15. Bölüm

15. Bölüm: Zemheri Nabzının Ardında Kalan Kapı

Merve Özmen
laviniabukan

Tik… tak…

Zaman, damarlarımda ağır ağır ilerleyen basınç gibiydi. Her saniye, içimdeki sabrı biraz daha eritiyordu. Lavinia, birkaç saattir—belki de daha uzun süredir—adamlarımın elindeydi. Onun için endişelenmiyordum. Lavinia, endişeyle zayıflayacak bir kadın değildi. Onun doğasında, felaketleri bile diz çöktürmek vardı. Asıl acıdığım, onu tutan adamlarımdı. Çünkü Lavinia’nın yanında aklını yitirmemek, soğukkanlı kalabilmek neredeyse imkânsızdı.

Yine de içimde garip bir huzursuzluk vardı. Amcamın yaşıyor olduğundan neredeyse emindim ve eğer gerçekten hayattaysa, Lavinia’ya zarar vermezdi. Çünkü o, kendi saplantılarının esiriydi. Lavinia’da, hayal ettiği kudreti bulmuştu. Soyunu devam ettirecek o “kudretli kadını” kaybetmeyi göze alamazdı.

Ama… aralarındaki o tuhaf çekim, beni içten içe yiyip bitiriyordu. Amcam, Lavinia’yla her konuştuğunda gözlerindeki o zevk dolu parıltıyı fark ediyordum. Sanki sevdiğim kadına sahip olma fikriyle eğleniyordu. En kötüsü de... Lavinia da tıpkı o gibiydi. Aynı deli tutku, aynı yıkıcı zeka, aynı dizginsizlik… Tek fark, Lavinia’nın deliliği çok daha gerçekti — deliliğiyle var olmuştu.

Kılkuyruk’un sesi düşüncelerimi böldü.

“Herkes hazırsa yola çıkıyoruz,” dedi.

Başımı kaldırdım, gözlerimi devirdim. Korkusu sesine işlemişti; belli ki içten içe felaketi sezmişti. Aptallar böyle anlarda hâlâ her şeyin yolunda gideceğini sanırdı. Ben ise biliyordum. Bu gece, biri ölmeden bitmeyecekti.

Amcam Lavinia’ya dokunmazdı belki, ama onun çevresindekiler… onlar için aynı şeyi söyleyemezdim. O adam, bir yılan gibi sabırlı ve soğukkanlıydı. Lavinia’nın çevresinden birini vuracak, kanı onun gözlerinin önüne serecekti.

Takas, onların belirlediği bölgede yapılacaktı. Bir pusu ihtimali her zamankinden yüksekti. Ne kadar kalabalık giderlerse gitsinler, amcamın keskin nişancıları onları yukarıdan keklik gibi avlardı. Her bir mermi, amcamın öğretisinden doğardı:

“Bir sürüyü yok edeceksen, önce liderini vur.

Başını kopardığın her şey çökmeye mecburdur. Ve eğer başı indiremezsen…

O zaman o sürünün beslendiği köke inen dalları kes, damarlarını kurut.”

İşte amcamın felsefesi buydu.

Hepsi ölebilirdi, umurumda değildi. Ama Lavinia… o her şekilde hayatta kalacaktı.

Ve biliyordum; o hayatta kaldıkça benden canlar alacaktı. Her biriyle beni biraz daha imkânsız kılacak, biraz daha uzaklaştıracaktı.

Ona yaklaşmak isterken geçmişin zincirlerini kırmak, babama ihanet etme pahasına yeni bir başlangıç yapmak istiyordum. Şimdi ise... bu felaketi izlemek, kendi ellerimle o zincirleri yeniden örmekten farksızdı.

“Endişeniz bu kadar mı kör etti sizi?” dedim sonunda, soğuk bir tonda.

Sesimdeki öfke değil, bilerek seçtiğim bir kesinlik vardı.

Çünkü ben artık eminim…

Bu oyunda kim esir, kim hükmeden fark etmiyordu.

Benim de dokunulmazlığım vardı.

Hem de Lavinia tarafından — ilk saniyeden beri.

Kılkuyruk’un öfkesi havayı keser gibiydi; o hırçın bakışlarını bana çevirdiğinde sadece omuz silktim. Gözlerinin içine baktıkça içimdeki soğuk sükûnet daha da derinleşiyordu. Birkaç adımda yanıma gelip elindeki telefonu savurup demirlere çarptığında, metalin yankısı depoyu doldurdu.

“Peki sen niye bu kadar rahatsın, Ulucuk?” dedi tıslayarak.

Bu parmaklıklar olmasa, boğazıma sarılacağına emindim. Öfkesini bastırmaya çalışsa da, bedeninden taşan o saldırgan enerji bunu gizleyemiyordu.

“Ulucuk mu?” dedim küçümseyici bir gülümsemeyle. Midem bulanmış gibi alayla öğürür gibi yaptım.

“Plan yapamadığın gibi mizah duygun da zayıf anlaşılan. Gerçi senden fazlasını beklemek hata olur; elinden gelen tek şey, birinin peşine takılıp kuyruk gibi sürüklenmek.”

Parmaklıklara doğru bir adım atıp gözlerimi dikleştirdim. Lavinia’ya nasıl yaklaştığını unutmamıştım. Bunu anlaması için söylememe gerek bile yoktu; bakışlarımla geçmişi hatırlatabiliyordum.

Kılkuyruk dişlerini sıktı, ellerini demirlere geçirdi. Öyle bir sıktı ki parmak eklemleri beyazlaştı.

“Lavinia seni seçmedi diye değil mi bu halin?” dedi sesi boğuk ve zehirli bir tonda. “Şimdi de onu geri alabileceğini sandığın için bu kadar rahatsın, öyle mi?”

Derin bir nefes alıp kollarımı arkamda birleştirdim, duruşumu dikleştirdim.

“Sana hiçbir şey anlatmayacağım,” dedim sakince. “Ama şunu aklına kazı: o bana mühürlü. Bunu hiçbir şey değiştiremez.”

Sözlerim bittiğinde sessizlik birkaç saniye sürdü; yalnızca demirlerin arasından geçen nefeslerimiz duyuluyordu. Sonra aniden dönüp diğer adamlara seslendim:

“Planınız tam bir fiyasko. Onların seçtiği yer ve saatte takas yapmayı kabul ederseniz, o takas değil tuzak olur. Göz göre göre ölüme yürürsünüz.”

