4. Bölüm

4. Bölüm: Kimse Yaşattığını Yaşamadan Ölmez

Merve Özmen
laviniabukan

Sözde sabah kahvaltısında, Özgür’le yaptığımız anlaşmayı konuşacaktım. Ama gel gör ki, Cengiz ve Serkan efendi bunu sabote edip engellemişti. Düşman gibiydiler, ama ne olduysa son iki günde aralarındaki o düşmanlıktan eser kalmamıştı. Ulan, bu kadar kısa sürede Serkan’la barışacaklarını bilsem, daha önce anlatırdım zaten.

Aynada, Kağan’ın boynumda bıraktığı morluğa bakıp, elimdeki fondötenle onu kapatmaya çalışıyordum. Bu da ayrı bir deliydi. Ulan, öldürmeyeceksen neden bu kadar uğraşıp prodüksiyon hazırlıyorsun? Hem de zehirli ağacın altında! Kendini niye tehlikeye atıyorsun? Başka yer mi kalmadı? Bir de, bu morluk yüzünden hem Özgür’le, hem de Cengiz’le ayrı ayrı uğraşmak zorunda kalacaktım.

Aynanın önünde, Kağan’a ağız dolusu söverken birden kapım çaldı. Derin bir nefes aldım, ama şunu kapatmadan açmaya hiç niyetim yoktu. Bir de bu yüzden, diğerleriyle uğraşmamak için hızlıca burnumdan soluyarak boynumdaki morluğu kapattım. O sırada kapı ısrarla çalmaya devam ediyordu. Elimdeki fondöteni ve süngeri gardırobun çekmecesine fırlatıp hızlıca kapattım.

Kapıya yavaşça yaklaştım, sessizce kilidi açıp, hıncını kapımdan çıkarmaya çalışan o kişiye fırsat vermemek için kapıyı aniden hızla açtım. Pardon kişi değil, kişilermiş. Ve bir anda, kapıya yapışmış Pars, Parla, Cem ve Serkan dörtlüsü yere kapaklanıverdi. Ulan, diğerleri neyse de, Serkan’a bir türlü anlam verememiştim.

Serkan, hemen toparlanıp “Canım çırağım benim, nasılsın?” diyerek bana doğru sıvışmaya çalıştı. Allah rızası için, zaten sinirliyim. Ona yaklaşmaya fırsat vermeden, “Yürü git!” diyerek sinirle onu kışkışladım, geri adım atarak. Diğerleri de bu sırada ayağa kalkıp toparlanmaya çalışıyordu.

Cem, Serkan gibi üstüme gelerek “Nasılsın yeğenim?” dedi. Aynı şekilde geri kaçıp onu da kışkışladım ama bu sefer “Hoşt lan!” diye bağırdım. Cem şaşkınca, “Hoşt mu?” diye sordu. Serkan ise hemen atladı, “O benim yeğenim, sana ne oluyor lan?” diye Cem’le kafa tokuşturmuşlardı neredeyse.

Allahım, bu evde bir gün bile normal olmayacak mı? Pars ve Parla da aynı şekilde gelmeye hazırlanırken, sinirle “Sakın!” diye uyardım. “Ne oluyor yine lan?” diye bağırdım, gözlerim ateş püskürüyordu.

İkizler, tamam sakin diyerek kendilerine bir çeki düzen verdiler. Cem, kaşlarını çatıp “Ona yürü git, bana hoşt, ben bunu kabul etmiyorum” diyerek kollarını göğsünde bağlayarak Serkan’dan uzaklaştı. Serkan, biraz alaycı bir şekilde gülerek “Ne olmasını bekliyordun, pardon ben onun dayısıyım, sen ise hiçbir şeyi” dedi.

Cem, yüzünü buruşturup sahte bir alınganlıkla “Pardon, hiçbir şey derken? Amcasıyım, oğlum amca, amca!” diye bağırdı. Şimdi, böyle deyince bir an amca kelimesini sorguladım. Ayrıca gerçeği bildiği halde neden böyle davranıyordu, anlamadım. Kafam karışmış bir şekilde onlara bakıyordum.

Serkan, abartılı bir evhamla gözlerini devirdi ve “Hahayt, amcaymış, neredeydin bunca zaman?” diyerek etrafı süzdü. “Allah Allah, neredeydin ha?” diyerek üzerine gitmeye devam etti. Cem ise alttan alarak, “Bak işte, buna verecek bir cevabım yok, aman neyse,” dedi ve beni göstererek, “O senin olsun,” diyerek ikizleri kol altına alıp “Bana bunlar yeter,” dedi.

Serkan, gür bir kahkaha attı ve kolunu omuzuma atarak beni yanına çekti. Tabi ben o sırada şaşkın ördek gibi kalmıştım. “Onlar senin olsun, benim çırak bir orduya bedel” diyerek, diğer eliyle suratımın buruşmuş halinden bir makas aldı.

Cem, keyifle ikizleri daha da kendine çekerek onların arasından biraz daha öne çıktı ve “Orduya bedelmiş, hah, benimkiler arkeolog yani bir bilim insanı, derin düşünceli, iyi kalpli, yemek ve temizlik yapmayı bilen, kitap okuyan, entelektüel kişiler,” diyerek kahkaha attı.

Serkan, gözlerini kısıp, “Ay, totom, benimki dövüş sanatları uzmanı, hemen hemen her türlü silahı kullanabilen, araba ve motor sürmede bir dünya markası olan, şirketleri olan, adını dünyaya duyurmuş saygın biri. Ne haber?” diyerek kapak işareti yaptı.

Cem, bozguna uğramış bir şekilde somurturken, ikizler ve bende birbirimize bakıp, içinde bulunduğumuz durumu anlamaya çalışıyorduk. Yüzlerimiz buruşmuş, alet olduğumuz durumu kabullenmiş gibiydik.

Hatta ikizler de buna dahil olmaya karar vermişti. Ben ise kollarımı göğsümde birleştirip, onların nasıl bir hamle yapacaklarını bekliyordum. Parla, gözlerini devirdi ve “Sende bu zamana kadar yanımızda yoktun ama az önce ‘kalkın lan dayınız geldi’ diye bizi ayağa kaldırdın,” dedi. Bunu duyduğumda gülümsememi saklayamadım, çünkü kesinlikle öyle yapmıştı.

Pars, gülümsemesini zorla bastırarak, “Bir de hiç utanmadan ‘dan’ diye odamıza girerek…” dedi.

Serkan, bir an bile duraksamadan, “Neden utanacakmışım, burası benim de evim sayılır, Allah Allah!” diyerek tepki verdi. Ben de kafamla onayladım, sonra devam etti. “Ayrıca bizim durumlarımız farklı” dedi.

Cem, hemen atıldı: “Nesi farklı lan? İsteseydin sen de onların yanında olurdun.” Hızla tepki verdim, “Pardon ama sen bizim hayatımızı biraz hafife alıyorsun gibi,” diyerek kendimizi savundum. Artık, izleyiciden terfi etmiş ve konuşmanın içine dahil olmuştum.

Parla, durumu biraz daha ilginçleştirerek, “Allah Allah, Cengizhan bile o kadar badirenin, o kadar savaşın arasında bir sürü çocuk yapmaya vakti olmuş, üstüne bir de karısıyla da vakit geçirecek zamanı bulmuştu,” dedi.

Bu sözleri duyduğum anda gözlerim neredeyse fırlayacaktı. “Yuh lan! Ölmüş adamla bizi nasıl bir tuttun ve konuyu bununla nasıl bağdaştırdın?” diyerek kahkaha atmaya başladım. Gerçekten çok iyiydi.

Pars da gülmesini engelleyerek, ama yalandan sinirle, “İkizimin demek istediği şey, bahanelerin arkasına saklanmayın,” dedi.

Cem, alaycı bir şekilde, “Bunlar arkeolog değil ki, ne anlasın kelimelerin altında yatan anlamları,” diyerek geçiştirmeye çalıştı.

Serkan, Cem’e anlamaya çalışarak bakıp, “Sen arkeolog musun?” diye sordu.

Cem de onu taklit ederek, “Hayır, ne alaka?” dedi.

Serkan, sormaya devam etti: “Sen nereden biliyorsun o zaman?”

Cem, havalı bir şekilde, ama bana komik gelen bir hıhlama ile, “Bugüne bugün arkeolog amcasıyım, oradan biliyorum,” dedi.

Serkan, Cem’in bu cevabına karşı pek bir şey bulamayarak, beni öne sürdü: “Ben de çırağım sayesinde adam dövmede ustayım, ve seninkiler arkeologsa, benimki de kimyacı, hah!” dedi.

Tabii, bu bölümü bitirene kadar kırk takla atlattığım gibi, ona da kök söktürmüştüm.

Serkan’dan gelen yanıta karşılık, Cem’e gülerek, “Kimya’da bilimin hası sayılır be,” dedim ve Serkan’la ellerimizi çakıştırdık. Her türlü bunları ezer geçerdik, bu konuda şüphem yoktu. Ama haklarını yememek gerek, bir ara arkeolojiyi okumak istemiştim gerçi, hâlâ istiyorum aslında. Fakat bölümün zorluğunu bildiğimden, bir tarafım buna cesaret edemiyordu.

Cem bir anda duraksayıp, ikizlere ve bize bakarak, kafasını ikizlerin arasından kaplumbağa gibi uzattı, “Biz mükemmel bir üçlüyüz,” dedi. Serkan da anında cevap verip, “Bizim karşımızda ordu bile duramaz,” dedi. Cem, kendine güvenerek, “Biz zekamızla herkesi önümüzde diz çöktürürüz,” dedi.

Zeka mı? Serkan'la bu cevaba gerçekten gülmekten kendimizi alamadık. Bu sırada ben, kahkaha atarak cevap verdim: “Zeka mı? Bizim kim olduğumuzu çözemediğiniz zekanız mı? Yoksa olanları fark edemediğiniz zekanız mı?”

Bunu duyduğunda suratları düştü, ama hemen toparlanıp Cem, “Sende bizim karşımızda ordu bile duramaz diyorsun ama, o Özgür denen adamın korkusundan hemen teklifi kabul etmişsin. Şimdi buna ne demeli?” diyerek kapak yaptı.

Anlaşılan Cengiz, bunlarla benden önce konuşmuştu. Serkan bir anda bana dönüp Cem ile birleşerek, “Üzülerek söylüyorum, bu şahıs haklı, sen nasıl böyle bir teklifi kabul edersin?” diyerek benden uzaklaşıp, onların yanın da yer aldı ve kollarını bağladı. İkizler de Serkan’a uyup aynı şekilde durdu, tek Cem pozisyonunu bozmamıştı. Bana hesap soruyorlardı.

Gözlerimi kısarak, onlara baktım ve soğukkanlı bir şekilde, “Ne olmasını bekliyordunuz?” dedim. Beni yumuşatıp güldürerek gafil avlamışlardı.

Parla, ciddiyetini koruyarak, “Böyle bir teklifi reddetmeni,” dedi.

Pars, başını sallayarak, “En azından bizi düşünerek bir karar almanı,” dedi.

Cem, yavaşça sözünü aldı, “Hakkım yok ama, bil diye söylüyorum, hissettirememiş olabilirim fakat seni hep yeğenim olarak gördüm. Parla ve Pars’tan ayrı değildin, bende hala aynısın,” dedi, gözlerinde hafif bir yumuşama vardı.

Serkan, Cem’in sözlerine katılarak, “Haklılar, reddetmen gerekirdi. Gelecek tehlikeye karşı hep birlikte olarak bertaraf edeceğimize inanman gerekirdi,” dedi.

Ne zaman geldiklerini bilmediğim Cengiz, kapının yanında Yeliz’le durarak sessizce başını salladı, “Her şeye rağmen bunu kabul etmeyeceğimizi bilmeli ve ona göre cevap vermeliydin,” dedi.

Yeliz, yumuşak ve kırgın bir sesle “Bunu kabul ederek kendini ve bizi de zayıf gösterdin, onun gözünde,” dedi.

Cengiz, Yeliz’in dünkü davranışından sonra bunu nasıl söyleyebildiğine inanamıyordum. Gerçekten şaka olmalıydı, çünkü bu, gerçek olamayacak kadar tuhaftı. Karşımda, birlik olup kenetlenmiş, direnmeye kararlı bir şekilde duran bu insanlara bakıyordum. Oysa daha birkaç gün önce, beni görmeye bile tahammülleri yoktu. Ama öğrendikleri tek bir şeyle bir anda 180 derece dönmüşlerdi. Kırk yıl düşünsem, böyle bir anı yaşayacağım aklıma bile gelmezdi.

Halbuki bilmedikleri bir şey vardı. Bu teklifi Özgür değil, ben yapmıştım. Özgür, o zamanki olayları öğrendiğini söyleyip bana açıklama yaparken, her bir kelimesinde öfkeyi ve hüznü hissetmiştim. O bile, daha önce bilmediği için kendini suçlamıştı. Dün, karşımda dağ gibi duran bir adamın, evladı için hissettiği çaresizliği ve buna bağlı çöküntüsünü izlerken, yüreğim sıkışmıştı.

Daha önce Cengiz’in öz kızı olmadığımı öğrendiğimde, bana neden soğuk davrandığını anlamıştım. Kan bağı yoksa, aile de yok gibi bir şeydi; bir ailenin seni koşulsuz sevmesi için arada kan bağı olmalıydı. Ama zamanla, uzaklaştıkça, yeni arkadaşlar edinmiştim. Onlar, birer ailem gibi olmuşlardı. Timur amca ve diğerleri bana, aile olmak için kan bağına gerek olmadığını göstermişti. Timur amca, bir baba gibi olmuştu her zaman; bir babanın evladı için yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığını bizlere bir baba gibi olarak göstermişti. Dün, Özgür’de, Timur amcada gördüğüm o babalığı hissetmiştim.

Onlarda ise, şu ana kadar böyle bir şey hiç görmemiştim. Bu teklifi yaparken, onların sevineceğini düşünmüştüm. Bir tür kurtuluş gibi gelmişti bana, onların yükünü üstlenip, bu şekilde hayatlarını daha kolay hale getirebileceğimi sanmıştım. Ama dün akşam Yeliz’in o yeltenişini görmek, içimdeki o korkuyu yeniden tetiklemişti. Cengiz’in öfkeli, çaresiz ve kırgın haliyle karşı çıkan tarafı da, içimdeki sesin feci bir yanlış yaptığımı haykırttırmıştı.

