5. Bölüm

5. Bölüm: Bilinçaltı mı? Kehanet mi?

Merve Özmen
laviniabukan

Her şeyin sonlandığı ama aynı zaman da her şeyin başladığı yere dönmüştüm.

Dolunay, karanlık gökyüzünün ortasında tüm ihtişamıyla parlıyordu. Soğuk ışığı, etrafı ölü bir sessizliğe boğmuştu. İçimde yükselen korku, damarlarımda bir zehir gibi dolaşıyordu. Bedenim bana itaat etmiyordu. Ayaklarım, benden bağımsız bir iradeyle o eve doğru ilerliyordu.

Etrafımdan yankılanan hırıltılar, görünmez canavarlar gibi gecenin içine karışıyordu. Kurtlar… Beni izliyorlardı. Hissediyordum. Ama göremiyordum.

Titrek adımlarla eve girdiğimde, keskin bir koku ciğerlerime doldu.

Kan…

Her yerdeydi. Tavan, duvarlar, zemin…

Ve cesetler…

Parçalanmış, tanınmaz hale gelmiş bedenler düzensizce etrafa saçılmıştı. Onları kimliklendirmek imkânsızdı; çünkü kafaları yoktu.

Midem bulanırken, içimde yükselen ürperti tüm vücudumu ele geçirdi. Ama bedenim hâlâ bana ait değildi. Bir hayalet gibi hareket ediyordum.

Sonra ayaklarım, beni zorla o odaya çekmeye başladı.

Direndim. Boğazım düğümlendi. Gözlerim karardı. Ama ne yaparsam yapayım, o kapıya doğru ilerlemekten kendimi alıkoyamıyordum.

İçeri girdiğimde, dünya durdu.

Kan… Daha fazla kan…

Ama bu sefer gözlerim, odanın ortasına sabitlendi.

Sırayla dizilmiş kafalar…

Ailemin… Özgür’ün… Özgür’ün ailesinin…

Hepsi bana bakıyordu. Boş, donuk, dehşet içinde açılmış gözleriyle.

Ve onların önünde duran maskeli adam…

Yüzünü göremiyordum. Ama gözleri…

Gözleri, bana baktığında içimde bir şeyleri parçaladı. O bakışlar… O vahşi, şeytani bakışlar…

Ruhuma kazındı.

O an, gölgelerin arasından biri daha çıktı.

Kağan…

Nefesim boğazımda düğümlendi.

Elinde bir silah vardı. Ucu bana dönüktü. Ellerinin titrediğini görebiliyordum. O gözlerindeki acıyı hissedebiliyordum. İçinde bir savaş vardı. Tetiği çekmemek için mücadele ediyordu.

Ama maskeli adam… Onun arkasında bekliyordu.

Ve elinde, ışıkta soğuk bir ölüm parıltısı yayan bir kılıç tutuyordu.

Bunu anladım.

Kağan tetiği çektiğinde, maskeli de onun boynunu vuracaktı.

Korku, damarlarıma buz gibi yayıldı. Ama bedenim hâlâ benden bağımsızdı. Hareket edemiyordum.

Sadece Kağan’ın gözlerine bakabildim.

Son bir veda gibi…

O da bana baktı.

Ve gözünden bir damla yaş süzüldü.

Sonra tetiği çekti.

Aynı anda, kurşun kalbime saplanırken, maskelinin kılıcı havayı yardı.

Keskin bir ıslık sesiyle, silahın sesi birbirine karıştı.

Ve gözlerimin önünde, Kağan’ın başı, vücudundan ayrıldı.

Zaman durdu.

Bedenim bana geri geldi ama artık ne anlamı vardı?

Kurşun, göğsüme saplanmıştı. Ama acım fiziksel değildi. Ruhumdaydı. Ruhumun içindeki tüm ışığı sönmüştü.

O an, kurtların hırlamaları daha yakından duyuldu.

Daha vahşi…

Daha öfkeli…

Maskeli adam, Kağan’ın başını alıp kanlı sırasına yerleştirirken bana döndü.

"Senin de kelleni aldığımda, onun yanına koyacağım," dedi, kılıcını kaldırarak.

Kaçmadım.

Kaçamazdım.

Ölümü kabullenmiştim.

Maskeli, "Sonunda Şeytan’ın yeryüzündeki son iki gölgesinin kellesi benim olacak!" diye bağırarak kılıcını savurdu.