Tonum sükûnetle doluyken, söylediklerim duvara çarpıp yankılandı.

Kılkuyruk bir adım öne atıldı.

“Kes sesini lan!” diye gürledi. “Senin ne haddine burada konuşmak! Yerini bil, Barkın!”

Gözlerimi devirip başımı yana eğdim.

“Lavinia varken sessizdim,” dedim gülümseyerek. Adam dediğin, hanımının yanında mır… Dışarıda hırdır… “Ama o yokken gayet konuşkan biriyim, değil mi Veli?”

Adını söylediğim anda Veli irkildi; yüzü soldu, gözlerini kaçırdı. Sessizce Cemal’in arkasına saklanırken omuzları titriyordu.

Cemal ise Kılkuyruk’a baktı, sonra bana döndü. Yüzünde hoşnutsuzlukla karışık bir kabulleniş vardı.

“Bu durumdan hoşlanmasam da Barkın haklı,” dedi kararlı bir tonla. “Bu planla sadece kendimizi mezara göndeririz.”

“CEMAL!” Kılkuyruk’un kükremesi depoda yankılandı. Bir hamlede Cemal’in yakasına yapıştı. Diğerleri araya girip onu zorla durdurdu ama öfkesini susturamadılar.

“Lavinia’yı bu itin adamları elinde tutarken,” dedi dişlerini sıkarak, “sen gidip bununla aynı fikirde olduğunu nasıl söylersin? Bu ihanettir, Cemal!”

Cemal gözlerini kısmıştı; sesinde korkudan çok öfke vardı.

“Ben bu aptal plan yüzünden dostlarımı kaybedeceksem, düşman safında dururum daha iyi,” dedi.

Kılkuyruk’un sesi yeniden yükselmeden önce Yusuf öne çıktı.

Bakışları buz kesmişti.

“Yeter,” dedi kararlı bir tonda. “Haksız olan sensin, Kılkuyruk. Sesini kesecek olan da sensin. Barkın düşman olsa bile söylediklerinde haklı. Bu yüzden Cemal ona katıldı, ben de aynı fikirdeyim.”

Sonra dönüp diğerlerine baktı. “Kim benimle?”

Elini kaldırdı. Birer birer, depodaki tüm adamların elleri havaya kalktı.

Ben sessiz kaldım. Bu sahnenin böyle bir hâle gelmesini planlamamıştım ama işler beklediğimden de iyi gidiyordu.

Her şey bir yana, Lavinia’ya ulaşacak haberin tohumları artık atılmıştı.

Kaşlarımı kaldırıp Kılkuyruk’a döndüm; bakışlarım ona kilitlenmişti. İçimdeki his susmuyordu — yanılmamıştım. Lavinia’nın rehin alındığını haber verdiğinde kendi adamlarını sahaya sürmemişti. Takas yerinin bilgisi geldiğinde de aynıydı: yalnızca Lavinia’nın adamlarıyla hareket ediyordu. Plan serbest atış gibiydi; hesap yok, ölçü yok, riskler düşünülmemişti. Hepsi içgüdülerimi doğruluyordu. Onun umurunda tek şey Lavinia’ydı; o, Lavinia’ya zarar gelmeyeceğine inanıyordu. Ben de Lavinia’dan başkasını düşünmüyordum — ama benim yolum farklıydı. Lavinia olsaydı, bu planı paramparça eder, planı kurana ve onu çiğneyene kabus olurdu; kimse onu durduramazdı.

Depo duvarları sesimi çarparken soğukkanlıca konuşmaya başladım: “Kilyos ormanına önden sessizce birkaç düzine adam sürün; fark edilemeden konuşlansınlar. Arkadan, aynı sessizlikle ikinci bir dalga gönderin — bunların bir kısmı keskin nişancı, bir kısmı destek. Öndekiler nişancıları tespit edip bertaraf etsin; arkadakilerse baskıyı artırıp operasyonu güvenceye alsın. Önden kalabalık ilerleyecek; sıkışma olursa öndeki birimler yanlara dağılıp yolları açsın. Böylece hem benden kurtulursunuz hem de Lavinia’yı tereyağından kıl çeker gibi alırsınız.” Sözlerim netti; uygulamaya konulsa sorunsuz işlerdi — çünkü Lavinia’nın adamları sayısızdı ve disiplinliydi.

Yusuf’un kaşlarının arasına düşüncenin gölgesi çöktü.

“Plan sağlam,” dedi sonunda, sesi temkinliydi, “ama bunu sen söyleyince ardında başka bir şey aramadan edemiyorum.”

Sözlerinin arasındaki güvensizlik beni rahatsız etmedi. Çünkü haklıydı. Ben bile bazen kendi niyetimden emin değildim.

Sessizlik birkaç saniye daha uzadı. Sonra Cemal, umursamaz bir tonla araya girdi:

“Biz takas yerini öğrendiğimizde zaten aynı planı uygulamaya koyduk.”

Kaşlarım istemsizce kalktı.

Yusuf, Cemal’e öyle bir bakış attı ki, hava gerildi. Cemal omuz silkti, soğukkanlıydı.

“Nasılsa şimdi yola çıkacağız,” dedi, “bilseler ne olur, bilmeseler ne olur.”

Yusuf derin bir nefes aldı, sinirini yuttu. Sonra bana, ardından Kılkuyruk’a döndü. Gözleri Kılkuyruk’ta durduğunda sesi bu kez daha netti:

“Gözünüzü ondan ayırmayın.”

Sonra bana döndü — duruşunu düzeltti, bakışı sertliğini kaybetti, yerini ölçülü bir saygıya bıraktı.

“Eğer bir sorun çıkarmayacaksan,” dedi, “seni buradan çıkarıp yola koyacağız.”

Sözlerindeki ton değişmişti; bana artık bir düşman gibi değil, bir denk gibi hitap ediyordu. Belki farkında değildi ama, onların gözünde bir sınırı aşmıştım.

Ne demişti ünlü düşünür Erra Barkın:

‘Başı indiremiyorsan, köke uzanan dalları keseceksin.’

Başa ulaşamıyorsam, dallara oynarım.

Tik... tak...

Zamanın dişlileri acımasızca ilerlerken, beni demir parmaklıkların ardından çıkarıp hızla dışarı sürüklediler. Ardından depodaki soğuk havayı yırtarcasına arabaya bindirildim. Motorun uğultusu kulaklarımda yankılanırken, düşünceler beynimin her kıvrımına sızıyordu.