Şu anda karşımda, birbirlerine kenetlenmiş, sımsıkı durarak bana bakıyorlardı. Birbirlerine olan bağlılıkları, beni gerçekten önemsediklerini her hareketlerinde, her bakışlarında hissettiriyordu. O an, keşke daha önce bunu fark etmiş olsaydım, diye geçirdim içimden. Keşke daha önce böyle bir anlayışla yaklaşsalardı, belki o zaman bunları yaşamam gerekmezdi. Ama iş işten geçmişti, her şeyin bir zamanı vardı ve biz o zamanı çoktan kaçırmıştık.

Şimdi bu teklifi yok sayarsam, Özgür haklı olarak öfkesine daha da kapılırdı, bunu biliyordum. Ama bunu istemiyordum, kesinlikle istemiyordum. Başkalarıyla savaşmak ayrı bir şeydi, ama kendi kanından ve canından olanlarla savaşmak… O bambaşka bir şeydi. Ve ben yeniden böyle bir olaya sürükleniyor gibi hissediyordum.

Şimdi, her iki taraf da birbirine savaş açmak üzereydi ve bunun sorumluluğu, tamamen benim üzerimdeydi. Her iki tarafın da ortak noktası bendim. Tarafsız kalmaya çalışsam ya da bir tarafı tutmaya karar versem, en çok acıyı çekecek olan yine ben olacaktım. Sanki tarih, içimde yeniden tekerrür ediyordu, geçmişin acılarını, her an biraz daha yoğun hissediliyordum.

Dünkü kararlılığımdan şimdi hiçbir iz kalmamıştı. İçimdeki o gücü kaybetmiş gibiydim. Serkan, sanki benim tereddüdümü hissetmiş gibi yanıma yaklaştı ve yüzümü nazikçe elleri arasına aldı. Kafasını benim kafama yaslayıp derin bir nefes aldı, sanki benimle birlikte yükümü hafifletmeye çalışıyordu. Ardından, başıma yumuşak bir öpücük kondurdu ve “Bunu yapmak zorunda değilsin, bırak hep birlikte bunun üstesinden gelelim,” dedi.

Serkan, o günden beri hep yanımdaydı, her adımımda arkamdaydı. Beni kollamış, desteklemişti. Onun hakkını ödeyemezdim. Eğer o olmasaydı, belki ben de olmayacaktım ya da daha kötü olacaktım. Onun varlığı beni insan yapan tek şeydi. Ama bir şey daha vardı, kalbimde ağır bir yankı yapıyordu: Onu kaybetme düşüncesi. O düşünce, ciğerlerimdeki her nefesi kesiyordu, adeta havayı bıçak gibi yarıyordu. Bunun için güçlenmiştim, bunun için zirveye çıkmıştım. İkimiz de çıkmıştık; onun desteğiyle, birlikte... Fakat bu dünyanın içine de onu benim sürüklemiş olmam gerçeği ne kadar iyi bir yeğen olduğumu gözler önüne seriyordu.

Hayatımda, gerçekten değer verdiğim iki kişiyi, istemeden de olsa peşimden sürükleyip buralara kadar getirmiştim. Her ikisinden de, bir şekilde ailesini almıştım. Birisi, beni seçmenin bedelini ağır bir şekilde ödemişti. Diğeri ise, bana güvenmesinin bedelini çok daha ağır bir şekilde ödemişti.

Her güvenini, her içtenliğini aldım ve karşılığında ona bir dünya kadar acı bıraktım. Şimdi ise, o kişi bana düşman olmuştu; kalbinde biriktirdiği nefreti her geçen gün daha da büyütüyordu. Beni öldüreceği günü, sabırsızlıkla bekliyordu. Ben, ne zaman geleceğini, nasıl gerçekleşeceğini bilmiyordum. Yalnızca, o günün gelip çatacağı gerçeği vardı.

Derin bir nefes alıp, Serkan’a belinden sarıldım. Başımı, huzur veren göğsüne yasladım ve kalbinin her atışıyla birlikte içimdeki gerilim yavaşça çözülmeye başladı. Onun kalbini dinlemek, bana adeta bir güven aşılıyordu. Serkan önce beni sıkıca sarmaladı, sonra tek koluyla omzumdan tutarak beni daha da sıkı bir şekilde destekledi. Kafamı göğsünden kaldırmadan etrafı incelediğimde, Cengiz ve Yeliz’in yanında Ceylin’i gördüm. Gözlerinde derin bir sevgi vardı, ama bu sevgi daha çok Serkan’a yönelmişti. Ceylin, adeta ona bakarken içindeki duyguları gizlemeye çalışıyordu. Serkan, kulağıma eğilip fısıldadı: “Bil diye söylüyorum, Ceylin bizi birleştirdi.” O an, şaşkınlık içinde donakaldım. Ceylin, herkesin beklediğinden farklı bir şey yapmıştı ve içimde bir his vardı, bu hareketin arkasında daha fazlası gelecekti.

Ceylin, sakin ve anlayışlı bir ses tonuyla sözlerini dile getirdi: “Evet, belki bu adımlar için geç kaldık, ama daha fazla keşkelerin oluşmasına engel olabiliriz. Bunun için tek gereken birbirimize şans vermemiz.” Bu sözlerin ardından, kafamı kaldırıp etrafıma baktım. Cengiz ve Yeliz dışında herkes gözlerimin içine bakabiliyordu, ama aralarındaki mesafeyi hissettim. Derin bir nefes alarak, söze başladım: “Güzel diyorsunuz, hoş diyorsunuz ama gözden kaçırdığınız bir şey var. Özgür, er ya da geç, onun soyadını almamı isteyecekti zaten. Sadece bunu biraz daha hızlandırdım, o kadar... Bakın, şans konusunda da çok geç kaldık. Kimse, geçen zamanı geri alamaz. Ama, bu birlik ve beraberliği koruyabilir gelecek tehlikenin bu. sayede önüne geçebilirim”

Serkan, şaşkın bir şekilde bana bakıyordu. Onun bakışlarında anlam arayan bir ifade vardı. Bir an sessizlik oldu, sonra Serkan, hala kafasını karıştıran soruyu dile getirdi: “Hızlandırdım derken?”

İkizler, aynı anda biraz daha sorgulayıcı bir şekilde söylediler: “Şans için çok geç derken?”

Cengiz ve Yeliz ise birbirlerine bakıp, bir adım daha atmaya cesaret edemeyen bir duruşla aynı anda söylediler: “Tehlikenin önüne geçebilirim derken?”

Herkes, söylediklerime farklı açılardan odaklanmıştı. Yeliz, sesi titrek bir şekilde, korku ve endişe arasında kararsız kalmış bir tonla, “Daha ne kadar kendini tehlikeye atacaksın?” dedi. Bu, içimde bir şeyleri sızlatmıştı. Ancak, Serkan bir adım daha atarak, araya girdi: “Abla, bir dur. İlk önce, hızlandırdım mı, açıklasın,” dedi, gözlerinde anlam arayan bir ifade vardı.

Serkan, senin ta... olmayacak zamanda detaylara takılmanın zamanı mı şimdi? diye geçirdim içimden. Ama Ceylin’in sesi, huzursuzlukla karışmış bir sakinlik taşıyarak, “Katılıyorum, bu ne demek şimdi?” diye sordu.

Allah kahretsin! Şimdi Serkan’dan biraz uzaklaşıp, yüzüme masum bir ifade yerleştirerek derin bir nefes aldım ve “Şey, bu teklifi Özgür’e ben sundum,” dedim.

Serkan, duydukları karşısında şok olmuş bir şekilde, kendi yüzüne bir tane yapıştırdı. Gözlerim, etrafımdaki tepkilere kaymaktan kaçındığı için nasıl tepki verdiklerini görmüyordum. Cengiz, kendini sakinleştirmeye çalışır bir şekilde “Neden? Neden böyle bir teklifi sundun?” diye sordu. Yeliz ise o kadar sessizdi ki, neredeyse hiç duyamıyordum.

Serkan, bir adım daha atıp, “Dün ne oldu, Lav?” diye sordu. Derin bir nefes alıp, konuşmayı planladığım sırada Ceylin, sözümü yarıda keserek, “Bir şey hissettin, ondan ona bu teklifi sundun,” dedi.

Kafamı sallayarak onayladım ve söze başladım: “Dün, Özgür’le konuşurken, karşımda o varmış gibi geldi,” diye başladım. Serkan’a dönerek devam ettim, çünkü o kim olduğunu biliyordu: “Sinirliydi, kendine kırgındı, kelimelerinin altındaki hüznü yoğun bir şekilde hissediyordum. Sonra, sizi düşündüm. O konuşurken aklımda hep sizin üzerinizdeki yüküm vardı. Bir yandan da, sizler için de kolay değil, zor olduğunu biliyorum, suçlamıyorum ama... iki tarafın da tek ortak noktası bendim. Tarafsız olmam ya da bir taraf tutmam hiçbir işe yaramayacaktı. Eğer böyle bir şey olursa... bu savaşı engelleyebilirim dedim. Daha önce, can bağım olan birilerine geri dönüşü olmayan zararlar verdim. O yüzden, bir şekilde bir bağın olan insanları birbirine zarar verirken olan acıyı biliyorum. Eğer bir başkası olsa, neyse ama o ve siz... olmaz. Bunun seyircisi olarak kalamam.”

Serkan, bu sözlerimle derin bir iç çekişle yutkunmuştu. Ben, kafamı yerden kaldıramıyordum. Onlar buradaydı ve bana olan bakışlarını görmek, şu anda katlanılabilir gibi gelmiyordu.

Ceylin, biraz da kırgın bir şekilde, “Yine de böyle olmak zorunda değil, bu yanlış,” dedi.

Kafamı kaldırıp, Ceylin’e baktım ve “Ne doğru ki?” dedim. Çünkü her şey yanlıştı zaten, belki tek doğru olan buydu. O yüzden bu kadar yanlışın içinde böyle hissetmemiz normaldi. Ceylin, başını sallayarak, “Hayır,” dedi, “Hayır, Lavinia, bu herkesi daha çok zarara sokar, olmaz.”

Dediklerinden hiçbir şey anlamıyordum, ama yaptığımın yanlış da olsa arkasında durmaya karar vermiştim. “Olacak,” dedim, ancak Ceylin beni dinlemeden odayı terk etmişti.

Bilmediğim daha başka bir şey daha vardı. Ve bu beni ölesiye korkuttu. Aynı o zamanki gibiydi.

Ceylin gittikten sonra, ortada konuşulacak bir şey kalmadığını düşünerek evden çıkıp gitmeye karar verdim. Kendimi hiçbir şekilde işe verecek durumda hissetmiyordum. İçimdeki karmaşa ve huzursuzluk, her geçen dakikada daha da büyüyordu. Kafamı toparlamam gerekiyordu. O yüzden, daha önce Serkan’la birlikte durduğumuz o uçuruma doğru yöneldim.

Burası, her şeyden uzak, kimseye ait olmayan bir yerdi. Ormanın derinliklerinde kaybolmak, zihnimi boşaltmak ve belki de bir süre durup soluklanmak istiyordum. Uçurumun kenarına varıp oturursam, içimdeki kötü hislerin kaybolacağını düşünmüştüm. Ama ormanın içinde dolaşmaya devam ettikçe, bir türlü huzuru bulamadım. Adımlarım, adeta beni yönlendiren bir güç gibi, beni daha da derinlere çekiyordu. Ağaçların gölgesi, soluk yeşil yapraklar arasından sızan güneş ışığı, her şey bana yabancı geliyordu.

Saatlerce ormanın içinde dolaştım, ama içimdeki o karamsar his bir türlü kaybolmadı, aksine giderek derinleşti. Her şey o kadar belirsizdi ki… Gözden kaçırdığım bir şey olmalıydı. Bütün olanlar ortadaydı, görünürde hiçbir şey gizli değildi. DNA testiyle her şey ispatlanmıştı.

Yine de bir şüphe vardı içimde, bir eksiklik vardı ve bu eksiklik her geçen dakika daha da büyüyordu. Ve ben o eksik parçanın ne olduğunu da bilmiyordum. Sanki her şeyin ortasında bir boşluk vardı ve ben oraya doğru çekiliyordum.

Bir süre daha yürüdükten sonra, sık ağaçların arasından uzaklaşarak gövdesi kalın bir ağacın altına oturdum. Ağacın sert kabuğuna sırtımı yaslayarak, derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Kollarımı karnıma kavuşturup, çevremdeki sessizliği dinlerken, zihnimdeki düşünceler akmaya başladı. İlk başta, sadece rüzgarın hışırtısını ve yaprakların arasındaki kuş cıvıltılarını duyuyordum. Ama sonra, her şey birdenbire değişti. Zihnimde, tıpkı bir film şeridi gibi, özgürle ilgili anılar canlanmaya başladı. Dün yaptığımız konuşmalar, her bir kelime, onun söyledikleri ve gözlerindeki o duygular… Hepsi, zihnimde yankılandı. Kendimi, sanki dün o anı tekrar yaşıyormuş gibi hayal edip gözden kaçırdığım ne olabilir diye düşündüm.

Bir Gün Önce...

Boğazımı sıkan elin Kağan olduğunu fark ettiğimde, boğuşmayı sonlandırdım. O da benim ona direnmediğimi fark ettiğinde, öfkeyle ellerini daha da sıkılaştırdı. Tam o anda, kendimden geçmek üzereyken, birden ellerini çekip, çılgınca haykırmaya başladı. Zarar vermek istese de, içindeki bir şey buna engel oluyordu ve bu engel onu daha da öfkelendiriyordu. Boğazımdan ellerini çektiğinde, derin bir nefes alıp yere kapaklandım. Kağan ise, öfkesini kontrol edemeyip toprağı yumrukladı ve babasının mezarına gözlerini dikerek uzun süre izledi.

Bir süre sonra ben de yanına oturdum ve sessizce mezarları seyretmeye başladık. İkimizin de aklından geçen aynı şeydi: Geçmişteki mutlu günlerimizi geri getirebilmek, yaptığımız hataları tekrarlamamak… Ama nafile, içimizde yalnızca keşkeler kalmıştı. Başımı döndürüp Kağan’a baktım, gözlerimde derin bir özlem vardı. Bir daha ne zaman onu görebileceğimi bilmiyordum, bu yüzden her bir detayını, yüzündeki her çizgiyi hafızama kazımaya çalıştım. Onu izlerken dokunamamak ayrı bir içimi yakıyordu.

