2. Bölüm

2. Bölüm: Son Dansın Başlangıcı

Merve Özmen
laviniabukan

İçeri adım attığım anda, sanki zaman durmuş gibi herkes bir anda susup bana bakmaya başlamıştı. Tabi birkaç kişi hariç; Yeliz, Cengiz ve aile büyüklerim… Ama onlardan yalnızca Yeşim, gözlerini benden ayırmadı. Yüzü, kederle ve aynı zamanda umudu barındıran bir ifadeyle doluydu. İçeri girdiğim andan itibaren, etrafımdaki herkesin yüzünü tek tek inceledim. Unuttuğum sıfatları, o anki surat ifadelerini—hepsini zihnime kazıdım. Her bir ifadenin ardında ne olduğunu, kimlerin içten içe neyi hissettiğini anlamaya çalıştım. Sadece dışarıdan görüneni değil, her bir yüzün içindeki duyguyu, ruh halini dikkatle gözlemledim. Onları en son gördüğüm hallerini ve şimdiki halleriyle değişen fiziksel görünümlerini kafamda tarttım. Ama en çok gözlerim bana kayıtsızlıklarıyla canımı en çok yakan Yeliz ve Cengiz’de oyalanmıştı. Yan yana oturmuşlardı. Cengiz’in kolu, Yeliz’in omuzlarının üzerinden geçip, sahiplenici ve destekleyici bir şekilde onu sarmalamıştı adeta. Onları incelerken yüzümdeki ifadesizliği koruyor, soğuk bakışlar atıyordum.

Yeliz, oval yüz hatlarına sahip, hafif kızıla çalan kumral saçları, belli belirsiz kemerli burnu ve ince dolgun dudaklarıyla yılların izlerini taşıyordu. Yaşından dolayı az da olsa oluşan ince kırışıklıklar vardı ama en çok gözlerindeki değişim dikkatimi çekti. Badem şeklindeki gözlerinde, gülümsemekten oluşan hafif kaz ayakları bile ona hoş bir hava katıyordu. Ancak koyu kahverengi gözlerinde, ilk kez bana yansıyan o çelişkiler daha yoğundu. Onun dışında, her zamanki gibi o gözleri, dolu dolu bir ifadedeydi.

Cengiz, keskin kemikli yüz hatlarına sahipti. Burnu düz ama kalkık, dudakları dolgun ve şekilliydi. Diken gibi, açık kahverengi saçları, solgun beyaz teni ve hafif çekik gri gözleriyle yaşına göre çok daha genç görünüyordu. O gri gözlerinin rengi ve yapısı öyle bir etki yaratıyordu ki, birine uzun süre baktığında, bakan kişide korku oluşmaması neredeyse imkansızdı. Gözlerim, onun gözlerinde gezinirken, her zaman o kayıtsız ifade vardı, , tıpkı her zaman olduğu gibi. Ne düşündüğünü, aklından ne geçtiğini bir türlü anlayamıyordum; belki de anlamak istemiyordum.

Onlardan sonra gözlerim, hemen yanlarında oturan ikizlere kaydı. Parla, bir eliyle koltuğun desenli demirini kavramış, diğer eliyle oturduğu için bükülen dizlerini destekliyordu; vücudu merakla dikleşmişti. Pars ise kolları bağlı bir şekilde oturuyor, kaşları çatıktı ama o da tıpkı ikizi gibi, meraklıydı. Benim onları incelediğim şekilde beni inceliyorlardı. Gözlerinde aynı merak ve soru işaretleri vardı. İkisi de anne ve babalarının birer karışımı gibiydi. Gözleri, Yeliz’ininki gibi badem şeklinde ve kahverengi, dudakları ise dolgun ve Yüz hatları ovaldi. Bu benzerlik onları bir arada hissettiriyordu. Ama saç renkleri ve burun yapıları, onları birbirinden ayıran kesin farklardı. Parla, ne çok koyu ne de çok açık, orta tonda kahverengi saçlarıyla, düz inen hafif kalkık burnuyla göz alıcı bir sevimlilik yayıyordu. Pars ise babasına çekmiş, koyu kumral ve diken diken saçlarıyla, hafif kemerli burnuyla daha sert bir görünüm sergiliyordu, bu da ona, sevimliliğinden biraz uzak bir hava katıyordu.

Aslında kardeş olarak birbirimize benzemediğimizi söylemek zor olurdu, ama yine de ben daha çok Cengiz’e benziyordum. Bu benzerlik, içimde bazı soruları uyandırmaya başlamıştı. Gözlerim, burnum, dudaklarım ve soluk beyaz tenim neredeyse Cengiz’in kız versiyonu gibiydim. Tek fark ise alacalı kumral saç rengim ve yüz hatlarımın oval oluşuydu. Ama asıl farkındalık bir tokat gibi çarptı: Ben, biyolojik babamı hiç sorgulamamıştım. Kim olduğunu bile bilmiyordum. Neden daha önce bunu fark etmedim ki? Yarından itibaren bu konuda bir adım atmalı ve kafamda oluşan tüm soruları yanıtlamaya başlamalıydım. Ama şimdi olmazdı ilgilenmem gereken misafirlerim vardı.

Gözlerim aile büyüklerinin tarafına kayınca, soğuk ifademi koruyamadım. Onlara bakarken, içimdeki öfkenin gözlerime yansıdığına adım kadar emindim. Selim ve Demir, karşımda bulunan tekli koltuklardan ikisinde oturuyordu. Yeliz ve ailesinin oturduğu koltuğun hemen karşısında ise, birbirlerinden hiç hoşlanmayan, bakışlarıyla bunu açıkça belli eden iki kadın oturuyordu: Meltem ve Yeliz. Onların tam ortasında ise, gerginliği her halinden belli olan Ceylin vardı.

Yaşlıların yüzlerinde, yılların getirdiği derin izler ve saçlarında aklar vardı. Selim ve Yeşim, kahverengi gözlü, birbirine benzeyen köşeli yüz hatlarına sahiplerdi. Sarsılmaz ailesi, kahverengi gözleri adeta genetik bir miras gibi bırakmış, çocukları da bu mirası taşımıştı. Demir ve Meltem ise birbirlerinden farklıydı. Meltem’in koyu kahverengi saçlarının yanında, Demir’in sarı saçları adeta bir kontrast oluşturuyordu. Meltem’in kahverengi gözleriyle, Demir’in gri gözleri arasında sanki karanlık ve aydınlık bir uyum vardı. Bukan ailesi, genetik miras olarak gri gözleri bırakmış ve çocukları da bu mirası taşımıştı. Ancak torunları için aynı şeyi söylemek mümkün değildi; onlar, Sarsılmaz ailesinin göz rengini miras almışlardı. Ben hariç... Bukanlara olan bu benzerliğim, içimdeki şüpheleri giderek daha da büyütüyordu. Ceylin, Cem ve Cengiz üç kardeş, birbirlerine oldukça benziyorlardı. Annelilerinden değil, babalarından aldıkları mirasla bu benzerlikleri pekişmişti.

Cem, diğerlerinden uzak bir köşeye çekilmiş, salonun yemek sandalyelerinden birini alıp derin düşüncelere dalarak pencerenin kenarına oturmuştu. Dışarıdaki yıldızlarla dolu geceye dalmış, kollarını bağdaş yapmıştı. Hâlâ benim geldiğimi fark etmemişti.

Yaklaşık birkaç dakika boyunca ayakta durup onları gözlemlemiştim. Gözlerim, öfkeyle Selim, Demir, Meltem ve Yeşim’in arasında gidip geliyordu. İçimden onlara çok şey söylemek geliyor, Onları canlarından bezdirene kadar dövmek, sonra cesetlerini yerin yedi kat dibine gömmek istiyordum. Ama bu kadarla yetinmek zorundaydım. İçimdeki bu öfke, daha doğmadan hayatımı cehenneme çevirmeleri ve en zor anımda benden yardımlarını esirgeyip, dolaylı olarak ailemin ölümüne göz yummalarından doğuyordu.

Onlara attığım öfkeli bakışlarla birlikte, oturacak yer kalmadığını fark ettim. Bunun üzerine, yanımdaki salona ait yemek masasının sandalyelerinden birini alıp ters bir şekilde oturdum. O anda, havada adeta bir yargılama hissiyatı oluşmuştu. Ben yargıç, onlar ise yargılananlar gibiydi. Aslında en başta böyle olması gerekirdi, ama o an sadece başlangıçtı. Onlar için her şey daha yeni başlıyordu.

Sandalyeyi çekip oturduğumda, rahatsız edici sessizliğin bir şekilde onlardan biri tarafından bozulmasını bekliyordum. Ancak, sandalyeyi çekmemle birlikte, Cem’in bakışları da hemen bana kaydı. Artık bana bakmayanlar da dikkatle bana bakıyor, kafalarındaki düşüncelerle beni süzüyorlardı. Benimse dikkatim onlardan tamamen kopmuştu. Gözlerim, mümkün olduğunca Selim ve Demir’in arasında gidip geliyordu. Yüz ifademi düz tutmaya çalışıyordum, ama öfkem çok yoğundu; bunu kontrol etmek neredeyse imkansızdı. Bu odada sadece onlar ve ben yoktuk. Ailem de buradaydı, ama onları sadece ben görebiliyordum. Yıllardır bu duruma alışmıştım, İnsanların arasında onlar yokmuş gibi davranmaya Ama şimdi, her şey farklıydı. Şu an durum çok daha zordu. Bana kızgınlıkla baktıklarını hissedebiliyordum, yalnız kaldığım anda üstüme karabasan gibi çökeceklerdi.

Hepimiz sanki sessizlik yemini etmiş gibiydik; kimse konuşmuyor, ama herkes, sanki dünyada gördükleri en garip yaratık benmişim gibi beni izliyordu. Bazıları merakla, bazıları hayretle, bazıları ise şaşkın bir şekilde… Ben ise odadaki "ölülere" bakmamak ve onlara odaklanmamak için kendimi zor tutuyordum. Gözlerim, Selim ve Demir’den kaymıştı. Öfkemi atmak, kafamı susturmak için salona, sanki ilk defa görüyormuşum gibi dikkatle bakmaya başladım.

Gözlerim tavanda asılı şık ama sade bir avizede takılı kalmıştı. Bir süre sonra halının desenlerine bakmaya başladım… Bir dakika, salonumda halı mı vardı? Ulan, bu zamana kadar hiç fark etmedim mi? Şaka gibi.

Kimsenin konuşmaya niyeti yoktu. Selim, Demir, Yeşim ve Meltem’i anlıyordum; beni en son gördüklerinde ölmek üzereydim. Ama ya diğerleri? Kendimi, onların bakışları altında bir uzaylı gibi hissetmeye başlamıştım. Öfkemi kontrol altında tutmaya çalışmak ve odadaki ölülerden kafamı uzaklaştırmak, ruh halimin sürekli değişmesine neden oluyordu. Eğer tamamen kontrolden çıkarsam, bu odadakiler için hiç iyi olmayacaktı. Onları yanıma, yani önümdekiler ve eşleri hariç diğerlerini, yardım etmek ve korumak için almıştım. Zarar vermek için değil.