Saniyeler birbirini kovalıyordu.

 

Tik... Tak...

Camın buğusuna başımı yasladım. Şehrin ışıkları, puslu bir tablo gibi geriye çekiliyordu. Düşüncelerim, yolun karanlığına karışmıştı. Lavinia’nın beni kaçırdığı geceyi hatırlamaya çalıştım ama beynim sisli bir uçurum gibiydi.

Baygındım. Hiçbir şey net değildi. Kılkuyruk’un telefonuna gelen konum mesajıysa hâlâ aklımda çınlıyordu:

“Ulu Kan’ın izini kaybettirdiğiniz yer.”

Ulu Kan...

Bu kelimeler, ancak amcamın kaleminden dökülebilirdi. Bu da amcamın yaşadığını daha çok vurguluyordu.

Ne planladıysa... bu gece o planın da sonu bir felakete gebeydi.

Biri ölecekti.

Tek temennim, hedefin Kılkuyruk olmasıydı.

Tik... Tak... Saat tam 00.00.

Artık 28 Şubat’taydık.

Takas alanına vardığımızda içimi bir ürperti sardı. Adamlarımı görünce dudaklarım istemsizce kıvrıldı. Bu küçük kıpırdanmayı fark eden Kılkuyruk, bana o ters bakışlarından birini attı ama sessiz kaldı; çünkü göz hapsindeydi.

Cemal’in sesi geceyi yardı:

“Hadi gidelim, alalım Lavinia Hanım’ı.”

Soğuk nefesiyle konuşurken, ağzından çıkan buhar havada solgun dumanlara dönüştü.

Veli, ellerini ovuşturarak söyleniyordu:

“Keşke o kadar kolay olsa... Önce konuşmamız gerek. Ben bu tür işlerde berbatım. Keşke Can burada olsaydı. O benden daha iyiydi.”

Gerçekten de. Lavinia’nın en yakınlarından geriye sadece Can kalmıştı. Evdeydi. Evdekiler şüphelenmesin diye gidememişti.

Bu da demekti ki, eksik bir kadroyla oynuyorlardı. Eksik kadro, bazen fazlasıyla ölümcül olurdu.

Cemal, Veli’nin kafasına hafifçe vurdu, sesi bir şaka kadar hafif ama kibri ağırdı.

“Ne demek Can olsaydı! Ben varım ya! Bu işi evelallah ben çözerim,” dedi.

Yüzündeki özgüven, bir çocuk gibi saf ama bir o kadar da tehlikeliydi.

Kendimi tutamadım, içimden gülümsedim.

Onlarla geçirdiğim kısa zamanda anladım ki, Cemal’in plan yapması rüzgârla ip germek gibiydi — imkânsızdı.

Yusuf, Cemal’in sözünü bitirmesini bile beklemeden elini kaldırıp nah işareti çekti:

“Nah çözüverirsin! Evveliyatına sıçtığımın boku!”

Kendimi tutamadım, kahkaha patladı benden.

Uzun süredir içimde biriken taş gibi sessizlik, bu kahkahayla çatladı sanki.

Lavinia bu adamları nereden bulmuşsa, kaderin karanlığına çomak sokmuştu.

O an... sanki yeniden yaşamın içindeydim.

Sanki babam ve arkadaşlarım yanımdaymış, ben de evimdeymişim gibi.

Ama o kahkaha, aniden boğazımda düğümlendi. İçime bir sızı oturdu. Gökyüzü, duyguma eşlik edercesine bir şimşekle yarıldı.

Yusuf’la Cemal birbirine girerken, ben sessizce başımı kaldırdım.

Göğsümde bir acı... ama tanıdık bir acı.

Kaderin tik-tak sesleri kalbimin atışına karışmıştı.

Kılkuyruk sonunda sessizliğini bozdu.

“Yusuf’la şu sarışın çocuk gidip konuşsun,” dedi.

Sesi öncekine göre daha sakindi, ama o sakinliğin altında gizli bir yorgunluk seziliyordu; az önceki öfkesinin yerini soğuk bir dinginlik almıştı.

Cemal hemen atıldı.

“Ne?! Ben dururken hayatta olmaz!”

Kılkuyruk ona öyle bir bakış attı ki, göz kapaklarının arasından geçen o kısa sabırsızlık bir tehdit gibi hissettirdi.

“Cemal, lütfen uğraştırma,” dedi yorgun bir tonda. “Zaten yeterince vakit kaybettik.”

Cemal birkaç saniye boyunca ona baktı; inadını gözlerinde taşıyordu ama sonunda başını çevirip burnundan soludu.

“Öyle olsun bakalım,” dedi sitemle. “Ben ve Veli burada gözcülük ederiz. Ne yapalım yani kader.”

Veli, gitmeyeceğini anladığında derin bir nefes verdi; rahatlaması neredeyse duyuluyordu.

Ben ise gözlerimi Kılkuyruk’a diktim.

“Sen neden gitmiyorsun?” dedim.

Kılkuyruk, gözlerimi yakaladı.

O bakış… İçinde bir sır saklıyordu.

Soğuk ve temkinli, altındaysa kaynayan bir şey vardı — bir bağlılık, belki de korkuyla karışık bir sevgi.

“Arkadaşı olarak konuşmam doğru olmaz,” dedi. Gözlerini benden ayırmadan.

“Ben onun adamı değilim. Onun adamlarından biri konuşmalı. Yusuf ve şu sarışın çocuk en uygunu.”

Sesinde mantık vardı ama altında başka bir ton. Sadece arkadaş değillerdi. Değil mi?

Kendime “Bu ihtimali aklımdan çıkar,” desem de beynim beni dinlemiyordu.

Bir kaşını kaldırdı, o küçümseyici hareketle birlikte içimde bir şey kıvrıldı.

“Anladım,” dedim.

“Endişeni biraz bastırınca aklın yerine gelmiş anlaşılan.”

Sözüm alaycı olmasına rağmen titreyen sesim ihanet ediyordu bana.

O anda kapı gıcırdayarak açıldı, soğuk içeri doldu. Yusuf kapı eşiğinde durdu.

“Ben gidiyorum,” dedi, üşüyen parmaklarını ovuşturarak. “Bol şans.”

Sonra kapıyı kapatıp kayboldu.

Sözleri beynimde yankılanırken, kan yüzüme hücum etti.

