzerine bir çuval gibi çökerken. Çığlığı bu sefer daha kalındı, daha içten atmıştı. Evet onlar da güçlü ve teknik biliyorlardı aynı zamanda bir erkek olarak fiziksel güçleri benden daha fazla olabilirdi bundan kaynaklı bu durumu eşitlemek için hızıma özen göstermiştim. Tüm bu olanlar saniyesinde olup bitmişti.

Belimdeki silahı çıkarıp ensesine dayadım. Ölüm nefesimi duyacak kadar yakındaydı artık. Kolunu sırtına doğru gerdikçe gerdim. O acıdan dişlerini sıkıp inlerken. Ben sesimi yükselttim. Kararlı, titremeyen, korku tanımayan bir tonda:

“O silahlardan çıkacak tek bir kurşunla... İlk bu densizin beynini dağıtırım. Sonra yanımda götürebileceğim kim varsa alır giderim. Biz iki kişi eksiliriz, ama siz… liderinizle birlikte çok daha fazlasını kaybedersiniz.”

Nefesim kesik kesikti ama duruşum dimdikti. Çenemi yukarı kaldırdım. Bakışlarımı etraftaki adamlarda gezdirdim. Sadece tahminime dayanarak büyük risk almıştım fakat yanılmadığımı gördüm. Bu adamlar bizim işimizi bitirmek için gelmemişlerdi. Bir takas için bizi almaya gelmişlerdi. O yüzden öldürme yetkileri yoktu. Buna yaralama da dahildi.

Onlar, maskelerinin ardında belirsiz ifadelerle birbirlerine bakarken bir yandan da silahlarını sert bir şekilde kavrıyorlardı. Bunu onlar da kestirememiş olacaklar ki ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Öldürecekler miydi? Yoksa bu olanlara göz yumup gelme amaçlarını mı uygulayacaklardı?

Aynı sertlikte devam ettim:

“Karar verin. Medeniyetin diliyle mi konuşacağız, yoksa kurşunların diliyle mi?”

--

YELİZ

Kızım, gözlerinde taşıdığı hüzünle minik yavrularla ilgilenirken sessizce yanına oturdum. Elimi uzatıp miniklerden birini avuçlarıma aldım, parmak uçlarımla sırtını okşarken başımı hafifçe eğdim ve kızımı göz ucuyla süzdüm. “Benim cıvıl cıvıl öten kuşumu içine kapatan nedir?” diye sordum usulca. Anne yüreği işte… Onu böyle suskun, içine dönük görmek kalbimi paramparça ediyordu.

Parla, gözlerini benden kaçırarak derin bir nefes aldı. Elim farkında olmadan yanağına uzandı, yüzünü okşadım. Ne kadar büyürlerse büyüsünler, benim için hep o minicik hallerindeydiler.

“Anne,” dedi sonunda sesi titreyerek, “Ben çok mu güçsüzüm?”

Kaşlarım hemen çatıldı. “O da nereden çıktı şimdi?” dedim kaygıyla. Çatışmadan bu yana hem Parla’da hem Pars’ta gözle görülür bir durgunluk vardı ama zorlamanın kimseye faydası olmazdı. Bize içlerini açmaları için zaman tanımamız gerekiyordu.

Omuz silkti kızım. “Hiç… Boşver.” deyip geçiştirmeye çalıştı.

İçten içe teşviğe ihtiyacı olduğu belliydi. Yerde, bağdaş kurmuş hali bile içine kapanmış bir hâli yansıtıyordu. Yavaşça yanına uzandım, kafamı bacaklarının üzerine koydum. Eskiden hep onu dizlerime yatırırdım; şimdi roller değişmişti. Karnımın üzerine bende ki miniği yerleştirirken yumuşacık bir sesle konuştum.

“Biliyor musun? Benim içime bu düşünceler ilk kez babandan hoşlanmaya başladığım zamanlar düşmüştü.”

Parla başını çevirip şaşkınca baktı. “Nasıl yani?”

Yanaklarımın içini havayla doldurarak mırıldandım, “Şöyle… Malum, biliyorsun, ailelerimiz ezeli rakipti. Hatta düşman bile sayılırdık. Babanı sevmeye başladığımda, ondan kaçtım. İçime kapandım çünkü korkuyordum. Kalbim ona çekilse de aklım hep engellerle doluydu. Ya ailem bana sırtını dönerse? Ya annem, babam beni reddederse? Onunla bir gelecek için her zorluğa dayanabilir miydim gerçekten? Güçlü olabilecek miydim?”

Parla, anlatımıma kapılmış gibiydi. Elini saçlarımda gezdirirken gözleri uzaklara dalmıştı.

“Sonra ne oldu biliyor musun?” diye sordum hafifçe tebessüm ederek.

Kızım gözlerini kısıp kuşkuyla “Biliyorum,” dedi. “O dillere destan aşkınız tüm zorluklara rağmen kavuştu. Ama asıl sormak istediğim şu: Ne zaman içimize dönsek, durgunlaşsak, sen babamla olan aşkını bizim ruh halimize göre anlatmaya başlıyorsun. Neden?”

Gülümsedim. Elim kalbime gitti. “Bilmem,” dedim, “Böyle anlarda hep baban geliyor aklıma. Kalbimi ısıtıyor, moralimi düzeltiyor.”

Parla dudaklarını büzüp havaya doğru üfledi. “Anladım… Siz birbirinize deliler gibi âşıksınız. Bazen kıskanıyorum. Ama annem olduğun için babamı seninle paylaşabilirim,” dediğinde kahkahamı tutamamıştım.

Küçüklüğünde bile babasını kıskanır, kucağından inmezdi. Yüzüne muzipçe bakarak sordum, “Peki şimdi söyle bakalım, nedir bu hâlin?”

Parla bir an için bana baktı, sonra o toparlanan hali yeniden çözüldü. O gözlerinde yeniden o tanıdık acı peydahlandı. Derin bir nefes aldı.

“Lavinia…” dedi yalnızca.

Kalbim bir anlığına durdu sanki. İçimde tanıdık bir acı kıvrandı. Yutkundum.

“Onun çatışmadaki hali gözümün önünden gitmiyor,” diye devam etti. “Ben... korkudan kıpırdayamadım bile. Pars’ın yönlendirmeleri olmasa donup kalırdım. Lavinia ise… Yaralı bacağına rağmen soğukkanlıydı. Hemen plan yaptı. Bizi oradan çıkardı. Kendimi o an işe yaramaz hissettim. Onların yanında bir yük gibi…”

Sözleri kalbime saplanan bir hançer gibi acıttı beni. Minik yavruyu yavaşça kenara bırakıp doğruldum. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım.

“Ben tam bir işe yaramazım,” dedi gözleri dolarak. “Lavinia’yı orada zora soktum, sizi de burada meraktan öldürdüm.”

Onu sıkıca bağrıma bastım, saçlarını öptüm, sırtını sıvazladım.

“Şöyle konuşma annem… Her insan farklıdır. Sen ve Lavinia farklı hayatlar yaşadınız. O çok daha önce tanıştı bu karanlıkla, sen ise ilk kez böyle bir olayın içine düştün. Korkman, bocalaman, çaresiz hissetmen çok doğal. Kendini onunla kıyaslayarak incitme.”

Ama içimden geçenleri ona söyleyemedim. Çünkü Lavinia’yı o karanlığa sürükleyen, onu yalnızlığa iten ben olmuştum. Onun annesi olamayan bendim. Parla gibi yüksekten konuşmuştum ben de zamanında ama gerçek bir şey yapamamıştım. Asıl işe yaramayan, asıl korkak bendim…

Parla biraz sustuktan sonra, sesi bu kez daha toparlanmıştı.

“Biliyorum ama kendimi onunla kıyaslamadan edemiyorum. Çatışmadan sonra hep onu düşündüm. Lavinia ilk kez böyle bir durumda kaldığında ne hissetti? O da korkmuş mudur? Onun konuşabileceği kimse var mıydı? Ben size anlatabiliyorum ama ya o?”

İçimdeki yara bir kez daha açıldı. Düşüncelerimi bastırdım, gözyaşlarımı geri çektim. Kızımın gözlerinin içine bakarak alnından öptüm.

“Gece geç oldu,” dedim yumuşakça. “Hadi, minikleri al, güzelce uyu. Dinlenmen gerek.”

“Anne…” dedi itiraz edecekmiş gibi ama hemen sözünü kestim.

“Bunları konuşmak için artık çok geç. Şimdi bu düşünceleri kafandan atıyorsun. Derin bir nefes alıyorsun ve doğruca uyuyorsun. Tamam mı? Yarına yoğun bir eğitim programımız var.”

Parla başını usulca salladı. Minikleri taşıma çantasına yerleştirirken bana son kez dönüp baktı, sonra sessizce gitti.

Ve ben… şimdi artık ağlayabilirdim.

Sürekli kanayan bir yara gibi Lavinia, ben… Kendimce bastırdığımı sandığım, zamanla unuttuğumu inandırmaya çalıştığım bir sızıydı. Kendi hatamın yükünü ona yükleyip, yalnız bırakmıştım. Tüm bu olanları geride bıraktığımı düşünmüştüm. “Artık küçük kızıma da annelik yapabilirim,” demiştim kendime. Ama ne zaman ona en çok lazım olsam, gözlerinin içine bakamazken buluyordum kendimi. İçimde birikmiş suçluluk, utanç, pişmanlık; tüm duygular, gözlerimin önünde bana yabancılaşan kendi çocuğumun sessizliğiyle çarpışıyordu. Aramızda bir yabancılık vardı. O ise bu yabancılığı her defasında adımla seslenerek daha da derinleştiriyordu.