En sonunda dayanamayıp sessizliği bozan ben oldum. Odağımı önümdekilerden mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışsam da, ruh halimin ve öfkemin sık sık değişen etkilerini gizlemeye çalışarak, yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirdim. Kaşlarımı kaldırıp, “Eee, görüşmeyeli nasılsınız?” diye sordum. Sahte gülümsemem ve sesimi yumuşatarak konuşmam, az da olsa gerginliği hafifletmişti. Meraklı bakışları olanlara ise, konuşmak için cesaret vermişti. Özellikle Pars ve Parla’ya… Ama onlar dışında, Ceylin’in bana soru sormak için can attığını gözümden kaçırmamıştım. Yalnız kaldığımızda kesinlikle benimle konuşacağını biliyordum; çocukken de hep öyle yapardı.

Tekrardan dikkatimi Pars ve Parla’ya verdim. Yüz ifademi yumuşak tutmaya çalışıyordum. İlk konuşmaya başlayan Parla oldu. Sevimli suratında, merakın yanında konuşmanın verdiği heyecan da belirginleşmişti ve bu heyecan tüm bedenine yansımıştı. Yerinde dikleşip, gözleri büyürken kaşları havalandı. Ses düzeyini kontrol ederek, “Ne kadar da büyümüşsün... Bir o kadar da değişmişsin. Seni en son gördüğümde çocuktun... Gerçi ben de pek büyük sayılmazdım ama neyse, boşver. Bugün saçmalamayacağım, geç geldin zaten, yorgunsundur,” dedi. Kendi sözünü keserek konuşmaya devam etti, sanırım ilk izlenime dikkat ettiğinden ağzından saçma bir şey kaçırmak istememişti.

Hemen yanında oturan Pars, Parla'nın sözlerine tepki olarak yüzünü buruşturdu. Kafasını ona doğru döndürüp, duruşunu hiç bozmadan ona laf attı: “En azından saçmaladığını kabul ettin, bu da bir gelişme,” dedi. Görünüşe göre amacı, benimle değil, ikiziyle uğraşmaktı. Parla, bu lafın ardından hemen kafasını Pars’a çevirdi. Yüzünde saniyesinde oluşan öfke, çatık kaşlarından belli oluyordu. Pars’ın ise yüzünde, keyifli bir sırıtış belirmişti. Parla, tam öfkeyle karşılık verecekken, Yeliz araya girdi: “Çocuklar, başlamayın yine. Burası bizim evimiz değil, biz misafiriz,” dedi, bedeninin yarısı ikizlere dönük bir halde kaşları çatıktı. Ses tonu küçük çocukları uyarır gibi çıkmıştı. Onun bu uyarısı karşısında, Parla mahcup bir şekilde kafasını eğdi, içindeki heyecanın sönmeye başladığı düşen omuzlarından belli oluyordu. Pars ve ben ise, onu böyle görünce kaşlarımızı çatmıştık. Pars, hala kaşları çatık, düşünür bir halde olan bakışlarıyla Yeliz’e dönerek sordu: “Neden? Lavinia bizim kardeşimiz değil mi? Onun evi bizim evimiz, bizim evimiz de onun evi değil mi?” Hemen ardından, çekinerek de olsa Parla söze girdi: “Evet... anlamıyorum... yıllardır neden onunla görüşmedik? Küçükken neden ona soğuktunuz?” sesi alçak tonda, sözleri ise kesik kesikti. Pars, Parla’nın sözlerini devam ettirerek, “Soğuktunuz değil, aslında soğuksunuz... Hala soğuksunuz. Bizim her anımızı merak eden, arayan, soran siz, neden Lavinia’yı bir kere bile arayıp sormadınız?” dedi. Parla, Pars’ın onu düzeltmesine aldırış etmedi. İkizler, yıllardır kafalarındaki soruları ve çocukken gördükleri tavırların hala devam etmesini anlamlandıramıyorlardı. Ama artık çocuk değillerdi. İkizler, söyledikleri her kelimeyi birbirine paslayarak konuşmaya devam ederek. Parla, “Evet, çocukken pek bir şey anlamıyorduk. İçimizde hep bir merak vardı. Ona gideceğimizi öğrendiğimizde, bu anlamsızlık daha da güçlendi. Artık nedenini bilmek istiyoruz,” dedi. Pars, “Peki sen Lavinia hiç merak etmedin? yoksa nedenini zaten biliyor muydun?” İT SOYLARI!!! Topu bana atmışlardı. Zaten, onların sözlerini birbirine paslayarak konuşmaları beni öylesine hayrete düşürmüştü ki, birden bana laf attıklarını bile anlamadım. Bir ona, bir ona bakarken zaten beynim çalkalanmıştı. Az önce dünyadaki en garip olaya şahit olmuştum.

Gözlerimi kırpıştırarak onlara bakarken, şaşkınlıkla “Gerçekten ikizler arasında telepatik bir bağ varmış,” dedim. Onlar diyordu anya, Ben diyordum konya. Cem sonunda kayıtsızlığını bozarak, sandalyesiyle birlikte çoktan bize katılmıştı. Hatta benim şaşkınlığım ve söylediklerim, onu ve Ceylin’i kahkahalarla güldürmüştü. Ortam şuanda çok karışıktı. Cem, gülerek, bir yandan da konuşmaya çalışarak, “Oooo, daha bu ne ki? İlk başlarda ben de senin gibi tepki veriyordum ama bir süre sonra alışıyorsun. Ama seni temin ederim, bu gördüklerin sadece %10’u falan. Daha neler neler göreceksin,” diyerek tekrar kahkahalara boğuldu. Bu durum o kadar komik miydi? Ya onlarda benim gibi deliyse? Bak işte ailedeki tek deli olanın ben olmadığıma sevinebilirim. İkizler ise sorularının havada kalmasından rahatsızlardı.

Cengiz ve Demir başta olmak üzere diğerleride bu sorulardan ve kahkalardan dolayı rahatsız olmuşlardı. Cengiz ve Yeliz hiç konuşmuyordu birbirlerinden destek alır gibi sarmaş dolaşlardı. Bu zamana kadar bir kere yüzüme bakmışlar sonrasında gözlerini omuzlarımdan yukarısına kaldırmamışlardı. Bu Demir içinde geçerliydi. Cem ise sanırım aklına ne geliyorsa, karnını tutarak kahkahalarına devam ediyor, benim şaşkınlığım ise hala aynı şekilde devam ediyordu. Selim hala beni incelerken artık söze girmeye karar vermiş olmalı ki dikkatlerimizi üstüne toplamak için boğazını temizlemiş ve başarılı da olmuştu.

Ona bakmamla, içimdeki öfke fokurdayarak kendini hatırlattı. Onun da bakarken öfkelendiğini görmek tatmin olmamı sağlamıştı. Gözlerimiz birbirine değdiği anda zaman bir kez daha durmuştu. O an sadece biz vardık, ve ikimiz de öfkemizi gözlerimiz aracılığıyla birbirimize hissettiriyorduk. Selim derin bir nefes alarak benimle olan göz temasını bozmadan, sadece benim, onun, Demir’in, Meltem’in ve Yeşim’in anlayacağı şekilde konuşmaya başladı. “ Eee bize nasılsınız diye sordun ama zaten az çok biliyorsun. Asıl sen söyle bu zamana kadar nasıldın?” bundan sonra hafifçe bir duraklamıştı. Dudakları sinsice yukarı kıvrılmış bir şekilde devam etti. “ En nihayetinde seni en son gördüğümüzde... Korkak... Ağlak... bir çocuktan buralara, bu zamana kadar hayatını nasıl YAŞADIN? Bu ihtiyar dedene anlatarak bir iyilik yapar mısın?” Bu kadardı. bu sözler karşısında, konuşmayı anlayanların bedenleri kasılmış, gözleri yuvalarından çıkacak gibi olmasını sağlamıştı. Selim ise istifini hiç bozmamış, benimle olan göz temasını hiç bozmamıştı. Bende onunla göz temasını bozmadım. Beynimde bir şeylerin kırıldığını hissetmiş ve bu yoğun bir acıyla kendini göstermişti. Kafamın içinde ağlak... korkak ve yaşadın kelimeleri dönüp dururken bende sinsilik ve tehlikeyle dudaklarıma bir sırıtış ekledim. Oyun mu istiyordu? oynayalım bakalım...

Tüm deliliğimi ve karanlığımı gözlerime yansıttım. Ne kadar hissedileceği tartışılırdı, ama o an gözlerimdeki öfke net bir şekilde ortadaydı. “Hımm, doğruyu söylemek gerekirse, üzerinden çok zaman geçti, bir o kadar da çok şey yaşandı... O yüzden tam hatırlayamıyorum sevgili dedeciğim. Belki siz, son gördüğünüz zamanla ilgili biraz bahsederseniz, hatırlamamda yardımcı olabilirsiniz,” dedim, “doğru” ve “yaşandı” kelimelerinin üstüne özellikle basarak.

Cesareti varsa, doğruyu söylerdi; ama bunu yapmayacaktı. O kadar çok şey yapmış, o kadar çok yalan söylemişti ki, kendi oğluna bile acımamıştı. Gerçeklerin ortaya çıkma ihtimali onlar için kabustu. Onların yalanlarına karşı, Serkan ve benim gerçeklerim vardı. Bu andan itibaren tüm iyi niyetimi, tüm düşüncelerimi bırakıyordum. Bu kadardı. Karşımda böyle yüzsüzce oturup, o gecenin pişmanlığını zerre kadar hissetmeden, oğluna yaptıkları şeylerin pişmanlığını duymadan, pişkin pişkin aklı sıra canımı acıtacağını düşünerek konuşması, her şeyi değiştirmişti.

Onun sarf ettiği sözlerden sonra, gerilen bedenler ve fal taşı gibi açılan gözler, odadaki diğerlerini kuşkulandırmıştı. Korkak ve ağlak kelimeleriyle bu kuşkunun daha da filizlenmesine kendisi neden olmuştu. Ne kadar aptaldı, bana sıkmak isterken, aslında kendi topuğuna sıkmıştı. Ben onlarla yaşarken korkak ve ağlak bir çocuk değildim, bunu Pars ve Parla bile biliyordu.

Sonrasında, benim sözlerimle iyice artan gerginlik, onların korkularının bedenlerine yansımasına neden olmuştu. ortamda oluşan gerilim derinleşmişti. Diğerleri ise bu durumu bir türlü anlayamıyordu. Hemen korkacaksan, oynamayalım. Sonuçta kendisi başlattı.

Şimdi ise, sarf edeceğim sözlerle, korkularını ve öfkelerini daha da körükleyecektim. Hafifçe hımmlayarak, odadaki herkesi gelişigüzel süzdüm. Gözlerimdeki ifade değişmeden, bir elimi çenemin altına koyarak sıvazladım, diğer elimle de, çenemi sıvazlayan elimin dirseğine koyarak destekleyerek düşünceli bir şekilde, bir inen bir kalkan kaşlarımla “Hepinizin burada olduğuna emin misiniz? Sanki biri eksik gibi... Kimdi o... Hah, hatırladım, Serkan. Benim bir tanecik dayım. O nerede?” diye sordum.