“Asıl,” dedim dişlerimi sıkarak, “insanın sevdiği kişi tehlikedeyken aklı yerinde olmalı ki o tehlikeyi bertaraf edebilsin.”

Ona doğru biraz daha eğilerek.

“Senin aksine.”

Bir flaş patladı. Beyaz ışık yüzümün sağını aydınlattı.

Refleksle hızla döndüm. Cemal, elinde telefon, donmuş bir ifadeyle bize bakıyordu.

Sessizlik birkaç saniye sürdü.

Sonra o sessizliği Cemal’in kendi kendine homurdanması bozdu:

“Hani flaş kapalıydı, göt lalesi…”

Veli alttan bir bakış atıp sessizce mırıldandı:

“Abi sen video çekiyorum diye fotoğraf çekmeseydin, flaş patlamazdı.”

Cemal tersledi:

“Ulan göt lalesi, flaş kapalı olsa fotoğraf çekince de patlamaz salak seni!”

Veli kıkırdadı.

“Can burada olsa şimdi kesin ‘zevzekliği bırakın’ derdi.”

“Ulan onu niye karıştırıyorsun şimdi?” diye patladı Cemal. “Şurada ağız tadıyla anı yaşayamıyor muyuz yani?!”

Kılkuyruk’la aynı anda, neredeyse kusursuz bir senkronla söyledik:

“Lav bunlarla nasıl uğraşıyor…”

Söz ağızlarımızdan çıkınca donduk. Dişlerimi sıkarak içimden geçirdim:

Bu it, bir gün elimde kalacak. Ama o gün bugün değildi.

Burnumdan çıkan hava soğuk gecede buhar olup dağıldı. Başımı camdan dışarı çevirdiğimde, Yusuf’un o sarışın çocukla yolun ortasında, benim adamlarımdan Arkın ve Cem’le konuştuğunu gördüm.

Araba farları, karanlığı yararken yerden havalanan tozları görünür kılıyor, soğuk gece havası çiğin kokusunu taşıyordu. Gözlerimi kırpıştırdım; havada ince bir nem tabakası vardı. Gökgürültüsünü de hesaba kattığımız da, tüm bunlar çıkacak olan bir fırtınanın habercisiydi.

Amcamın planı da Lavinia’nın adamlarının karşı atağı da sır perdesi gibiydi; iki tarafın niyetini de tam olarak bilmiyordum. Ama bir şeyden emindim: Lavinia’nın adamları aptal değildi. Bu yeri öğrenir öğrenmez harekete geçmeleri, hem de kimseye fark ettirmeden, ne kadar tehlikeli olduklarını açıkça gösteriyordu. Onlar sadece disiplinli değil, ölümle içli dışlı adamlardı.

Ve Lavinia… onları böyle yetiştirmişti.

Gözüm, karşı tarafta duran geniş, siyah arabaya kaydı. Karanlığın içinde farların ışığını yutan dev bir gölge gibiydi. O arabada kimlerin oturduğunu tahmin etmek zor değildi. Lavinia ve amcam.

Kalbim, istemsiz bir dürtüyle bir atım hızlı attı.

İkisinin aynı yerde olması, bana hiçbir zaman huzur vermemişti.

Gözlerimi tekrar yolun ortasındaki adamlara çevirdim. Arkın’ın sıkça inip kalkan göğsü, omzunu tutarken yaptığı o kısa, keskin hareket dikkatimi çekti. Bu mesafeden ne dediklerini seçemiyordum ama hareketleri yeterliydi; sözler hararetliydi, tansiyon yükseliyordu.

Zaman bir bataklığa dönmüştü. Her saniye uzuyor, tik taklar kalbimin içine saplanıyordu.

Ve sonra — aynı anda — iki taraftan da işaret geldi.

Eller arkaya kalktı.

“Rehineleri getirin.”

Kısa bir sessizlik oldu.

Sessizlik dediğime bakmayın… rüzgâr bile nefesini tutmuştu.

Karşımdaki Kılkuyruk başını bana çevirdi, ağzının kenarı kıvrıldı.

“Sonunda kurtuluyoruz senden,” dedi.

Kelimeler, alaydan çok bir dilekti.

Dudaklarım yavaşça kıvrıldı.

Gözlerimi yarıya indirip, soğuk bir tebessümle karşılık verdim.

“Ancak ölürsen benden kurtulabilirsin, Kılkuyruk,” dedim, kelimelerim bir bıçak gibi yavaş ve netti. “Bundan sonra her nefeste, ensendeyim.”

Sözlerim bir tehdit gibi değil, bir hüküm gibi çıktı ağzımdan. Eğer bu gece o ölmezse, yarın nefes aldığı her an, gölgesine ben eşlik edecektim. Yemin etmiştim: Ne bu it herif Kılkuyruk, ne de başka biri Lavinia’ya benden daha yakın olamayacaktı. Kim o cesareti gösterirse, eceline imza atmış sayılırdı.

İçimde bir ses delice bir kahkahayla hatırlatma da bulundu.

Eğer Kılkuyruk’u şimdi gebertirsem, Lavinia da beni gebertirdi.

Deli kadın…

Ve nedenini asla çözemediğim bir çekim vardı ona. O yokken içimde bir şeyler ters dönüyordu. Yıkılası bir dünyayı yakıp küle çevirmek düşüncesi bile içimde tatlı bir huzur yaratıyordu. O varken ise tamamlanıyordum; eksik olan parçam göğsümde yerine oturuyordu. Gözlerini ilk gördüğüm anda başlamıştı her şey. O kısa an, babamın “gruba yeni katılan kız kardeşimizi” tanıtırken göz göze geldiğimiz o küçücük saniye… Sanki ruhumda mühürlü bir kapı kırılmıştı. Önce aklımı işgal etti, sonra kalbimi esir aldı. O bana yazılmıştı, ben ise ona ebediyete kadar tutsak olmuştum.

Cemal kolumu çekiştirerek kapıyı açtı. Ciğerlerime dolan temiz hava sigara arzusunu boğazıma kazıyordu. Kaç zamandır içmiyordum, yine de nikotinin hayaleti damarlarımda gezinmeye başladı.

Sol kolumdan Veli tuttu. Avuçlarının teri soğuğa rağmen hissediliyordu. Benden çekinmesinin sebebi benimle geçirdiği ilk gece gördükleriydi. O gece nasıl bir hayvana dönüştüğümü unutamazdı. Gözümün kanla dolmasını, çığlıklarımın insan sesine benzememesini… İçimdeki karanlığı görmüştü.