“Anne” demiyordu. “Yeliz” diyordu.

Bunu hak ediyordum. On gün boyunca ortadan kaybolduğunda yüreğim yerinden çıkacak gibiydi. Fakat sonra… Sonra ikizlerimin çatışmanın ortasında kaldığı haberi geldiğinde, yine onu unuttum. Yanımdan geçip giderken görmemiştim bile. O an anladım; çocuklarıma sevgiyi adilce dağıtamamıştım. Hangisine ne kadar eksik, hangisine ne kadar fazla verdiğimi ölçememiştim. Kendime bile adil olamazken, o çocuğa nasıl adil davranabilirdim ki?

Burnumu çekerken yanağımdan süzülen yaşları aceleyle sildim. O sırada yanımda beliren, dumanı üzerinde tüten bir kupayla irkildim. Başımı sağa çevirdiğimde kahve kokusuyla birlikte Özgür’ün yüzüyle karşılaştım. Bakışlarımı hemen kaçırdım. Elindeki fincanı biraz daha uzatıp yumuşak bir sesle, “Al hadi,” dedi. Çekingen bir halde fincanı alırken “Teşekkür ederim,” dedim neredeyse fısıltıyla.

Onunla yan yana olmak istemiyordum. Özellikle de Lavinia’nın o barı araştırdığını duyduğumdan beri zihnimde kapalı kalmış bir kapı açılmış gibiydi. Onunla o barda yaşadıklarımız, bulanık ama rahatsız edici görüntüler halinde hafızamın köşelerinden sızmaya başlamıştı. Bu düşünceyle baş etmek zordu. Üstelik Cengiz vardı. Ne olursa olsun, onu daha fazla incitmek istemiyordum. Hiçbir adam, karısının geçmişte kendisine ihanet ettiği bir adamla baş başa olmasını istemezdi.

Özgür, usulca sağ tarafıma geçip bağdaş kurarak oturdu. Ben toparlanıp gitmeye hazırlanırken, sesi beni yerime mıhladı:

“Biraz konuşabilir miyiz?”

Yüzüne bakmadan, ağladığımı saklamaya çalışarak düz bir tonla, “Seninle konuşmam doğru olmaz,” dedim.

Bir nefes sesi duyuldu ardından.

“Merak etme, Cengiz’in haberi var. Şimdilerde eşini kaybetmiş dul bir adam olsam da, bir zamanlar ben de evliydim. O yüzden sizi anlayarak davranıyorum.”

Bu sözleriyle yüzüne döndüm istemsizce. Cengiz… Ne yani, gerçekten izin mi vermişti? Bu konuşma aramızda değil, onun bilgisi dahilinde mi gerçekleşiyordu? Kocam rıza gösterdiyse sorun yoktu o zaman. Ayağa kalkma niyetimden vazgeçip kupamdan bir yudum aldım.

“Ne konuşacağız?” dedim mesafeli bir sesle. Zaten Özgür kötü niyetli biri olsaydı, şimdiye kadar zarar verirdi.

Gözlerini pencereye çevirerek, “Kızım… ve şu bar meselesi hakkında konuşmak istiyorum,” dedi. “Tabii bu konuyu Cengiz’in yanında açmak doğru olmazdı, o yüzden yalnız konuşmayı tercih ettim.”

Kulaklarım “kızım” kelimesinde takılı kaldı. Lavinia, herkesin önünde onu babası olarak seçmişti. Boğazım da bir yumru daha belirirdi.

“O seni kabullendi zaten... Konuşacak bir şey kalmadı,” dedim kırgınlıkla. Bahçedeki o an gözümün önüne geldi; sarılışları, birbirlerini bulmuş iki yaralı gibi kenetlenişleri. Oysa ben… Ona bir kez bile sarılamamıştım. Şimdi doya doya sarılacak biri vardı hayatında. Onu kıskanıyordum. Kendi kızımın kalbine dokunamadığım her saniyeyi, bir başkasının telafi etmesine tahammül edemiyordum.

Özgür’ün sesi buğulu bir soğuklukla geldi:

“Olması gereken oldu diye beni suçlayamazsın.”

Başımı kaldırmadan karşılık verdim:

“Suçlamıyorum. Bunu da nereden çıkardın?”

“Gözlerinden,” dedi. Kaşlarıyla beni işaret ediyordu.

Kupayı avuçlarımda biraz daha sıktım. Bu durum sinirlerimi bozuyordu.

“Her neyse… Kızım bu konuşmanın dışında,” dedim, sesimi bastırmaya çalışarak.

Özgür gözlerini devirip hafifçe başını salladı:

“Öyle olsun... Kızımı konuşmayız. Ama araştırmasına yardım etmeye çalışıyorum. Çünkü onu artık biraz olsun tanımaya başladım. Bunun peşine düştüyse mutlaka bir bildiği var.”

İçim daralıyordu. Göğsümün tam ortasında büyüyen o sıkışma hissi, her nefeste biraz daha yerleşiyordu kalbime. Cengiz’e yaptığım o affedilmez yanlış, yıllar geçse de içimdeki yükü hafifletmiyordu. Şimdi, o yanlışı yaptığım adamla bu konuyu konuşacak olmam mideme taş gibi oturuyordu. Hafızamın kıyısında kalmış silik anılar birer fotoğraf karesi gibi parıldıyordu gözlerimin önünde. Ama sadece görüntüler değildi canlanan... Hissettiğim karmaşık, utanç verici duygular da birer birer dönüyordu. Kendimi, aynaya bakmaya cesaret edemeyecek kadar iğrenç bir kadın gibi hissediyordum. Kalbim Cengiz diye çırpınırken, vücudumun Özgür’le yaşadığı o elektrik çarpması gibi temasları hatırlamak... Akıl almaz bir çelişkiydi bu. Hâlâ nedenini anlayamıyordum.

Boğazımı temizleyip sesime hâkim olmaya çalıştım. “Bunun altında büyük bir şey olduğunu sanmıyorum,” dedim, sesimin titrememesi için özenle. “Belki de sadece tutunamayan bir bar... Açılmış, ilgi görmemiş, kapanmış, unutulmuş.”

Kelimelerim mantıklı geliyordu bana. Sonuçta böyle yüzlerce mekân vardı, açılır ve kapanır, kimse de ardından sorgulamazdı. Her şeyin altında bir komplo aramaya gerek yoktu.

Ama Özgür’ün gözleri öyle demiyordu. Başını yavaşça iki yana salladı. “Yanılıyorsun,” dedi, dudaklarının kıyısından sızan bir acı ifadesiyle. “Öyle bile olsa, kayıt olurdu. Ama hiç var olmamış gibi. Biz o mekânı nasıl bulduk, neden yalnızca bizim fotoğraflarımız çekilmiş? Ve neden bugüne kadar saklanmış?”

Sözleri yüzüme bir tokat gibi çarptı. Sırtımın ortasından aşağıya bir soğukluk indi. Mantığım hâlâ dirense de kuşkular yavaşça kıpırdanmaya başlamıştı içimde. Kim, neden bizimle bu şekilde uğraşsın ki? Bu deli saçması iddialar gerçek olabilir miydi?

“Bence siz fazla abartıyorsunuz,” dedim, biraz sert bir tonda. “Muhtemelen sadece biz yoktuk orada. Belki bizi tanıyan biri, özellikle evli olduğumu bilen biri, ihaneti kanıtlamak için fotoğrafları çekti. Kendisini de açık etmeye cesareti yoktu. Belki de hepsi bu kadar basit.”

Özgür, söylediklerimi akılsızca bulmuş gibi yüzüme baktı. “Peki ya hafızam?” dedi bir anda, bakışları sertleşmişti. “Neden hatırlamıyorum? Öncesi yok. Sadece koca bir boşluk var zihnimde.”

Kaşlarımı çattım. “Çok içmişsindir, ondandır,” dedim, sesime sinir sızmıştı. Alkol etkisiyle unutmak mümkündü. Beyin bazen korunmak için silerdi bazı anları. Ama benim silik de olsa hatırlıyor olmam, bir azap gibiydi. Belki Allah, Cengiz’e yaptığım yanlışı bu yolla bana ödetiyordu.

Özgür, başını yavaşça iki yana salladı. “Sen anlamıyorsun,” dedi, kelimelerini zorlayarak. “O zamanlar çılgın çağlarımdı, evet... ama hiç o kadar içmedim. Diyelim içtim, o zaman mekânı neden hatırlamıyorum? Öncesi yok, yok. Bu ne anlama geliyor?”

Yutkundum. Çünkü o an fark ettim... Ben de hatırlamıyordum. Mekânın adını bile bilmiyordum. Oraya nasıl gittiğimi, sonrasında nereye gittiğimi... hepsi kayıptı. Geriye sadece birkaç bulanık görüntü ve his kalmıştı. Elim ayağım soğumaya başladı.

“Önemsiz bulduğun için unutmuşsundur belki ya da oraya gitmeden önce de içtin...” dedim bu kez sesim çatallanmıştı. Sinirlerim gerilmişti, düşünceler beynimde bir örümcek ağı gibi dolaşıyordu. Hiçbiri mantıklı değildi ama yine de mantığımı zorlayarak inanmaya çalışıyordum.

Özgür, birden Lavinia’yı anımsattı. “Lavinia’nın doğum tarihi 25 Ocak 1998... Hesapladığımda, hamile kaldığın dönem 1997’nin Nisan sonu ya da Mayıs başı olmalı. Ama ben o zamanları dair doğru dürüst hatırlayamıyorum. Ne kadar zorlasam da, hafızamda sadece acı var, baş ağrısı gibi bir baskı.”