Gözlerimi kapattım. Acıyı bekledim.

Ama… Hiçbir şey olmadı.

Bir anda maskelinin duraksadığını hissettim.

Gözlerimi açtığımda, onun ifadesi değişmişti.

Korkuyordu.

Ama neden?

Sonra…

O hırlamayı duydum.

Derin, tehditkâr, kudretli bir kurt hırlaması.

Maskeli, titreyen bir nefes aldı. Kılıcını tekrar kaldırdı ama tam o anda , o kudretli kurt hızla üzerime atladı.

Beni yere savurdu.

Ve ardından arkasındaki diğer kurtlar maskeliye saldırdı.

Çığlığı… Etinin yırtılma sesi…

Ama ben hâlâ yerdeydim.

Üzerimde duran büyük kurt, gözlerini gözlerime dikti.

Tanıdıktı.

Ama nasıl?

O an, zihnimin içinde yankılanan o sesi duydum.

"Bazen görünürde saklıdır gerçekler" dedi.

İçimde bir şeyler titredi.

Diğer kurtlar da büyük kurdun karşısında sıraya geçtiğinde, onların gözlerindeki ifade her şeyi anlamama yetti.

Onları tanıyordum.

Onları çok özlemiştim.

Büyük kurt, başını bana doğru eğip, "Koş, Lav," dedi. Üzerimden pençesini çekip diğer kurtların önünde durdu.

Kararlılığı, bedenime güç vermişti. Kalkıp tekrar ona baktım. Acı içinde Gitmeden önce fısıltıyla, "Özür dilerim," dedim.

Ve tüm gücümle koşmaya başladım.

Ormanın içinde son sürat koşarken, kurtlar da benimle birlikte koşuyordu. Kurdun sesini tekrar zihnimde duydum “ Koşmayı hiçbir zaman bırakma” diyordu. Ama hava değişiyordu.

Gök gürledi. Rüzgâr sertçe esti.

Şimşekler, gökyüzünü vahşi çizgilerle yırttı.

Sonra…

Ölüm bana yıldırımın kükreyişiyle geldi.

Bedenime çarpan yıldırım, kemiklerimi kavurdu.

Acı…

Bütün dünyamı sarstı.

Ve düşerken, büyük kurdun acı dolu kükreyişini duydum.

Ama artık her şey çok geçti.

Çünkü kızıl bir suyun içinde dibe batıyordum.

Kan…

Benim kanım.

Dibe batarak, yukarıda, suyun üstünde bana bakan kurtları izledim.

Suyun içinde batan bana doğru kükrüyorlardı.

Boğuluyordum.

Ve o an…

Tanıdık sesler zihnimi sardı.

"Uyan… Nefes al… Uyanmalısın!"

Bir anda derin bir nefes alarak uyanıp, öksürürken sanki ciğerlerim patlayacak gibi her nefesi içime çekmeye çalışıyordum. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, kafamda yalnızca bulanık bir dünya vardı. En son hatırladığım şey, uzaklardan gelen kurtların vahşi kükremesi ve boğuluyor olmamdı. Gözlerim açık ama hiçbir şey net değildi.

Nefes almaya çabalarken yanaklarımda sıcak bir şeylerin gezdiğini hissediyordum. Ardından, yavaşça duyduğum sesler zihnimde birbirine karışıyordu . İlk başta, söylenenleri anlamak güçtü, sonra kelimeler netleşmeye başladı.

“Bırak da nefes alsın… Nefes alması için yer açın… Lav, kendine gel, gözünü seveyim…”

Sesler biraz daha netleşirken, nefeslerim düzene girmeye başlamıştı. Hıçkırarak ağlayan kişilerin seslerini de işitmeye başlamıştım. Görüşüm de yavaşça netleşti. Önümdeki ilk görüntü, bana doğru eğilmiş olan Serkan’dı. Hemen yanında ise Ceylin vardı, bana bakarak hafifçe endişeyle eğilmişti. Ceylin, sanki bir mucize gerçekleşmiş gibi derin bir nefes aldı ve “Tamam, kendine geliyor,” dedi, sesindeki rahatlamayı hissedebiliyordum.

Kendime geldiğimde, vücudum sanki ağır bir yük taşıyor gibiydi. Yavaşça doğrulmaya çalışırken, Serkan hızla bir eliyle belimden sıkıca tutarak, beni gövdesine yasladı. Endişeyle yüzümü ve saçlarımı okşarken, “Geçti, geçti...” diye fısıldıyordu.