Bu soru ile, Selim karşımda o kadar da rahat değildi artık; diğerleri gibi gerilmişti. Kalpten gidecek gibi görünüyordu. Benim ise keyfime diyecek yoktu, ama tabii ki bunu yüzüme yansıtmıyordum.

Sanki onlar için endişelenmiş gibi davranarak, yerimde biraz rahatsız olmuş gibi kıpraşarak kalkmaya hazırlanmıştım. Sesime telaşlı bir ton ekleyerek, "N'oldu birden? İyi misiniz? Her an öteki tarafa gidecekmiş gibi gözüküyorsunuz. Bir şey yapsanıza, siz de ananız babanız burada ölürken ne diye bön bön bakıyorsunuz?" dedim. Evet, belki biraz abartmıştım. Diğerleri de gördüklerinden ve abartılı tepkimden dolayı panikle tam ayağa kalkacakken, Cengiz hepsinden önce davranarak "Yeter lan!" diyerek ortama sert bir giriş yapmıştı.

Tam ayağa kalkacaklarken Cengiz’in tepkisiyle yerlerine sinmiş, dehşetle ona bakıyorlardı. Şu hayatta bu kadar etkim olsa yeterdi be! Cengiz, bir bana, bir Selim ve diğerlerine kızgın bir şekilde bakarak, “ Aranızda ne haltlar döndü, neler yaşandı bilmiyorum, bilmek de istemiyorum... Ama bu sikik hesaplaşmayı gidin başka yerde yapın, benim karımın ve çocuklarımın önünde değil!!!” Sinirli bir şekilde dişlerini sıkarak konuştu.

Bu esnada Demir’de kaçmak için kolladığı fırsatı yakalamıştı. Hemen ardından devreye girerek “ Bu konuşmayı başka bir zaman yapalım. Saat epey geç oldu, hadi herkes yatmaya” diyerek, karısını ve çocuklarıyla saniyesinde, odalarına çekilmişlerdi. Sonra da Cengiz ailesini alarak salonu terk etmiş, hemen ardından da Selimler, Yeşim çıkarken bana üzgünüm der gibi bakmıştı. Çokta umurumdaydı sanki. Geride yalnız başıma, hayaletlerimle kaldım. Derin bir nefes vererek, ben de odama çekildim. Ne olacaksa, odamda olmalıydı, en azından ses yalıtımı vardı.

Odama doğru hızla ilerledim, her adımda üzerimdeki baskı daha da ağırlaşıyordu. Merdivenlerin sert, tahta basamaklarına basarken, boğazımı sıkan eller sıkılaşıyor. Onların hemen dibimde olmasının verdiği ürperti, tüylerimi diken diken ediyordu.

Merdivenlerin sonuna doğru çıkmama tezat bir şekilde, toprağa batıyor gibiydim. Nefes almam zorlaşıyor, kulağımın dibindeki acı dolu çığlıklarla etrafımı duymakta zorlanıyordum.

Üzerimdeki baskı, nefesimi kesiyor, görüşümde bulanıklıklar beliriyordu. Ancak sonunda odamı bulup içeri girmeyi başarabildim. Kapı kapanırken, üzerimdeki ağırlık bir anda arttı, ellerin kuvvetiyle ileri doğru savruldum. Savrulmamla birlikte, önümdeki gardırobun aynasına çarptım ve camın kırılmasıyla odada yankı yapan bir ses yükseldi. Hemen ardından, acı dolu iniltilerim odada yankılandı. Yanımdaki yatağa tutunarak kalkmaya çalışırken, yeniden üzerime çullanmışlardı. Son zamanlarda bu işkenceleri sıklaştırmışlardı. Ama neden? Onlardan intikam almadığım için mi? Bir türlü kestiremiyordum. Bu durumdayken cevapları bulmam oldukça güçtü bana yardımcı olmamakta kararlıydılar.

>>>><>>>><>>>>>

Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu, neler olduğunu tam olarak kavrayamadım. Bedenimde yoğun bir ağrı vardı, özellikle kafamda bir sızı hissediyordum. Zihnim bulanıktı. Ardından yavaşça neler olduğunu hatırladım: Şiddetli bir kriz geçirmiş ve bayılmıştım. Krizin etkisi hala üzerimdeydi, bu yüzden ayağa kalkacak hâlim yoktu. Gardırobun önünde, kırık ayna parçalarının arasında cenin pozisyonundaydım. Kendimi toparlayabilmek için birkaç derin nefes aldım, sonra sırt üstü dönerek biraz daha uzandım. Bir süre tavanla boş boş bakıştık, ayağa kalkmak için gerekli gücü bulduğumda yavaşça doğruldum. Sırtımı gardroba yaslayarak oturdum ve odadaki hasarı incelemeye başladım.

İlk gözüme çarpan, karşımdaki kitaplıktı. Çarpmamın etkisiyle kitaplar yere düşmüştü. Sonra gözlerim yanımdaki yatağa kaydı, orada pek bir şey yoktu. İşkencem çoğunlukla yerde geçmişti. Gardırobun yere saçılan kırık aynalarını da sayarsak çok fazla hasar yoktu.

Yaşadığım bu krizler nedeniyle odamı olabildiğince sade tutmaya çalışıyordum. Kapının karşısında büyük bir gardırop, hemen yanında çift kişilik bir yatak vardı. Odanın karşı duvarında ise kitaplarla dolu devasa bir kitaplık yer alıyordu. Kitaplığın hemen dibinde, köşede oldukça rahat bir koltuk bulunuyordu. Ayrıca kapının yanındaki tuvalete ve banyoya açılan başka bir kapı vardı. Odamın geri kalanı oldukça basitti. Duvarlarımda hiçbir şey yoktu; zaten bana bakan bir sürü göz varken, duvarda tablo gibi eşyalarla bunu daha da arttırmak istemiyordum. Çalışma masası koymamamın nedeni ise evde zaten bir çalışma odasının olmasıydı.

Ben odada hasar tespiti yaparken, kapı tıklatıldı. Ses, telaş içinde olan Saniye Teyze’ye aitti. “Lavinia Hanım, Lavinia Hanım! Dayınız Serkan Beyler geldi, salondalar! Silahlar çekilmiş durumda! LAVİNİA HANIM!” Son kelimeleri bir hayli yükselmişti.

Bir duş alıp kendimi toparlayacak zamanım bile yoktu. Sırf bunun için asıl ben aşağıdakileri kurşuna dizebilirdim. Saate bakmayı anca akıl edebilmiştim 10.30'a geliyordu. Uzun bir süre baygın kalmışım, ama en azından uyumuştum. Sonra zorlandığımdan yavaş bir şekilde ayağa kalkıp, kapıya doğru ilerledim. her adımımda kaslarım zonkluyordu ama biraz yürüyüşle açılırdı.

Kapıyı açtığımda, Merdivenlere doğru baktakta olan bir adet Saniye Teyze ile burun buruna geldim. Zaten oldukça korkmuş ve telaşlıydı; kafasını bana çevirdiğinde, korkuyla çığlık atarak geriye sıçradı. Çığlıkla birlikte kaşlarımı çatıp yüzümü buruşturdum. Zaten acı içindeydim, bu kadar yüksek sesle çığlık atmanın ne anlamı vardı?

Kadın, aşağıdakilerden çok, benim halimden korkmuştu. Ne halde olduğumu bilmiyorum ama bu tepkiyle insan içine çıkılamayacak kadar korkunç göründüğüme emindim. Beni bu halde aşağıya indirdikleri için hepsini kurşuna dizecektim.

Acıdan yüzümü buruşturarak ona bakıp, 'Saniye Teyze, bir daha bu kadar yakınken çığlık atma, gözünü seveyim,' dedim. Sesim oldukça pürüzlü ve kısıktı. Gece boyunca attığım çığlıklardan ses tellerime zarar vermiş olabilirdim. Umarım böyle bir şey olmamıştır. Saniye Teyze, sesimi zor duymuştu. Bu sefer benim için endişelenmeye başladı. hasta olduğumu düşünüyor olmalıydı. Odanın halini görse bu yoğun duygularından kesin küçük dilini yutardı. “Lavinia Hanım, hasta olduğunuzu bilmiyordum, özür dilerim, bu kadar rahatsız ettiğim için. Ama aileniz, dayınızın gelişiyle birbirine girdi. Bu da, sizin adamlarınızla dayınızın adamlarının karşılıklı silah çekmelerine neden oldu. Sizi uyandırmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yoktu." Saniye Teyze, hızlıca açıklama yaptı, gözleri hala endişeyle üzerimdeydi.

Derin bir nefes alıp başımı hafifçe salladım. “Tamam, ben ilgilenirim. Sen işine geri dön, Saniye Teyze,” dedim. O da başını sallayarak yanımdan uzaklaştı ve merdivenlerden inerek aşağıya doğru gitti. Bir süre onun uzaklaşmasını bekledim, sonra kapıyı kapatıp koridorda ilerledim ve merdivenleri inmeye başladım. Aşağıdan gelen sesler, merdivenleri inerken daha net duyuluyordu.

İçeriden gelen sesler giderek daha belirginleşmişti; özellikle Selim, Serkan ve Yeliz’in sesleri öne çıkıyordu. Selim’in gür sesi, “Senin gibi bir hainin benim olduğum yerde ne işi var? Derhal adamlarınla defol git!” diye yankılandı. Bu şerefsiz kim oluyordu da kimin evinden kimi kovuyordu? Yeliz’in sesiyse, her zamankinden farklı, bu sefer öfkeyle yankılandı: “Serkan, defol git artık! Çocuklarımı korkutuyorsun!” Küçük çocuk mu bunlar. Serkan hemen karşılık verdi: “Ne diyorsun ya, ben mi korkutuyorum? Babanın ne bok yediğini görmüyor musun?” Ardından Cengiz’in hiddetli sesi duyuldu: “Sen kime bağırıp el kol yapıyorsun lan?”

Salona girdiğimde tam anlamıyla bir curcuna hakimdi. Serkan’ın ve benim adamlarım birbirlerine silah çekmişti; salonun ortasında ise Cengiz ile Serkan birbirlerinin gırtlaklarına yapışmışlardı. Cem, Yeliz, Meltem ve Yeşim onları ayırmaya çalışırken, Demir de Selim’i bir köşede sakinleştirmeye çabalıyordu. Ceylin ise, odanın köşesine sinmişti. Gözleri beni fark ettiğinde derin bir nefes almak isterken, kafasını çevirdiğinde sanki cin görmüş gibi bir hale büründü.