Yutkundum. O doğum anı bir kâbus gibi geri geldi. Lavinia’yı doğurmak istememiştim. Hastaneye gitmeyi reddetmiş, ölü doğması için elimden geleni yapmıştım. Her seferinde Cengiz araya girmişti. Duygularım, hormonlarım... hepsi karmakarışıktı. Ne yaptığımı, ne istediğimi bilmiyordum o günlerde. Ve sonunda Cengiz, beni kendime zarar vermemem için yatağa bağlayarak doğumu gerçekleştirmişti. O korkunç an gözümün önünde canlandığında, gözlerimi sıkıca yumdum.

Kupayı elimden bıraktım. Seramik zeminde bir titreme bırakarak devrildi. Ayağa kalktım, dizlerim titriyordu. Özgür, bir şey söylemeye yeltendi ama ben elimi kaldırarak susturdum.

“Daha fazla konuşmak istemiyorum,” dedim, sırtımı dönerek. “Bu konuşma anlamsız. Burada bitsin.”

Titrek adımlarla uzaklaştım. Özgür arkamdan gelmedi. Sadece ağır bir nefes alışını duydum, o kadar.

Kendimi odaya attığımda ne kadar süre geçti bilmiyordum. Yatağa yaklaştım, bir yastığı elime alıp ağzıma bastırdım. Bağıra bağıra ağlamak istiyordum. İçimdeki çığlıklar boğazımı parçalıyordu. Ben kızımı, Lavinia’yı, doğmadan önce öldürmeye çalışmıştım. Ne ara böyle bir kadına dönüşmüştüm?

Ben ondan önce de bir anneydim. Buna rağmen nasıl böyle bir yanlış yapabilmiştim?

Cengiz, onu doğurttuğunda, kucağıma vermek istemişti. Ben almamıştım. Sonrasında da... hiç almadım.

“Allah’ım...” dedim boğuk bir sesle. “Vicdanım susmuyor. Bu yük çok ağır... ne olur, yardım et.”

Ve yastığın içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Tüm geçmişim, üzerime yıkılan bir duvar gibiydi.

--

CENGİZ

Zaman, ellerimden kayıp giden bir su misali akıp gidiyordu. Bahçede, iliklerime işleyen soğuğa rağmen Lavinia’yı bekliyordum. O sırada zihnim başka bir yere takılıp kalmıştı: Karım ve Özgür'de.

Özgür, o konuyu eşimle görüşmeden önce benden izin istemeye geldiğinde, ilk öfkeyle karışık bir şaşkınlık yaşamıştım. İçimde bir yerler "Nasıl cüret eder?" diye bağırsa da, öte yandan bu davranışı içten içe takdir etmeden edememiştim. Saygılıydı. Açıkça belli etmişti; eğer rıza göstermezsem asla konuşmayacaktı. Oysa isterse, arkamdan iş çevirebilirdi. Ama o bunu seçmemiş, bana danışmayı uygun bulmuştu.

Ben de gönlüm razı olmasa da “olur” demiştim.

Çünkü biliyordum ki, böyle düşünen bir adamın karıma yanlış bir hareketi olamazdı.

Özgür’le birlikte Lavinia’nın kayıp olduğu zamanlar da Özgür’ü daha iyi tanımaya başlamıştım. Duruşu netti, sözünün eri bir adamdı. O, Lavinia’ya benden daha iyi bir baba olacaktı. Bu gerçeği kabullenmek kolay değildi ama ne o ne de Lavinia, bu konuda bana danışacak değildi zaten. Çünkü Lavinia onun kızıydı... benim değil.

Aklımda onların sarılışları belirdi; Lavinia’nın ona "baba" deyişi yankılandı kulaklarımda. Kalbimde o geçirdiğim krize benzer bir sıkışma hissettim. Her şey doğruydu, evet... ama doğru olan her şey, insana kendini iyi hissettirmiyordu.

Düşündüm, Lavinia bana en son ne zaman “baba” demişti? Hatırlayamıyordum. Hiç fark ettirmeden, bırakmıştı bana böyle seslenmeyi. Öz olmadığını öğrendiği zaman mı, yoksa daha önce mi? Bilmiyordum.

O güne dek hiç düşünmemiştim. Ama şimdi geçmiş gözümde canlanıyordu. Ona karşı azımsanmayacak hatalarım vardı.

Doğduğu gün, daha dünyaya bile gözlerini açmadan onu annesinden korumaya çalışmıştım. İçimden "Allah bu canı vermişse, almak bize düşmez" demiştim. O yanlışı, doğmamış bir sabiye yüklemeyi vicdanıma sığdıramamıştım.

Ama sonra... sonra ona bakamamıştım. Varlığı, uğradığım ihanetin canlı bir kanıtıydı. Onu gördükçe içim kanıyordu. “Görmezsem daha iyi olur,” deyip kenara çekilmiştim.

Ne zaman bana “baba” dese, kendi çocuklarıma haksızlık ettiğimi düşünür olmuştum. Yine de ona üzülüyordum. Belki üzülmekten de öte, ona acıyordum.

Kendi çocuklarımla vakit geçirdiğimiz anlarda, Lavinia'nın bir köşede bize bakışı... O sessiz, boynu bükük bakışlar... içimi paramparça ediyordu.

Ve işte şimdi, zaman döndü dolaştı, beni aynı köşeye oturttu. Ben, Lavinia’nın öz babasıyla yaşadığı yakınlaşmaları uzaktan izleyen bir figürandım artık.

O artık beni görmüyordu.

Hak ettim mi? Evet, hak ettim.

Kendi çocuklarımın peşine düşüp, Lavinia’yı yine geri plana attım. Onu görmezden geldim. Şimdi onun gözünden düşmüş, sesinden silinmiş hâlimle bedel ödüyordum.

Fakat onunla konuşmalıydım. Geçmişin bütün yükünü sırtıma alarak ondan özür dilemeliydim. Annemin, babamın, benim yaptığım tüm yanlışlar için... Onu yanımızda sanıp da yanımızda hissettiremediğimiz zamanlar için…

Yanımızdayken bile yaklaşan tehlikeleri göremediğimiz için…

Hepsi için özür dilemeliydim.

O kalp krizini geçirdiğim an…

Gördüğüm rüya mıydı, kabus mu… bilmiyorum. Gerçek miydi, bilinçaltımın bir oyunu muydu, onu da bilmiyorum. Ama Lavinia’ya bunu sormalıydım. Alacağım cevaptan korksam da, artık bilmek zorundaydım.

Ayrıca çocuklarımı sağ salim bana ulaştırdığı için ona teşekkür etmeliydim. Ne yaşanmış olursa olsun, bu kadarı bile bir teşekkürü hak ediyordu.

Büyük demir kapı, ağır bir kükreyişle iki yana açılmasını duyduğumda. Boğucu düşüncelerim de durdu. İçeri giren siyah araba heyecanımı alevlendirdi. Birkaç adım ileriye çıktım. Kalbim hızlandı.

"Lavinia…" dedim içimden.

Aracın içindekini görünce umut soldu, içimden bir parça daha düştü.

Gelen Lavinia değildi.

Serkan’dı.

Olduğum yerde kalakaldım. Heyecanım sönmüş, içimden derin bir of çekmiştim.

Göz devirdim istemsizce.

Bir bu eksikti!

El ele tutuşup, herkesin içinde benim bir tanecik kız kardeşime aşkını ilan etmişti bu herif.

Arabayı park ederken gözlerimle onu takip ettim. “İnşallah beni görmez,” dedim içimden. Gerçekten onunla şu anda hiç uğraşacak hâlim yoktu.

Ancak tabii ki her zamanki gibi…

“Ooo abi ne yapıyorsun bu soğukta dışarda, içeri geçsene!” diye bağırarak, arabasından inip bana yürümeye başladı.

Gözlerimi sımsıkı kapattım.

Sabır.

O gün bugündür, bana "enişte" demeyi bırakmış, "abi" demeye başlamıştı. Bu da sinirlerimi bozuyordu. Kız kardeşime aşkını ilan ettikten sonra bana kardeş gibi davranmaya devam ediyordu. Ben onun kayınçosuyken, şimdi o da benim kayınçom olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu it herif.

Ama ne diyebilirdim ki? Kız kardeşim onu seviyordu.

Ve ben… ben onların aşkına göz yummaktan başka bir şey yapamazdım.

Neticede ikisi de yaşını almış insanlardı. Benim minik kız kardeşim artık büyümüştü. Eskisi gibi, ona yaklaşanları dövemezdim ki...

Serkan yanıma geldiğinde durdu, bana doğru bir adım attı ve sarılmak istermiş gibi kollarını açtı. Ondan uzaklaşıp geri çekildim.

“Defol git! Zaten her yerden hayatıma sızmaya başladın!” dedim öfkeyle.

Deliye bak, sanki yaptığı yetmezmiş gibi şimdi de pişkince sarılmaya kalkıyordu. Kız kardeşime olan ilgisi yetmiyormuş gibi, utanmadan bana da yanaşıyordu. Ama Serkan aynı rahatlıkla konuşmaya devam etti.

“Ne bu şimdi kayınço? Ne sorularıma cevap veriyorsun, ne de sarılıyorsun... Olmuyor böyle, bak yakında tam bir aile olacağız, alışsan iyi olur.”

Beynime tokmakla vuruldu adeta. Aile mi? Ne diyordu bu adam? Ciddiyetin c’si kalmamıştı.

“Ne saçmalıyorsun lan sen? Saygı duyuyoruz diye cıvıtma hemen!” dedim, sesimi yükselterek.

Zaten etraftan kulağıma birtakım şeyler gelmeye başlamıştı, bunları sindirmeye bile fırsat bulamamışken bir de bu...