Aklımda neler olduğunu kavradığımda, her şey yerine oturmuştu. Çalışma odamda, kamera kayıtlarını incelerken uyuya kalmıştım ve sonrasında o korkunç kabusu görmüştüm.

O kabus… O kadar gerçekti ki, acısını her zerrem de hissetmiştim.

O maskelinin gözleri aklıma gelince, içim ürperdi. Tüylerim diken diken oldu. Ruhuma kadar işlemişti, zihnimde bir gölge gibi varlığını sürdürmeye başlamıştı.

Serkan’ın gövdesinden başımı yavaşça kaldırdım. Çalışma masama bakarken, hâlâ aynı yerde olduğumu fark ettim, tek fark, artık yere düşmüş olmamdı. Başımın sağ tarafında keskin bir acı vardı ve bu acı, zonklayarak kendini hissettiriyordu.

Pars ve Parla, Serkan ile Ceylin’in hemen arkasında, birbirlerine sıkıca sarılmış, gözlerinde biriken yaşlarla bana bakıyorlardı. Cem’in varlığını ise arkamda hissettim. En son tek başımayken, bu kadar insanın nasıl başıma toplandığını merak etmiştim. Acaba çok mu bağırmıştım?

Kendimi zorlayarak, “Ne kaçırdım?” diye sordum. Ancak sesim, sanki bir yerlere kaçmış gibiydi, uzak ve titrek bir şekilde çıkmıştı. Sesimi duyduklarında ise, hepsi derin bir nefes alarak biraz olsun rahatladılar.

Onların cevap vermesini beklemeden, Serkan’ın omuzlarından destek alarak, ayağa kalkmaya çalıştım. Ceylin tedirgin ve itiraz dolu sesiyle "Kalkma!" dedi. Dinlemedim. Serkan yine bana yardım ederek yavaşça ayağa kalkmamı sağladı. Düşerim diye korkuyordu, ondan elleriyle tutmaya çalışıyordu. ama ona gözlerimi dikip, sanki her şeyin yolunda olduğunu anlatan bir bakış attığımda, tereddüt ederek tutmayı bıraktı.

Toparlanıp, kısaca odadaki diğer kişilere baktım. Hepsinin, Serkanlar’dan farksız bir şekilde, endişeyle bana baktıklarını fark ettim. Her biri, sanki bir şey olacak diye korkarcasına gözlerini benden ayırmıyordu. Selim ve Meltem bile aynı hâlde, yüzlerinde aynı tedirginlik vardı. Ellerimi hafifçe kaldırarak, sesimi daha net çıkarmaya çalıştım. “Sorun yok, iyiyim,” dedim, ama kelimelerim havada asılı kalmış gibiydi. Onlar, ne görmüşlerse, o görüntünün etkisinden çıkmakta zorluk çekiyorlardı. Tıpkı benim, kabusumun etkisinden çıkmamda zorlandığım gibi.

Selim, gözlerinde korku ve şaşkınlıkla, sesindeki titremeyi gizleyemeyerek, “Az kalsın ölüyordun… Ama sorun yok diyorsun, öyle mi?” dedi. Ardından, kalbini tutarak, yavaşça yere çökmek zorunda kaldı. Demir ise, sanki boğuluyormuş gibi, t-shirt’ünün yakasını sıkıca çekiştirip duruyordu. Meltem ve Yeşim ise ağlamaklı ve titrek bir hâlde, eşlerine yardım etmeye çalışıyordu.

Gözlerim, Cengiz ve Yeliz’i arayarak odanın her köşesine kaydı. Onları bir türlü bulamayınca, içimden sıkıntılı bir iç çekiş yükseldi. Kalbim, o an biraz olsun hafiflemişti. Burada olmadıkları için, diğerlerinin gözleriyle görüp endişelendikleri manzarayı görmediklerini düşününce, bir nebze olsun rahatladım.

Çalışma masamın koltuğuna kendimi bırakırken, mahcup bir ifadeyle, etrafımdaki kişilerin hâlâ kendilerini sakinleştirmeye çalışmalarına bakarak, “Ne oldu?” diye sordum. Meltem, gözlerinde endişeyle, “Biz de bilmiyoruz. Sadece buradaki bağırışları duyunca uyanıp hemen buraya koştuk, seni öyle yerde, nefes almıyorken görünce…” diyerek cümlesini tamamlayamadı. Bir an donakaldım. Yani, kabusumda başıma gelenleri burada da mı yaşamıştım?