Timur amcaya yaptığım ilk hata, belki de onun oğluna aşık olmamdı. Adam, beni kendi evladı gibi görüyordu. Bizlere hep, kardeş gibi olmamızı, birbirimizi korumamızı söylerken, ben gidip ona aşık olmuştum. Kendimden iğreniyordum. İnsan nasıl kardeşine aşık olabilir ki? Ama bir taraftan da içimdeki ses, "Aranızda kan bağı yok, bu aşka engel değil," diyordu. Ama Kağan, beni her zaman kendi kardeşi olarak görmüştü. Sonra yaptığım o şey, her şeyi değiştirdi. Şimdi ne olursa olsun, bu baştan sona imkansızdı.

Saatlerce sessizce oturduk, her ikimizin de zihninde aynı düşünceler dönüyordu. Kağan, sonra tek bir kelime dahi etmeden oradan ayrıldı ve beni yalnız başıma bırakıp gitti. Geride sadece mezarın soğukluğu ve içimdeki derin boşluk kalmıştı. Ne kadar süre orada oturduğumu bilmiyorum, zamanın nasıl geçtiğiyle ilgilenmedim ama sanırım bir gün geçmişti. Sigara paketlerim bittiğinde ise, kalkıp oradan ayrılmaya karar vermiştim.

Yavaşça arabama binip yola çıktım, şehre yaklaşırken ise bir şey fark ettim: Takip ediliyordum. Arabayı hızlandırarak daha da dikkat kesildim. Arkamdaki araçlar, benim hızlandıkça hızlanıyorlardı. Kim olduklarını merak ederken, sakin bir şekilde ne yapmam gerektiğini düşündüm. Torpidodaki silahı elime aldım ne olur ne olmaz, Araçlar sadece takip ediyordu, ne önüme geçmeye çalışmışlardı ne de kaza yaptırmaya anlam veremedim.

Sonra önümün de kesildiğini gördüm. Öndeki arabaların önünde bir grup adam vardı ve bu adamların en önünde Özgür Volkan yer alıyordu. Onu görünce şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açıldı. İçimden bodoslama çarpmak geldi ama bunu yapmak yerine küfrederek hızla frene basıp direksiyonu kırdım. Araba hızla yavaşlamazken, aynı hızla Özgür’e yaklaşıyordum. O ve adamları, bir gram korku olmadan, kıpırdamadan bekliyorlardı. Araba, Özgür’le arasında birkaç santim kala durdu ve ben de buna bağlı olarak stresten derin bir nefes aldım. Arabadan inip inmemekte tereddüt ediyordum ama Özgür, sakin bir şekilde yaklaşarak cama tıklattı.

Sakinliğimi korumaya çalışarak camı indirdiğimde, Özgür eğilip burnuma hafifçe fiske atarak, “Neredesin sen?” diye sordu. Sesindeki o rahat ama bir o kadar da keskin ton, bir anda tüm gerilimimi artırdı. Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Hala şaşkınlık içindeydim. “Pardon da sen şu an ne yapıyorsun?” dedim, ağzımda kelimeler zorla şekil aldı. Gerçekten anlamıyordum.

Özgür, bakışlarını gözlerimden hiç ayırmadan, biraz daha yaklaşıp, rahatça, “Bir ebeveyn olarak çocuğumun nerede olduğunu merak edip endişelendiğim için gayet sakin bir şekilde soruyorum,” dedi. Kelimeleri sanki bana doğru bir ok gibi fırlattı. Gözlerim büyüdü, bu konuyu tamamen unutmuştum ama nasıl bu kadar emin olabilirdi, nasıl bu kadar soğukkanlı kalabilirdi? Bunlar içimde ki tedirginlik dalgasını daha da yükseltti.

Salağa yatmaya karar verdim. “Çocuğum derken?” dedim, anlamaz bir şekilde ona bakarak. Özgür ise, gözlerini gözlerimden ayırmıyordu, bakışları adeta delip geçiyordu. Gözlerini kısarak, kapıdan uzaklaşıp inmemi işaret etti. Yememişti.

İstemeyerek, kendimi zorlayarak kapıyı açıp aşağı indim. Özgür, beni adeta süzer gibi gözleriyle üstümü başımı inceledi. Kaşları çatıldı, dudaklarını sıkıca kapadı. Sonra gözleri boynumda dolaşırken, kaşları daha da çatıldı, uzun bir süre de gözleri boynumda oyalandı. Öfkesini bastırmaya çalışırken sesi kesik kesik çıktı: “Bunu kim yaptı?” dedi. İçimde bir düğüm oluştu. Yutkundum, ne yapacağımı bilemiyordum. Konuyu bir şekilde saptırmam gerekiyordu. “Sen biliyor muydun?” dedim, saf bir şekilde bakarak, sesim neredeyse bir fısıldamaya dönüşmüştü.

Özgür’ün kaşları daha da çatıldı, adım adım bana doğru yaklaştı. Sinirle gözlerini, gözlerime çevirdi, ama bir şey demedi. Ağızını açtı, sonra tekrar kapattı. Sonra bir anlık bir duraklama anı yaşadı. Arkasını dönüp, kafasını yukarıya kaldırarak bir şeyler mırıldanmaya başladı. Sanki içindeki fırtınayı dindirmeye çalışıyordu.

O arkasını dönünce bende, sessizce adamlarına yaklaşarak kaş göz işaretiyle, “Durum ne?” diye sordum. Bir tanesi, ciddiyetle “Özgür Bey, bunu öğrendiğinde oldukça şaşırdı. Sonra bir şekilde sizden DNA örneği alıp babalık testi yaptırdı. Sonuç uyumlu çıkınca, sizin hayatınızı araştırmaya başladı. Kötü şeyler öğrendik. Bunları öğrendiğimizde, sizin de ortadan kaybolacağınız tuttu. Şu an ne yapacağını şaşırmış durumda, nasıl yaklaşması gerektiğini çözmeye çalışıyor,” dedi. Her kelime bir darbe gibi hissettirdi, içimden küfretmemek için zor tutuyordum kendimi. Gerçekten bilmiyor muydu?

Özgür’ün kendini toparlaması pek uzun sürmedi. Arkasını dönüp beni bulamayınca endişeyle adamlarının tarafına döndü ve bizi konuşur halde bulunca sinirle bir nefes daha içine çekti. Sonra derin bir nefes alarak daha ılımlı bir şekilde bana yaklaşmaya karar verdi. “Bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum. Eğer o olanlardan önce haberim olsaydı, izin vermezdim,” dedi, bakışlarını yere eğerek bana doğru adımladı. Bunu yaparken nefesimi tutmuş izliyordum. Şuanda içinde yaşadığı birçok duyguyu görebiliyordum.

“Sen, sen biliyor muydun?” diye sordu. Bu soru, içimdeki korkuyu bir kez daha tetikledi. Hayır anlamında kafamı salladım. Sonra açıklama yapma gereği hissederek, “Öz olmadığımı biliyordum. Daha önce hiç gerçek babamı araştırma gereği hissetmemiştim. Ta ki bizimkiler yanıma yerleşene kadar. Cenaze günü öğrendim sen olduğunu,” dedim. Kafasını salladı ama gözlerinde tatmin olmamış bir ifade vardı. İçindeki huzursuzluk belli oluyordu.

Yutkunarak, “Bunları daha uygun bir yerde konuşalım mı?” dedi. Sesini olabildiğince yumuşak tutmuştu. Konuşmayı yol ortasında sürdürmek, hiç de akıllıca bir fikir gibi gelmemişti. Hem bir süredir açtım, cenazeden beri ağzıma sigaradan başka bir lokma koymamıştım. “Bir şeyler yerken konuşabiliriz,” dedim. Gözlerini kısarak bakışlarını bana yönlendirdi, ardından başını hafifçe salladı. O sırada midenin guruldaması, bir anda ortamın sessizliğini bozdu.

Bir anlık çekingenlikten sonra, “Sen ne zamandan beri bir şey yemedin?” diye sordu, sesi meraklıydı. Somurtarak, “Cenazeden beri,” diye cevap verdim. Bu cevabım hiç hoşuna gitmemişti.

“Düş önüme hadi,” dedi, sonra beni hiç beklemeden, sert bir şekilde kendi arabasına yönlendirdi. Benim de tepkim hemen gelmişti. Kaşlarım çatılmış, “Benim arabam—” demek üzereydim, ama o an adamlarından birine benim arabama geçmesini söyledi ve hiç tereddüt etmeden kapıyı açıp beni içeri oturttu. Hızla arabanın etrafından dolaşarak yanımda yerini alınca “Gidelim,” dedi şoföre, ama nereye gidiyorduk? Canım, bir an önce Hatay soslu tavuk döner yemeyi istiyordu. O ise umarım beni lüks bir mekâna götürmeye kalkmazdı. Bu düşünce istemsiz yüzümü buruşturdu.

Özgür, kafasını çevirip bana baktığında fark etti ve gözlerini bana dikip, “Canın ne istiyor?” diye sordu. Gözlerim parladı, içimden bir sevinç dalgası geçti, “Hatay soslu tavuk döner,” dedim.

Özgür, biraz düşündü, yüzünü buruşturdu ve sonra bana tekrar bakıp düşünceli bir hale büründü “ Hep bir hayalim vardı. Çocuğum olduğunda, onunla rakı sofrasında içip baba-oğul ya da baba-kız olarak dertleşiriz diye hep hayal ederdim,” dedi. Onun geçmişine dair az çok bir şeyler biliyordum. Çok sevdiği bir karısı vardı ama bir türlü çocukları olmamıştı. Dedikodulara göre, karısı daha gençken kanser hastalığını atlatmış ve bu hastalık yüzünden çocuk sahibi olamıyordu. Özgür, karısının bu durumunu bilerek onunla evlenmişti. Bu, onun sevgisini her şeyin önünde tutan bir adam olduğuna işaretti.

Birkaç yıl önce ise karısının kanseri yeniden nüksetmişti ve bu sefer yenilmişti. O günden beri yasını tutuyordu. O cenazeye ben de katılmıştım. Siyah bir şey giymemiştim, bu yüzden insanların gözlerinden bana fırlayan öfke oklarını hissetmiştim. Nitekim Özgür’de, o an gözlerinde öyle bir karışım vardı ki, hem acıyı hem de öfkeyi derinden hissettirmişti. Şimdi o zamandan bu zamana vay be!

Özgür, hayalini karısından olan çocuğuyla düşündü. Benimle değil. Özgür, gözlerini bir an olsun benden kaçırmaya çalışarak, derin bir nefes aldı. “ "Seni öğrendiğimde," dedi, sesi kısık ve çekingen, "yok artık dedim, ama içime bir kurt düşmüştü. Ne yaptım, ettim, o DNA örneğini alıp laboratuvara gönderdim. Ama o sonuç çıkana kadar, nasıl beklediğimi tahmin bile edemezsin."

Beni izlerken gözleri, sanki boğulacakmış gibi bir boşluğa dalıyordu. Gözlerinin derinliklerinde, hissettiklerinin izleri vardı. “O cenaze gününden bir gün önce, sonucun uyumlu olduğunu öğrendiğim de, O zaman hissettiklerimi tarif bile edemem," diye devam etti. "Aklıma gelen ilk şey, artık imkansız olan hayalimin, şimdi imkansız olmamasıydı. Ve ben... 27 yıl önce baba olmuştum ama bundan haberim yoktu."

Her kelimesiyle, kendine dair yeniden keşfettiği bir gerçekle yüzleşiyor gibiydi. Gözleri, yıllardır unutulmuş bir acının izlerini taşıyor, vücudu ise içindeki karmaşayı yansıtıyordu. “Hem de kimin babasıydım?” dedi, ama sesindeki acıyı saklamaya çalışmak nafileydi. “Hayalet, Yıldırım, Ölüm lakaplarıyla bilinen karımın cenazesinde, saygısızlık yaptığını düşündüğüm ama bu dünyada bir kız olarak yer edinmeyi başardığı için saygı duyduğum o kişinin babasıydım. O kadar karma karışık olmuştum ki... Ne yapmalıydım? Sana nasıl yaklaşmalıydım, hiç bilmiyordum.”

Bir an sustu, gözleri bana derin derin bakarken. Kafasını hafifçe eğdi, sonra yeniden söze başladı. “Babalığı hiç bilmiyordum, sadece hayallerimde vardı. Sen biliyor muydun? Bilmiyor muydun? bilmiyordum. Sonra seni derinlemesine araştırdım. Cenazeden sonra öğrendiklerim... O zaman hissettiklerimi anlatacak kelime bulamıyorum." Sesindeki kesik kesik tonlama, hissettiklerinin ne kadar derin olduğunu gösteriyordu.

Bir anda elleri titremeye başladı. "Seni her yerde aradım ama bir türlü bulamadım. Şehre giriş yaptığını öğrenince, adamlarımı peşine taktım ve böyle bir karşılaşma ile bir başlangıç yapabildim. Beni suçlamazsın umarım..."

Bunları söylerken, gözlerini boynumdan olabildiğince uzak tutmaya çalışıyordu. “Amacım karına saygısızlık yapmak değildi,” dedim, sesim de içindeki bu karmaşaya eşlik edercesine sarsılıyordu. Cenazede neden siyah giymediğimi açıklamıştım, o da kafasını hafifçe salladı. Gözleri, bana bakarken yumuşamıştı, adeta zamanla daha sakinleşmişti. Bir an, ona gerçekten ne kadar yaklaştığımı fark ettim.

"Biliyorum ve bunun için sana sanırım teşekkür etmem gerek," dedi. Sesindeki minnettarlık, içindeki hüzünle karışmıştı. Gözleri bana bakarken, her saniye daha da derinleşiyordu.

Bir an gözlerimiz birbirine kenetlendi. Sonrasın da, hiç beklemediğim şekilde, o kelimeler döküldü ağzından. “Karımı öteki dünyaya uğurlarken yalnız hissettirmediğin için teşekkür ederim… Kızım...”

O son kelimeyi öyle bir söylemişti ki, sanki içimdeki her şey bir anda sarsıldı. Kelimeler, tüm duygularımı hırpalayarak içimden geçmişti.