Serkan, ciddiyetsizliğini bozmadan, dudak kenarına sinmiş hafif bir gülümsemeyle, “Anladım, konuşmayacaksın. Ama burada ne yaptığını tahmin etmek zor değil. Lavinia bu gece eve gelmeyecek. Malum... sevdiceğini gözünün önünden ayıracağını sanmam.” dedi.

Sevdiceği mi?

Vücudum bir anlığına kitlendi. Bahsettiği kişi, hani şu babasını öldürdüğü adam mıydı? Yok artık!

Şokla Serkan’a döndüm. “Gece gece iş çıkarma bana. Git başımdan!” dedim. Gözlerim kan çanağı gibi olmuştu. Zaten o gerçeği öğrendiğimden beri uykum haramdı.

Serkan, omuz silkti. “Vallahi bu kafadan kontak manyak, gelirken bir de oğlanı kaçırmış. İkizler hiç anlatmadı mı?”

Donup kaldım. “Pars ve Parla… biliyorlar mı?” diye sordum.

Dünden beri çocuklar sessizdi. Onları zorlamamıştım. Hatta yanlarında olduğumu hissettirip konuşmak istediklerinde bana gelebilsinler diye uğraşmıştım. Ama şimdi öğrendiğim şey. Onlar kardeşlerinin böyle bir şey yaptığını bizlere mutlaka anlatmalıydı. Ne yaşamış olurlarsa olsun söylemeliydiler.

Aynı zamanda aklım olanları reddediyordu! Onu kaçırılmış bilirken, şimdi bir adam kaçırdığını öğreniyordum.

Üstelik... gönlünü kaptırdığı kişi... Onun yüksek potansiyelde katili olabilecek bir kişiydi. Allak bullak olmuştu.

Serkan gözlerini kıstı, çenesini sıvazladı. “Biliyorlar. Beraber gelmişler zaten,” dedi.

Başıma bir ağrı daha saplandı.

İkizler bir yanda, Lavinia öte yanda. Ne yapmaya çalışıyordu bu kız?

Burnumdan solumaya başlamıştım. “Kimmiş o oğlan, söyledi mi?” diye sordum dişlerimi sıkarak.

Kaç gündür her yeri aramamıza rağmen bulamadığımız bu çocuk da en az Lavinia’lar kadar tehlikeliydi.

Serkan burun kıvırarak ofladı. “Söyledi tabii. Ama… hoşumuza gidecek biri değil,” dedi.

Kaşlarımı çattım. “Oğlum uzatma, söylesene!”

Sabır taşı olsa çatlamıştı. Benimki ise çoktan paramparçaydı.

Serkan kollarını bağlayıp iç geçirdi. “Tam olarak kim olduğunu şuan söyleyemem ama... oldukça tehlikeli bir örgütün başı. Adı da Kağan Barkın.”

Bir anda içimdeki tüm düşünceler örgüt kelimesinin etrafında kümelendi. Benim kızım—pardon, kızım diyemem belki ama—bir örgüt liderine mi gönlünü kaptırmıştı? Hem de şuan onun yanındaydı öyle mi? Aklıma gelen görüntüler hiç hayra alamet değildi. Örgüt’ün bana çağrıştırdıkları ise hiç mi hiç iyi değildi.

Özgür bunu biliyor muydu? Biliyorsa nasıl izin veriyordu buna?

“Örgüt mü? Ne örgütü lan! Özgür biliyor mu bunu? Biliyorsa nasıl göz yumuyor?” diye bağırdım.

İçim içime sığmayarak, ellerim titreye titreye oraya buraya yürümeye başladım. Zihnim çalkalanıyor, gerçeklik benden uzaklaşıyordu. Aklıma hep Lavinia’nın ortadan kaybolup yara bere içinde dönmesi beliriyordu. İlk boğazı, sonra elleri, şimdi bacağı, arada alamadığı nefesler bir bir dönmeye başlamıştı.

Tüm bunları o oğlan mı yapmıştı? O oğlan yaptıysa ne diye onu sevmeye devam ediyordu. Bir insan kendisine sürekli zarar veren birini nasıl sevebilirdi?

Bu sefer aklımda tüm bunları öğrendiğimiz, Özgür’ün bayıldığı o gece canlandı. Kılkuyruk denilen o oğlan ne demişti “Lavinia onun babasını öldürdü” bu cümle ve tüm bunların bana çağrıştığı şey şuydu ya Lavinia vicdan azabından onu sevdiğini sanıyorsa... Ölen kişi kimdi? Nasıl biriydi bilmiyorum ancak duyduklarımdan kesin olarak emindim ki Lavinia vicdan azabı çekiyordu.

Serkan bu ani çıkışıma hazırlıksız yakalanmış gibiydi ama kendini toparlayarak, “Sakin ol kayınço. Kafandan neler geçiyor bilmiyorum ama... bu kadar parlamanı gerektirecek bir şey yok,” dedi.

Beni sakinleştirmek için elini omzuma uzattı. Ancak daha eli bana değer değmez, elimle sertçe ittim.

“Başlarım senin kayınçoluğuna! Kız gitmiş, vatan hainine gönül vermiş, siz hâlâ burada sus pus oturuyorsunuz! Engellemek yerine çanak mı tutuyorsunuz!” diye bağırdım.

Serkan gözlerini kırpıştırarak birkaç saniye ne dediğimi anlamaya çalıştı. Sonunda kahkahayı patlattı.

“Yanlış yere baktın,” dedi, sesi derinleşmişti artık. “Anladığını sandığın şeyin yanına bile yaklaşamadın. Eğer gerçekten düşündüğün gibi olsaydı… Lavinia o adamı kendi elleriyle toprağa gömerdi. Gözünü bile kırpmadan.

Sonra da o toprağı, nefes alan tüm kanı bozukların kanıyla sular, mezar taşlarına kendi adını kazırdı.

Lavinia’yı yanlış tanıyorsun. O, Ülkesine ne şekilde olursa olsun ihanet edecek biri değil. Mehmetçik’e ayrı bir hürmeti vardır. Hatta düzenli olarak Mehmetçik Vakfı’na bağış yapar. Bil istedim.

Bizler kabul temiz değiliz. Ama kuralsız da değiliz. Masuma el uzatmayız. Bizim yolumuz, karanlığın içinden geçenlerle kesişir. Ve her ülkenin karanlığında bizim gibiler vardır. Güç dengesi sağlanmalı ki ülkede karışıklık çıkmasın. Devlette bunu bilir.

Senin kafan karışmış belli. Ama bir daha böyle bir şeyi düşünürsen… sadece düşünürsen bile… o düşünceyi kafandan söker alırım. Ve o boşluğu neyle doldururum, ben de bilmiyorum. Uyarıydı bu. Kayınço.” dedi.

Serkan gibi çoğu şeyi hafife alan, şakacı ve neşesinden ödün vermeyen bir adamın, şimdi karşımdaki bu tehditkâr ve ölümcül hali tüyler ürperticiydi. Başlardaki kahkahaları giderek ciddiyete evrilmişti, ses tonundaki bu değişim insanın içini ürpertiyordu. Peki ne demekti güç dengesi? Ve "Devlet bunu biliyor" neyin nesiydi? Aklımda bu sorular dönüp dururken, daha geçen yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.

Özgür ve Serkan’ın Lavinia için İstanbul’u abluka altına alıp tüm şehri didik didik aramaları, sonra yetinmeyip bu aramaları ülke geneline yaymayı planlamaları... Lavinia'nın bir çatışmanın ortasında aniden ortaya çıkması... Tüm bu olayların ne medyada yer alması ne de polisin peşlerine düşmesi... Bu tablo, onların devletle iş birliği yapan bir mafya olduğunu düşündürüyordu.

Böyle bir gerçekle karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. 90’larda Susurluk kazasıyla ayyuka çıkan devlet-mafya ilişkileri, zamanında komplo gibi gelmişti. Japonya hakkında okuduğum Jakuza örneklerinde de benzer bir işleyiş vardı: Kriz anlarında devletle birlikte hareket eden yeraltı örgütleri... Şimdi o okuduklarımın yalan değil, kanlı canlı gerçek olduğunu fark ediyordum.

Sözler boğazımda düğümlendi. Serkan’a bakarken daha önceden ilk kez gerçek anlamda korktum. Bu evde kaldığımız, zaman zaman diklendiğimiz bu insanların ne kadar tehlikeli olabileceklerini seziyordum fakat gerçekleri yeni yeni kavrıyordum. Serkan ise bana bakıp hafifçe sırıtarak, eski alaycı haline dönmüştü. Omzuma hafifçe vurdu.

“Hey, kork diye demedim,” dedi. “Bizi doğru tanı, yanlış fikirlere kapılma diye söyledim... Neyse kayınço, ben sana aslında başka bir şey söylemeye geldim.”

Elini omzumdan ittim. Artık korku lüksüm değildi. Bu dünyanın bir parçası olmasam da onlarla kan bağımız biliniyordu. Şu saatten sonra geri çekilmek, ailem için zayıflık demekti. Dik durmalıydım. Biz de zamanında zengindik, şirketlerimiz vardı. İtibarın, tek bir yanlışla nasıl yerle bir olduğunu iyi bilirdim. İnsanların gözlerinin hep üstünde olması ne demek bilirdim.

Gözlerinin içine sertçe bakarak konuştum:

“Korkmam seni yanıltmasın Serkan. Ama şunu bil… Ben senin sevdiğin kadının abisiyim. Bana bir şey yaparsan, sen de Ceylin’den olabilirsin.”

Bu sözümün onu sarsmasını beklerken, Serkan’ın gözlerinde tuhaf bir parıltı belirdi. Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.