Yutkunarak “ Nefes almıyorken derken?” dedim. Burada neler olduğunu anlamıyordum. Hepsinin endişeyle bana bakan gözlerini görünce “ Ölmüş müydüm?” dedim.

Bu ihtimal, onları daha ürkütmüş gibi, titrediler. Ceylin ve diğerlerine baktım. Gergin ve korkmuş görünüyorlardı. Titreyen ellerini fark ettim. Ceylin, diğerlerine kısa bir bakış attıktan sonra başını eğdi ve endişeyle konuşmaya başladı.

"Biz... içimiz rahat etmediği için sana yardıma gelmek istedik," dedi. Gözleri Serkan, Cem, Pars ve Parla’yı tek tek taradı, sonra tekrar bana döndü.

"Geldiğimizde uyuyakalmıştın ama bu huzurlu bir uyku değildi. Bedenin kasılmıştı, yüzün acıyla geriliyordu. Sayıklıyordun… ağlayarak," diye fısıldadı.

Kabusumda bedenimin kontrolünü geri kazanmaya çalışıyordum.

Kısa bir süre sessiz kaldı. Derin bir nefes alarak kendini toparlamaya çalıştı.

"Serkan, sayıklamalarını duyunca endişelendi ve seni uyandırmaya çalıştı. Ama ne kadar uğraşsak da tepki vermedin. Sonra... bir anda vücudun elektrik çarpmış gibi titremeye başladı ve yere düştün."

Üzerime yıldırım düşmüştü.

O an göz bebeklerinin büyüdüğünü fark ettim. Nefesi hızlanmıştı, sesi hâlâ titriyordu.

"O kadar korktuk ki... Ne yapacağımızı bilemedik. Seni tutmaya, uyandırmaya çalıştık ama... hareketlerin birden kesildi."

Toprağa değil suya düştüğüm an.

Bir an duraksadı. Boğazını temizleyip devam etti, ama sesi iyice kısılmıştı.

"Sana eğildiğimde... nefes almıyordun. Nabzın çok zayıftı, kalbin atıyordu ama nefes almıyordun."

Çünkü kanımla kızıla boyanmış suda dibe batıyordum.

O cümle havada asılı kaldı. Gözleri dolmuştu, kelimeleri çıkarmakta zorlanıyordu.

"Dehşet içinde donup kaldık... Ne yapacağımızı bilemedik. Ama..." Gözlerini kapattı, belli ki zihninde tekrar o ana dönüyordu. "İlk yardım bildiğim için hemen harekete geçtim. Kalp masajı ve suni teneffüs yapmaya başladım. Seni... hayatta tutmaya çalıştım."

Gözlerimi kapattım. Sonrasını biliyordum.

Uyanmıştım.

Bu ne biçim bir kabustu böyle? Rüyamda yaşadıklarımın, gerçekte de nasıl olabileceğini düşündükçe kafam karıştı, şaşkınlık içinde, ne olduğunu anlamaya çalışarak, “Ne diye sayıklıyordum?” diye sordum. Serkan, yüzünü sıkıntılı bir şekilde sıvazladı, Ardından, elini omzuma koyarak, “Senin kelleni aldığımda, onun kellesinin yanına koyacağım,” dedi. Bu sözleri duyduğumda, maskelinin gözleri birden gözlerimin önüne geldi.

Zorlukla, “Devamında?” diye sordum ve gerisinin gelmesini bekledim. Serkan, derin bir yutkunma ile sesini çıkardı: “Şeytan’ın yeryüzündeki son iki gölgesinin kellesi benim olacak... Bazen, görünürde saklıdır gerçekler... Özür dilerim... Koş, Lav... Koşmayı hiçbir zaman bırakma... Çarpılana kadar bunları aralıklı olarak sayıkladın.” Bu sözler, içimde soğuk bir rüzgar gibi yayıldı.

Özür dilerim hariç diğerlerini ben söylememiştim. Gözlerim büyüdü. Üzerime bir yıldırım düşmüştü. Gerçekte yıldırım düşen kişilerin vücutlarında izler olurdu. Korkuyla bir anda ayağa kalkıp bir çırpıda üzerimi çıkardım. Sadece sütyenle kalınca umursamadan onların önünde kendi etrafımda dönerek “ Hiç böyle şimşeğe benzeyen morluk, iz var mı?” diye sordum. Bunu yapınca Pars, Serkan ve Cem küfrederek üstümü geri giydirmeye çalışıyorlardı. Ama ben ciddiydim. Eğer evet derlerse bir hacıya, hocaya ya da üfürükçüye her neyse ona gidecektim.