O kelimeyi öyle bir söylemişti ki, sanki karşımda Özgür değil, Timur amca duruyordu. Bir anda, gözlerimin önünde, Özgür’ün yerine onun yüzü belirdi. Zihnimdeki anı, zamanın bir noktasına takılıp kalmış gibi, bir anda geçmişe dönüp geldi. Timur amcanın gülümsemesi, yıllar sonra ilk kez o kadar canlı ve gerçekti ki, gözlerim bulanıklaştı. O her zamanki gibi sevecen bir tonda ki sesi, güven verici bakışları içimi dağladı.

Kalbim, adeta boğazımda atıyordu. Bu anın ilerlemesini dondurmak istedim. Çünkü zihnimin derinliklerinde onun yüzü kaybolduğunda, yeniden Özgür’ün yüzüyle karşılaşacağımı biliyordum. Nitekim korktuğum gibi de olmuştu. Gözlerimin önünde yeniden Özgür belirmeye başlayınca, sanki Timur amcayı tutabilecekmiş gibi ellerim Özgür’ün kolunu tutmuştu. Ama nafile, şimdi yeniden karşımda Özgür vardı.

Ağır bir hayal kırıklığı, tüm vücudumu sarhoş etmişti. Hiçbir şey diyemedim, kelimeler boğazımda düğümlenip kaldı. Ama o anın içinde, gözlerinde bir zamanlar bana duyduğu o güveni ve sevgiyi tekrar görmek, bana bir buruk sevinç vermişti.

Özgür, ne olduğunu bilmeden tuttuğum koluna bakakaldı. Gözlerindeki şaşkınlık, belki de evladıyla ilk kez kurduğu temasın verdiği duyguyu anlamlandırmaya çalışıyor gibiydi. "Ö-Özür dilerim, bir anda şey oldu," dedim, ama ne olduğunu tam olarak ifade edemedim.

Özgür, bana "anlıyorum" der gibi bakınca, gözlerimin önünde bir an Timur amcayı görmemiş olsam da, sanki o, onun içindeymiş, hala oradaymış gibi hissediyordum. Ellerimi Özgür’ün kolundan çekince, sıkıntıyla bir nefes aldı. Ardından, kendi elini yüzüme yaklaştırarak, ne zaman aktığını anlamadığım bir yaşı, sildi.

Bunu yapıp geri çekildiğinde, yol boyunca sessiz kalmıştık. Ben, nereye götürdüğünü anlamaya çalışıyordum. Sonunda, bir meyhanenin önünde durduğumuzda, Hatay soslu tavuk döner hayalim bir anda suya düşmüştü.

Özgür, suratımın asıldığını fark ettiğinde, yavaşça yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Gözlerinde, bir anlam arayışı ve anlayış vardı. "Konuşmalarımız ayık kafayla çekilmez diye düşündüm," dedi, sesi biraz daha rahatlayarak. "Rakı balıksız gitmez, tavuk döner başka zamana borcum olsun," diye ekledi.

Olsun, onu kıracak değildim, hem haklıydı. Önüme geçip yürümeye başladığında, ben de peşinden adım attım. Ama adımlarını yavaşlatıp, önümden değil de yanımda yürümeyi seçtiğini fark ettiğimde, istemeden gülümsemiştim. Birlikte meyhanenin içine girdiğimizde, havanın aydınlık olmasına rağmen, birkaç masanın dolu olduğunu gördüm. Özgür, kolumdan nazikçe tutarak, köşede pencereye yakın bir masaya doğru beni çekti.

Masaya otururken, mekandaki kişilerin gözleri yanımızda ki adamların ve bizim üzerimizde yoğunlaşmıştı. Bu kadar kalabalık girmemiz dikkat çekmişti, ama alışık olduğumuz için umursamadık. Güvenliğimiz için gerekliydi, yalnız ben bunu sıklıkla ihlal ediyordum. Masaya oturduğumuzda, mekanın garsonlarından biri yanımıza gelerek “Özgür abi, hoş geldin, bu aralar seni burada sık görür olduk,” Gülümseyerek dedi. Özgür’ün sürekli geldiği bir yerdi, çalışanlar tarafından tanınıyor ve seviliyordu.

Özgür, gülümseyerek ve bana bakarak, “Hoş bulduk, sağ olsun,” dedi. ve ardından garsona dönerek “Hadi sen donat bakalım masayı,” diye ekledi. Ne yani, ne yiyeceğimi sormayacak mıydı? Beyefendi sanmıştım. Garson, bana bakıp anlamış bir şekilde, sevinçle, “Tamamdır abi,” diyerek gitmişti.

Özgür, biraz gülerek, “Şey, Mehmet abi yapar burada yemekleri. Ne zaman gelsem, o döneme ait ne varsa, seçtirmez, onu getirir,” dedi. O zaman anlamıştım. Kendisinin de seçim şansı yoktu. Bu Mehmet denen adamla sıkı fıkı olmalıydılar.

“Sen beni buradakilere mi söyledin?” dedim. Garsonun yüzündeki anlamlı ifade, bunu gösteriyordu. Özgür, biraz düşünerek, “İçime kurt düştüğünde kendimi buraya atmıştım. Bir de sen ortadan kaybolup, senin geçmişinde ki olayları öğrendiğimde buraya gelmiştim,” dedi. O zaman söylemişti. Kafamı sallayarak sessizce dinledim.

"Nasıl öğrendin?" diye sordum. En baştan sorulması gereken soruyu daha fazla erteleyemezdim. Bu görünmeyen düşman kimse, bununla bir ipucu bırakmış olmalıydı. Özgür, biraz düşünerek, "Yeni yıla girdiğimiz zaman, ilk mail adresime annenle olan barda birkaç fotoğrafımız ve ardından senin doğum bilgilerine ait birkaç belge gönderilmişti. O zaman çok takmadım ama sonra telefon numarama aynıları geldi ve hemen ardından da şirketime, benim adıma bir kargoyla bu belgeler yollandı," dedi.

Birisi ısrarla gözümüze gözümüze sokmaya çalışmıştı. Fotoğraflar ve belgelere kadar ulaşabilecek birisi… Özgür devam etti, "Durum böyle olunca içimde oluşan şüphe hat safhaya çıktı, başlangıcı bu şekilde," dedi. Düşünceli bir şekilde, sessizce dinledim.

"Peki, IP adresinden ve telefon numarasından bir şey çıktı mı?" diye sordum. Özgür, "Hayır," anlamında kafasını salladı. "Mail, bir internet kafeden gönderilmiş. Gönderildiği saate bakarak, o saatlerde hangi masaların dolu olduğuna bakıldı ve sadece biri çok kısa bir süre orada kalıp gitmişti. Kameradan bunu fark ettiğimizde, o masanın o saatlerde ne için kullanıldığına bakıldı ve bingo! Masayı bulduk ama kişinin kız mı, erkek mi olduğu belli değil. İnternet kafenin sahibi de, 'Ben giren çıkanın çetelesini tutmam, aldığım paraya bakarım,' dedi," diye açıkladı.

En azından buraya kadar her şey netleşmişti. Samanlıkta iğne aramak gibi olacaktı belki ama o internet kafenin ve çevresinin tüm kamera sistemlerine ulaşmam gerekiyordu.

"Telefon da bir kullan-at mıydı?" diye sordum. Özgür, "Evet," anlamında kafasını salladı. Buradan bir sonuç çıkmazdı.

"Peki, kargoyu bırakan kişi ya da kargocu?" diye sordum. Özgür, kafasını salladı. "Bunu yapan kişi, adamını göndermiş. O kişi hala bulunamadı," dedi. Kafamı salladım. "Bırakırken bir şey de mi dememiş?" diye sordum.

Özgür, "Hayır, sadece kime gideceğini söyleyip gitmiş," dedi.

Kim olduğunun ortaya çıkmasını istemiyor gibi bir izlenim edindim. Tanıdık biri olabilir, ama benim olmasa da Sarsılmazlar ve Bukanlar bu kişiyi tanıyorlar bence.

Biz konuşurken, masamız donatıldığı için sustuk. Ben, bu kişiyi nasıl bulacağımı düşünüyordum. Serkan büyük ihtimalle olası düşmanları araştırmaya başlamıştır bile. O bu yönden ilerlerken, ben de kendi yolumda ilerlersem, bir sonuca varabilirdik.

Masa donatıldığında, yanımıza yaşlı bir amca büyük bir heyecanla geldi. Özgür, onu görünce gülümseyerek ayağa kalktı ve tokalaştılar; Mehmet abi diye bahsettiği kişi, büyük ihtimalle bu adamdı. Ayakta dururken, adam bana bakıp gülümseyerek, "Bu kızçe o mu?" diye sordu. Özgür, aynı gülümseme ve içtenlikle, "O Mehmet abi," dedi. Haklıymışım; Mehmet dediği kişi gerçekten de bu amcaymış.

Özgür, kaşlarını çatarak ve göz kırparak, ayağa kalkıp selamlamam gerektiğine dair bir işaret verdi. Ben de, istemeyerek de olsa, ayağa kalkıp "Merhaba, Mehmet Bey, ben Lavinia," diye kısaca kendimi tanıtıp, elini sıkmak için elimi uzattım. Ancak, o elime bakarak, elini düz bir şekilde uzatıp öpmemi bekledi. Özgür, uyarır bir şekilde bakınca, ben de biraz sıkılarak uzattığı elini öpüp başıma koydum.

Mehmet amca, omuzuma dostça vurup, "Maşallah, maşallah, el öpenlerin çok olsun kızçe," dedi ve hep birlikte masaya oturduk.

Mehmet amca bana bakıp, “Bak kızım, babanla muhabbetimiz eskidir. Onun kızı benim kızım sayılır, bundan sonra bana bey değil, amca diye hitap et, olur mu?” dedi. Kısa bir açıklama yapmıştı. Zaten amca diyecektim, ilk karşılaşmaya ithafen bey demiştim. “Tamam, Mehmet amca,” dedim. Adam gülümseyerek yanağıma hafifçe vurdu. İçten ve güvenilir biri olduğu belliydi.

Mehmet amca, gözleri boğazımda oyalanınca kaşlarını çatmıştı ama bu konuda bir şey demedi. Özgür’e bakarak, “Eee, ilk bildikten sonra karşılaşma nasıldı?” diye sordu. Özgür, “Yani Mehmet abi, bizden beklenildiği gibi diyebilirim,” dedi. Mehmet amca, “Anlatsana işte,” diye üsteledi. Özgür gözlerini kısarak, “Arabayı üzerime sürdü,” diye açıkladı. Gözlerim büyüdü; ben öyle bir şey yapmamıştım. Ancak Mehmet amca, boğazımın haline bakıp bu olayı yanlış anladığı için Özgür’ün kafasını masaya geçirip sinirle, “Ulan, sende kızı gırtlakladın mı?” dedi.

Özgür, kendini ifade etmeye çalışırken, Mehmet amcanın elinden kendini ona zarar vermeden kurtarmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Özgür'ün adamları ise buna müdahale etmeden izliyordu. Bu da, Özgür ve Mehmet amcanın sandığımdan daha yakın olduklarını anlamamı sağlamıştı. Ben de, hazır fırsattan istifade, bana attığı suçu geri iade ederek, “Evet Mehmet amca, hiç acımadı, kırmızı görmüş boğa gibiydi,” diyerek sesimi titrek tutup, yüzüme ağlamaklı bir ifade kondurmuştum. Özgür’ün adamları bana inanamaz biçimde gözleri büyüyerek bakmaya başladılar.

Özgür, can havliyle, “Yalan söylüyor,” dedi. Mehmet amca, bana bakıp ağlamaklı halimi görünce, daha da sinirlenip, Özgür’ün kafasını masaya bastırdı. Mekana baktığımda, müşteriler bize korku dolu bakıp kendi aralarında konuşuyordu. Sıkıntıyla nefes aldım. Mehmet amca, “Sen nasıl bir kıza elini kaldırırsın?” dedi. Özgür can çekişiyordu; kendi başlatmıştı sonuçta.

Özgür, “Abi! Allah aşkına, ben gerçekten böyle bir şey yapar mıyım?” dedi. Mehmet amca, bu sözün ardından biraz düşünüp, kafası karışmış bir şekilde bakınca, Özgür’ü bıraktı. Özgür, kıpkırmızı olmuş bir suratla doğrulunca rahat nefesler almaya çalıştı. Ama beni görünce sinirle, “Şuna bak, nasıl profesyonel,” diye çıkıştı. Gülmemi zor zapt ederek, ben de ona inanamayan bakışlarla bakıp dudağımı titrettim.

Mehmet amca, kafası karışık bir şekilde, “Ulan ne oluyor, biri doğru düzgün anlatsın,” diye söylendi. Kafasını korumalara çevirerek, “Hangisi yalan söylüyor?” diye sordu. Korumalar, olayı bildikleri için gülmemeye çalıştı. Aralarından bir tanesi, bu bana da cevap veren kişi, “İkisi de yalan söylüyor,” dedi. Mehmet amca hışımla bize dönerek bakınca, ben hemen bu hareketine gülmemi bastırmaya çalışarak kafamı yere eğdim. Mehmet amca tekrar korumalara dönüp, “Anlatın,” dedi.

Aynı koruma, “Özgür bey, Lavinia hanımın şehre girdiği bilgisini alınca peşine adam taktı. Sanırım Lavinia hanım da bu adamları fark edince hızını arttırdı, biz de onun önünü kesince çarpmamak için frene bastı ama çok hızlı olduğu için durması zaman aldı. Özgür bey’in bahsettiği bu, Lavinia hanımın boynundaki morluğu ise bilmiyoruz, en baştan beri vardı,” diye açıklama yaptı.

Mehmet amca bana bakıp, “Babasının kızı ne olacak, saniyesinde neler düşündürttü bana,” diye söylenmeye başladı. Özgür, “Ne yani abi, ona kızmayacak mısın?” dedi. Mehmet amca rahatlayıp gülerken, “Niye kızayım, sen başlattın, o da devam ettirdi,” dedi.

Özgür, sahte bir sinirle bana bakarken, o da gülmesini daha fazla saklayamadı. Hep birlikte sesli bir şekilde güldüğümüzde, mekandakiler artık deli olduğumuzu sanıyor olmalıydılar. Diğerlerini bilmem ama ben öyleyim.