“Eyvallah, öyle olsun kayınço,” dedi. “Yani bu, evlenmemize onay verdiğin anlamına mı geliyor?”

“Ne?” dedim. “Ne evlenmesi? Ne diyon lan sen?”

Serkan, yüzünde sırıtışla “İznin olursa abi… Allah’ın emri, peygamberin kavliyle kız kardeşin Ceylin’i kendime istiyorum. İlk senin rızan olsun istedim,” dedi.

Daha ne olduğunu anlayamadan yumruğumu Serkan’ın yüzüne geçirmiştim. Bunu ben de beklemiyordum. Korkuyordum evet, ama söz konusu kız kardeşim olunca, işler değişirdi. “Yok lan sana Ceylin!” dedim ve bir yumruk daha attım. Ardından bir daha, sanki kafamdaki tüm düşünceleri, karmaşaları, korkuyu üstümden atmak istercesine ardı ardına indiriyordum yumruklarımı.

Serkan, bu darbeleri karşılıksız kabulleniyordu. Yüzündeki alaycı ifade yerini sükûnete bırakmıştı.

“Karşılık ver ulan!” diye bağırdım.

Ama o, patlamış dudağıyla bana baktı. Kanlı dişlerinin arasından mırıldandı:

“Tövbe haşa, ne karşılık vermesi abi… Ben bunların olacağını bilerek seviyorum Ceylin’i. Yıllar sonra tekrar kavuşmuşken artık beklemek istemiyorum.”

Yakalarına yapıştım, nefesim öfkeyle kesik kesikti.

“Sen benim akıl sağlığımla mı oynuyorsun? Tehlikeli olduğunu kendin söylüyorsun, sonra da kalkıp kız kardeşimle evlenmek istiyorsun. Ben böyle bir adama nasıl emanet ederim kardeşimi!”

Yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. Saklamadı.

“Haklısın… Biliyorum,” dedi. “Ama birbirimizi seviyoruz be abi…”

Bu sözleriyle yutkundum, ellerim gevşedi ama onu bırakmadım. Gözlerine baktım. Bir an… bir anlığına, kendimi onda görür gibi oldum.

“Ya ona senin yüzünden bir şey olursa?”

Yutkunarak cevap verdi:

“Eğer dediğin gibi olur da koruyamazsam… intikamını alır, sonra da kafama sıkarım. Ama bu saatten sonra Ceylin’siz yapamam. Lütfen abi… Kaçak köçek olmasın. Ceylin içi rahat, gönlü ferah bir şekilde benim eşim olsun istiyorum. Benim yüzümden abilerinden olmasın...”

Sustuğum anlarda içime bir ağırlık çöktü. Bu ağırlığı kabullenmek kolay değildi. Serkan’ın yakasını usulca bıraktım. Mantığım hâlâ "hayır" diyordu. Bu evlilik Ceylin’i açık hedef hâline getirirdi. Aşklarını yaşamalarına göz yummak ayrıydı. Ancak evlilik... kanıtlanmış, belgesi olan bir zaaf gibiydi.

“Olmaz oğlum,” dedim. “Çıkar bu evliliği kafandan. Bundan sonra da kardeşimin etrafında dolaşma.”

Serkan başını salladı, geri çekildi.

“Öyle olsun abi... Ama şunu bil, rıza gösterene kadar kapında kul köle olacağım.”

Ardına dönüp giderken arkasından bağırdım:

“Lan başlarım senin inadına, uzak dur kardeşimden!”

Ama o hiç duymamış gibi yürümeye devam etti. Eve girmeye yakın dönüp bağırdı:

“Cem abinin yanına gidiyorum abi! Bir posta da ondan dayak yiyip, sonra kapınızda kul köle olacağım. Bekleyin beni!”

Ben ise ağzım açık, ellerim başımda onun arkasından bakıyordum.

Gerçekten şaka gibiydi… Hem de ne şaka!

--

LAVİNİA

“Karar verin. Medeniyetin diliyle mi konuşacağız, yoksa kurşunların diliyle mi?”

Sert bir tonda konuşurken aynı anda herkesi dikkatle tartıyordum. Bu sokakta kurşunların diliyle konuşulursa, sağ çıkmamızın ihtimali yoktu. Kalbim göğsümde deli gibi gümbürderken, karşımızdaki örgütün adamları kararsızca kıpırdanıyor; bazıları silahlarını bana doğrultmuş, diğerleri hâlâ Kılkuyruk’u nişan alıyordu. Gözlerimde fırtınalar dönüyordu, zihnimdeki planlar bir satranç tahtası gibi hızla şekilleniyordu ama bunu belli etmeyi umursamadım. Böyle bir durumda plansız kalmak zaten delilik olurdu.

Eğer çatışma çıkarsa, önümde diz çöktürdüğüm densizi siper olarak kullanabilir, kısa da olsa zaman kazanabilirdim. Ama Kılkuyruk... Onu tutan adamların arasında savunmasız kalmıştı, adeta açık bir hedefti. Diz çöktürülmüş, ağzı konuşmasın diye sıkıca kapatılmıştı. Debelenen hâli geçmişin karanlık anılarını yüzeye çıkarıyor, içimde alev gibi bir korkuyla karışık öfke kabarıyordu. Böyle bir çatışmada, daha hareket bile edemeden yere serilirdi.

Adamlarından birinin parmağı tereddütle tetiğe gittiğinde, tok ve buyurgan bir sesle bağırdım:

“Sakın!”

Aynı anda elimle adamın kolunu daha da gerip acıyla inlemesini sağlarken, ensesine bastırdığım tabancanın namlusunu sertçe bastırarak kafasını öne eğdirdim.

“Eğer ona sıkılan bir kurşun olursa, andım olsun Kağan’ın anca leşini alırsınız.”

Kağan. O kozumu kullanmak zorundaydım. İstedikleri oydu. Ve onu sağ salim alabilmelerinin yolu, şu an yalnızca benden geçiyordu. Bana kolay kolay zarar veremezlerdi — zira ben, onların gözünde sadece bir rehin değil; gelecekteki veliahtın annesi, örgütün kurucusu tarafından seçilmiş bir figürdüm. Ama Kılkuyruk onlar için değersizdi. Hiçbir anlamı yoktu.

Diz çöktürdüğüm adam inleyerek konuştu:

“Durun! Kağan Bey’in hayatını riske atamayız. Çekin parmaklarınızı o tetikten!”

Dişlerinin arasından acıyla çıkmıştı bu cümle. Kolunu biraz daha çevirmemle yeniden bağırdı.

Demek sonunda gelmişti aklına Kağan. Ama az önceki o küstah tavırlarında Kağan’ın adı bile geçmiyordu.

“Duydunuz bu piçi! Haydi!” diye bağırdım.

Adamlar tereddütle de olsa tetiği bıraktılar, ama silahlar hâlâ havadaydı. Gözlerimi tehditkârca üzerlerinde gezdirirken diz çöktürdüğüm adama dönüp konuştum:

“Şimdi şöyle yapıyoruz: Ben burada kalıyorum. Yanımdaki arkadaşım gidecek. Gidecek ve haber verecek. Böylece Kağan’la ben arasında, bu gece bir takas düzenlenecek. Var mı itirazı olan?”

Bence oldukça makul bir öneriydi. Adam hafifçe kıpırdanarak, sanki haz alırmış gibi,

“Zaten planımız buydu. Tek fark, yanındaki ölü olacaktı,”

Sesindeki o pis keyif, midemi bulandırdı. Mazoşist bir adrenalin bağımlısı mıydı bu herif?

Sesime alaycılık katarak karşılık verdim:

“Tüh ya, bak işte... İsabet olmuş. Demek ki iki taraf da aynı fikirde.”

Etrafı şöyle bir süzdüm, sonra ani bir kararla bağırdım:

“Bırakın adamı, gitsin!”

Kılkuyruk bu sözlerimle birlikte daha da çırpınmaya başladı. Fakat adamlar hareketsiz kalmaya devam etti. Diz çöktürdüğüm piç sinsice sırıtıp,

“Onlar emirleri senden değil, benden alıyorlar,”

Tabancanın namlusunu ensesinde gezdirerek sesimle birlikte tehditkâr vurgumu artırdım:

“Ah, şu işe bak! Sen de benim namlumun ucundasın. Bu da demek oluyor ki, hem senin hem Kağan’ın hayatı için benim dediklerimi uygulamak zorundalar.”

Sözlerimin etkili olduğu açıktı. Kılkuyruk’u tutan adamlar onu yavaşça bıraktı. Kılkuyruk dişlerini sıkarak zar zor doğrulmaya çalıştı. Bana yaklaşmak isterken gözlerimle onu uyardım. İtiraz edecek gibi olduysa da aynı bakışlarla bir kez daha durdurdum. Sonunda, derin derin nefesler alırken etrafına bakındı.

“Hadi oyalanma, git. Diğerlerine haber ver. Kağan Barkın bu geceki takasa hazır edilecek. Ama yalnızca bizimkiler bilecek,” dedim.

Birkaç adım atıp bana dönerek,

“Lav...”

diyecekti ki, sözünü kestim:

“Hadi, emirlerimi ikiletme.”

Samimiyetimizi bu adamların önünde açığa vuramazdım. Kılkuyruk, ellerini saçlarına götürüp isyan edercesine,

“Tamam, tamam...”

Mırıldanarak arabaya doğru yürümeye başladı. Kapıyı açarken bana dönüp baktığında, ilk kez gözlerinin dolduğunu gördüm. İçim parçalanırken, başımı çevirip tekrar örgütün adamlarına döndüm.

“O uzaklaştığında, ben de bu piçi bırakıp teslim oluyorum,” dedim.