Serkan hışımla, "Ulan, bu iyice manyaklaştı," diyerek üzerime doğru geliyordu. Kendimi onlardan uzak tutarak, "Var mı? Yok mu? Biri bunu söylesin, sonra giyeceğim üstümü," diye telaşla bağırdım. Yeşim, sesindeki üzüntüyle, "Yara izlerin hariç, o dediğin şey yok," dedi. Bu sözleri duyduğum an, içimde bir rahatlama dalgası yayıldı. Hala onlardan kaçmaya devam ederken, bir yandan hızla üzerimi giydim.

Üzerimi giyince peşimi bırakmışlardı. Cem isyanla “ Allah rızası şimdi bu şekilde bunu niye sordun” dediğinde ben o sırada ellerimi kaldırmış şükrediyordum. Benim hareketlerimin hiçbirini anlamayarak Demir’de isyan ederek “ Allah rızası için şunu bir akıl hastanesine götürelim normal değil bu” dedi. Serkan onun bu dediğine gerilmişti. Bense rahat bir şekilde “ Zamanında yattım ama kovuldum şimdi beni geri almıyorlar dede” dedim. O sırada içimden hala şükretmeye devam ettiğim için ne dediğimi bilmiyordum.

Şükretmem bitip nedenini açıklayacakken hepsi dona kalmış, sessiz bir şekilde bakınca nedenini anlamadım aklıma yalan söyledikleri ihtimali yer edindiğinde telaşla “ Ağzınıza tüküreyim niye yalan söylüyorsunuz lan” diye bir hışımla dışarı fırladım. Boy aynasından kendime bakacaktım ve kendim teyit edecektim. Ama dışarı çıktığımda yerde baygın yatan Yeliz ve Cengiz’i görünce şokum bile şaştı.

Ne olduğunu tam olarak anlayamadan, şokun etkisiyle bir tür sakinlik içinde içeri geri döndüm. Derin bir nefes alarak, “Ambulans çağırdınız mı?” diye sordum. Bu soruyu sorduğumda, hepsi birbirine bakarak, çağıran olup olmadığını anlamaya çalıştı. Birbirlerinin gözlerine bakarken, nihayet mahcubiyetle kafalarını hayır anlamında salladılar. Devam ederek, “Çağırsanız iyi olacak.” dedim. Bu sözlerle birlikte, hepsi endişeli hallerine geri dönerken. Hemen ekledim: “Cengiz ve Yeliz baygın.” O anda, bu cümlemle birlikte herkes panik içinde dışarı fırladı.

Yeşim, “Kızım!” diye bağırarak, Meltem de “Oğlum!” diye fırlayarak, panik içinde yere diz çöküp, baygın haldeki Yeliz ve Cengiz’i uyandırmaya çalıştılar. Diğerleri de hızla başlarına toplanınca, yine ambulansı aramak kimsenin aklına gelmemişti.

Bu sorumluluğu üzerime alarak onlardan uzaklaştım. Masanın üstünde duran telefonu alıp, tuşlara hızlıca basarak ambulansın numarasını çevirdim. Telefonun çalmaya başladığı o an, Ceylin’in sesini duyduğumda, şokun etkisinden yavaşça sıyrıldığımı fark ettim. Ancak, sakin ve soğukkanlı kalmalıydım. Paniklemenin kimseye bir faydası yoktu.

Karşı taraf telefonu açar açmaz, hızlıca Yeliz ve Cengiz’in durumlarını ve gerekli bilgileri vererek, evin adresini söyledim. Ardından, korumalarımı arayıp ambulansın geleceğini, onları içeri almaları gerektiğini ilettim. Telefon görüşmesini kısa ama net bir şekilde sonlandırdım.

Tekrar onların yanına gittiğimde, bu sefer Ceylin, Cem’e sıkıca sarılmış, gözlerinden süzülen yaşlarla ağlıyordu. Serkan bir köşede, kafasını kolları arasına almış, endişeyle dua eder gibiydi. Pars ve Parla da Ceylin ve Cem gibi, içlerindeki korkuyu ve çaresizliği gizleyemeden birbirlerine yaslanmışlardı. Demir ve Selim ise, telaşla evlatlarının bileklerini ovuşturuyor, onlara sesleniyorlardı. Yeşim ve Meltem, evlatlarının kafalarını dizlerine yaslayıp, ağlayarak yüzlerini okşuyorlardı. Herkes, kendi telaşına kapılmıştı ve kimin ne yaptığına dair bir farkındalık yoktu. Sadece panik ve endişe hakimdi.