Kılkuyruk önden ilerliyordu; adımları sessizdi. Orman yoluna girdiğimizde araçlar sıkışmış, çevre daralmıştı. Karşıdan gelenlerin kanatları yanlarda sıkışırken uzun bir kuşak gibi dizilmiş araçlar bizi sarmaladı. Bu düzen saldırıya karşı hesaplı bir savunmaydı; ön ve arka korumalarla bütünleştirilmiş bir kafes.

Ortada durduğumuzda, Tetikte bekleyen adamlardan çıkan metal sürtünme sesleri geceye tehdit gibi yayıldı.

Dikkatim büyük siyah araca kilitlenmişti. Kapı açıldığında içim başka bir ritme geçti; gözümün ayarı bozulmuş gibi dünyayı sadece o kişinin siluetine göre yeniden çizdi. Görmem için mesafe uzundu; farların kestiği sert ışık gözlerimi acıtıyordu. Yine de duruşundan tanırdım onu… Lavinia.

İlk adımı attığında içimdeki canavar zincirlerini zorladı.

Zorlukla yürüyordu. Göğsü her nefeste sanki kırık bir akciğerle savaşır gibi inip kalkıyordu. Her adımdan sonra hayatta kalıp kalamayacağını tartar gibiydi. Bu neydi? Niye zorlanıyordu?

Biz çoktan yerimizi almışken onlar daha yeni hareket ediyordu. Neden biraz oldukları yerde bekledikten sonra harekete geçtiler?

Arkın yaklaşarak alayını yüzüne bulaştırmadan konuştu.

“İyi misiniz Kağan Bey?”

Dudaklarım gerildi, bakışlarım Lavinia’dan bir milim ayrılmadı.

“Senin varlığın hariç gayet iyiyim.”

Kılkuyruk’un gözleri Arkın’ın üzerine bir avcı gibi kilitlendi.

“Bir ölüye göre fazla iyi duruyor” diye mırıldandı.

Dikkatimi tek bir şey yutmuştu: Lavinia’nın yaklaşan adımlarındaki acı. Her zorlu nefesiyle biraz daha titriyordum. İçimde biriken öfke, mantıklı bir hedef bulmak için sabırsızlanıyordu.

Mesafe kapanırken Veli, Yusuf’a döndü.

“Abi sen geçebilir misin?”

Ona seçenek bırakmayan bir tondu. Yusuf öfkesini yutarken öne geçti. Kıvılcım şimdilik sustu… çünkü karşılarında düşman vardı.

Aramızdaki mesafe birkaç adım daha kapandığında, istemsiz bir hareketle elimi yumruk yaptım.

Zaman, bir urgan gibi boynuma dolanmıştı. En nihayetinde, bana zulüm gibi geçen o saniyelerin ortasında, dengemi altüst eden o deli kadın karşımda duruyordu. İyi değildi. Bedeni ince bir yaprak gibi titriyordu; en hafif rüzgârda devrilecekmiş gibiydi. Ama mesele sadece bu değildi. İçimdeki mührü kırıp içimdeki canavarı uyandıran, felaketin habercisi o gri harelerin odağı yoktu. Daha doğrusu odağını bulamıyordu. Dolunay’ın parlaklığıyla eş değer gözlerinin ışıltısı yoktu.

O gözlerin odağında olmam gerekirdi. Şimdiye kadar çoktan bir laf sokup sinirlerimi bozacak bir yol bulmalıydı. Bulmalıydı ki, o her zamanki Lavinia’dır diyebileyim; rol yaptığını, beni zaaflarımla köşeye sıkıştırdığını, beni kendi adamlarıma karşı doldurarak bir atak yaptığını anlayabileyim.

Ama hayır… Lavinia rol yapmıyordu.

Zorlukla açtığı dudaklarından dökülen her nefes sanki ömründen bir parça götürüyordu. Ne diyeceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilemedim. Kollarımı tutan eller gerginleşti, parmaklarının etrafındaki basınç arttı. Cemal ve Yusuf’un bakışları da benimkinden farksızdı; tedirgin, öfkeli, tetikte. Hatta Kılkuyruk’un bile içinden geçenleri sezebiliyordum — o da bu sessiz fırtınanın eşiğindeydi.

Lavinia’nın adamlarının bulunduğu taraftan, mekanik bir tıkırtı duyuldu; merminin namluya sürülüş sesi. Gerginlik, havadaki daha patlamamış olan barut kokusuna karışarak ağırlaştı. Arkın bile bu tablo karşısında sessizliğe gömülmüştü.

Lavinia konuşmak için iç savaşını kazandığında bile sesi yankılanmadı, sadece titredi. Yine de dimdik duruyordu. Dizlerinin bağı çözülse bile yere düşmemek için bütün iradesiyle direniyordu. Sesi çıkmasa da o duruşu ölüme meydan okuyordu.

“Ne haber çocuklar…” diyebildi sonunda.

Sesini zar zor duydum. Belki de gerçekten duymadım, sadece dudaklarının hareketini okudum. Ancak o an, kan beynime sıçradı. Çünkü bu sabah dudaklarına sürdüğü, dokunmak için içten içe yanıp tutuştuğum o koyu kırmızı dudaklar, şimdi kenarlara taşmıştı.

Cemal ve Yusuf aynı anda ileri atıldılar.

“Ne yaptınız lan ona!” diye gürlediler, öfkeleri silah namlularına yansıdı.

Veli’nin sesi daha yumuşaktı, ama endişesi saklanamıyordu:

“Lavinia Hanım… iyi misiniz?”

Benimse tek bir odağım vardı: Lavinia.

Etrafımdaki sesler, bağırışlar, hareketler… hepsi arka planda kalmıştı. Gözlerimin önünde yalnızca o vardı. Her nefesinde daha da tükenen, ama pes etmeyen benim güzelim olan kadın. Gözleri kayıp gidiyor, sonra yeniden toparlanıyordu. Onun alamadığı her nefeste, benim de nefesim kesiliyordu.

İkimiz de aynı dar ağacında asılıydık; biri düşse, diğeri de peşinden boşluğa savrulacaktı.