Gözlerimle hepsini tek tek tararken, arabanın motor sesi içime bir damla su gibi serpilmişti. Araç hareket edince gözümün ucuyla bakarak onun uzaklaşmasını izledim. Tamamen gözden kaybolduğunda, adamın kolunu son bir kez daha çevirdim ve omzunu yerinden çıkmasını sağlayıp, sertçe yere fırlattım. Böğürtüsü sokağı yeniden inletti, ağzından küfürler savrulurken kıvranıyordu.

Ben ise nihayet içimdeki baskıyı atmış, hafiflemiş hissediyordum. Silahı onlara doğru fırlatıp, ellerimi havaya doğru kaldırdım.

“Tamamdır. Burada mı bekleyeceğiz, yoksa başka bir yere mi geçeceğiz?”

Adamlar silahlarını indirmediler. Birkaçı piçe yardım ederek onu ayağa kaldırdı. Birkaçı da bana da doğru gelerek kollarımdan tuttu. Sessizlik içinde beklerken, piç yanındakileri iterek kurtuldu ve boğa gibi üzerime doğru gelmeye başladı. Ben ise alaycı bir küçümseyici bakışla onu izlemeye devam ettim.

Piç kurusu, dişlerinin arasından öfkeyle tısladı. “Dua et, şu an bize lazımsın. Yoksa seni burada, bağırta bağırta s… gebertirdim, sürtük.” Sağlam koluyla, dirseğime ani bir hareketle yapıştı, yüzüme hırlayarak yaklaştı. Demek sonunda onu gerçekten sinirlendirmeyi başarmıştım. İçimdeki şeytani neşeyle sinsice sırıtıp onunla alay ettim.

“Ay, nasılda korktum bak şimdi altıma işeyeceğim,” dedim alaycı bir ses tonuyla ve ardından kahkahamı patlattım.

Kılkuyruk’u kurtarmıştım ya, gerisi pek de önemli değildi artık. Şimdi bu puştların sinirleriyle oynama zamanıydı. Ellerinden bir şey gelmeyeceğini, beni öldüremeyeceklerini biliyordum. Bu bilinçle, daha da arsızca sırıttım.

Piç kurusu, sağlam koluyla, dirseğimi bırakıp yüzümü kavradı. Parmakları çene kemiklerime baskı yapıyor, canımı acıtıyordu ama gıkımı çıkarmadım. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, duruşumu bozmadan dik durdum. O ise yüzümü daha da sıkarken kendi yüzünü bana yaklaştırdı. Dudakları neredeyse benimkine değecekti; nefesi cildime çarpıyor, midemi bulandırıyordu ama en ufak bir rahatsızlık belirtisi göstermedim.

“Bu dudakların üzerine yazıyorum, altımda inleyerek öleceksin, Hayalet,” diye fısıldadı. Tam öpecekken, yüzümü tuttuğu açıdan faydalanarak kafamı tüm gücümle onun yüzüne geçirdim. Kafam zonklamıştı ama piç kurusunun acısı daha büyüktü; bir çatırdama sesi duyuldu ve inleyerek geri çekildi.

“Sen o zamana kadar çok yaşamazsın,” dedim soğukkanlılıkla. Çünkü kafamda onu öldürmeyi çoktan kararlaştırmıştım. Velev ki bunu ben yapmayayım, aklımdaki kişiye bu densizliğin çeyreğini anlatsam, piç kurusu anında toprağın altını boylardı. Ah, bir de bunu gözlerimle görebilsem… Kağan’ım, Kağan’ım… Tamer’de gösterdiğin performansı şu adamda da göster… Düşünmesi bile keyif veriyordu.

Piç kurusu burnundan akan kanı silerken öfkeyle üzerime yürüdü. “Seni—” diye bağırdı ama cümlesi yarıda kaldı. Soğukkanlı bir sesle başka biri araya girdi:

“Hayalet’in kılına dahi zarar gelmeyecek. Emir bu yönde, Arkın.”

Sesin geldiği yöne kafamı çevirdim. “Ulan şimdi mi aklınıza geldi bu uyarıyı yapmak, zürriyetine tükürdüğümün piçleri?” dedim alayla. Kollarım hala tutuluyordu, yoksa alkışlardım. Bu anların her birini aklımda not ediyordum. Zamanı geldiğinde tek tek iade ettirecektim.

Konuşan maskeli adam, Arkın dedikleri piç kurusunu kolundan tutup geri çekti. Ardından içlerinden birine döndü.

“Hayalet’in gözlerini bağlayın,” dedi sakince. “Gözleri bağlanır bağlanmaz da arabaya bindirin.”

Bu sözle kollarımdan tutanlar iyice sıkılaştırdı tutuşlarını. Gözümü bağlayacak adam arkama geçince istemsizce gerildim. Bez parçasını gözlerime yerleştirirken son bir kez, alaycı ve küçümseyici bir ifadeyle Arkın’a baktım. Onun öfkeyle yanan gözlerinin içine sırıtarak daldım. Sonra bez gözlerime değdi.

Arkamdaki adam, bez parçasını canımı acıtacak kadar sıkı çekip bağladı. Yine de sesimi çıkarmadım. Güçlü görünmek gerekiyordu; zayıflık göstermek, onlara zafer olurdu.

“Eee, nereye gidiyoruz? Takas için bir yer düşünmüşsünüzdür herhalde,” dedim. Zaten geliş amaçları da buydu. Beni takas için kullanmak, o yüzden bir hazırlıkları olmalıydı.

Piç kurusunun sesinden cevap geldi:

“Şuna bak, şimdi de hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.”

Tam üstüme gelen adım sesleri duydum ancak yaklaşamadan durdu, diğer maskeli adam onu bir kez daha durdurmuş olmalıydı. Sanırım o da bu ekibin yedek başıydı.

“Arkın dedim.”

Sonra bana olduğunu tahmin ettiğim bir cevap verdi:

“Kağan Bey’in izini kaybettirdiğiniz yer.”

Düşündüm. Çatışmanın sonlandığı yeri hatırladım.

“Ha… Kilyos Ormanı. Güzel tercih,” dedim başımı sallayarak.

Bez gözlerimi tamamen kapladığında kollarımdan çekildim. Gözlerim görmese de önemli değildi. Maskeli adamın gerideki dokunuşundan hâlâ huzursuz olsam da, bedenimi kontrol ettim. Kollarımdan tutanlar beni sürüklemeye başlarken içimde yükselen sinir ve zevki bastırmak için şarkı söylemeye başladım. Her adımımda güle oynaya yürüdüm, sanki cehenneme değil, düğüne gidiyordum.

“Aynaya bakmam, kendimi bilmem, hayat acıtınca dünyayı sevmem!”

Cırtlak ve çatallı sesim, içimdeki hırçınlığın dışavurumuydu. Gözlerim bağlıydı ama bedenim çoktan çevresini ezberlemişti. Ayaklarımın altındaki zemin sertleşince arabanın yanına vardığımızı anladım; ancak farkında değilmişim gibi davrandım. Görme duyum devreden çıkınca, işitmeye ve sezgilerime daha çok odaklanmıştım.

Kollarımdan tutanlarda biri, kafamın arkasından kavrayarak beni öne itti. “Arabaya geldik,” dedi soğuk bir ses. Adımımı arabanın içine atıp girdim. İnatla sesimi yükselttim, sanki bir sahnede performans veriyormuş gibi:

“Ne yazık ki tek tabanca, serseri doğdum, serseri öleceğim!”

Oturtulmamla birlikte adamlar sağımda ve solumda konumlandı; vücutlarının teması, beni ortalarına aldıklarını gösteriyordu. Müzik hâlâ zihnimde çalıyordu. Kafamın içinde dönüp duran o son nakaratta, birden kısık bir kıkırtı duydum. Sesi tanımlayamadım ama orada bir yabancı daha olduğunu hissettim. İçime dolan tedirginlik bir anda keskinleşti.

Arabaya başkaları da bindi. Karşımda olduğunu hissettiğim o tanıdık sesi tekrar duydum.

“Ulan şimdi de konsere gidiyor gibi davranıyor… Susturun şunu, bağlayın ağzını!”

Bu ses, ona verdiğim özel unvanla, “piç kurusu”ydu. Öfkelendiğini hissettikçe yüzümde istemsizce bir sırıtış belirirdi. Sinirlerini bozmak, içinde bulunduğum her zor durumda bana küçük bir zafer duygusu yaşatırdı.

“Ben ki Lavinia Bukan,” dedim içimden,

“Son nefesimde bile düşmanlarımı huzursuz edecek, sinirlerini bozacak tabiata sahiptim.”

Ona inat daha da coşkulu söyledim:

“Bunlar güzel günlerimiz, Daha beter olacak her şey…”

Araba çalıştı, tekerlekler döndü.

Tam o an, “Ben senin o ağzını…” diye bağırmaya kalkıştı piç kurusu ama sözü, yine onu tutan kişinin tok sesiyle kesildi:

“Yeter. Otur oturduğun yerde, Arkın.”

Kaşlarım belli belirsiz çatıldı. Demek ki bu gösterişli palavracı sadece vitrinmiş. Bu ekibin gerçek lideri, o kısık ama otoriter sesin sahibiydi. Tüm bedenim tetikteydi artık. Özellikle tam karşımda oturan kişiye karşı, bunu artık net hissediyordum. Önceki kıkırtıdan dolayı onun başka bir figür olduğunu sezdim. Belki de bu işte en tehlikeli olan oydu — sessizliğiyle hükmeden biri. Görmesem bile enerjisini hissediyordum.