Araya girmenin gereksiz olacağını bildiğim için, yanımdaki adamımın elinden silahı alıp tavana doğru birkaç kez ateş ettim. Silah sesini duyan herkes korkuyla geri sıçradı, bazıları ise çığlık attı. Ceylin’in yanındaki Pars ve Parla da dikkatimi çekmişti. Pars, halasını ve ikizini bu kaostan korumaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra onlara tekrar baktığımda, dehşet içinde bana bakıyorlardı. Onları umursamadan, kendi adamlarıma döndüm ve sesimi gürleştirerek bağırdım, "İndirin lan tabancalarınızı!" Adamlarım, Serkan’ın ekibinin hala tetikte olduğunu görünce tereddüt etti. Serkan’a döndüm ve sert bir şekilde, "Söyle adamlarına, silahlarını indirsinler," dedim. Serkan, dehşet içinde bana bakıyordu ama sonunda dediğimi yaparak adamlarının silahlarını indirmelerini sağladı. Hemen ardından benim adamlarım da silahlarını indirdi.

Tam ağızımı açıp tekrar konuşacakken, Serkan, herkesin içindeki dehşetin sesli tercümanı gibi bağırarak, "Hassiktir, çırağımı cin çarpmış lan!" dedi. Benim adamlarımda buna dahil oldu ve dehşet içinde bana bakarak birbirleriyle konuşmaya başladılar. Yusuf, "Bana daha çok cin girmiş gibi geldi," dedi. Cemal, "Ben Lavinia Hanım’a kefilim, eminim cin daha beter bir halde," diye ekledi. Can, "Zevzek zevzek konuşmayın," dedi. Veli ise, "O zaman söylentiler doğru, Lavinia Hanım'ın cinleri mi var?" diye sordu. Can, sinirle Veli’nin kafasına bir tane şaplak attı, bende öfkeyle gürleyerek zaten bok gibi olan boğazımı daha da zorladım "Yeter, hepiniz dışarı çıkın!" diye bağırarak adamlarımın ve Serkan’ın adamlarının hepsini dışarı çıkardım.

Sabırla, herkesin dışarı çıkmasını bekledim. Sonunda hepsi dışarı çıktığında, öfkeyle içinde onlara döndüm ve "N'oluyor lan burada?" diye sordum, cevap bekleyerek. Her biri ayakta, tetikteydi. Bana dehşetle bakarken, Serkan'a nefretle bakıyorlardı. Selim, "Bu hain bizim bulunduğumuz bir ortamda olamaz, derhal buradan defolup gidecek!" diyerek adeta papağan gibi tekrar etmeye başladı. Sanki onun dediğiyle Serkan’ı gönderecektim.

Yeliz, "Lavinia, Serkan bir hain, zamanında bizi öldürmeye çalıştı, sırf para için. Onunla aynı yerde çocuklarımı barındıramam!" diyerek babasıyla aynı fikirde olduğunu belli etti. Serkan ise bu ithamlara hiç aldırış etmedi. Hala aynı pozisyonda duruyordu, ancak kendini silkeleyip, alaycı bir sırıtış yerleştirdi yüzüne. Ben de dikkatimi ona verip, yapacağı hamleyi beklerken sırtımı duvara yasladım ve kollarımı göğsümde bağladım. Aynı anda dudaklarımda alaycı bir sırıtış belirdi.

Serkan, gözlerinde küçümseyici bir bakışla sırayla herkese göz gezdirdi, gözleri Selim'de durduğunda, "Burası senin evin mi ki, beni kovuyorsun hadsiz?" dedi. Üstünlüğünü belli eder şekilde kollarını arkadan bağlayıp bakışlarını bu sefer Yeliz’e dikerek “ Demek hainim, demek para için sizi öldürmeye kalktım öyle mi?” diyerek bu sefer Yeliz’e acıyarak bakmaya başladı. Cengiz her an Serkan’a saldıracak gibiydi ama bu olursa Serkan daha ben harekete geçmeden hallederdi eminim. “ Çok yazık gerçekten, yalanlar içinde bir hayat ama hak ediyorsun. Ben sana her anında, her şeyinde destek olurken, senin için seninle birlikte herkesle savaşmaya hazırken sen bir yalana inanıp ilk fırsatta beni sildin!” sonra derin bir nefes çekti. Yeliz ise bu laflarla bozguna uğramıştı. Öfkeli hali gitmiş, donuklaşmıştı. “Ayrıca ne öncesinde ne de şimdi olmayan paranıza, servetinize ihtiyacım olmadı hiçbir zaman, Bu lafları ederken keşke bir kendinize birde bana baksaydınız, ben koskaca imparatorluğu olan bir adamım, sizi tek bir sözümle bu dünyadan silecek biriyim, bu zamana kadar yapmamış olmam bu muameleden sonra yapmayacağım anlamına gelmez, ona göre sevgili ailem ayağınızı denk alın, bizim dünyamız sizinkine benzemez, bu eve adım attığınızdan beri artık sizde kurtlar sofrasındasınız ve burada zayıflara yer yok!” dedi. Sanırım hayatım boyunca ondan duyduğum en uzun konuşmaydı.

Bu laflar herkesin şaşırmasına neden olmuştu, özellikle bizim dünyamız ve onların dünyası, kurtlar sofrası gibi lafları kafalarında tartıyorlardı. Selim, bir tek "olmayan paranız ve servetiniz" lafında takılı kalmış olmalıydı; o kelimelerden sonra sinirinden kızarmaya başlamıştı. İşte böyle lafı gediğine sokarlar, ihtiyar bunak.

Herkesin kafasında soru işaretleri oluşmuştu, gözleri korkuyla irileşmişti. Onlar daha yeni bazı şeyleri kavramaya başlamışlardı, fakat sanırım aptallıklarını fark edememişlerdi. Eğer ben olsam, silahlı korumaları görünce bu durumu hemen çakardım.

Serkan’dan sonra ben konuşmaya başladım: "Ayrıca, tek imparatorluğu olan Serkan değil. Bu eve ve yanınıza boşuna korumalar yerleştirmedim. Etrafınıza bir bakın, sadece bizim dünyamız değil, bu hayatın kendisi tam anlamıyla bir kurtlar sofrası. Sizin düşüşünüz, sizi yok etmek isteyenler için kolladıkları fırsattı ve bunu iyi değerlendireceklerinden adım gibi eminim. Eğer sizi yanıma alıp bu durumu duyurmasaydım, şu an ne halde olurdunuz, kim bilir? Başınızı sokacak bir yer bulduğunuza şükredip minnet edeceğiniz yerde, siz neler yapıyorsunuz?"

Selim ve Demir, söylediklerimi pek kabullenemiyorlardı, ama beni şaşırtan Cem'di. Onun konuşmaya yanaşacağını düşünmemiştim, ama yüzünde anlamsız bir kibir vardı. "İmparatorlukmuş, o zaman biz niye sizi hiç duymadık?" dedi. Yüzünde, bozguna uğrattığını sanmanın zaferi vardı. Diğerleri de ona hak vermiş gibi görünüyordu, bir rahatlama dalgası yayılmıştı. Serkan ve ben birbirimize bakarak kahkahamızı tutmakta zorlanıyorduk. Hayatımızda gördüğümüz en aptal kişilerin, nasıl oldu da bizim cehennemimizi başlattıklarını anlayamıyorduk.

Ama bir noktada dayanamadık ve gür bir kahkaha patladı dudaklarımızdan. Onlar ise bizim delirdiğimizi düşünüyorlardı, kesinlikle haksız da sayılmazlardı. Ama asıl bozguna uğratan Serkan olmuştu. "Ah, Cem'ciğim, bu salaklıkla nasıl bu yaşa geldiğinizi anlamıyorum," dedi. Cem’e yaklaşarak üstünü başını düzeltmeye başladı. Demir ve Cengiz, bu hareketiyle Serkan’a atılacaklardı ki, ben boğazımı sesli bir şekilde temizledim ve ceketimin cebine bir elimi sokarak, diğer elimdeki silahı sırasıyla onlara doğrulttum. Sıkıysa kafalarındaki o hamleyi yapsınlar bakalım.

Silahı görünce oldukları yerde kaldılar, korkmuş ve gergin bir şekilde birbirlerine bakarak ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Serkan, Cem’in üstünü düzeltirken, göz ucuyla etrafına ve bana bakıp sırıttı ve laflarına devam etti: "Bak yakışıklı, benden sana bir abi tavsiyesi; hiçbir şey için bu kadar emin olma. Bizim adımızı duymamanız bile bizim sağladığımız bir şeydi. Elimiz kolumuz her yere uzanıyor. Medya, gazete... Çevreniz her şeyde geçerli, ve bizi duymamanız sadece sizin körlüğünüz. Arada ufak tefek şeylerle kulağınıza çalındık ama kendi ismimizle değil." Cem’i bırakarak, yavaşça bana gelmeye başladı. dudaklarındaki sırıtış daha da genişlemişti.

Serkan’dan sonra ben bombayı patlatmaya başladım. "Eee, öyleyse gerçek anlamda tanışalım o zaman. Ben Hayalet, nadirde olsa belki beni Yıldırım ve Ölüm olarak da duymuş olabilirsiniz," diyerek kısa bir reverans yaptım. Serkan “ "Efendim, ben Deniz, Kemik Kıran. Tanıştığımıza hiç memnun olmadım." Yıllardır bu lakaplarla duyulmuş, adımızı saklamıştık.

“ Ayrıca Serkan’ı kovmaya çalışmanızı unutmadım.” Silahımı tekrar onlara kaldırıp namluyu hepsinin üzerinde gezdirdim. “Kim oluyorsunuz da, benim evimden, Dayımı kovuyorsunuz.” karşımda neredeyse ağlayacak haldeydiler, Herkes kendi eşlerinin çocuklarının önlerine geçmeye çalışıyordu. Serkan gerilmişti ama bunu belli etmiyor yüzündeki keyifli ifadeyi koruyordu.

Yeşim” Sen kusurlarına bakma kızı-” Silahı vitrine doğru ateşlememle ortaklık çığlıklar ve ağlama sesleriyle dolmuştu. Kurşuna dizmediğime şükretsinler. “Rahatsızsanız, siktirip gidebilirsiniz, ha ama ben kalacağım derseniz, bir dahakine bu kadarla yetinmeyeceğimi o akılsız kafalarınıza sokun!!!”

Herkes olduğu yere çökmüş, korkudan şoka girmişti. Yanımdaki Serkan, böyle bir şey yapacağımı tahmin edememiş olmanın şaşkınlığı ve siniriyle yüzüme bakmaya çalışıyordu. Şuanki halim ve yüzümdeki öfkeyi gördükçe ürküyordu. Sinirle elimdeki sılahı ona çevirdiğimde ağzından istemsiz olarak bir “Hassiktir” kaçmıştı. Başına gelecekleri sezmiş ve paniğe kapılarak arkasına saklanabileceği yerlere kaçmaya başlamıştı.

Serkan her saklandığı yerin arkasında kalmaya çalışırken, sinirle yanından geçtiği her bir objeyi kurşunluyordum. Sonunda salonunun girişine yakın bir bir köşede, yarım bir İon sütununu arkasına sığınmıştı. Sütunun üstündeki saksıyı vurmuş, Serkan her başını kaldırmaya çalıştığında tabancayı ateşlemiştim.

“Ulan Manyak, Beni neden kurşunluyorsun, ne yaptım ben!” diye korkudan dolayı titrek çıkan sesiyle ciyaklıyordu.