Mehmet amca, kahkahalarının arasında, “Gerçekten beklendiği gibiymiş,” dedi. Bir süre gülüşümüzün geçmesini bekleyip, anın tadını çıkardık. Mehmet amca, tekrar konuşmaya başlayarak, “DNA testine gerek yokmuş, en baştan kızı yanıma getirseydin, ben söylerdim sana,” dedi Özgür’e bakarak. Özgür de, “Sanırım öyle,” dedi. Çok sorgulamadım. Mehmet amca, bir süre sonra, sıkıntılı bir ifadeyle bana bakıp, “Başına gelenleri biliyoruz, kızım,” dedi. Özgür ona yememiş içmemiş anlatmıştı; daha doğrusu dertleşmişti. Özgür şimdi, o keyifli halinden eser kalmamış bir şekilde kederlenmişti.

Mehmet amca, benim, Özgür’ün ve kendisinin bardağına rakı doldurdu. Suyu da ekleyeceği sırada, Mehmet amcayı durdurdum. “Ben sek içiyorum,” diye açıklama yapmıştım. Bu sefer, kimsenin bardağına su koymadan sürahiyi geri yerine bıraktı. Özgür’ün yüzünde buruk bir gülümseme oluşurken, Mehmet amca, “Vay be,” dermiş gibi baktı ve Özgür'e dönerek kafasıyla onayladı. Onlar kendi aralarında bakışarak konuştukları esnada, rakıdan bir yudum alacakken, “Hop, yavaş gel, önce birkaç lokma bir şeyler at ağzına,” dedi. Bana hissettirmeden beni göz hapsine almıştı. Karnımın aç olduğunu ve uzunca bir süre bir şeyler yemediğimi bildiği için hemen uyarmıştı. Konuşma tarzı benimkine benziyordu. Tip olarak belki Cengiz’e daha çok benziyordum ama huy olarak Özgür’e benzediğimi görmeye başlamıştım.

Bu şekilde uyarılınca bardağı masaya geri bıraktım. Önümdeki tabaktan gelen enfes kokuyu daha net almıştım. Açlıkla birleşen lezzet arzusuyla, bir çatal aldım ve yavaşça ısırdım. O an, balığın tadı o kadar iyiydi ki, aç olduğumdan mı yoksa gerçekten çok lezzetli olduğundan mı olduğunu kestiremedim ama her halükarda çok güzeldi. Rakıdan da bir yudum almayı unutarak, iştahla balığı yemeye başladım. Mehmet amca gözlerinde gülen bir parıltıyla, “Beğendin mi?” diye sordu. Balığın lezzetinden kendimden geçmiş bir halde, “Bayıldım, çok lezzetli olmuş, ellerine sağlık Mehmet amca,” dedim. Onun kahkahası, tüm o anın yükünü hafifletti. Özgür ve Mehmet amca da kendi balıklarını yemeye başladılar.

Kafamı döndürüp, korumalara baktım. Onlar da boş olan yerlere oturmuş bir şeyler yiyordu. Mekan büyük olduğu için tüm korumaların oturacak yeri vardı. Bir süre yemeye devam edince, Mehmet amca rakısını alıp uzatmıştı. Biz de kendi rakılarımızı alıp birlikte tokuşturduk. Özgür, sıkkın ve sinirli bir tonda, boynumu işaret ederek, “Kim yaptı?” dedi. Kağan’ın adını veremezdim. Onu Serkan bile bilmiyordu. Timur amcanın, korumak için hayatını hiçe saydığı, sır gibi sakladığı oğlunu, her ne kadar beni sevmese de aşık olduğum kişiyi ele veremezdim. Eğer Özgür’e söylersem, kabus gibi üstüne çökerdi.

“Bir arkadaşla şakalaştık,” dedim. Özgür dişlerini sıkarak, “Nasıl bir şakalaşma bu?” dedi. Sonra, delici gözlerini bana dikerek, “Onda mıydın?” dedi. Dudağımı dişledim. Aklıma gelen yalanlar, benim olduğum kişiden çok uzaktı. Yutkundum ve kafamı öne eğerek, “Evet,” dedim. Özgür aklına başka ihtimaller geldiğinden, içindeki sinir daha da büyüyordu. “Erkek mi?” Yutkundum. İçkimden bir yudum alarak, olumlu anlamda kafamı salladım ve canımı sıkan o yalanı söyledim. “Erkek arkadaşım, stresli olduğum için biraz rahatlattı beni,” dedim.

Mehmet amca cevabımla şok olmuştu. Özgür ise sinirle dişlerini gıcırdatmıştı. Daha da ileri giderek, “Biz biraz sert…” demiştim ki, Mehmet amca araya girerek, “Kızım, babayla bu konular konulmaz, ayıp,” dedi. O da üstüme gelmeseymiş, ayrıca yalan da sayılmazdı. O anlamda değil belki ama sert oynuyorduk. Özgür, “Ben sormadım, sayıyorum, senin de cevabını kabul etmiyorum, bir daha görüşmüyorsun,” diyerek içkisinden büyük bir yudum aldı. Yüzümü buruşturdum. İçinin şimdi gerçek anlamda yandığı belliydi.

Mehmet amca konuyu daha can sıkıcı bir yere çekerek, bu muhabbetin sonlanmasını sağladı. “Başın sağ olsun kızım,” demesiyle, kalbim tekleyerek hareket edemedim.

Aklıma üşüşen anıları hızla uzaklaştırmaya çalışarak bardağımdaki içkiyi tek seferde fondüplemiştim. Boğazımda bıraktığı yakıcı his, içimde kor gibi yanan acıyla boy ölçüşemezdi. Şişeyi alıp bardağımı bir kez daha doldururken, içimde yankılanan bir boşlukla fısıldadım:

"Dostlar sağ olsun."

Ama ortada ne dost kalmıştı ne de aile...

Özgür bana uzun uzun baktı. Gözlerindeki anlayışı görmek canımı daha da yaktı. "Bu konuyu konuşmak istemediğini biliyorum," dedi yumuşak bir sesle. Ancak bir sonraki cümlesi içime hançer gibi saplandı:

"Ondan sonra hastane kayıtları..."

Bedenimde, o anın ağırlığını hissettim. Gözlerimi açtığımda yanımda kimse yoktu. Ne sıcak bir el, ne endişeli bir bakış ne de tanıdık bir ses… Sadece hastane duvarlarının soğuk sessizliği… Uzun süre komada kalmış, kırılan kemiklerimin cezasını haftalarca hareketsiz kalarak ödemiştim. Ama en kötüsü, zihnim hâlâ o geceye saplanıp kalmıştı.

O an yalnız değildim ama içimdeki yalnızlık, her şeyden daha gerçekti. Ne kimsesiz olduğumun farkındaydım ne de tüm bu masrafların nasıl karşılandığını biliyordum. Bilmek de istemiyordum. Çünkü bildiğim tek şey vardı: Ölüm.

Zihnim darmadağın, kalbim ağır, düşüncelerim susturulamaz bir girdap gibi dönüyordu. Nefes alıp verdiğimi hissediyordum ama yaşadığımı hissetmiyordum.

Özgür’ün sesi bir tokat gibi gerçeğe döndürdü beni.

"Sen..." diye başladı. Sesi titriyordu. Dudaklarını yalar gibi yaptı, sonra kelimeler boğazından zar zor döküldü:

"Sen, nasıl seni hiçe sayanları evine alırsın?"

Bu soruya verecek bir cevabım yoktu. Sadece sustum. Oysa gözlerine baktığımda, içinde kopan fırtınayı tüm şiddetiyle görebiliyordum. Onun için acı sadece bir kelime değildi, damarlarında dolaşan zehir gibiydi. Benim gibiydi.

Bu konu hakkında benden önce Mehmet Amca ile konuştuğunu biliyordum. Eğer şimdi kontrolünü kaybetmemişse, onun sayesindeydi. Mehmet Amca'ya minnettarlıkla baktım, gözlerimle teşekkür ettim.

Ama Özgür’ün gözlerindeki acı hâlâ oradaydı.

Arkamdaki duvara boş boş bakarak derin bir nefes aldı. Sesindeki öfke buz gibiydi.

"Ben bilseydim... izin vermezdim. Eğer saklamasalardı… en başından beri seni bilseydim..."

Kelimesini tamamlamadan sustu. Ama sustuğunda bile kelimeler mekanın içinde yankılanmaya devam etti.

Eğer yılbaşından beri biliyorsa, bu konuyu her gün her gece düşünüp durduğu anlamına geliyordu. Ve şimdi, içindeki tüm zehir dışarı sızıyordu.

Öfkeyle yumruğunu sıktı, gözlerindeki karanlık daha da derinleşti.

"Babalık hakkımı da benden aldılar."

Bu sefer sesi titremedi. Sadece yankılandı.

Ama orada durmadı. Derin bir nefes aldı, nefesi göğsünde acı bir sızı gibi yankılandı. Sonra kelimeler, bir bıçak gibi havayı yardı:

"Evladımı korumadılar. Onu ölüme terk ettiler. Yetmedi, bir ailesi olmasına rağmen 'kimsesiz' dedirttiler!"

Sesindeki ton… Tanıyordum. Ölümün soğuk tınısıydı bu. Bir kere duyduğunda asla unutamayacağın bir ton.

Özgür’ün gözlerine baktım. Öfkesiyle harmanlanan acısı, karısının cenazesindekine benzemiyordu. O zaman gözlerinde sadece kayıp vardı. Ama şimdi…

Şimdi sessiz bir kaos vardı.

Dudakları titreyerek, "Evladımla geçireceğim yıllarımı benden çaldılar," dedi.

Sonra, gözlerini Mehmet Amca'ya dikti. Ve bu kez sadece bir adam olarak değil, bir baba olarak fısıldadı:

"Söyle abi… şimdi ben bu durumda ne yapayım?"

Bütün gücüyle ayakta durmaya çalışıyordu. Ama içindeki fırtına ve alkol birleşerek onu sarhoşluktan çok, acıya mahkûm etmişti.

Mehmet Amca, yüzünde derin bir kederle bana baktı. Gözleri, kelimelerin yetmeyeceği o çaresizliği taşıyordu. Sonra Özgür'ü sakinleştirmeye çalıştı.

Karşımda duran Özgür’ün yüzüne baktıkça, içimde yankılanan geçmişin fısıltıları daha da yükseliyordu. Onu böyle görmek, nedensizce aklıma Timur amcayı getiriyordu. O olaydan önceki çaresiz çırpınışlarını hatırlıyordum. Şimdi, onun yerinde ben varmışım gibi hissediyordum. Yaptıklarımın karması, beni tam da bu noktaya getirmiş olabilirdi. Özgür’ün içinde bulunduğu bu durum, yıllar önce benim içinde bulunduğum durumun bir yansımasıydı. Gözlerinin derinliklerinde, o kaçınılmaz sona doğru sürüklendiğini görebiliyordum. Bu duygularla hareket ettiğinde, kötü şeyler yapacaktı.

Bir yanda bana ne kadar değer vermeseler de ailem olan kişiler, diğer yanda ise öz be öz babam... Eğer bu iki taraf arasında bir savaş çıkarsa, tarih tekerrür edecekti. Yutkundum. Buna izin veremezdim. Kazanan kim olursa olsun, sonuç değişmeyecek; herkes acıyı tadacaktı. Serkan bir tarafta, Özgür diğer tarafta... ve tüm bu olanları bilmeyenler... Yeliz, Cengiz… Onların hiçbir suçu yoktu. Pars ve Parla ise tamamen masumlardı. Tek suçları, hiçbir şeyden haberlerinin olmamasıydıZihnim, şimdi başka bir geceye saplanıp kalmıştı. O gece de her şey benim yüzümden başlamıştı. Eğer ben hiç var olmasaydım, herkes hayatına huzur içinde devam ederdi. Ne Özgür şu an karşımda böyle olurdu, ne de Cengiz ve Yeliz ete kemiğe bürünmüş ihanetin yükünü sırtlarında taşırdı. Her iki tarafın ortak noktası bendim. Onları birbirine bağlayan, aynı zamanda karşı karşıya getiren şey benim varlığımdı.

Zihnim, şimdi başka bir geceye saplanıp kalmıştı. O gece de her şey benim yüzümden başlamıştı. Eğer ben hiç var olmasaydım, herkes hayatına huzur içinde devam ederdi. Ne Özgür şu an karşımda böyle olurdu, ne de Cengiz ve Yeliz ete kemiğe bürünmüş ihanetin yükünü sırtlarında taşırdı. Her iki tarafın ortak noktası bendim. Onları birbirine bağlayan, aynı zamanda karşı karşıya getiren şey benim varlığımdı.

Özgür’ün gözlerine baktım. Kafamda dönüp duran düşünceler, içimde çözüm arayışına sürüklüyordu beni. Eğer doğru adımı atarsam, bu savaşı başlamadan bitirebilir, herkesin hayatını kurtarabilirdim. Ama bu çözüm, beni yeraltında çok daha zor bir duruma sokabilirdi. Gözlerimi Mehmet amcaya çevirdim. Suratımın sıkıntılı ifadesinden, bir şeyler düşündüğümü sezmişti. Ancak söyleyip söylememek konusunda ikilemdeydim. O, Özgür’ü sakinleştirmeye çalışırken, ben de sözlerimi dile getirmek için doğru anı bekliyordum.

Ama beklediğim o an gelmeyecekti. Özgür giderek daha da karanlık bir hale bürünüyordu. Nasıl bilmediğini sorguluyor, kendini suçluyor, bir yandan da ondan saklananlar karşısında öfkesini giderek büyütüyordu. Durumun daha kötüye gideceğini fark edince, artık susmamaya karar verdim.

“Özgür... bunu camiadakiler öğrenirse...” diye başladım.

Özgür sert bir şekilde karşılık verdi:

“Sıçarım onların düşüncelerine! Ben burada ne diyorum, sen ne diyorsun?”

Bu konu yeraltında büyük yankı uyandıracaktı, bunu biliyordum. Ama bu fikir, iki tarafın savaşını başlamadan bitirebilirdi. Yavaşça nefes alarak sözlerimi netleştirdim:

“Eğer Lavinia Bukan hiç var olmamış, onun yerine en baştan olması gereken Lavinia Volkan olursa?”

Özgür ve Mehmet amca, söylediklerimi anlamaya çalışarak yüzüme baktılar. Özgür, çakırkeyif olduğu için mantıklı düşünemiyordu. Bu teklifi yapmayı hiçbir zaman istemezdim, ama şu an başka çarem yoktu.