Araba ağır ağır yol alıyordu. Anadolu yakasındaki barla Kilyos arası, trafiğe göre en az iki saatlik bir mesafeydi. Bu kadar uzun süre susacak değildim. Üstelik ağzımı da henüz bağlamamışlardı.

“Eee madem yola düştük,” dedim çenemi hafif kaldırarak, “sohbet edelim. Beni zaten tanıyorsunuz, o kısmı geçiyorum. Ama şu arsız Arkın hariç, geri kalanınız kendini tanıtabilir mi?”

Elbette sessizlik…

Beklediğim gibi, kimse konuşmadı. Sadece o ses… Piç kurusunu sürekli susturan, adam bu kez daha net ve sert konuştu:

“Konuşma da takası bekle.”

Burun kıvırdım.

“Çok sıkıcısınız,” dedim alayla. “Ben konserime kaldığım yerden devam ediyorum.”

Rehine olmam zerre umurumda değildi. Dokunulmazlığım, korkusuzluğumdu. Çünkü zarar görmesinden endişeleneceğim kimse yoktu burada.

İçimdeki gerilimi dışa vurmanın başka bir yolu kalmamıştı artık. Hem barın bastırdığı huzursuzluk hem de karanlıkta yüzlerini görememek midemi sıkıştırıyordu. Geçmişin çığlıkları beynimde susmuyorken, yine sesim yükseldi. Bu kez sözler değişmişti, daha ağır, daha içten bir şey söyledim:

“Birden ay ışığını kesti

Bir de sen çok değiştin

Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi

Söylenenler hiç söylenmemiş gibi…”

--

Tüm yol boyunca tek kelime etmeyen o adamların yanında, ben şarkılar söyleyip durmuştum. Her bir ezgiyle, onların gerilen sinirlerini hissettikçe keyfim daha da artmıştı. İçlerinden gelen öfkeyi, yüzlerini göremesem de, havada titreşen huzursuzluğu iliklerime kadar hissediyordum.

Yolun ortalarında, takasın yapılacağı yerin bizimkilere de bildirilmişti. Şimdi ise Kilyos’a çoktan ulaşmış, arabada onların gelişini bekliyorduk. Bu defa şarkı söylemiyor, sessizliğin içindeki uğursuzluğu dinliyordum. Gözlerim hâlâ bağlıydı, saati göremiyordum ama zihnimde zamanı tartıyor, Bar’ın olduğu yerden yola çıkışımızın üzerinden tahminen üç üç buçuk saatin geçtiğini hissedebiliyordum.

Bar’a vardığımızda saat 20.30 civarındaydı. İçeride ne kadar kaldığımızı tam kestiremiyordum ama yaklaşık bir saat kadar orada oyalanmış olmalıydık. 21.30 sularında örgütün adamlarıyla karşılaşmıştık. Yaşanan yarım saatlik arbede sonrasında, oradan 22.00 gibi ayrıldık desek. Kilyos’a ulaşmamız iki saat sürmüş olmalı ki, tam gece yarısı, 00.00 gibi takas yerine varmış olmalıydık. Kısacası artık 28 Şubat’a adım atmıştık.

Yaklaşık 1-1.5 saattir buradaydık, hâlâ arabadan inmemiştik. Muhtemelen bizimkiler geldiğinde kısa bir konuşmayla beni indirecek, eş zamanlı takas gerçekleştirileceti. En mantıklısı da buydu. Fakat içimde yavaş yavaş büyüyen kötü bir his vardı. İçgüdülerim uyanmıştı; burnuma pusunun kokusu sinmişti adeta. Kaşlarım çatılmış, bedenim teyakkuza geçmişti. Kalbimin atışları o kadar hızlanmıştı ki, sanki göğüs kafesimi kırarak dışarı çıkacakmış gibi çarpıyordu.

Birden dışarıdan gelen gök gürültüsüyle tüylerim diken diken oldu. Bedenimde yankılanan bir ürpertiyle, bu takas noktasına bizimkilerden önce gelindiğini, hem de fazladan adamla gelindiğini adım gibi biliyordum. Etrafa gizlenmiş nişancılar bile olabilirdi; bu ihtimal bile içimi kasıp kavuruyordu. Tek umudum, bizimkilerin de yanlarında kalabalık bir ekip getirmiş olmasıydı. Çünkü bu ne alelade bir takas gibi görünse de öyle değildi. Ele geçirilen Liderlerin takasıydı. Üstelik benim yaptıklarımı göz önünde bulundurduğum da bizlere karşı sürpriz bir atak gerçekleştirilebilirdi.

Yanımdaki adamların konuşmayacağını bildiğimden, ben de sessizliğe bürünmüştüm. Ancak tam karşımda oturan adamdan gelen bir ıslık sesiyle bütün dikkatim ona odaklandı. Sanki zaman benim için ağırlaşmış, duyularım etrafıma karşı bulanıklaşmıştı. Odağım tamamen ona dikkat kesildi. Kalbimin atışları düzensizleşerek göğsümde çırpınırken beynim alarma geçti. Bu ıslığı tanıyordum.

İki kısa, ardından üç kısa ıslık...

Tetiklenerek alarma geçen beynim, çocukluğumu getirdi aklıma. Nergal’in beni ormanda eğittiği o anlar… Bana ıslıkla nasıl iletişim kuracağımızı da öğretmişti. “Eğer sana anlamları farklı ıslıklar çalarsam seninle bu şekilde konuşmaya çalışıyorumdur,” demişti. “Islıkları birleştir, ya bana aynı yolla cevap ver, ya da dikkatli olup harekete geç. Anlaşıldı mı?”

Şimdi tam karşımdan gelen bu ıslık, Nergal’in ıslığını anımsattı. “Ben buradayım. Dikkat.” Ardından, “Tehlike var.” Ciğerlerim daralıyor, nefes almak bile lüks hale geliyordu. İçimdeki kıpırtılar hızla büyüyen bir fırtınaya dönüştü. Tüm benliğim, karşımdaki adamın Nergal olduğuna dair yıkıcı bir düşünceyle sarsıldı.

O anda, yanımdan gelen bir ses gerilimi kesti. Piç kurusu bıkkınlıkla homurdandı:

“Hele şükür… Sonunda teşrif edebildiler”

Başımı istemsizce arabanın penceresine çevirdim. Gözlerim bağlıydı ama sanki görebilecekmişim gibi oraya odaklandım. Ancak şuan da beni sarsan, düşüncelerimi etkisi altına alan kişi asıl odağımda olandı. Kapının açılmasıyla, içeri dolan soğuk hava tüm bedenimi titretti. Rüzgar tenimi yalayıp geçerek beynimi biraz daha uyuşturdu.. Birkaç kişi arabadan indi, kapılar kapandı. Her şey fazlasıyla sistemliydi. Tehlike kokusu, artık boğazıma kadar dayanmıştı.

O an kararımı verdim. Bu belirsizlik içinde daha fazla bekleyemezdim. Gözlerimi bağlayan o bez parçası bana artık zincir gibi geliyordu. Elleri bağlı olmayan bir esirin isyanıyla ellerim hızla bez parçasına gitti. Artık uslu durma vakti geçmişti. Bez parçasını koparcasına çekerken, yanımdaki adamlar hemen kollarıma yapıştı. Direndim. Kafamı sağa sola sertçe oynatarak bezin gevşemesini hızlandırmaya çalıştım.

Tam “Bırak!” diye bağıracaktım ki biri ağzıma bastırdı. Gözlerim de aynı şekilde kapatıldı. Üzerime çöken baskıyla birlikte tüm bedenim kısıtlandı. Üzerimdeki ağırlıkla birlikte içimde bir mide bulantısı kabardı. Kulağıma fısıltı gibi gelen bir “Şşş” sesi ulaştı. Ardından tutanlardan birinin soğukkanlı sesi:

“Uslu durursanız bu iş kan dökülmeden biter.”

Mesaj netti. Direnmememi, takasın sorunsuz tamamlanmasını istiyorlardı. Ben de bunu istiyordum ama... Ama içimde dolanan o his, aklımda ki sorulardan birinin cevabına bu kadar yaklaşmışken geri çekilmemi imkansız kılıyordu. Sadece bir bakış… Onu görmek istiyordum. Kim olduğunu bilmek… Bu sayede gereksiz paranoyaklık yapıp yapmadığımı anlayacaktım.

Direnmeye, çırpınmaya devam ederken boynumda bir acı hissettim. Küçük bir batma... Ardından oradan yayılan uyuşukluk baş gösterip, bedenim yavaşça gevşemeye, düşüncelerim bulanmaya başladı. Sonra halsizlik… Dalga dalga bir sersemlik çöktü üzerime. Gevşeyip, sakinleşen bedenime kıyasla, ciğerlerim ısrarla oksijene aç gibi derin derin nefesler solumaya başladım. Aldığım bu derin nefeslerden göğsüm karaya vurmuş bir balığın can çekişen hali gibi hızlı ve sert bir şekilde inip kalkarak üzerime çullanan bedene çarpıyordu. Gözümden çıkarmayı beceremediğim bez parçasının yeniden sıkı bir şekilde bağlandığını hissettim. Zaman kavramım benden kopmuştu.

Bedenimin üzerindeki hâkimiyeti yitirmeye başladığımda, hareket edecek halim kalmamış gibiydi. Düşüncelerim bulanık, zihnim ise neye maruz kaldıysam onun etkisiyle karmakarışık bir hal almıştı. İçim, yönünü kaybetmiş pusulalar gibi çaresizce savruluyordu. Kalbim göğüs kafesimde yavaş ve ağrılı bir ritimle çarpıyor, her atışı bedenimin sınırlarında yankılanıyordu. Kollarımdan tutan adamların beni bıraktığını hissettim, ama tepkisizdim. Sırtım, arabanın koltuğuyla adeta birleşmişti; kafam geriye doğru düşmüş, boynumda bir ağırlık oluşmuştu. Beynim sisli bir pusun içinde yankılanan tek sese odaklanmıştı: Islık.