“Lan daha ne yapacaksın! Evimde çıkardığın şu yaygara ne?” diye bağırdım. Kesinlikle ses tellerim gitmişti.

Serkan, Sütunun arkasında çömelmiş, başını saklamaya çalışıyordu. “Benim ne suçum var lan! Onlar başlattı, git onları kurşunla!”

“Lan zaten onları da kurşunladım ya! Ne diye geldin buraya?”

“Unutturdun lan niye geldiğimi! Bir nefes aldır da hatırlayayım!”

Salon savaş alanına dönmüştü. Duvarlar delik deşik olmuş, yerler kırık vazoların parçaları ve toprakla kaplanmıştı. Ayaklarımın dibine saçılmış mermi kovanları ortamın kaosunu tamamlıyordu.

Serkan, bu kısa sessizlikten faydalanmak istemiş olacak ki yavaşça doğruldu. Ancak kafasını çıkarır çıkarmaz, başının üstüne doğru ateş ettim. Küfrederek yeniden saklandı.

“Tamam lan, Hatırladım!” diye bağırdı. Bekletmeden “Geçen gece havaya uçurduğun Tuna’nın cenazesi var ikindi de. Onu haber edecektim. Sadece bu kadar da değil, Tuna’nın saklandığı yeri bulmalarına engel olduğun için bazıları buna öfkeli. Bu konuyu ve Şahin ailesinin başına kimin geçeceğini ilan etmek için cenazeden sonra bir toplantı düzenlendi. Bunun için geldim.”

Homurdandım. Bunları telefonda da söyleyebilirdi, ama birden elimdeki silaha bir el asıldı. Kafamı çevirip baktığımda, bunun Yeşim olduğunu fark ettim, korkmuştu, evet, ama aynı zaman da bir saldırganlıkta vardı. Yaşlı gözleri öfkeyle bana bakıyordu ve elimdeki silahı almaya çalışıyordu. “Yeter, zarar vereceksin oğluma, Yeter” diye bağırıyordu. Hay ben sizin... bunların kulağımla ne alıp veremediği vardı. Şimdi şok olma sırası, bana ve Serkan’a gelmişti. Kesinlikle böyle bir hamle beklemiyordum. Ama böyle giderse ya o, ya ben, ya da odanın içindeki diğer kişiler bu sefer gerçekten vurulabilirdi. Elimdeki silahı ondan hızlıca çekip, hafif bir güçle omuzundan ittim. İtmemle geriye doğru savrulmuştu, ama düşmemişti. Bunu fırsat bilerek tekrar hamle yapmaya kalkışmadan önce, silahın emniyetini kapatıp belime yerleştirdim. Böylesi daha güvenliydi.

Yeşim toparlanıp tekrar bana hamle yaptı, çıldırmış gibiydi. Yakalarımdan tutup, beni kuvvetle arkamdaki duvara çarptı. Ağzından tükürükler saçarak, "Ne yapıyorsun, ne yapıyorsun, sen?" diye bağırıp, kuvvetle omuzlarıma vurmaya başlamıştı. Serkan, Cem ve Pars onu benden uzaklaştırmaya çalışıyordu ama nafile, gerçekten çıldırmıştı. Sinir krizi geçiriyordu. Diğerleri bu manzarayı izliyor, ayırmaya cesaret edemiyorlardı. Selim karısını tutmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Yeşim, "Yeter!" diye bağırarak, "Ben çok yoruldum artık, bu yük bana ağır geliyor," dedi. Bu sefer benden, Selim’e yöneldi. Sonunda omuzu çürüttü, manyak karı, dua etsin yaşlılara büyük hürmetim var. Selim’in yakalarına yapışıp onu itti ve ardı ardına tokatlar atmaya başladı. Yeşim, "Hepsi senin suçun! Senin yüzünden oğlumdan oldum, torunumdan oldum, Allah’ın cezası! Daha kaç zaman evladımın hasretini çekeceğim, daha kaç sefer acaba başına bir şey geldi mi diye düşünüp ölüp ölüp dirileceğim?" diye bağırıyordu. Tokatlamayı kesip yere düşmüştü. Kendi kafasına vurmaya başlamış, yüzünü tırnaklarıyla parçalamaya yeltenmişti. Daha fazla kendine zarar vermemesi için, Serkan ve Yeliz onu tutmuştu. Feryat etmeye devam ediyordu. "Yeter! Al canımı da kurtulayım artık, Allah'ım, böyle yaşayamıyorum, öleyim de kurtulayım!" Selim dizlerinin üstüne çökmüş, hareket etmeye mecali yoktu. Karısını böyle görmek onu da şoka sokmuştu. Serkan, Yeşim’in haline daha fazla dayanamamıştı. "Anne, ben buradayım, bana bak! Hiçbir şey olmadı, iyiyim," diye bağırarak, Yeliz’i gösterdi ve "İyiyiz, yanındayız, hayattayız," diyerek onu yavaşça sakinleştiriyordu. Yeşim sonunda kuzu gibi sarıldığı oğluna sıkı sıkı sarılmaya başladı. Serkan da onu bağrına bastı. Ulan, bir saat içinde neler neler oldu! Yeşim’i biraz sakinleştirdikten sonra onu odasına çıkardılar. Ben de bu fırsattan istifade edip kendi odama geçerek toparlanmaya başladım. Ama aynada kendime bakmamla, gerçekten ağız dolusu küfrettim. Ulan, bir saattir bu halde insan içinde miydim? Kurşuna dizmekle az bile yaptım ama sonunda Yeşim'i de çıldırtmıştım. Çok ideal bir torunum.

Üstümü çıkarmış, tamamen soyunmuştum. Ayna da dün gece ki krizin bedenimde bir hasar bırakıp bırakmadığına bakıyordum. Biraz yan dönerek sırtımı inceledim, gardırobun kırılan aynalarının ince çizikleri vardı, çok hafif kan sızmıştı ve bır gardıroba bir kitaplığa çarpmam sonuca sırtımda küçük küçük morluklar vardı. Omuzlarımı saymıyorum onları manyak karı yapmıştı.

Birden içimde bir ürperti hissettim, tüylerim diken diken olmuştu. Gözlerimi açmaya cesaretim yoktu; bu an, şuan olmamalıydı, olamazdı. Ama işte yine dibimdelerdi. Vücudumda dolaşan o soğuk elleri hissediyordum. Dokundukları her yerden bir ürperti dalgası yayılıyor, içimi titretmeye yetiyordu. Eller özellikle ensemde, boynumda, yüzümde ve sıkıca kapalı gözlerimin üzerinde dolaşıyordu. Sürekli yer değiştiriyor, sanki ne kadar korktuğumu hissetmeye çalışıyorlardı.

Sonunda boynumdaki gezinti bitti. Tüm eller bir araya gelip beni yeniden boğmaya başladılar. Nefesim kesiliyor, ciğerlerim yanıyordu ama gözlerimi açmamakta kararlıydım. O an, sol kulağımın hemen yanında bir elin varlığını hissettim. Soğuk nefesi kulağıma çarpıyor, fısıltıyla konuşuyordu:

"İntikamımızı almadıkça seni toprağın soğuk kollarına çekmeye devam edeceğiz. Bizden çalınanı geri ver."

O kadar çok sıkıyorlardı ki bayılmak üzereydim. Fısıltı kesildikten bir an sonra, birden beni bıraktılar. Vücudumun her yeri boşalmış gibiydi, ayakta kalacak gücüm yoktu. Derin nefesler çekerek yere çöktüm.

Dertleri şimdi anlaşılmıştı. Artık buna bir çare bulmalıydım. Doktora gitmem şarttı...

Biraz önce kısa bir duş alıp kendimi toparlamıştım. Eğer gardırobun aynasını kırmamış olsaydım, şu an kendimi boydan inceleyerek görebilirdim. Üzerimde siyah dar bir pantolon, siyah deri kalın topuklu botlar, haki renkte bir askılı bluz ve onun üstüne de beyaz şık bir deri ceket vardı. Evet, farkındayım, bu öğleden sonra bir cenazeye katılacağım ve genellikle cenaze törenlerine siyah ya da koyu renkler giymek uygun olur. Ama bu bana pek uymuyordu. Bir zamanlar okuduğum bir kitapta, sanırım Japon veya Kore inançlarıyla ilgiliydi, ölen kişinin ruhunun cenaze sırasında etrafta dolaşıp yakınlarını aradığı yazıyordu. İnsanlar siyah giydiğinde, ruhlarının onları bulamayacağı ve vedalaşamacağı söyleniyordu. Ancak insanlar siyah dışında, normal yaşamlarındaki gibi giyinseler, ruhlar onları bulup vedalaşabilirmiş. Elbette okuduğum tam olarak böyle olmayabilir ama bu inancı benimsemiştim. O yüzden aşırı dikkat çekici kıyafetler giymemekle birlikte, tamamen siyah giymek yerine normal, sade bir şekilde gitmeyi tercih ediyorum.

Saçlarım normalde pırasa gibi dümdüzdür ve genellikle bunu bozmamaya özen gösteririm, özellikle ısıdan uzak tutarım. Ama bazen dalgalı saçlar hoşuma gidiyor, tıpkı şu anki gibi. Saçlarımı önce dalgalandırıp tepeden dağınık bir at kuyruğu yapmıştım. Kahküllerimle çok hoş durmuştu. Göz altlarımı kapatıp, kirpiklerime maskara sürdüm ve hafifçe yarım bir eyeliner çektim. Son olarak, kırmızı alt tonlu kiremit renginde bir rujla makyajımı tamamladım. Oldukça doğal ve minimal bir makyajla, gayet hoş görünüyordum.

Lavabonun aynasında kendimi son bir kez kontrol ettim ve hazırdım. Saate baktım, 12.30'dı. O kadar kargaşadan sonra, bence gayet iyi ve hızlı bir şekilde hazırlanmıştım.

Çantamı alarak odadan çıktım ve koridorda Saniye Teyze’yle birlikte birkaç hizmetçiyi gördüm. Temizlik yapıyorlardı. Yanlarından geçerken odamın temizlenmesini gerektiğini söyleyip ilerlemeye devam ettim. Merdivenlerden aşağı inerken Ceylin’i gördüm, elinde bir fincan kahveyle yukarı doğru çıkıyordu. Yanından sessizce geçmeyi planlarken, beni görünce durakladı ve yanına yaklaşmamı bekledi.

Yanından geçerken Ceylin, “Serkan’la en başından beri görüşüyordun, değil mi?” diye derin bir nefes alarak sormuştu. Aynı şekilde ona döndüm. Evdeki hesap çarşıya uymuyordu. Ayrıca bir daha ne zaman yalnız kalacağımızı bilemediğimden, aklındaki çoğu soruyu cevaplayabilirdim. Ceylin’i seviyordum, ama biraz fazla ürkekti.

“Evet, görüşüyorduk.” dedim, kafasını sallayarak, düşünceler eşliğinde kahvesinden bir yudum aldı. Ceylin “Sevindim... En azından ikiniz de tamamen yalnız değildiniz.” İçimde bir hüzün dalgası geçti; tam olarak öyle sayılmazdı.