Farkında olmadan birbirimizin yansıması olmuştuk. Ne yaptıysak birlikte yapmış, neye dönüştüysek aynı anda dönüşmüştük. Karanlığa inerken el ele değildik ancak ruhumuz beraberdi; kimse görmemişti ama biz aynı anda canavarlaşmıştık. Aynı anda zirveye çıkmış, aynı anda düşmüştük. Farklı bedenlerde, benzer acının kopyasıydık. Şimdi ise, bana dünyayı hem yaşatan hem unutturan o kadın, gözlerimin önünde tükeniyordu.

Nefret etmeye çalıştım ondan, hem de defalarca. Her denemem kendime saplanan bıçak gibiydi; sonunda nefret edemediğim için kendimden nefret ettim. Oysa şimdi, nefretin bile ne kadar boş olduğunu anlıyordum. Onu ilk kez gördüğüm ana dönmek için her şeyi yapardım — o ana, her şeyin henüz mahvolmadığı o saniyeye… Ama artık zamanın geri dönmeye niyeti yoktu.

İçimde kelimeler birbirine çarpıyor, boğazımda kan gibi birikiyordu. Söylemek istediğim her şey suskunluğa saplanıyordu. Yapmak istediğim tek şey, onu bu hâle getirenlerin nefesini kesmekti. Ama önümde, kendi nefesini vermek üzere olan bir kadın vardı. Herhangi bir kadın değil. Herhangi biri değil. Tepesinin tası attığında dünyaları yakıp yıkacak bir kadın. En önemlisi de benim olan bir kadın. Zaman bizimle birlikte ağırlaşıyor, her saniye bir asır gibi geçiyordu.

Zihnimdeki görüntüler, onunla ilk karşılaştığım ana çekip duruyordu beni. O zamanlar söyleyemediğim o kelimeler dudaklarımda yeniden şekillendi; farkına bile varmadan fısıldadım:

“Güzelim...”

Sözcük, bir dua gibi kaldı.

O an gözlerinin odağı beni buldu. Gri… ölüm sessizliğini andıran o gri gözler, sesimi tanıdı. Tepkisiz bakan o donuk bakışlar, daha çok titredi. O kadar yorgun, o kadar bitkindi ki… ama yine de beni tanıdı. Dudakları aralandı; ses, yırtılmış bir rüzgâr gibi döküldü içinden:

“Kağan…”

İçimdeki bütün duvarlar yıkıldı. Aynı ses, yıllar önce babamın ölümünde yankılanmıştı. O gün o sesi nefretle kazımıştım hafızama; şimdi aynı ses kalbimin en derin yerine dokundu. Tek fark, bu kez gidiyor olan oydu.

Adımı söylemesiyle içimde bir şey koptu. Bütün kaslarım aynı anda hatırladı nasıl hareket edilmesi gerektiğini. Kollarımı tutan eller artık yoktu. Öfkenin yerine sadece korku kalmıştı.

Ona doğru atıldım.

O da daha fazla dayanamadı. Bacakları boşaldı; bedeni ağır ağır çökmeye başladı. Koşarken etrafımdaki her şey yavaşladı; rüzgâr bile sanki bizden özür dilercesine sessizleşti. Ona yetiştim ama gerçekten yetişebilmiş miydim? — yere düşmesine izin vermedim.

Kollarıma aldığımda titremesinin görünenden fazla olduğunu fark ettim, hem de öyle ki kendi titremem onunkiyle karıştı.

“Lav’ım… bana bak,” dedim, sanki bakarsa kurtulacakmış gibi.

Kollarımın arasında titreyen bedeninin her kıpırdanışı, sanki hayatı parmaklarımın arasından damla damla akıtıyordu. Lavinia’nın göğsü, suyun dışında kalmış bir balık gibi kesik kesik yükselip alçalıyor; nefesi boğazında takılıyor, çıkamıyordu. Ben onu tutarken yer ayağımızın altından çekildi; dünya yalnızca onun nefes alıp almamasına göre şekil değiştiriyordu.

Etraf cehennemdi ama benim cehennemim yalnızca onun sessizleşen nefesiydi.

Yumrukların etten çıkan tok sesi, küfürlerin göğü yaran uğultusu ve iki tarafın birbirine doğrulttuğu namluların soğuk tehditleri… Kurşunlar patlamıyordu fakat herkesin tetiğinde ölüm asılıydı.

Dünya gözümün önünde silikleşirken, sadece kollarımdaki kadın vardı. Ondan başka hiçbir şeyin önemi yoktu.

Lavinia’nın dudakları titreyip aralandığında nefesim kesildi. Yüzümü ona yaklaştırdım; dudaklarından çıkacak her ses dünyayı kesintiye uğratacaktı.

“Ne oldu güzelim? Söyle bana… Aç o ay gözlerini. Hadi, bak buradayım.”

Gözleri yarı kapalı titredi. Sanki dünyayı artık seçemiyordu. O anda, ölümün eşiğindeyken bile… alaycı bir tebessüm peyda oldu dudaklarına.

Cılız bir nefesle fısıldadı: “Adamlarında…” dedi, sesi rüzgârda kaybolan bir nefes gibi.

“Gram terbiye yok…”

Bir anlığına yutkundum. Bu kadardı işte… Ölüm nefesini ensesine dayamışken bile lafını esirgemeyen bu kadın… benim kadınım…

Başını bana yasladığı anda nefesinin sıcaklığı birden kayboldu.

Bir şey düştü içimde. Ağır… kaburgalarımı çatlatan bir ağırlık.

“La- Lav- Lavinia?” Sesim bana yabancı geldi. Elim titredi.

Sonra başı geriye düştü.

Vücudu gevşedi.

Nefesi sustu.

“Hayır…”

Bu bir kelime değildi.

Bir çöküştü.

Başımı göğsüne yaslandım, o tanıdık ritmi, beni hayata bağlayan o atım sesini aradım… ama yoktu. Boşluk vardı.

Boşluk… beni yutmak için ağzını açmış koca bir karanlık.

“Nefes almıyor! Kalbi atmıyor!” diye bağırdım, boğazım yırtılırken.

Cehennem, daha da gürledi.

Kılkuyruk’un sesi patladı önce:

“NE DEMEK LAN! KAĞAN! TUT ONU! YAŞAT ONU! Geliyorum ulan, bekle!”

Silahlar patladı. Parçalanan camların sesi, metalin öfkeli haykırışı, kurşunların sıcak uğultusu havayı yardı. Cemal’in sesi kurşunlarla aynı hızda kükredi:

“AMANIZA KODUKLARIM! Lavinia Hanım’ın nefes almadığı bir dünyada size nefes almak HARAM!”