Kaşlarım öfkeyle çatıldı. Ceylin, ilk yardım bildiğini söylemişti ama şimdi, tam da en çok ihtiyaç duyulan anda kıpırdamıyordu bile. Ardından gözlerim Selim’e kayınca. Kızı için bu endişesine şahit oldum. Ama aklıma yatmayan bir şey vardı. Nasıl olur da onu bile isteye ihanete zorlayabilirdi? Nasıl olur da sadece Cengiz’e benzediği için Özgür’ü barda gözüne kestirip, kızını onunla tek gecelik bir ilişkiye sürüklemeye razı olabilirdi? Bu nasıl bir sevgiydi? Nasıl bir baba, evladını böylesine kirli bir plana mahkûm ederdi? Düşündükçe midem bulanıyordu.

Diğerlerinin de bu plana dahil olmaya razı olduklarını düşününce, bir an için içimde bir soğukluk belirdi. Gözlerim, onların bu telaşlı ve panik hallerini gördükçe ve evlatları için olan bu çırpınışlarına şahit oldukça midem kasılıyordu. İçimde yerine oturmayan şey tam olarak buydu.

Onları bu şekilde izlerken, zihnimde, sanki bir rüzgar gibi, Kurdun sesi tekrar belirdi. "Görünürde saklıdır gerçekler..." Bu söz, içimde derin bir yankı bırakarak, gözlerimi büyüttü. O eksik parça, tam olarak burada, saklanıyor olabilir miydi?

Aklıma gelen ihtimal, içimi ürperten bir karanlık gibiydi. Zihnimde öyle şiddetle yankılandı ki, adeta beynim patlayacak gibi oldu. Düşüncelerim birbirine karıştı, başımda bir ağırlık hissettim, sanki tüm dünya üzerime çökmüş gibiydi.

Bu durum, düşmanın aslında çok daha tehlikeli olduğunu gözlerimin önüne seriyordu. Amacının sadece onları yok etmek değil, her şeyi yıkmak, kanla beslenmek olduğunu hissediyordum.

Araştırmama, onlar için her şeyin başladığı yerden, temelden başlamam gerektiğini fark ettim. O nokta, tüm bu karmaşanın, tüm bu tehlikenin kaynağıydı.

Ceylin’in omzuma hafifçe dokunan eli, zihnimdeki karmaşadan sıyrılmamı sağladı. Endişeyle parlayan gözlerini tekrar gördüğümde, etrafımdaki her şeyi fark etmeye başladım. Ceylin, "İyi misin?" diye sorarken sesi bir fısıltı gibi çıkmıştı. Kafamı sallayarak onu onayladım ve yönümü gelen ambulans ekiplerine çevirdim. Sağlık görevlilere Cengiz ve Yeliz’i sedyeye alıp götürürken onların uzaklaşmasını izledim.

Onlar uzaklaşırken, Ceylin bir sağlık görevlisinin kolunu kavrayıp beni işaret etti. "O da iyi değil," dedi aceleyle. "Uyurken solunumsal arrest geçirdi. Neyse ki kalbi durmadan geri döndü ama yine de kontrol edilmesi gerekiyor."

Sağlık görevlisi, beni dimdik ayakta görünce tereddüt etti. Yine de emin olmak istercesine koluma uzandı. Refleksle geri çekildim.

"Ben iyiyim, siz diğer iki hastayla ilgilenin," dedim kararlılıkla.

Ceylin itiraz edecek gibi ağzını açtı ama sözünü keserek, "Gerçekten iyiyim. Zaten ben de arkanızdan hastaneye geleceğim," dedim. Sağlık görevlisi, diğerlerini bekletmek istemediğinden başını sallayarak hızla onların peşinden gitti.

Ceylin’in gözlerindeki yorgunluk ve endişeye rağmen ona döndüm ve gözlerimi kısarak sordum: "Madem ilk yardım eğitimin var ve tıbbi terimlere de bu kadar hâkimsin, neden onlara müdahale etmedin?"