Ceylin, "Babamlarla aranızda çok daha farklı bir mesele var, farkındayım. Ayrıca dün geceden beri olanlardan ötürü senden onlar adına özür dilerim." diyerek bir yudum daha aldı. Gerçekten üzgündü.

“Senlik bir şey yok, onlar için özür dileme,” dedim, hafifçe gülümsedim. Ancak boğazım hâlâ ağrıyordu, bu yüzden sesim biraz pürüzlü çıkıyordu.

Ceylin, “Şey... sabah çok kötü görünüyordun. Hasta mısın?” diye sordu.

"Sayılır," dedim.

Bir süre sessiz kaldık. Sonra Ceylin, biraz tereddütle, "Bir şey daha var... Gerçekten mafya mısınız?" diye sordu. Bu soruyu bekliyordum. Ama aslında sormasına gerek yoktu, durumu fazlasıyla belli ediyorduk.

“Evet, öyleyiz. Başka bir sorun var mı?” Bu cümleyi dudaklarımı biraz büzerek söyledim.

Sonra dün gece aklımda takılı kalan soru geldi. Ceylin’in bunu bilmemesi imkansızdı. Gerçi bunu Serkan’a da sorabilirdim ama, o bunu hoş karşılamazdı kesinlikle.

“Ceylin, sana bir şey soracağım, ama bana doğruyu söyle, olur mu?” dedim.

Ceylin merakla kafasını salladı, ona bir şeyler soracak olmam onu mutlu etmişti.

“Benim gerçek babam kim? Adı ne?” diye sordum.

“Sen... Biliyor muydun?” diye sordu.

Evet anlamında kafamı salladım. Şimdi ondan bir cevap almak için daha da ısrarcı bir şekilde ona bakıyordum. Ceylin, etrafına bakındı. Yalnızdık. Artık bu soruyu geçiştirmeyecek ve cevabını alacaktım. Hazır fırsatını bulmuşken bir isim söylemesi yeterdi. İşlerimi oldukça hızlandırır, kim olduğuna dair aramakla uğramazdım.

Sonunda, mırın kırın etse de Ceylin, "Özgür... Özgür Volkan..." diye fısıldadı. Adı söylediği anda, hemen ardından hızlıca merdivenlere doğru çıkıp kayboldu. Bir nevi kaçmıştı.

Ben ise donakalmıştım. O ismi duyduğum an her şey beynimde birbirine karıştı. Ne yani, aklıma gelen kişiyle aynı isimde olabilir miydi? Biyolojik babamla yıllardır aynı camiada birbirimizi bilmeden mi bulunduk. Ya o biliyorsa ve salağa yatıyorsa? Volkanlar bu camianın en köklü ailelerinden. Eğer gerçekten biyolojik babam olup, bunu bilmeme ihtimali neredeyse imkansız. Ayrıca Özgür Volkan, yaptığı şeylerin arkasında duran biri, bunu bir hata olarak görse bile saklamazdı. İmkansız...

İlerleyen saatlerde cenazeye henüz vakit olduğu için şirkete gidip işime odaklandım. Fakat bir yandan da aklımda tek bir soru vardı: Özgür Volkan’ın DNA’sını nasıl alabilirdim? Bu şüpheyi tamamen ortadan kaldırmanın en kesin yolu, bir DNA testi yapmaktı. Cenazeden sonra zaten bir toplantı düzenlenecekti. Adamlarımdan birine emir verip, Özgür’ün içtiği bir bardağı ya da yemek yediği bir çatal, kaşık gibi bir şeyini almalarını söyleyebilirdim. Ancak evine adam göndermek çok riskli bir hareket olurdu. Volkan ailesi son derece güçlüydü ve birlikte yaşadıkları için güvenlik önlemleri de son derece sıkıydı. Bu yüzden en mantıklı seçenek, ilk düşündüğüm yol gibi görünüyordu.

Masanın üstündeki telefonumdan Can’ı aradım. Yakın adamlarım arasında en güvenilir ve ağzı en sıkı olanı oydu.

Lavinia "Bugün yapılacak toplantıda, Özgür Volkan’ın yediği, içtiği veya DNA’sının bulaştığı herhangi bir nesneyi almanı istiyorum. Ama bunu kimseye söylemeden, fark ettirmeden yapmalısın. Ve ne olursa olsun, o DNA’yı bana getireceksin."

Can, konuşmamı bitirene kadar tek kelime etmeden dinledi. Sonra sakin bir şekilde, "Lavinia Hanım, neden böyle bir şey istiyorsunuz?" diye sordu.

Yutkundum. Bunu sesli söylemek oldukça zordu ve bu şey kesinleşmeden kimseye bahsetmek istemiyordum. “Bunu sonra açıklarım, sen sadece dediğimi yap," dedim.

"Tamamdır. Görüşürüz," dedi ve telefonu kapattı.

Elimdeki telefonu geri yerine koyduğumda, sandalyemi pencereye çevirdim ve aydınlık gökyüzünü izlemeye başladım. Serkan’ı o hengâmeden sonra görmemiştim. Birkaç kez aramıştım ama açmamıştı. Saat 15:13’tü, cenazeye az kalmıştı. Serkan’ı merak ediyordum açıkçası. Adamlarıma onun nerede olduğunu sorduğumda, Yeşim’i sakinleştirdikten sonra evden adamlarıyla ayrıldığını, ardından adamlarının da yanından ayrılıp kayıplara karıştığını söylediler. Nerede olduğunu az çok tahmin edebiliyorum ama yanına gidip gitmemekte tereddütlüyüm. Bir yandan da cenazeye ve toplantıya katılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü o da bu camiadaki liderlerden biri ve diğerleri onun bu tavrını hoş karşılamayıp, sorun çıkarmak için bunu kullanabilirler.

Çantamı alarak yerimden kalktım. Çok az vaktim vardı. Şirketten ayrılıp Serkan’ı bulmalıydım. Şirket odamdan çıkarken, asistana kimseye çıktığıma dair bilgi vermemesi gerektiğini söyledim. Şirketten ayrılırken adamlarıma, benden önce cenazeye gitmelerini ve biraz gecikebileceğimi bildirip yanlarından geçerek otoparka yöneldim. Nihayetinde arabama bindiğimde saate baktım. 15:36’dı. Arabayı biraz hızlı kullansam büyük bir sorun olmazdı.

Serkan yalnız kalmak istediğinde, çoğunlukla bir uçurumun kenarına gider ve uzun uzun düşüncelere dalardı. Eğer hızlı gidersem ve trafiğe takılmazsam, yarım saat içinde yanına varabilirdim. Bu yüzden gaza olabildiğince yüklendim. Sürüş konusunda dikkatim ve reflekslerim çok iyiydi. Zamanın da, kaybettiğim dostlarımın en büyüğü olan Timur Amca sayesindeydi. Timur Amca, bizleri yanına alıp başta motor olmak üzere sürüşlerde eğitmişti. Gençken bir motor kulübünün başkanıymış ama kulübün üyeleri zamanla kaçak işlere karışmaya başlamış ve bu konuda baskı kurmuşlar. Timur Amca, baskılara rağmen doğru bildiği yoldan sapmak istememiş ve sonunda dostları tarafından ihanete uğramıştı.

Bu olaylardan sonra, karısını kaybetmiş ve tek varlığı oğlu Kağan kalmıştı. Kulüpten ayrılmasına rağmen, yaşadığı müddetçe onlar için tehdit unsuruydu. Bu yüzden oğlunu korumak için yaşamı boyunca saklanmıştı. Arabanın aynasından arka koltuğa hafifçe göz attığımda, bana onaylamayan bakışlarını görebiliyordum. O temiz kalmaya uğraşırken, eğittiği çocuk ilk fırsatta doğru yoldan sapmış ve peşinden oğlunu da sürüklemişti. Ne mükemmel bir ironiydi, değil mi? Bunlar olurken henüz 17 yaşındaydım. Aradan 10 yıl geçmişti. Dile kolay 10 yıl.

Şansım yaver gitmiş ve trafiğe takılmamıştım. Uçurumun tepesine vardığımda arabayı durdurup inmiştim. Hava oldukça serin ve rüzgarlıydı. Rüzgarın keyfini çıkararak, saçlarımın her esintide savrulup dururken, yanına ilerleyip oturdum. Tam uçurumun en tepe noktasında, ayaklarımızın boşlukta sallanmasını ve kayalıklara çarpan denizin sesini duyarken huzurlu bir sessizlik vardı. Etrafta kimse yoktu. Ölürsem, buraya gömülmek isterdim: hem doğa ile iç içe, hem de deniz manzaralı. Daha ne isterdim ki? Bileğimdeki saati kontrol ettim; 16:14’tü, ikindi saati hakkında ise net bir fikrim yoktu. Din konularında çok fazla bilgim olduğu söylenemezdi.

Serkan geriye doğru yaslanıp elleriyle kendisini destekleyerek ayaklarını boşlukta sallandırıyordu. Ben de aynı şekilde oturmuştum. Geldiğimi fark etmişti ama hiç istifini bozmamıştı. Serkan, “Aradan onca zaman geçti ama onlarda değişen hiçbir şey yok,” dedi. Rüzgar, saçlarının arasından geçiyor ve bu anın tadını çıkararak içindeki yangını dindirmeye çalışıyordu. Ancak bu, imkansızdı; ateş rüzgardan güçlüyse, daha çok harlanırdı.

Lavinia, “Fark ettim, sinir bozucu, baban hiç akıllanmamakta kararlı.” Serkan, sinirleri bozulmuş gibi gülerek, “Kendi aralarındaki geçimsizliği düşmanlık sanacak kadar saflar. Bu 10 yıl boyunca yaşadıklarımı düşünüyorum ve bu durumu, kendi hırsları yüzünden bir düşmanlığa büründürdüklerini daha iyi anlıyorum. Bizim hayatımızı görürlerse belki bunlar sonlanır,” dedi. O embesiller, kendi yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşmeden bir şey anlamazlardı.

Lavinia, “Dün geceye kadar onları korumak için yanıma almıştım ama tutumları fikirlerimi değiştirdi. Bunca zaman yaptıkları yanlarına kâr kaldı, ilahi adalet şimdi onları buldu. Beş kuruşları yok ama yine de burunlarından kıl aldırmıyorlar, bir ders almaları şart.”

Serkan, tek kaşını kaldırarak bana baktı. “O lanet olasıca aklından neler geçiyor?” dedi. Aslında o da oldukça heveslenmişti, ama bunu gizliyordu. Lavinia, “Onların yalanlarını, gerçeklerimizle bertaraf ederek.”

Serkan, gülmeye başladı. “Hadi oradan. Ben o kadar anlattım ama inanmadılar, at gözlüğü takan insanlar için geçerli değil.” O gülerken, ben de keyifle bu anın tadını çıkarıyordum. Lavinia, “Ama o at gözlüklerini çıkarmalarını sağlayabiliriz.”