“Demek istediğim,” dedim, “onlara zarar vermemen karşılığında, ben senin ve rahmetli karının üzerine geçip en baştan sizin çocuğunuzmuş gibi görünmeyi teklif ediyorum. Bu sayede onların üzerinde hiç var olmamış gibi gözükeceğim ve benim üzerimde hiçbir şekilde hakları olmayacak.”

Mehmet amca düşüncelere daldı. Özgür ise nefesini tutmuş bana bakıyordu.

“Bunu onları korumak için söylüyorsun,” dedi Özgür.

Sesindeki öfke daha da belirgindi. Mehmet amca ise durumu anlamıştı.

“Kızın sana yitip giden zamanı geri vermeyi teklif ediyor,” dedi. “Bunu zamanı geri alarak yapamaz belki ama kağıt üstünde gerçekleştirebilir.”

Özgür’ün yüzündeki ifade değişti. Gözlerinde bir ışık parladı, ama içinde hâlâ içini kemiren bir öfke vardı.

“Şartı zarar vermemem yani,” dedi.

Buna takılmıştı. Zarar vermeden, kan dökmeden, bedel ödetmeden duramayacağını düşünüyordu. Ama ben kararlıydım.

“Ya bunu kabul eder, beni kazanırsın ya da aklındaki düşünceleri uygular, beni kaybedersin,” dedim.

Sesim titremedi. Gözlerimdeki deliliği ve karanlığı ona saklamadan gösterdim.

“Verdiğin en ufak bir zararı bile savaş sebebi sayarım. Bu çıkacak olan savaşta karşında beni bulursun.”

Özgür titredi. Onları bu şekilde koruyup, onlar için savaşmam gerçeği, öfkesini daha da arttırdı.

“Ne yani, babanla mı savaşacaksın?” diye sordu.

Başımı kararlılıkla salladım. Özgür tehditkâr bir gülümsemeyle devam etti:

“Yeri geldiğinde bu savaşı bitirebilmek için beni öldürmeyi göze alabilecek misin?”

Oysa bilmediği bir şey vardı. Bunu daha önce yapmıştım. O acıyı kabullenmiş, hayatıma devam etmiştim. Gözlerimde şimdi bir kat daha sertlik vardı.

“Alırım,” dedim. “Hatta gerekirse bu uğurda kendimi bile yok ederim.”

Özgür, başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Mehmet amca korkuyla bize bakıyordu. Etrafımızdaki korumaların gerildiğini hissediyordum. Ama sözlerimden geri adım atmayacaktım.

“Ya şimdi kabul edersin,” dedim, “ya da şu andan itibaren olacaklara katlanırsın.”

Aklına hayaline gelmeyecek şeyler yapar, onu hiç beklemediği yerlerden vururdum. Ve yaptığım hiçbir şey için pişman olmazdım. Çünkü onu uyarmıştım. Kendimi zayıf gösterme pahasına teklifimi sunmuştum.

Özgür ağzını açmış, sinirle karşılık vermek üzereyken, Mehmet amca hızla devreye girdi:

“Kabul ediyor.”

Özgür ona şaşkınlıkla baktı.

“Belli ki yapar. Kabul et,” dedi Mehmet amca, ikna edici ve korkmuş bir ses tonuyla.

Özgür bir an sessiz kaldı, sonra başını eğdi.

“Zaten benim üstüme geçeceksin, benim soyadımı taşıyacaksın,” dedi düşünceli bir şekilde.

Düşüncelerini tartarken, derin bir nefes aldı.

“Süre tanımayacak mısın?” diye sordu.

Başımı hayır anlamında salladım. Eğer şimdiki hâlini görmeseydim, ne bu teklifi sunar, ne de süre verirdim.

Özgür sıkıca gözlerini yumdu. Bunu istemediğini her haliyle belli ediyordu. Ama sonunda, zorla da olsa dudaklarından o kelime döküldü:

“Kabul.”

İçimde bir rahatlama hissettim. En azından şimdilik, bir savaşın önüne geçmiştim. Ama bu, her şeyin bittiği anlamına gelmiyordu. Bu sadece, fırtına öncesi bir sessizlikti.

ŞİMDİKİ ZAMAN...

Ağacın altında otururken konuşmalarımızı tekrar tekrar düşündüm. Eğer o kişiyi bulamazsam, tüm bunların hiçbir anlamı kalmayacaktı. Şimdi burada boş boş oturup içimdeki huzursuzluğu bastırmaya çalışmak aptallıktı. Harekete geçmeliydim. Bu kadar ısrarcı bir düşmanın olması ve uğraştığı şeyin gerçekleşmemesi onu daha da ileri götürecekti. Şirketlerin iflası ve Özgür’ün önüne benim sürülmem tesadüf değildi. Sarsılmazların ve Bukanların çöküşü de aynı elin işiydi. Her şey planlanmıştı. Amacı büyük bir buhran yaratmaktı.

Bu düşüncelerle bir anda ayağa kalktım ve hızla arabaya doğru yöneldim. Nefes nefese kalmıştım ama durup soluklanmaya niyetim yoktu. Telefonumu çıkarıp Cemal’e o internet kafenin konumunu attım. Nefesimi biraz dengelediğimde onu aradım ve o bölgedeki tüm kamera kayıtlarını toplamaya başlamasını söyledim. Dün yaptığımız konuşmanın sonunda bu bilgiyi edinmiştim. Arabayı çalıştırıp doğrudan oraya sürdüm. Yol boyunca aklımda sadece tek bir soru vardı: O kişi kimdi olabilirdi ve bir sonraki hamlesi ne olacaktı? Bu bir satranç oyunuydu ve ben hamlemi dikkatli yapmalıydım.

İnternet kafenin adresine vardığımda, buranın seçilme sebebini daha iyi anladım. Kenar mahallelerin içinde, gözden uzak bir yerdi. Arabayı park etmek için zorlanmıştım. Arabadan indiğimde adamlarımın beni beklediğini gördüm. Ciddiyetle onlara yaklaşıp, “Hepiniz bir yerlere dağılıyorsunuz ve civardaki tüm kamera kayıtlarını topluyorsunuz.” dedim. Kararlı bir şekilde kafalarını salladıklarında, “İnternet kafe bende, dağılın.” diyerek emir verdim. Yanıma Cemal’i alıp ilerlemeye başladık.

Cemal hemen arkamdan, “Lavinia Hanım, buradan bir şey çıkmaz. Zaten daha önce araştırılmış.” dedi. Sakin bir şekilde ona döndüm ve gözlerinin içine sakince bakarak, “Bunu bilmiyor muyum sanıyorsun?” diye sordum. “Biliyorsunuz.” diye cevap verdi. “Ama bu araştırmayı biz yapmadık. Bazen tanıyan bir göz tekrar bakarsa, görünmeyeni bulur.” dedim. Kafası tam basmamış gibi görünse de sorgulamadan kabul etti. Koluna dostane bir şekilde vurup içeri yöneldim.

İçeri adımımı atar atmaz ağır sigara kokusu, havasızlık ve rutubet karışımı midemi bulandırdı. Yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum. Burası özellikle seçilmişti çünkü kimse kimseyi fark etmiyordu. Duman altı mekanda herkes kendi dünyasına gömülmüştü.

Kasaya doğru ilerlediğimde oradaki adam bizi görünce afalladı. Ayağa kalktı, üstümüzü başımızı süzdü ve iyi giyimli olmamız hoşuna gitmiş gibi gözleri parladı. Boğazını temizleyip kibar bir dille, “Buyurun efendim, hangi masaya geçmek istersiniz?” diye sordu. Ama gözleri, kelimelerinden bağımsız olarak vücudumda geziniyordu. Adam, bu yaptığının ahlaksız olduğu gerçeğini umursamıyordu bile.

Cemal, adamı gırtlaklamak ister gibi hırlamaya başladı. Ona uyarıcı bir bakış atıp, adama döndüm. Sesimi yumuşatıp, yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirdim. “1 Ocak 2025, masa 9’un o günkü kayıtlarını ve mekanın tüm kamera görüntülerini görmek istiyorum.” dedim.

Adam önce duraksadı, şaşırmıştı. Daha önce de Özgür’ün adamlarının gelip aynı tarihleri sorduğunu biliyordum. Ama benim sevimli görünüşüm ve yumuşak ses tonum onu biraz rahatlattı. Tabii Cemal’in onu delip geçen bakışlarını saymazsak. “Bakabilirsiniz tabii hanımefendi.” dedi ama gözleri aklında başka planları olduğunu açıkça belli ediyordu.

Bu herifin niyetini anlıyordum. Ama şimdi mesele bu değildi. Dikkatli ve soğukkanlı olmalıydım. Şimdi tek yapmam gereken, buradan ihtiyacım olan bilgileri alıp gitmekti.

Adam boğazını temizleyip, tedirgin bir ifadeyle, “Şey… Yanınızdaki beyefendi olmazsa sevinirim, korkutucu bakıyor,” dedi. Adamla zıtlaşmayı düşünmüyordum. Cemal’in korkutucu olduğu doğruydu, ama asıl tehlikeli olan bendim. Bunu şu an bilmesine gerek yoktu.

Cemal’e döndüğümde itiraz etmeye hazırlandığını gözlerinden anladım. Önünü kestim. “Sen dışarıda bekle,” dedim. Konuşmak için ağzını açtığında ona sert bir bakış attım. Bu yeterliydi. Gergin ama itaatkâr bir şekilde dışarı çıktı.

Cemal’in yokluğu, adamın üzerindeki gerilimi bir anda azalttı. Rahatlamış bir şekilde beni baştan aşağı süzerek sırıttı. Ona saf bir ifadeyle bakıp, “Kayıtlar nerede?” diye sordum.

Adam, ilgisini saklamaya bile çalışmadan, sesini yapay bir kibarlıkla yumuşatarak, “Şey… Buranın altında, buyurun, buradan,” dedi. Önden ilerledi, ben de peşine düştüm.

Kasiyerin arkasındaki kapıdan geçtiğimizde burnumu bir rutubet kokusu karşıladı. Oda küçüktü, ışık yoktu. Adam telefonunun fenerini açarken, yumuşak bir sesle, “Korkmayın hanımefendi,” dedi.

Korkmuyordum. Ama o, korkmam gerektiğini düşündüğü bir yere götürüyordu.

Etrafa göz gezdirdim. Bir köşede yerlere atılmış eski bir yatak, duvar dibinde küçük bir tüplü televizyon vardı. Yerde sigara izmaritleri ve boş çerez paketleri duruyordu. Pislik içinde bir yerdi. Adamın burada uzun saatler geçirdiği belliydi.

Odanın diğer tarafında bir kapı daha vardı. Adam kapıyı açarak aşağı inen dar, karanlık bir merdiveni gösterdi. “Hemen aşağıda, hanımefendi,” dedi.

İçimdeki tiksinti iyice büyüdü, ama yüzümdeki ifadem hiç değişmedi. Gülümsememi koruyarak peşinden gitmeye devam ettim.

Merdivenleri inerken, hava ağırlaşıyordu. Küf kokusu ve bayat sigara dumanı karışıyordu. Aşağıya vardığımızda, beklediğim gibi küçük, basık, havasız bir odada buldum kendimi. Oda, yukarıdaki gibi düzensizdi. Tavanın ortasında bir ampul cızırdayarak yanıp sönüyordu.

Odada eski bir kasalı bilgisayar vardı. Bunu görmemle oraya yöneldim. Döner sandalyeye oturdum ve sistemi açıp dosyaları incelemeye başladım. Adam, gereksiz bir sohbet açma çabasıyla, “Geçenlerde de bu tarihi soran adamlar geldi,” dedi.

Gözlerimi ekrandan ayırmadan, “Geldiklerinde ne yaptın?” diye sordum.

Adam biraz düşündü, hımlayarak ses çıkardı. O esnada, aradığım kayıtları bulmuştum. Cebimden flaş belleği çıkarıp kasaya taktım, o günden bugüne olan tüm dosyaları indirmeye başladım.

Adam, “İlk başta sadece kayıtları aldılar,” dedi, “Ama çıkmadan önce o gün dikkat çeken bir şey olup olmadığını sordular.”

Yavaşça doğrulup adama döndüm. Kalçamı masaya yaslayarak, “Peki, sen ne dedin?” diye sordum.

Gözleri hızla sağa sola kaydı. Aklından bir şeyler geçiyordu ama bunları söylemeye cesaret edemediği belliydi. “Dikkatimi çeken bir şey olmadığını söyledim,” diye mırıldandı.

O an anladım ki, bu adam kimseyi gözlemlemiyordu. Sadece geleni geçeni tartmak, fırsat bulursa çıkar sağlamakla ilgileniyordu. “Peki, o gün gelen kız mıydı, erkek mi?” diye sordum.

Adam sırıttı. “Hanımefendi, buraya kız gelmez. Gelse mutlaka anlardım,” dedi, iğrenç bir gülümsemeyle. Midem kasıldı. Bu herif, yalnız gelen kızları rahat bırakmıyordu.

Beni es geçmesinin nedeni, Cemal’le içeri girmem ve giyimimin iyi olmasıydı. Onun gibiler, başlarına bela alacaklarını bildiklerinde dikkatli davranırlardı. Hımladım, belli ki burada daha fazla bilgi yoktu. Bilgisayara göz attığımda dosyanın hâlâ indiğini gördüm. Büyük olduğu için yavaş ilerliyordu.

Adam birden sesini alçaltıp, “Siz neden o günü soruyorsunuz?” diye sordu.

Korkuyordu. Önceki adamlardan sonra benim de aynı tarihi kurcalamam onu huzursuz etmişti. Rahatsızlığı, titreyen ellerinden ve kaygılı bakışlarından belliydi. Artık sevimli kız rolünü devam ettirmenin anlamı yoktu.

Bir anda yüzümdeki gülümseme kayboldu. Bakışlarımı soğuk ve sert bir ifadeye bürüdüm. Adam afalladı. Yavaşça doğrulup tehditkâr adımlarla ona yaklaşırken, korkuyla yerinde çakılıp kaldı.

Dimdik önünde durup, gözlerimi onun gözlerine diktim. “Bu seni ilgilendirmiyor,” dedim.

Etrafında yavaşça dolaşıp, sesimi buz gibi bir tona çekerek, “Buraya neden kızlar gelmiyor?” diye sordum.