“Kağan Bey’i koruyun!” diye bağırdı bir diğer adamım.

Arkın’ın öfkesinin çatallanmış sesi geldi:

“Siktir… Bu hesapta yoktu! Kadının ölmesi hesapta yoktu! Sikeyim böyle işi!”

Kılkuyruk birini yere serdi, yumruğundan çıkan ses havayı yardı:

“Ecdadını siktiklerim! Açın lan yolu!”

Ben… ben sadece yerde yatan kadınımın yüzünü avuçlarımın içine aldım.

“Gitmene izin vermem…” dedim, gırtlağıma oturan taş gibi bir acıyla.

Ruju kenarlara taşmış dudaklarına bir öpücük kondurdum. Bunun hesabını da soracaktım.

“Azrail bile seni benden alamayacak,” dedim.

Ama cümlenin sonunda korku vardı.

Ya alırsa?

O düşünce kaburgalarımı içten içe kırıyordu. Hızla doğrulup ellerimi göğsünün tam üzerine yerleştirdim. Her bastırışımda içimden bir şey kopuyor, her hissetmediğim atımda içimdeki çığlık büyüyordu.

“Şu silahları susturun! ARABALARI HAZIRLAYIN!” diye bağırdım, sesim bütün savaşın üzerine çarptı.

Burnunu hafifçe sıktım, dudaklarını açtım.

Ciğerlerimde biriken bütün havayı ona üfledim.

“Bana kimse değil… sen lazımsın, Lavinia… Sen.”

Geri çekilip derin bir nefes daha aldım.

“Andım olsun… Sana bunu yapanın ciğerini sökeceğim. Senin nefesini kesenin nefesini söndüreceğim.”

Tekrar nefes verdim. Ellerimi tekrar göğsüne koydum.

Bastırdım.

Bastırdım.

Bastırdım.

“Döneceksin…” dedim dişlerimin arasından.

“Bana geri döneceksin… dönmek zorundasın… beni bırakamazsın… Ardından gelmemi istemiyorsan… dön bana Lavinia!”

Gözlerim sulandı. Görüşüm bulanıklaştı.

Babamın sesi duyuldu kulağımın bir köşesinde, hatırlamayı istemediğim kadar uzak bir yerden:

“Yüreğin acıyınca ağlarsın oğlum. İnsan olan ağlar.”

Amcamın sesi daha sert, daha karanlık bir yerden:

“Güçlü olan ağlamaz. Güçlü olan ağlatır.”

Ben…

İkisi de değildim şu an.

Ne babamın öğüdü, ne amcamın sözü

Şu an tek doğru vardı: Yüreğim acıyordu.

Kalbim ellerimin altında sessizdi. Kurşun yağmuru başımın üzerinde, dünyam çatırdarken…

Ben tek bir şey yapabiliyordum:

Onu geri çağırmak.

Ölümü durdurmak.

Nefesimi ona vermek.

Kalbini çalıştırmak.

Ve fısıldamak:

“Ne olursa olsun… seni bırakmam.

Dön bana Lavinia.

Dön.”

Zaman, Lavinia’nın göğsü altında sessizleştiği anda parçalanıp yere döküldü. Saat yoktu, dakika yoktu; sadece ölümün ağır, soğuk nefesi vardı üzerimizde. Ben nefes alıyorum ama onun nefes almıyor olduğunu her salise yeniden fark ederek çöküyordum.

Elleri­m uyuşmuş, nabzım kulaklarımda çarpıyordu. Bir el omzuma dokundu.

“Kağan… artık bırak. O—”

Ses bulanıktı. Sanki boğuk bir sualtı uğultusu gibi. Kelimeler anlam taşımıyor, yalnızca içimdeki paniği kaşıyan titreşimler bırakıyordu.

El beni geri çekmeye çalıştığında içimdeki son bağ koptu.

“Çek elini!” diye patladım, boğazım yırtılırken. “Dönecek! O beni bırakmaz!”

Adam bu kez daha sert asıldı.

“Kağan! Kendine gel! O—”

“Yeter lan!” diye kükredim. “O yoksa ben de yokum! Anladın mı? Ben. De. Yokum.”

Kim çekiyordu beni? Önemli değildi. Hiçbir güç beni Lavinia’nın yanından alamazdı. Kimse ellerimin arasından geri döndürmeye çalıştığım kadını alamazdı.

Çaresizlik sırtımdan aşağı buz gibi aktı. Görüşüm dalgalanıyordu. Nefesim kesik kesikti. Bastırdım… daha sert. Kaburgalarının altında toplanmış cansızlığın beni yutmasına izin vermemek için tüm gücümü avuçlarıma yığdım.

Sonra… bir damla düştü boynuna.

Bir tane daha.

İlkinde ter sanmıştım. Ama değildi. Bendim. Ben ağlıyordum. Sessizce değil; göğsüm parçalanıyormuş gibi sarsıla sarsıla.

Lavinia’nın boyun çukurunda minik bir gölcük oluşmuştu. Gözyaşlarımdan. Umutsuzluğumdan. Onu kaybetme korkusundan.

Bileklerim ağrıyor, avuçlarım titriyordu ama umurumda değildi. Son şansımdı. Son çaresizliğim.

“Yalvarıyorum sana Allah’ım…” dedim çatlamış bir nefesle. “Onu benden alma… ne olur… dönsün bana…”

Göğsüne bir kez daha bastırdığımda…

Bir şey hissettim.

Donakaldım.

Kırdım mı? Bir kemiğini mi çatırdattım? Yoksa…

Elim titredi.

“Güzelim…” dedim nefesim kesilerek.

Kulağımı göğsüne yasladım.

Dünya sustu.

Ben sustum.

Duydum.

Kesik kesik… zayıf ama inatçı bir atış.

Kalbi. Atıyordu.

Bir kahkaha boğazımdan fırladı; acıdan doğan, umuttan yoğrulan delirgin bir kahkaha. Aynı anda gözyaşlarım hızlandı.

“Araba! Arabayı hazırlayın!” diye bağırdım. “Döndü! Gitmedi, döndü!”

Ciğerlerime bir anda nefes doldu.

Ellerim titreyerek yüzünü kavradı.

“Bırakmadın…” dedim, dudaklarımı onun buz kesmiş dudaklarına hafifçe dokundururken. “Ben de bırakmadım…”

Bir şey eksikti.