Serkan, “Bunu nasıl yapacağız?” dedi. Bunu duyar duymaz ağzımdan bir “hah” çıktı. Biliyordum. Lavinia, “YAPACAĞIZ?”

Serkan, eliyle hadi hadi diye geçiştirerek devam etmemi istedi. “Yavaş yavaş, Ceylin zaten durumun farkında ama çok korkak. Cem’den tam emin değilim, o daha çok uçarı kaçarı biri. Cengiz ve Yeliz ise çocuklarına odaklı. Pars ve Parla ise ayrı. İlk olarak bunların içine şüphe tohumlarını ekeceğiz, bunu kanıtlarla yapacağız. Sonrasında ise ortalığı biraz daha kızıştırarak onların üzerlerine salacağız. Hepsini birden kaybetmeyi göze alamazlar. Bu en iyi savaş taktiğidir, düşmanı içten çürütürsün. Bizim farkımız ise zaten çürümüş olanı şahlandırmak.”

Serkan, “Yani kan dökmeyeceğiz.”

Lavinia, “Bunu da nereden çıkardın?”

Serkan, “Ne bileyim, söz konusu sen olunca gözlerini oyarsın diye düşündüm,” Ben de yok artık der gibi bakarak, gülümsedim.

Serkan, “Bu fikir iyi, demek ki çürümüş içi şahlandıracağız. Sevdim.” dedi.

Tabii, benim planım bununla sınırlı değildi. Bu oyunların kötü karakteri bendim ve doğmadan önce bana biçilen bu kaderi, kendi irademle kabul ederek devam ettiriyordum. Her adımım, bu yazgıyı hak etmek için atılmış bir adımdı. Bu yolda sağ çıkmayı başarmıştım, ama yolculuğumda bazı hayatların bedeli ödenmişti ve ödenmeye devam ediyordu. Bu sefer oyunun kurallarını ben belirleyecek, ölümün izini bir kez daha sürecektim. Azraille son dansımın başlangıcına dair son hazırlıkları yapmak üzereydim.

Cenazeye bir hayli geç kalmıştık. Serkan'la birlikte gelişimize ise kimse şaşırmamıştı. Akraba olduğumuz, herkesin bildiği bir gerçektir ve bu durum pek hoş karşılanmazdı. Aynı soydan gelen iki kişi, neredeyse birbirine denk iki imparatorluğa sahipti. Birimize zarar vermeyi akıl edebilirlerdi, ama bu, onlar için pek iyi sonuçlanmazdı.

Cenazede gözüm, ister istemez, Özgür Volkan’a takılıyordu. O da buradaydı ve bana hiç saklamadan, doğrudan bakıyordu. Bu durum oldukça tuhaf bir histi. İçime bir sıkıntı düştü. Hiçbir zaman bana bu kadar uzun bakmazken, şimdi neden gözlerini benden ayırmıyordu? Ama bir kere göz göze gelmişken, ilk ben kaçarsam korkaklık etmiş olurdum. Bu yüzden ona bakarken, sanki tanımaya çalışıyormuşum gibi bir role büründüm. Yüzünü dikkatle inceledim. Cengiz ile olan benzerlikleri çok bariz ortadaydı. Gözleri gri değildi belki ama maviydi. Kirli sakallı, şehla gözlü, orta dolgunluktaki dudaklarıyla sarışın biriydi. Kemikli yüz hatları vardı. Gücünü ve asaleti her şekilde hissediliyordu. Yeliz’in sarhoşken onu Cengiz sanması, garip değildi. Gerçekten birbirlerine çok benziyorlardı. Güzel bir seçim olmuştu, ama insan birinin kim olduğunu araştırmadan böyle bir işe kalkışmazdı.

Şimdi daha net anlıyorum; Cengiz, Özgür’ü gördüğünde ona ne kadar benzediğini fark etmişti. Bu yüzden bana bakmaktan itinayla kaçınıyordu. Eğer gerçekten babam olduğu DNA testiyle kanıtlanırsa, eyvahlar olsun, bu durum camiada büyük yankı uyandırır ve huzurlarını daha da kaçırırdı. Eğer durum gerçekten böyleyse ve Özgür Volkan bunu bilmiyorsa, işler fena hâle gelirdi. Sadece Özgür ile sınırlı kalmaz, tüm Volkan ailesi bu durumu araştırmaya koyulurdu. Bana belki bir şey olmazdı ama Bukanlar ve Sarsılmaz ailesi için durum oldukça karmaşık ve tehlikeli bir hâle gelebilirdi.

Özgür, yanına gelenlerin etkisiyle artık bakışlarını benden çekmişti. Bu durum beni rahatlatmıştı. Camia’da kimse benimle konuşmak için çabalamıyordu. Bunun sebebi, bir kız olarak güçlü olmam ve onların üstünlüklerini tehdit etmemdi. Şahin ailesine baktığımda, bana nefretle ve kınayıcı bakışlar atıyorlardı. Gerçi, ne zaman bir cenazeye katılsam, genelde böyle bakışlarla karşılaşıyordum. Bunun nedeni, siyah giymememdi. Herkes siyahlar içinde boğulmuşken, ben beyaz deri ceketim ve altından belli olmayan haki askılı bluzumla aralarında sırıtıyordum. Bir de başörtüsüz olmam cabasıydı. Tuna'nın ruhu, eğer buralarda ise, Uzak Doğu inancına göre tek beni bu kalabalıkta fark edebilirdi. Bu yüzden kendi öldürdüğüm kişilerin cenazelerinde, bu şekilde dimdik ve gülümseyerek onları uğurluyordum.

Yanımda sadece yakın korumalarım vardı ve onlar da enteresan bir şekilde sessizdi. Can, toplantının kısa süreceğini söylemişti ve herkes hazır buradayken mezarlıkta yapılacağı bilgisini vermişti. Bu iyi değildi, içimdeki şüpheleri bir an önce ortadan kaldırmalıydım. Bunu belli etmeden yapmalıydım ama burada nasıl yapacaktım? Düşün, kızım, düşün. Durduk yere saçını çekemezdim ya da tükürük örneği alamazdım. Ne yapabilirim... Hah, buldum! Onun içtiği sigara izmariti işimi görebilirdi. Can’a gözlerimle işaret verdim, telefondan ona mesaj atarak: “Özgür Volkan’dan gözünü ayırma, onun içtiği sigara izmaritini hızlıca ve fazla zarar vermeden al.” diyerek gereken komutu vermiştim. Sıra bendeydi. Korumalarımdan ayrılıp, Özgür’ün yanına doğru adımladım. Benim de canım sigara çekmişti, neden ondan almayayım ki?

Yanına doğru yaklaşırken "Özgür Bey, nasılsınız?" Diye sorup durdum. Bana dönüp önce bana boş bir şekilde baktı. Beni beklemediği aşikardı.
Özgür: "Ah, kusura bakmayın, Lavinia Hanım, beni biraz hazırlıksız yakaladınız."
Yüzüne bir gülümseme kondurup, karşımda hafifçe eğildi. Bu reverans beni biraz şaşırttı, ama hoşuma da gitmişti.

Özgür: "Benimle konuşmanızın şerefine nail olduğum için şu an oldukça mutluyum. Peki siz nasılsınız?" Adeta tam bir beyefendiydi. Sadece duruşuyla değil, konuşmasıyla da asaletini belli ediyordu. Belki içi tam tersini söylüyordu, ama bunu çok iyi kamufle edebiliyordu.

"Teşekkür ederim, bu cevabınızla ben de oldukça mutlu oldum. Ancak, sizden bir rica da bulunacaktım. Sigara paketim bitti ve buradan sigara alabileceğim bir yer çok uzak. Korumalarımdan birini gönderdim ama pek beklemek istemiyorum. Bildiğim kadarıyla siz de içiyorsunuz, bu yüzden sizden bir sigara istememin sakıncası var mı?"
Gülümsemesi daha da büyüdü. Elini cebine atarak sigara paketini çıkardı. Parmağıyla bir tanesi öne çıkarıp bana uzattığında aldım. Kendisi de bir tane aldıktan sonra, tam çakmağımı çıkarıp sigaramı yakacakken, beni durdurdu.

Özgür: "Bir hanımefendinin yanında bir beyefendi varsa, sigarasını o yakmalıdır," diyerek çakmağını sigarama yaklaştırıp ateşledi. Sonra kendi sigarasını ateşleyerek birlikte tüttürmeye başladık. İtiraf etmeliyim bu davranışlarıyla oldukça etkileyiciydi. Çoğu kızı bu hareketleriyle kendine bağlardı ama ben azınlık taraftayım.

Özgür: "Dayınız da bildiğim kadarıyla sigara içiyor. Neden ondan istemediniz?"
Yüzüme masum bir ifade kondurup, içime çektiğim dumanı dışarı salarken, Lavinia: "Bu sabah onu kurşun yağmuruna tuttum, buraya gelirken de biraz onunla uğraştım, dolayısıyla bana öfkeli. İstesem de vermezdi," dedim. İçten bir kahkaha attı. O da içindeki dumanı salarken, Özgür: "Açıkçası bu duruma çok şaşırdığımı söyleyemem, ama aranızdaki bağ dışarıdan bakıldığında çok güzel," dedi. Ben de gülümseyerek karşılık verdim.

Özgür: "Peki, diğerleri de sigara içiyor, neden ben?" Zeki biriydi. Onun gibiler yalanın kokusunu alırdı. Onu çok şüphelendirmeyecek şekilde "Aslında, beni uzun uzun incelemenizin sebebini sormak için gelmiştim," dedim. Yalanlarla karışık doğruların ise kokusunu alamazlardı. Yalan söyleyerek onu küçümsemediğim için, aldığı yanıt onu memnun etmişti, keyifle sigarasını içmeye devam ediyordu.

Özgür: "Seni her cenazede uzun uzun inceliyorum. Tek sorun, bunu yeni fark etmiş olman," dedi. Benim aksime o açıkça beni küçümsüyordu. Eğer böyle bir durum olsaydı fark ederdim.

Lavinia: "Demek yeni fark ettim, öyle olsun. Dikkatsizliğimi mazur görmeniz dileğiyle, sorumu tekrar soruyorum: Neden beni uzun uzun inceliyordunuz?"
Gözlerimi kısarak ona yandan bir bakış attım. O ise bunu oldukça keyifli bir şekilde karşılıyordu. Beden dili öyle olduğunu gösteriyordu ama gözlerinden bir şey anlamıyordum. Usta bir yalancıydı.

Özgür: "Cenazelerde herkes siyahken bir tek sen farklısın, bu zaten başlı başına dikkat çekiyor." Başka bir şey vardı, tam doğruyu söylemiyordu, söylemeyecekti de.

Lavinia: "Bir Uzak Doğu inancına göre, ruhlar gömülmeden önce etrafta dolaşıp yakınlarıyla vedalaşırlarmış. Fakat herkes yasını göstermek uğrana siyah giydiklerinden, bu şekilde onları bulamazlarmış. Ben de sadece her zamanki halimle geliyorum, ekstra bir çabam yok bunun için," dedim.