Adamın titremesi iyice arttı. Ne diyeceğini bilemiyordu.

Sesi zorla çıktı. “Kızlara uygun değil,” dedi.

Bu yeterli değildi. Bir adım daha attım.

“Neden?”

Adam irkildi. Gözlerini kaçırdı.

Sesimi daha da korkutucu hale getirerek, “Neden, bir kız gelince hemen anlarsın?” diye tekrar sordum.

Gözleri korkuyla büyüdü. O an midemdeki bulantı daha da arttı.

Ne yaptığını anladım. Bu oda, benden önce bir çok kızın acısını barındırıyordu. Her köşesinde, iz bırakmış duygular, terk edilmiş hayallerin yankıları vardı. Havanın içinde, onların acısı ağır bir şekilde asılıydı. Atmosferin bu kadar ağır olmasının sebebi buydu.

Cızırdayan lambanın yanıp sönen soluk ışığı, odada oluşturduğum korku ve gerilimi daha da büyütüyordu. Odanın içine odaklandım, dikkatle her detayı inceledim. Köşede, eski ve kirli bir yer yatağı vardı. Gözlerim etrafı süzerken, bir vileda sopası dikkatimi çekti. Gülümsedim.

Burası birazdan, bu iğrenç adamın çığlıklarıyla yankılanacaktı. kirlettiği ve acı çektirdiği kızların ruhları, bir nebze de olsa rahatlayacaklardı. Şimdi, yaptığının cezasını ödeme zamanıydı. Yaşattığını yaşamadan ölmeyecek.

Korkudan yerinde mıhlanmış, zangır zangır titreyen adamın arkasına doğru yaklaştım, kulağına doğru sesimi alçak tutarak “Ben kimim biliyor musun?” diye sordum. Adamın gözleri korkudan boş bir şekilde bakıyordu, ama hiçbir cevap veremedi. Benden yayılan ölüm, onu sarmıştı. Havanın içinde ağır bir gerilim vardı ve adam, her bir hücresinde bu korkuyu derinlemesine hissediyordu.

Sessizlik içinde geçirdiğimiz birkaç saniye sonra, sabrım tükenmiş bir şekilde kükreyerek, “Sana bir soru sordum, cevap ver!” dedim.

Adam, titreyerek yerinden sıçradı, kesik kesik ağlayarak, “Bilmiyorum” diye fısıldadı. Korkudan bakışlarını benden kaçırmış, gözlerini yere eğmişti.

Bu anı fırsat bilerek, vileda sopasına yöneldim ve elime aldım. Arkamda saklayıp, ona doğru tekrar yaklaştığımda, ruhunun teslim olmaya hazır olduğunu hissettim.

Bu, sadece bir başlangıçtı. İçimdeki öfkenin ve nefretin etkisiyle, adamın boğazını sertçe kavrayıp onu yer yatağının olduğu köşeye doğru fırlattım. Adam, bir an için havada savrulmuş, yere çarpınca karanlık odada yankı yapan bir çığlık atmıştı.

Hızla yere düşüp, ağlamaya başladı. Yalvararak, kaçabileceği bir yol arıyordu ama etrafı sadece dört duvarla çevrilmişti. Herhangi bir çıkış yoktu. Tek kaçış yolu, arkamdaki dar merdivenlerdi, fakat o merdivenlere ulaşabilmesi için önce beni geçmesi gerekiyordu.

Adam, korkudan ve çaresizlikten yere yığılmış, garip sesler çıkararak ağlamaya başlamıştı. İçimdeki öfkeyi daha da derinleştirerek, gözlerimi ondan bir an bile ayırmadan, soğuk bir şekilde "Ben, bu odada yaptığın kötülüklerin bir cezasıyım," dedim. Bir yırtıcı hayvanın gözlerindeki ölümcül bakışla, adamın ruhunu delip geçiyordum. Yaklaşıp, bir adım daha atarken, "Ölmek istiyor musun?" diye sordum. Adam, korkusundan başını hayır anlamında sallayarak cevap verdi ama sesi kesik, titrek ve zayıftı. Tam önünde durduğumda, elimdeki sopayı ona doğru gösterdiğimde, başına geleceklerin farkına varmıştı. Gözlerinden daha fazla ağlama, daha fazla korku fışkırırken, bunun yetmediğini anlamıştı. “Pantolonunu ve donunu çıkarıp domal,” dedim, sesim sert ve kararlıydı. Daha da fena ağlamaya başladı, ama artık kaçışı yoktu.

Titreyerek kabullenmiş bir şekilde altındakileri çıkardı. Çaresizlikle önümde domaldığında acımasızca sopanın ucunu götüne sürtüp korkusunu yükselttim. Çaresizlik bir insanı ne kadar küçültebilirdi.

Bu adama daha fazla bir şey demenin anlamı yoktu. O sesli bir şekilde hıçkırırken ucu tam deliğe denk getirerek, hırsla derin bir nefes alıp, adeta adamın götüne sopayı sapladım.

Adam öyle bir çığlık atmıştı ki ses telleri kopmuş olabilirdi, yere kapaklandı. Götünden kanlar akarken, bayılmak üzere olduğunu anladım ama umursamadım. Hızla götünde git gel yapmamın verdiği acı adamı kendine getirdi. Çığlıklarıyla odayı huzura kavuştururken. Dosya yüklenene kadar buna devam ettim...

Dosya yüklenince adamdan uzaklaşmıştım. Cemal’in gelmesini beklerken, yerde götünden oluk oluk kan akan adama bakıyordum hissizce, daha az önceye kadar çığlıklarıyla yankılattığı oda da şimdi hareketsizce yatıyordu. Ölmemişti. Çünkü onunla daha işim bitmemişti. Gözlerimi hala elimde tuttuğum ucu kanlı sopaya çevirdim. İçim huzura kavuşuyordu. Son günlerin stresini bu şekilde atmam hafiflememi sağlamıştı.

Cemal hızla bu basık yere giriş yaptığında, bir bana birde yerdeki adama bakarak dehşetle gözleri irileşti. Bir süre sonra ne yaptığımı anladığında, keyifle “ Bu adamı sevmemiştim zaten hak ettiğini bulmuş” dedi.

Hafiflememin verdiği rahatlıkla elimdeki sopayı Cemal’e uzatarak gerinip sırt kemiklerimi kütürdettim. “ Bu sopayı temizlemeden çerçevelettirip as” dedim. Bu anı hatırlatacak güzel bir nesneydi.

Cemal adamın kanı olduğunu bildiğinden tiksinerek aldı sopayı, suratı şekilden şekle girmişti. “ Tamamdır. Lavinia hanım biz temizlettiririz burayı” dedi. Kafamı sallayıp gidecekken aklıma adamın ölmediği geldi “ Cemal adamı öldürmeyin, götürün erkek orospusu olması için, paçavralara verin” dedim. Paçavralar bu işleri yapan kişilere verilmiş bir isimdi.

Büyük bir keyifle ilerleyip dışarıya çıktım. Havanın ferahlığı beni daha çok sarhoş etmiş gibi derin bir nefes aldım, temiz hava ciğerlerimi doldururken yüzümdeki gülümseme daha da genişledi. Dışarıda, beni bekleyen adamlarımı gördüm. Onlara tatlı tatlı gülümseyerek, "Eee, aldınız mı?" diye sordum. Onlar ise, benim aksime, yüzlerinde ağır bir ciddiyetle başlarını hafifçe, evet anlamında salladılar. Gözlerinde, içeride yaşananları tam olarak anlamaya çalışan bir ifadeyle bana bakıyorlardı.

"Alayım hepsini," dedim ve adamlardan flaş bellekleri tek tek topladım. Elimde birer birer sırasıyla bellekler toplandıkça, sonuncusuna geldiğimde, yaşının benimle hemen hemen aynı olduğunu bildiğim adamıma yaklaşıp, yanağından nazikçe bir makas aldım. Yüzümdeki gülümseme, hafif bir keyif ve güvenle yayıldı. Flaş bellekler avucumdayken, kollarımı heyecanla havaya kaldırarak, "Evet! Millet, Cemal’i bekleyin, o size ne yapacağını söyleyecek!" diye seslendim. Ardından kollarımı indirip, sırtımı dikleştirerek bir asker selamı verdim. "Ben kaçar," diyerek gülümseyip onlara arkamı dönerek, seke seke arabama ilerledim.

Evimden içeri adımımı attığımda, nefesimi derin bir şekilde içime çekerken neşeyle "Evim, evim güzel evim!" diye bağırmıştım. Çalışma odama gidip, bilgisayarın başına oturana kadar bu keyfimi hiçbir şey bozamazdı.

Hızla merdivenlere ilerlediğim de, salondan Serkan’ın yüksek sesle ettiği küfürü duydum. Kahkaham, istemsizce dudaklarımın arasından fırladı, yüzümde neşeli bir ifade belirdi. Yoluma devam ederken, Serkan sinirle, "Gel lan buraya!" diye bağırdı.

Hiç takmadan ilerlemeye devam edecekken, hemen ardından Özgür’ün “Doğru konuş lan, kızımla!” dediğini duyduğumda, bu kez küfreden bendim. Evet, "Bu keyfimi hiçbir şey bozamaz" demiştim, değil mi?

"Sorun yok, sakin ol," diye kendi kendime telkinler vererek derin bir nefes aldım ve yönümü salona çevirdim. Keyfim yerindeydi, Her şey yolundaydı ve bu anın sonlanması için hiçbir neden yoktu. İçimdeki enerjiyi salona taşırken, aynı neşeyle "Merhaba canım ailem!" diyerek hızla salona daldım. Serkan ise sinirle, "Biliyordum, anasını satayım, bir boklar yemiş bu!" diye söylendi, gözlerinde bariz bir hışım vardı.

Serkan’a nazikçe bir öpücük attım, dudaklarımın arasından küçük bir gülümseme süzüldü ve gözlerim salonu taramaya başladı. Bizimkiler tam kadro burada, diye düşündüm, ama Özgür ve yanındaki babasını görünce içimden boku yedik dedim.

Karşımdaki tekli koltuklardan birinde Demir Bukan’ın ağır, sakin duruşu dikkatimi çekti, diğer koltukta ise Önder Volkan oturuyordu, yüzündeki ifadesiz maskeyle. Demir’in oturduğu taraf tamamen bizimkiler tarafından işgal edilmişti, herkes orada kümelenmişti. Ama Önder Volkan’ın tarafında durum farklıydı; koskoca koltukta sadece Özgür oturuyordu.

Önder Volkan, önce bana, sonra Cengiz’e bakarak tek kaşını kaldırıp, ifadesiz bir sesle, "Neşen daim olsun," dedi. Sesinde hiçbir duygu yoktu, tamamen soğuk ve maskesizdi. O anın ağırsızlığı, neredeyse hiç fark ettirmeden içimde bir gerilim oluşturdu. Özgür ise, tıpkı Mehmet amcanın yanında yaptığı gibi, kaşlarını hafifçe kaldırarak, gözleriyle babasının, yani dedemin elini öpmemi işaret ediyordu.

Minik adımlarla, tereddütlü bir şekilde Önder Volkan’ın yanına ilerledim. Eğilip elini tutmaya çalıştım, ama o hemen geri çekti elini. Ne yapmam gerektiğini tam olarak anlayamamıştım. Gözlerine bakarak ne düşündüğünü çözmeye çalıştım, ama gözlerinde hiçbir şey yoktu, ifadesizdi, soğuk bir duvar gibiydi. O an, Özgür’ün fısıldayan sesi kulağımda yankılandı: "Dede demeni bekliyor." İçimden, "Ulan daha sana baba dememişim, buna niye dede diyeyim?" diye geçirdim.

Önder, Özgür’ün sözlerini duyduğu an gözleriyle beni izlemeye başladı, beklentiyle bakıyordu. Herkesin içinde bunu yapmazsam büyük bir ayıp olacağını biliyordum. Derin bir nefes alarak, zorla kendimi toparladım ve titrek bir sesle, "Öpeyim... dede," dedim. O an, Önder’in yüzündeki ifadesizlik bir anlığına kaybolup yerine memnuniyetle hafifçe bir gülümseme oturdu. Elini uzattı, ben de hızlıca öpüp doğruldum.

Doğrulduğum esnada Özgür ceketimden çekerek beni yanına oturttu.

Bir anda içimi garip bir huzursuzluk kapladı. Serkan, alıngan bir şekilde, "Ulan, bu zamana kadar toplasan bana dayı deyişi iki elin parmağını geçmez," diyerek tripli bir şekilde söylenmeye başladı.

Ama asıl dikkatimi çeken şey, Cengiz’in haliydi. Nefesini tutmuş, Özgür ve bana bakıyordu. Cengiz, belki gözlerime doğrudan bakmıyordu ama ben ona bakınca içindeki enkazı gördüm. Bu yetmişti kafamı eğdim diğerlerine bakmamak için.

Özgür, yanıma yaklaşıp fısıldayarak, "Bana da baba demeyi unutma," dedi ve burnuma hafifçe bir fiske attı. Bu hareketiyle onunda alındığını anladım.

Selim, rahatsız bir şekilde, "Bu neşeni neye borçluyuz?" diye imalı bir şekilde sordu. Serkan, hemen cevap verdi: "Bu, birilerine işkence etmesinin verdiği neşe, nerede görüp duysam tanırım." dedi. O adama ne yaptığımı düşündükçe, dudaklarımda beliren sırıtmam iyice genişledi. Bir anda herkes döndü ve gözleri üzerimde yoğunlaştı. O an, omuzlarımı silkip başımı hafifçe eğdim, hiçbir şey yokmuş gibi davranarak bakışlarını kaçırdım.

Serkan, abartılı bir şekilde, "Kim bilir zavallıya neler yaptı?" dedi. O an, herkesin içinde söylenmeyecek şeylerin zihnimde yankılandığını fark ettim. Sırıtışım büyüdükçe, Özgür omzumdan hafifçe çekip, merakla karışık bir tonda “Ne yaptın?” dedi. Ona doğru eğildim ve kulağına fısıldadım, "Babaya böyle şeyler denmez." deyip geri çekilince göz kırptım.

O ise "baba" kelimesini duyduğunda gözlerinde bir ışık yanmaya başladı. Suratındaki kasvetli ifade yerini rahatlamış bir gülümsemeye bıraktı. Tüm o stresi, bir anda eriyip gitmiş gibiydi.