Kalbi vardı…

Ama nefesi yoktu.

“Lavinia…” dedim, sesi kendime bile yabancı gelen bir tonda. “Hadi. Nefes al. Bir kez daha… lütfen…”

Elim titredi çenesinin kenarında.

“Hadi güzelim… bir nefes… sadece bir nefes…”

Tepki yoktu.

Onu hafifçe sarstığım anda kulaklarıma uzaktan gelen sesler doldu. Sanki bir kuyunun dibinden yükseliyordu hepsi. Birileri yaklaşmıştı. Adımlar, bağrışmalar, panik.

Birden kollarıma yapıştılar. İki, belki üç kişi. Önce beni yukarı çektiler, sonra geriye ittiler.

Delirdim.

Gerçek anlamıyla delirdim.

“Kağan! Yeter!”

“Nefes almıyor!”

Onları duymuyordum.

Onları görmüyordum.

Benim tek gerçeğim Lavinia’ydı.

Ve onu kaybetme ihtimali beynimi paramparça ediyordu.

Bilincim dar bir tünel gibi sadece ona odaklanıyordu.

Onun nefesi yoktu.

Nefesi yoksa… kalbi yine giderdi.

Yine giderdi.

Yine…

“Bırakın!” diye kükredim, neredeyse hayvansı bir sesle. “Kalbini geri getirdim! Nefesini de getiririm—bırakın!”

Beni tutanların üzerine saldırdım, kollarımı savurup ısıracakmışım gibi çıkıştım. Tek derdim ona ulaşmak, onu geri çekmekti. Aramızdaki mesafe açıldıkça göğsümde bir şey acıyla kopuyordu.

Göğsüm daralırken üzerime çullanmış kolların ağırlığı kemiklerime işliyordu. Ne kadar saldırdıysam, çevremdeki bedenler o kadar çoğalmıştı; fakat hiçbiri beni gerçekten zapt edecek güçte değildi. Lavinia’ya bir an bile gözümü kırpmadan bakıyordum—ta ki, o tek anlık boşluğu verene kadar.

Lavinia yoktu.

“Çekilin önümden!” diye hırladım, önüme geçen adamın kafasını avuçlarımın içine alıp hızla kendi kafama çarptım. Kemiklerin tokuştuğu o sert ses kulaklarımda uğuldadı. Aynı hareketi bir kez daha yaptım. Sırf karşımdakine zarar vermek için değil… içimde kabaran suçluluğu susturmak, kendimi duvarlara vurma isteğinden kaçmak için.

“Ne yaptınız ona?!” diye bağırdığımda, içimde birbirine karışmış duygular kabına sığmıyordu.

“Kağan…”

Ses tanıdıktı. Hiç haz etmediğim birine aitti. Kafalarımızı tokuşturduğum adam, sersemliği üstünden hızla atmasıyla bir anlığına afalladım. Sonra kafama inen bir darbe daha… alnıma yayılan acı, ağır bir sisin içinden beni çekip çıkardı. Görüntüler netleşmeye başladıkça, yüzüme düşen gölgede o tanıdık suratı seçtim.

Kılkuyruk.

Bu köpek ne ara beni yere sermişti?

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Etrafı taradığımda, çatışmanın ortasında olduğumuz gerçeği ayaklarımın altına serilmişti. Kurşunlar hâlâ yağmur gibi yağıyor, yerde kımıldamayan bedenler kanın içinde yatıyordu. Lavinia’nın adamları bedenlerini siper etmiş, bizi koruyor; benimkiler ateş hattını yarıp bize ulaşmaya çalışıyordu.

Kılkuyruk, t-shirtümün yakasından tutup beni yarı yatık hâlde kaldırdı. Yumruk için kaldırdığı diğer kolu havada titriyordu ama inmiyordu.

“Toparla kendini!” diye haykırdı. “Lavinia’yı arabaya götürdük! Kendine gel artık! Böyle delirdikçe onu ölüme daha çok yaklaştırıyorsun!”

Yumruğun neden havada asılı kaldığını şimdi anlıyordum.

Karar verme anı.

Bir seçim yapmalıydım.

Ya kendi adamlarımın tarafına gidecek, Lavinia’yı ölümün kıyısında yalnız bırakacaktım…

Ya da Lavinia’yı hastaneye yetiştirmek için ailemden geriye kalan son kişiyi—amcamı—arkamda bırakacaktım.

Lavinia… hem sevdiğim kadın… hem babamın katili.

Amcam… babamın kanından, soyumdan geriye kalan tek bağ.

İkisi de benim kaderimin iki ucu gibiydi. Hangisini bıraksam diğerinin ağırlığı beni ezmeye yetecekti.

Amcam beni ve Lavinia’yı destekliyordu, evet… ama gerçek bambaşkaydı. Tek istediği şey soyunun devamını, hem de kudreti yüksek bir kadından gelen çocukla sürdürmekti. Lavinia’yı “kudretli kadın” takıntısıyla saplantı haline getirmişti. Onun gibi birini bulamadığı için evlenmemiş, çocuk yapmamış, kendi soyunu askıya almış adam… Kardeşini öldürmüş olması bile onun için sorun değildi. Bu nedenle ondan kolay vazgeçemezdi.

Peki öyleyse… neden Lavinia’yı öldürmeyi seçmişti?

Yoksa… yapan o değil miydi?

Bu düşünce beynimin kıyılarını yakarken Kılkuyruk’un yumruğu yanağıma indi. Sarsıldım ama zihnim berraklaştı.

Lavinia’yı arabaya götürmüşlerdi. Onu kaybetmeyi göze alamazdım. O yüzden her saniye kayıptı.

Ama...

Amcamı ardımda bırakmak… babama ihanet demekti.

Lavinia’yı bırakmak… Benim sonum demekti.

Nefesimin ağırlığıyla dizlerimin üstünde sendeleyerek doğrulmaya çalışırken, şuanlık tek bir sorunun etrafında sıkışıp kaldım:

Ya geçmişim…

Ya geleceğim.

Tabiri caizse, iki ucu boklu değnek.

Başımı kaldırdım. Ellerim titredi.

Kılkuyruk’un gözleri karanlık bir sabırla benimkine sabitlendi.

Cevabımı bekliyordu.

Hem ölümüme hem hayatıma hükmedecek seçimin kapısında duruyordum.

Hangi tarafı kapatacaktım?

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 24.11.2025 00:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...