Gözlerini kaçırdı, dudaklarını sıkıp nefes aldı. "Senden sonra onları baygın görünce panikledim," dedi neredeyse fısıltıyla. "Ama senin durumun daha kritikti. Solunumun durmuştu. Hemen müdahale etmeseydim… ölebilirdin."

Sesi titrerken gözleri gölgelenmişti. Söyledikleri mantıklıydı ama içimde bir şey hâlâ tam olarak tatmin olmamıştı. Yine de, yüzündeki solgunluk ve yorgunluk, şu an üzerine gitmememin daha doğru olacağını gösteriyordu. Zaten o da fazla oyalanmadan hızla diğerlerinin peşinden gitti.

Koridorun ortasında tek başıma dururken, geriye sadece ben kalmıştım.

YELİZ

Karanlığın İçindeydim.

Boğuk bir sessizlikte, gözlerimi açtım. Üzerime doğrultulmuş keskin bir ışık, gölgemi altımda bir leke gibi uzatıyordu. Nefesim düzensizdi, kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu. Karanlık, içime sızan bir korku gibi her yanımı sarıyordu.

Tek başımaydım.

Kocam neredeydi? Çocuklarım, ailem… Neredeydiler? Boğazım düğümlendi, dizlerimin titrediğini hissettim. Etrafımda döndüm, isimlerini çağırdım, sesim yankılanarak yok oldu. Ara ara koşuyor, ara ara ağlıyordum. "Cengiz! Pars! Parla! Anne! Baba! Lavinia! Neredesiniz?" Yalvararak seslendim. Cevap gelmedi. Boşluk, beni içine çekiyordu.

Son hatırladığım şey… Lavinia.

Yerde yatıyordu. Ceylin ellerini göğsüne bastırıyor, ritmik baskılar yapıyordu. Kalp masajı. Ağzına eğildi, nefesini vermeye çalıştı. Ama Lavinia… Kıpırtısızdı.

Ölmüştü.

Kızım... Benden tamamen gitmişti.

Hava daraldı, içime çektiğim nefes ciğerlerimde sıkıştı. Sonrasını hatırlamıyordum. Tek bildiğim, artık burada olduğumdu. Bomboş, dipsiz bir karanlığın ortasında.

Dizlerimin üzerine düştüm, içimdeki acı kaburgalarımı yararak yükseldi. "Lütfen... Biriniz cevap verin!" Sesim titrek, yorgundu. Ama kimse konuşmadı.

Sonra...

Bir ışık daha yandı.

Kafamı kaldırdım, gözlerimin yaşından bulanık bir görüntü belirdi. Ve o an kalbim, o kadar şiddetli çarptı ki.

Lavinia.

Ama küçük hali… Beş, bilemedin altı yaşlarında. Yüzü ifadesizdi. O güzel gözleri… Benden kaçıyordu.

Küçük Lavinia, kısık ve düz bir sesle konuştu:

"İkimiz de birbirimize hiç gelmedik ki, gidelim."

Sözleri, göğsüme saplanan bir bıçak gibiydi. İçim yandı, yüreğim parçalandı. Dizlerimin üzerinde doğrulup ona yaklaştım, ellerim titreyerek yüzüne uzandı. Dokundum. Gerçekti. Ama o hâlâ bana bakmıyordu.

Titrek bir sesle konuştum:

"Anneciğim... Neden bana bakmıyorsun? Ben senin annenim."

Küçük bir baş sallayışı… Hayır.

"Benim değil… Onların annesisin. Eğer benim annem olsaydın, ölmezdim."

Nefesim kesildi. Kalbimin içinde bir şey çatırdadı.

"Ölmedin ki…" dedim, acıyla gülümsemeye çalışarak. Ama Lavinia, ruhsuz bir ifadeyle, gözlerini hâlâ kaçırarak konuştu:

"Yıllar önce öldüm ben. Şu an sadece bedenen hayattayım. Ama ruhum çoktan yok oldu."

Kelimeleri zehir gibiydi. İçimde bir şeyler yanıyor, kül olup çöküyordu.

Yüreğimdeki yangını durduramaz halde ona sarıldım, başımı saçlarına gömdüm, kokusunu içime çekmek istedim… Ama

Toprak ve metal kokuyordu.

Ellerimi saçlarından çektiğimde, parmaklarımda bir ıslaklık hissettim. Yavaşça elime baktım…

Kan.