Önder Volkan, boğazını temizleyerek dikkatli bir şekilde bizi uyarınca, hemen önümüze döndük. Önder’e baktığımda, ciddi bir ifade takındığını gördüm, ancak bıyık altından gizlice gülümsediğini de fark ettim. Bunu görünce içimde bir rahatlama hissettim. O kadar da boku yememiştik demek ki.

Önder, söze girdiğinde ise, "Yapılan ve kabul edilen teklif ortada, torunumun bu teklifi neden yaptığını ve zorla kabul ettirdiğini anlıyorum," dedi. Sözleri ağır, ama anlamlıydı. Konuşurken gözleri bir an benimle buluştu ve bakışları yumuşadı, Ancak hemen ardından, karşı tarafa döndü ve o sert bakışlarını geri kazandı.

Önder, derin bir nefes alarak, "Torunumun istediği olacak," dedi. Sözlerinin ardında bir sertlik vardı. Sözleri ise kulağımda yankılandığında içimde bir burukluk belirdi. devam ederken, "Ama," dedi, odadakilere göz gezdirerek, "Eğer sizler itirazda bulunur ve zorluk çıkarırsanız, o zaman..." Gözlerini bana doğru çevirdi, sanki bir tehdit gibiydi, "Onun şartı yatar," dedi.

Sözleriyle içimdeki gerilim daha da arttı. O an, Özgür’ün gözleriyle beni yakından incelediğini fark ettim. Gergin bir şekilde bana bakarak, sorun yok dercesine kafasını hafifçe salladı.

Ama aslında bir sorun vardı. Önder’in bu sözleri, doğrudan bana yönelikti. Her halükarda, onların üstüne sunduğum teklifin kabul edilmesi sağlanacak, süreç o şekilde ilerleyecekti. Bu tamamdı. Ancak, bu süreçte eğer onlar herhangi bir sorun çıkarırlarsa, Önder, tamamen Volkan olup onlarla hiçbir şekilde kağıt üstünde bir bağım kalmadığında, artık onları koruyamayacağımı net bir şekilde belirtiyordu. İşte o zaman zarar verecekti ve benden buna müdahil olmamamı istiyordu. Bu anlaşma, şu an sadece Önder ve benim aramdaydı.

Önder, gözlerini bana dikerken tekrar, "Umarım sen de beni anlıyorsundur," dedi. O an, söylediklerinin ardındaki derin anlamı net bir şekilde kavradım. Oğlu ve torununun birbirine karşı savaşmasını istemediği belliydi, ama bir yandan da onlara zarar vermek istiyordu. Teklifimi, kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışıyordu.

Gülümseyerek, onun bakışlarını taklit ettim. Aynı tehditkar ifadeyle, gözlerimi doğrudan onunkilerle buluşturarak, "Anlıyorum," dedim. Yüzünde sahte bir gülümseme belirdi, ama hemen ardından sıkıntılı bir nefes aldı. "O hal—" cümlesini daha fazla kurmasına fırsat vermedim. Hızla sözünü keserek, “Ama kabul etmiyorum,” dedim.

Önder’in suratındaki ani değişimi izlerken, odadaki diğerlerinin üzerimdeki keskin bakışlarını hissedebiliyordum.

“Benim dediğim olmazsa, bu teklifte yatar,” dedim, kararlılığım her kelimemde daha da belirginleşiyordu. Özgür, kolumu sıkarken gerginliği hissettim, ama buna aldırmadım, sesim keskin ve netti. Önder, soğuk bir ifadeyle, "Savaş çıkar," dedi, ama ben gözlerimde hiçbir çekinmeye yer vermeden soğukkanlılığımı koruyarak “Çıkarsa kaybedecek olan sizsiniz,” dedim.

Önder’in yüzünde, şeytani bir sırıtma belirdi, bir tehlikenin sinyali gibiydi. Aldırmayarak "Bana karşı hiç şansınız yok," dedim, sesimdeki sertlik giderek arttı.

Önder, bana uzun bir süre baktı, gözleri kararlı duruşumu inceledikçe, bir değişim belirginleşmeye başladı. Yavaşça yumuşamaya, tavrındaki sertlik kaybolmaya başladı. Gözlerinde bir gurur ifadesi belirdi, sanki beni tam anlamıyla tanımış gibiydi. Derin bir nefes aldıktan sonra, "İşte tam bir Volkan," dedi, sesindeki gururlu tınıyı gizlemeyerek. Ama o anda, aslında ne yapmaya çalıştığını anlamıştım.

Özgür’e dönüp baktığımda, gözlerinde Babasına “ben demiştim" der gibi bir ifade vardı. Bu bakış, sessizliğinin ardındaki gerçeği daha da netleştiriyordu. Babasının buraya geliş amacının aslında beni gözlemlemek ve tanımak olduğunu fark etmiştim. Ama Önder, Cengiz ile benzerliğimi fark edince içindeki ikilemi çözmek için beni sınamaya, tepkimi ölçmeye karar vermişti.

Kararlı bir ifadeyle, gözlerindeki derin anlamı hissettirerek bana baktı, "Huyun bize çekmiş," dedi. Sözlerinden sonra, gülümseyerek devam etti, "Eh, bugün ne yaptığını biliyorum," diye ekledi. Gözlerinde bir parıltı vardı, ama o parıltı sıradan bir şey değildi. O bakışlar içindeki alaycı ton biraz daha belirgindi. Sonra imalı bir şekilde, "Bir kez daha gururlandım," dedi. Açık açık söylediği bu söz, beni bir an şaşkına çevirdi.

Özgür, büyük bir merakla “Ne yapmış baba?” diye sordu, her kelimesinde daha fazla kıvranıyordu. Önder, kahkahalarla gülerek, "Paçavraların önüne bir kansızı atmış," dedi. Sözlerinin ardından, Serkan'a dönüp, "Tabi, öncesinde düzüp öyle atmış," diye ekledi. O an, Özgür’ün yüzündeki değişim gözlerimin önünden kayıp gitmişti. Ani bir hızla ve gergince, "Senin yapmadığını söyle," dedi.

Elimi ağzıma götürüp, bir fermuar hareketi yaparak, “Babalara böyle şeyler anlatılmaz, ayıp,” dedim. Bu sözlerimle, hemen ardından küfretmesini sağlamıştım. Özgür, kafasını ellerinin arasına alarak, "Bu kızla ne yapacağım ben?" der gibi kara kara düşünüyordu. O sırada Serkan, “Öldüreymişsin daha iyiydi,” diyerek kıs kıs gülmeye başladı.

Biz üçümüz kahkahalarla gülmeye başladığımızda diğerleri konuşmalarımızdan hiçbir şey anlamamıştı. Daha doğrusu burada geçen hiçbir konuşmayı anlamamışlardı. Cem gergince merak ettiği soruyu sorarak “ Bu ne demek” dedi. Serkan dostane bir tavırla omzuna vurup kahkahalarının arasından “ Birini domaltıp düzmüş sonra erkek orospusu yapmış” dedi.

Özgür “ Susun tamam kapatın bunu” diye diye hafif sesini yükselterek konuşunca bana dönüp “ Bu yaptığını onaylamıyorum, adamlarından birine yaptırabilirdin” diye kızdı. Anlaşılan onun kızdığı nokta bunu yapmam değildi. Şimdiden kıskanç baba tavrına bürünmüştü.

Önder, oğluna bakarak içtenlikle, "Deliliğinin de hakkını veriyor işte," dedi. Akıl hastanesine kadar biliyorlardı, bu durum, durumu daha da ilginç kılıyordu. Sonra, Önder zengin bir kalkışla ayağa kalkınca ben de hareketlendim. Yanıma gelip, karşımda durdu ve ellerini kollarıma koyarak, “Bu kadar gülüp test etmek yeter, işin başından aşkın,” dedi. Sevecen bir tonla devam etti, “En kısa zamanda bize gel, babannende seninle tanışmak istiyor,” diyerek beni sarıldı. Ben de karşılık verdim.

Ayrıldığımızda, o kapıya doğru yöneldi. Bu sefer karşıma çıkan Özgür’le hiç beklemeden sarıldık ve fısıldayarak, “Bir önce işlemleri başlatıyorum,” dedi, içimde bir huzur dalgası yayıldı. Geri çekildikten sonra, ayrılmak zor gelmişti, Kolunu omzuma atarak, beraber Önder’in arkasından dışarı yöneldik.

Kapıdan çıktığımızda, Saniye Teyze bizi bekliyordu. Sessizce ona baş selamı verdik, Özgür, saçımdan öpüp, kokumu içine çekerken, "Görüşürüz," diyerek ayrıldı. Önder ise, “Bekliyoruz, unutma,” diyerek elini sallayarak son bir kez daha işaret etti. Onların arabaya doğru ilerleyişlerini izlerken, gözlerim yol boyunca onlara takılı kaldı. Arabaları gözden kaybolana kadar bekledim.

Tamamen gözden kaybolduklarında, kapıyı sessizce kapatıp, yüzümde geniş bir gülümsemeyle kollarımı sallayarak salona doğru ilerledim. İçimde bir huzur dalgası yayılıyordu, her şey yolunda gidecekti. Salona girdiğimde, bazılarının gözlerinde belli belirsiz yaşlar birikmişti, ağlamaklıydılar. Serkan, gergin bir şekilde, “Durum ne şimdi?” diye sordu. Gülümseyerek, sesimi iyimser bir tonla yükselttim, “Anlaşmaya uyulduğu takdirde no problem,” dedim. Ardından derin bir nefes alarak, “Tabii siz de bu konuda bir arıza çıkarmayacaksınız,” diye ekledim.

Gözlerim salondaki kalabalığı tararken, dikkatimi çeken tek şey Ceylin oldu. Yüzündeki sert ifade, bakışlarındaki öfke oldukça keskin ve belirgindi. Sanki her şey ona karşı yapılmıştı, annesine ve babasına doğru öfkeyle bakıyordu.

Ceylin'in bakışlarını gördükçe, içinde birikmiş olan tüm öfkenin ve hayal kırıklığının ağırlığını görüyordum.

Ceylin, yavaşça ayağa kalktı, adımlarını ağır ağır atarak bana doğru döndü. Gözlerinde bir kararsızlık vardı. “Haklıymışsın,” dedi. Kafasını sallayarak bir süre sessizce düşünmeye başladı, sanki içindeki karışıklığı çözmeye çalışıyordu. Ardından, derin bir nefes alıp, “Her şey için çok geç kalmışız, artık buradan dönmez,” dedi. Sözlerinin ağırlığı salona yayılırken, kendini sıkıp bir an duraksadı. Sonra, başını eğerek, salonu terk etti. Ayak sesleri yavaşça uzaklaşırken, Serkan’a döndüm.

“Sen bir şeyler bulabildin mi?” diye sordum. Gözlerindeki belirsiz ifadeyi görünce, ekleyerek “Şu görünmeyen düşman hakkında.” dedim.

Kafasını umutsuzca sallayarak, “Hala araştırıyorum, adamlarımın bana gönderdiği tüm dosyaları bizzat inceliyorum,” dedi. Ben de kafamı sallarken devam etti “Bakıyorum, sende araştırmaya başlamışsın.” dedi.

“Daha yeni başladım,” dedim. O, sıkıntıyla derin bir nefes aldı. “Buldun mu?” diye sordu.

“Henüz incelemeye başlamadım, ama pek umutlu değilim bu konuda,” dedim.

Bu konuşmayı bilerek, diğerlerinin duyabileceği şekilde yapıyorduk. Belki, sessizliklerini bozup bu konuda bize yardımcı olabilecek bir şeyler söylerler diye umuyorduk. Ama herkes kendi düşüncelerine dalmıştı, tık yoktu. Ya da bu işe karışmak istemiyorlardı.

“ Sizce nasıl biriyle karşı karşıyayız?” diye Cem sorunca anlık olarak bir ümitlendim. Onu cevaplarken “ Israrcı ama sabırlı, her adımını hesaplayan, eli kolu uzun ve gizlenme konusunda bukalemunla yarışacak biri” dedim.

Serkan şaşkın bir ifadeyle, “Eli kolu uzun ve bukalemun mu?” dedi. Ben kafamı sallayarak, “Özgür’e bazı fotoğraflar ve benim doğum bilgilerime ait belgeler göndermiş,” diye yanıtladım. Fotoğrafların ne olduğunu söylemedim, çünkü Yeliz ve Cengiz’in ruh halleri zaten kötüydü, bu durumu onlar için daha da zorlaştırmak istemedim.

Pars “ Bukalemun?” diye sorunca ona bakarak “ İlk belgeleri mail üzerinden göndermiş, buna göre IP adresini tespit ettik, bugün bizzat gidip bakınca oranın bilerek seçildiği fark ettim” dedim. Serkan, Cem ve Pars ısrarcı bir şekilde bakınca “ Pis ve giren çıkanın fark edilmediği bir yer” diye ekleyerek özetledim.

Serkan, yüzünü kırıştırarak, “Ha, oranın sahibini şey yaptın yani?” dedi ve kafasında ne olduğunu anlamıştı. Ben de evet anlamında kafamı salladım, ardından, “Sen bugün burada kal,” diye söyledim, gözlerim ona odaklanmıştı. “Kalacağım, merak etme,” dedi, sesinde o güven verici tını vardı. Yeşim, gözleri parlayarak Serkan’a dönünce, gülümsedim.

“Sohbetinize doyum olmuyor ama, daha bakmam gereken zibilyon tane dosya var, o yüzden ben kaçar,” diyerek arkamı döndüğümde Parla, “Düşman hakkında mı?” diye sordu. Elimi kaldırarak ona onay verdiğimde, hemen ayağa kalktı ve “Biz de inceleyelim,” dedi, sesinde kararlı bir ton vardı. Onların bakması işime yarayabilirdi, sonuçta düşmanlarıydı, ama aklıma başka ihtimaller de geldi. Onların düşmanı olmayabilirdi de...

“Ben bakayım, siz sonra üzerinden geçip izlersiniz,” diyerek konuşmadan, adımlarımı hızlandırdım.

Aklıma gelen bir ihtimal, aniden göğsümü sıkıştırarak içimi daraltmıştı. O düşünce, zihnimde belirdiğinde, içimi soğuk bir korku kapladı. Bunun arkasında onun olmasının verdiği ihtimal, saklı kalan korkularımı uyandırmıştı.

Bölüm : 31.03.2025 21:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...