Evet, o ıslık… Beni tetikleyen, geçmişin kapılarını aralayan ses. Üzerime çullanan kişi, o sesi çıkaran kişi olmalıydı. Hareketsiz kalan kollarımı uyuşmuş da olsa gözlerimdeki bezi kaldırmak için oynatmak istedim ama başaramadım, parmak uçlarım karıncalanmış bir şekilde denemekle kalmıştı. Sonra, sol kulağımın dibinde hissettiğim bir nefesle irkildim. Ruhum ürperdi, bedenimse hâlâ tepkisizdi. Kime ait olduğunu ayırt edemediğim bir ses, sanki çok uzaklardan uğuldar gibi kulağıma ulaştı:

"Kaderine razı olana dek durmayacağım."

Bu cümleyle birlikte üzerimdeki ağırlık kalktı. Zihnim hâlâ bulanık olmasına rağmen tek bir kelime dilimden döküldü:

"Nergal..."

O andan sonra düşüncelerim onun etrafında hapsoldu. Yaşıyor muydu gerçekten? Yoksa zihnimin bana oynadığı karanlık bir oyun muydu bu? Cevabını bilmiyordum. Duyularım beni terk etmeye başlamıştı. Sesler boğuktu, nefes alışlarım seyrekleşiyor, ciğerlerimde her solukta acıyan bir yanma hissi oluşuyordu. Kalbim yavaşlıyordu... Adım adım.

O sırada yüzüme vuran soğuk bir rüzgarla ürperdim. Nereye bakmak istediğimi biliyordum ama gözlerim bağlıydı. Bir ses, komut verir gibi sertçe yankılandı:

"Getirin."

Ardından kollarımdan tutularak ayağa kaldırıldım. Vücudum baş döndürücü bir boşluğa çekiliyor gibiydi. Dizlerim titriyor, bedenim beni taşımakta zorlanıyordu. Kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalışırken, irademin son kırıntılarını bedenimi kontrol etmeye adadım. Bacaklarım güçsüz, adımlarım ağırdı. Sendeleyerek yürüdüm. Kafamı dik tutmak bile zordu ancak başarmalıydım. Soğuk hava her esintide içimi titretirken beni ayık tutuyordu, az da olsa. Soğuk havanın tüm bedenime çarpması sayesinde arabadan çıktığımızı anladım. Bana uzun gibi gelen yürüyüşün ardından.

Adamlar durdu, ben de durdum. Kulağımda uğuldayan seslere odaklanmaya çalıştım ama söyledikleri şeyler başımın içinde dönüp duran anlamsız uğultulara dönüştü. Gözümdeki bez parçası çıkarıldığında, karanlığa alışan gözlerim birden araba farlarının keskin ışığıyla kamaştı. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırsam da bulanıklık geçmedi. Gördüğüm her şey dalgalanıyor, dünya başımın içinde dönüyordu. Ne vermişlerdi bana? Neden yapmışlardı bunu? Sırf gözlerimi açmaya çalıştığım için mi? Emin olamıyordum. Tek bildiğim şey, o ıslığın bir tehlike habercisi olduğuydu.

Arabadan inmeden önce o adam ne demişti? Ne söylemişti tam olarak? Hatırlamaya çalıştım. Zihnimi zorladıkça başımın içi bir çekiçle dövülüyor gibi zonklamaya başladı. Düşmemek için olduğum yerde dengemi korumaya çalıştım, fakat her şey bulanıktı. Yutkunmak bile başlı başına bir çabaydı. Vücudum her saniye biraz daha kontrolümden çıkıyordu.

Sonunda biraz netleşti gözlerim. Dar bir orman yolundaydık. İki taraf karşılıklı konuşlanmış tetikte bekliyordu. Bizimkiler de en az onlar kadar kalabalıktı. Kaç kişi olduklarını seçemiyordum ama arka arkaya sıralanmış silüetler bana bir nebze güven verdi. İçimden gülümsemek geçiyordu lakin gücüm yoktu. Sadece, içten içe Kağan’a o pisliğin yaptığı densizlikleri anlatmanın planlarını yapmıştım, ne zaman olduğunu kavrayamasam da yol boyunca bu adamların sinirlerini bozan ben şimdi… şimdi konuşacak sesim bile yoktu. Tüm enerjimi sadece ayakta durmaya harcıyordum.

Soğuk, her rüzgarla birlikte damarlarımda gezen bir hatırlatmaydı: Henüz bitmedi. Direnmeye devam et diyordu.

Evet... Direnmeliydim. Ben Lavinia Bukandım. Nefesim son demlerindeydi belki, ama hâlâ düşmanlarımın sinirlerini bozacak bir dirayetim vardı. Nasıl olduğunun önemi yoktu. Bunu diz çökerek değil, başım dik yapacaktım. Öleceksem bile, dimdik durarak ölmeliydim. Zira zaten ölüm çoktan soluğunu ensemde hissettirmeye başlamıştı. Ama umurumda değildi. Hâlâ bende olan tek şey, inatçı irademdi.

Son bir çabayla kendime seslendim içimden: “Şimdi değil... Şimdi düşemezsin.”

Bir gök gürültüsü, karanlık göğü yırtarak kendini hissettirdi. Ardından gelen ışık, yerin bir anlığına aydınlanmasına yetti. Havanın ağır kokusu, yaklaşan yağmurun habercisiydi. Ama o gök gürültüsü... İşte o an, bir nebze olsun kendime gelmemi sağladı. Sarsılmış bedenimi toparlamaya çalıştım.

Gözlerimi karşıya çevirdiğimde, bizim tarafa ait bir hareketlilik dikkatimi çekti. İki adamım, aralarına birini almış, kollarından tutarak öne getirmişti. Ayaklarımda hâlâ can varsa, bu sayede vardı. O an anladım, geri sayım başlamıştı. Her saniye, kulağımda tik taklar gibi çınlıyordu.

“Götürün,” diye bir emir yankılandı.

Beni tutan adamlar harekete geçti. Aynı anda karşı tarafta da bir kıpırdanma başladı. Ayaklarımı sürüyerek onların hareketine eşlik etmeye çalıştım fakat vücudum artık sınırda geziniyordu. Her adım, ciğerlerime batıyor, kalbim göğsümü zorluyordu. Nefeslerim yetmiyor, içimdeki benlik yavaş yavaş benden uzaklaşıyordu. Görüntüler silikleşmiş, sesler boğuklaşmıştı. Karşı taraftaki kalabalığın içinden tanıdık bir yüz seçmeye çalışırken, aynı kişiden birkaç tane birden görmeye başladım. Görüşüm bulanıklaştıkça, zihnim de karışıyordu.

Adımlar birleştiğinde, sonunda yüz yüze geldik. Cemal ve Yusuf, Kağan’ı kollarından tutuyordu. Dudaklarımı aralayarak sesimi çıkarmaya çalıştım, çatlak bir fısıltı gibi geldi: “Ne haber çocuklar…”

Ama sesimi duyduklarından emin değildim. Boğazımda bir yanma, ses tellerimde bir sızı… Sadece birkaç kelime bile ömrümden ömür götürmüştü.

Karşı taraftan sesler yükselirken, Hepsi birbirine karışıyordu.

“Lavinia Hanım iyi misiniz?”

“Ne yaptınız lan ona!”

“Burada kan dökülür!”

“Güzelim!”

Güzelim?

Kağan. O sesin tınısı… Tanıyordum. Kalbim, atacak gücü zor bulurken onun sesini içimde hissediyordum. Gözlerimde kararmalar başladığında odağım yalnızca oydu. “Kağan…” dedim kısık bir sesle. Bu sefer isminden başka bir şey söyleyemedim.

Titriyordum. Bacaklarım beni artık taşımıyordu. Dizlerim yavaşça çöktü. Sesler çoğalmış, ama hepsi bir uğultuya dönüşmüştü. Görüş alanımda yalnızca Kağan ve onun korkulu kahveleri vardı. Cemal ve Yusuf artık onu tutmuyordu. Kağan, yüzüme doğru bir hamleyle uzanıyordu. Görüşüm tamamen kararırken, vücudum boşaldı ve bedenim aşağı doğru süzüldü.

Ama yere çarpmadım.

Beni bir çift kol tuttu. Tenimin üzerine düşen sıcaklık, o tanıdık kokuyla birleşti: Paçuli… Toprak… Kağan. Evet, o tutmuştu beni.

İşte bu, her şeyin içinde en istemediğim şeydi. Onun kollarında ölmek... Ona bunu yaşatmak istememiştim. Tıpkı Timur Amca'nın öldüğü gün gibiydi. Lakin bu kez, Kağan’ın kollarında ölen bendim.

Son çırpınışlarımla, boğazımdan bir fısıltı daha döküldü. Belki bir lanet, belki bir veda...

“Adamlarında gram terbiye yok...”

Yapmıştım yapacağımı. O piç kurusunun yaptığını, Kağan’a bildirmeyi kafaya koymuştum bir kere. Bu hâlde bile olsa, bunu başarabildim.

Vücudum gevşedi, kaslarım çözüldü. Her şey karardı. İçimdeki boşluk beni içine çekti. Kağan’ın haykırışı, kapanan bilincime ulaşan son sesti.

“Nefes almıyor! Kalbi atmıyor!”

Sonrası... sessizlik...

 

Beğenmeyi ve Yorum yapmayı unutmayın Canlarım hepinizi çok seviyorum.

Bölüm : 11.05.2025 14:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...