Özgür hıhlayarak, benden yana olan tarafa bakıp: "Sanırım bu konuşmayı üzülerek sonlandırmak durumundayım. Dayın buraya geliyor, olur da birbirinizi sinirlendirirseniz, arada kaynamak istemem," diyerek bir reveransla yanımdan uzaklaştı. Sigarası bitmek üzereydi.

Serkan buraya doğru yaklaşırken, son nefeslerimi çektiğim sigaramın dumanını bir yandan üflerken, bir yandan da Can’a Özgür’ü işaret ediyordum.

Serkan bana doğru attığı her adımda, gerginliğini daha fazla belli ediyordu. Hem bana hem de uzaklaşan Özgür’e bakarak, bu gerginliğinin sebebinin onunla konuşmam olduğu açıkça belliydi. Yanımda durduğunda, gerginliğin verdiği sinirle elini cebine atıp bir sigara paketi çıkardı.
Serkan: "Al, şunu bir daha başkalarından isteme," dedi, paketi bana doğru uzatırken oldukça rahatsız olduğu her halinden belli oluyordu ve gözleriyle Özgür’ü takip ediyordu. Paketi alıp içinden bir sigara çıkarırken, "Neden bu kadar gerildin?" diye sordum. Gözleri hâlâ Özgür’ün üstündeydi. Ben de baktığı tarafa doğru dönüp sigaramı yaktım.
Özgür, yanında duran kişilerle konuşmaya devam ederken, ara ara gözleri bana değiyordu. Serkan’ın tutumu ise içimdeki şüpheleri daha da arttırıyordu. Yanı başımda, gergin bir şekilde duruyor ve sık sık Özgür’ü izliyordu.
Serkan birden dönerek, "Sen neden onunla konuşmaya gittin?" diye sordu.
O da bir sigara çıkarıp biçimli dudaklarına yerleştirdi ve yakmaya başladı.
Lavinia: "Bu şekilde bana bakıp durmasından rahatsız olduğum için sebebini sordum, o kadar."
Serkan, kaşlarını kaldırıp inanmaz bir şekilde bana bakarken, "Kahkahalar eşliğinde," dedi.
Lavinia: "Evet, ne var bunda?"
Sigarasının dumanını üflerken rahatsızlığını fazlaca belli ediyordu.
Serkan: "Yok bir şey, bu dünyanın insanlarına güvenmiyorum."
Lavinia: "Ama biz de bu dünyanın içindeyiz artık ve bu bir cevap değil."
Serkan: "Doğru, sadece son zamanların gerginliğini taşıyorum. Gereksiz her şeye sinirlenebiliyorum. Çok takma ve toplantı bitene kadar yanımdan ayrılma."
Biliyordu ama benim bildiğimi bilmiyordu. Artık DNA testine gerek yoktu, her şey ortadaydı ama yine de yaptıracağım.

Şahinler, cenaze gömüldükten hemen sonra imamı kenara çekip mezarın başında yerlerini aldılar. Biz de onların etrafında yarım çember oluşturarak dinlemeye başladık.
Karan Şahin, söz alarak: "Ben Karan Şahin, Şahinler'in yeni lideriyim. Benden önceki kuzenim Tuna Şahin'in yaptıkları adına sizlerden özür dilerim ve zararlarınızın karşılanacağını temin ederim. Kuzenimin şahsi mirasını zarar gören kişilerin ailelerine bizzat kendim paylaştıracağım. Bir daha böyle bir hatalar silsilesi olmayacak, bizden yana emin olabilirsiniz. Şimdi bir itirazı olan var mı?"


Kimsenin onun, kendi ailesinin başına geçmesine dair bir itirazı yoktu, ama benden yana itirazları olduğu belliydi. Şahinler'in tam karşısında duruyordum ve Serkan hariç diğer liderler, onların ailelerinin bir kısmı bana öfkeyle bakıyordu.

Kemal Yalın, söz alarak: "Benim itirazım, Lavinia Bukan’ın, Tuna Şahin’in yerini bulmamıza engel olmasındadır," dedi.
Ben de gayet sakin ve umursamazca: "Buna dair bir kanıtın var mı, Yalın? Ya da diğerlerinizin buna dair bir kanıtı var mı?"

Kimse bir şey söylemedi. Kanıtları olsa bile bir sonuca varamazlardı.
Lavinia: "Ayrıca, çoğumuzun oylarıyla, ilk kim bulursa öldürme hakkının onda olduğuna dair karar alındı. Ben, onu bulmanıza engel olsam bile öldürme hakkı benimdir. Böyle bir itirazda bulunulması bile mantıksızdır. O zaman bende şunu sormak istiyorum: Bu duruma itirazı olanlar, alınan kararı hiçe sayıp kafalarına göre mi davranacaklardı?"
Bu sefer her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Hayır yani anlamıyorum, kendilerini sözde çok görgülü ve medeni olarak tanımlayan bu kişiler, birinin konuşması bitmeden bölünmemesi gerektiği kuralını öğrenememişlerdi.

Lavinia: "SUSUN! Daha konuşmam bitmedi. Eğer herkes kafasına estiği gibi hareket edecekse, o zaman bu toplantıların ne anlamı var? Ya da sizin rahatsızlığınızın asıl nedeni ben miyim? Cevabınızı iyi verin, ahali, zira bir dahaki karşılaşmada beni Hayalet olarak karşınızda bulursunuz."


Diğerleri, bu sefer açıkça tehdit ettiğimi savunarak hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Bu kadar sesin birbirine karışması insanın başını ağrıtıyordu. Bundan dolayı onları memnuniyetsiz bir şekilde süzüyordum.

Zaman ne kadar geçerse geçsin, gelişime kapalı insanlar her yerde vardır. Bir erkek hiçlikten zirveye çıksa sorun yok, ama bir kız zirveye çıkıp güçlü ve üstün olursa, onlar için bu, üstünlüklerini tehdit eden bir sorun olurdu. Bana saygı duyanlar da vardı, ama aynı şekilde beni baltalamaya çalışanlar da…


Serkan sesini çıkarmıyordu, çünkü bu sefer de akrabalığımızdan sorun çıkaracaklardı. Bu soru Şahinler’den çıktığı için, gelen bu itirazlar, onlara bakılarak cevaplanıyordu. Ancak, Şahinler de bana saygı duyan kesimdendi ve beni savunacak açıklamaları olması beni şaşırtmamıştı. Ama Özgür’ün araya girip konuşmaya başlaması gerçekten şaşırtıcıydı. Volkanlar söz konusu kendileri olmadıkça böyle tartışmalarda boy göstermezlerdi. Tabi bazı durumlarda bu geçersizdi.

Özgür, sert bir şekilde: "YETER! Kurallar belli! Karar alındı, yapılması gereken yapıldı! Bu durumda kimin öldürüp öldürmediğinin bir önemi yok! Lavinia, alınan karara göre hareket etmiştir! Şimdi, Şahinler’in yeni liderine yönelik bir itirazınız yoksa, bu konu kapandı!"

Yeniden sessizlik oldu. Özgür’ün konuşmaya dahil olması herkesi şaşırtmıştı, ama Volkanlar, bahsettiğim bu geçersiz olan, böyle durumlarda hakim görevi de görürlerdi. Bir süre kimse konuşmayınca, Özgür tekrar konuşarak toplantıyı sonlandırdı.

Serkan, bu durumdan oldukça hoşnutsuzdu. Özgür’ün toplantıyı bitirdiğini söylemesinin hemen ardından, bana göz kırpması ise onu daha da rahatsız etmişti. Yan yana, kendi arabalarımıza doğru yürüyorduk, fakat Serkan bir türlü susmak bilmiyordu. Onu dinlemediğimi fark edemeyecek kadar kendini kaptırmıştı.

Hayır, yani göz kırpması durumunda Serkan’a hak veriyordum. Önce bakıp durması, şimdi de göz kırpması, bir şeylerin döndüğünü gösteriyordu. İçimden bir ses, Volkanların bu durumdan haberi olmadığını ve aynı anda öğrendiğimizi söylüyordu. Hazır Serkan kendi kendine söylenmeye dalmışken, telefondan Can’a aldığı izmariti güvenilir bir doktora götürüp test için vermesine dair mesaj atmıştım. Cenaze sırasında zaten ona kendi DNA’mı da vermem sonucu oldukça meraklanmıştı. Bu merakını daha uygun bir zamanda Cemal, Yusuf ve Veli ile birlikteyken onlara açıklayacaktım.

Lavinia: “Serkan, araban diğer tarafta.”
Ani uyarım üzerine etrafına dönüp bakarken, Serkan: “Kafa mı kaldı bende, ebesini satayım?” diyerek kendi arabasına doğru yöneldi. Onun bu hali karşısında gülmeden edemedim, dayılık damarları kabarmıştı.
Kendi arabamın şoför kapısını açarken, arkamızdan gelen adamlarıma döndüm ve: “Beyler, yalnız gidiyorum. Bir kısmınız eve, bir kısmınız şirket ve mekanlara dağılsın.” diyerek el salladım. Ardından arabaya bindim, istikamet benimkilerin olduğu yerdi...

Mezarlığa geldiğimde, durup bir süre öylece bekledim. Burası benim mezarlığımdı. Evet, doğru okudunuz, kendime ait bir mezarlığım vardı. Burada dostlarım ve onları öldürenler yatıyordu. Mezarlığın ortasında, geniş çapta sıralı taşlarla döşenmiş bir yol vardı. Bu yol, mezar alanını sınırlandıracak şekilde hafif mermerden kavisler yapılarak yapılmıştı. Dostlarım hariç, diğer mezarlar bu yola yatay şekilde yerleştirilmişti. Dostlarım ise yolun tam sonunda, bu yola bakacak şekilde dikey olarak konumlandırılmıştı. Bir de yolun ortasına bir Porsuk ağacı dikmiştim. Bu ağacı özellikle seçmiştim; çünkü ölümsüzlük, yeniden doğuş ve yeraltı dünyasını simgeliyordu. Zehirli bir ağaç türüydü, ama dikkat ederseniz bir şey olmazdı. Zaten bu mezarlığa sadece ben ve Kağan geliyorduk.

Yolda ilerlerken, her zamanki gibi öldürdüklerimin isimlerini mırıldanarak yürüyordum. 2025'in Ocak ayındaydık. Kış mevsimi olduğu için hava soğuk ve sisliydi. Önümü seçmek oldukça zordu. Burası sisliyken de ayrı bir kasvetli hâl alıyordu, ama bu bana huzur veriyordu. Ağacın yanına vardığımda durdum ve bir sigara yaktım. Sis iyice artmıştı; artık hemen yanımdaki ağacı bile zor seçer olmuştum. Bu normal değildi. Hem de hiç değildi. Hislerim, deli gibi tehlike çanlarını çalıyordu. Kendimi olabilecek tehlikeye karşı hazırladım. Daha iyi görebilmek için istemsizce gözlerimi kısmıştım. Kendi etrafımda yavaşça dönerek durum değerlendirmesi yaparken, bir el aniden boynumu kavrayıp sırtımı ağaca doğru çarptı ve aynı hızla sıkmaya başladı.

Bölüm : 31.03.2025 21:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...