Şok içinde gözlerimi açtım. Küçük Lavinia'nın başını kaldırmaya çalıştım ama o direniyordu. "Ne oldu? Söyle bana, bebeğim!" Ama o sadece başını salladı.

Sonra, sesi kaskatı ve donuk çıktı:

"Küçüklüğümden beri bana kısasa kısas öğretildi."

Tüylerim diken diken oldu. Gözlerimi kırpıp ona baktım. "Hayır… Hayır, biz sana asla böyle bir şey öğretmedik!"

"Ama o öğretti." dedi.

"Beni hiç görmediniz. Yanınızdaki düşman bana yaklaştığında, beni avucunun içine aldığında, onun beni şekillendirmesine izin verdiniz. Beni uzaklaştırarak kendinizi korudunuz ama ben hiçbir zaman güvende olmadım. Bedenimi kırdırttı. Ruhumu söndürttü. Aklımı parçalattı. Ama yine de ona dönüşmedim. Kendi yaratmaya çalıştığı şeyden bağımsız bir şeye dönüştüğümde, işte o zaman… Gerçek öfkesi başladı. Ve şimdi, o öfke bir katliama dönüşecek."

İçimdeki acı, zehir gibi yayılıyordu. Lavinia… Daha çocukken onunla tanışmıştı. O kişi, benim kızıma ulaşmıştı.

Ama anlamam için çok geçti.

Tam o sırada, bir başka ışık yandı.

Ve karşımda…

Büyümüş Lavinia.

Ama küçük Lavinia’nın aksine, o gözlerini benden kaçırmıyordu. Bana doğrudan, soğuk ve boş gözlerle bakıyordu.

Küçük Lavinia, büyük Lavinia’yı işaret etti. "Bak, dönüşümüm bu."

Büyük Lavinia küçüğüne göz ucuyla baktı, dudakları kıpırdadı:

"Fazla konuşuyorsun."

Sonra gözlerini bana çevirdi. İçimi titreten bir bakışla, donuk bir sesle konuştu:

"Sen de dönüşeceksin."

Yüzüne anlam veremez bir ifadeyle baktım. Sesim zorla çıktı:

"Ne… Ne demek istiyorsun?"

Bir kaşını kaldırdı.

"Dönüşmezsen, zayıf kalırsın. Ve sevdiğin herkesin ölümünü izlersin. Ama değişirsen, onları koruyabilirsin."

Ağzım kurudu. Neye dönüşmem gerekiyordu?

Cevap vermedi.

Bunun yerine, eliyle arkamı işaret etti.

Döndüm.

Ve kalbim, bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde paramparça oldu.

Kocam.

Çocuklarım.

Annem.

Babam.

Ceylin. Cem.

Hepsi… Zincire vurulmuştu.

Ve sonra, karanlığın arasından biri çıktı.

Yüzü maskeliydi.

Elinde bir hançer tuttu, keyifle gülümsedi. Ve sonra…

Boğazlarını tek tek kesti.

Kan…

Çığlığım içinde bulunduğum karanlığı şiddetle yardı.

Dizlerimin üzerine düştüm. Gözlerimi kör eden yaşlarla haykırdım, ama hiçbir şey onları geri getiremedi.

Ve maskeli, Lavinia'ya döndü.

Maskeli adam, kanlı hançeriyle Lavinia'ya yöneldi. “Hayır!” diye bağırmak istedim ama sesim çıkmadı.

Küçük Lavinia ve Büyük Lavinia, aynı anda konuştular:

“Bunu durdurmak için hiçbir şey yapmadın. Şimdi ne yapacaksın? İntikam almak için güçlenecek misin, yoksa zayıflığınla ölüme mi teslim olacaksın?”

Maskeli adam, büyük Lavinia’nın karşısına dikildi. O, tamamen ifadesizdi. Maskeli hançerini kaldırdı ve soğuk bir keyifle fısıldadı: “Sonunda.”

Başımı hayır anlamında salladım. Hayır! Bir tek o kaldı! Onu da kaybedemem!

Ama adam hançeri hızla sapladı.

Kan…

Büyük Lavinia’nın gözlerindeki son ışık söndü. Bedeni kontrolsüzce yere düşerken, etrafta uğuldayan bir kurt uluması duyuldu.

Nefes alamıyordum.

Sonra maskeli küçük Lavinia’ya döndü. Hayır, yapamaz! O daha çocuk! diye düşündüm. Ama adam hiç tereddüt etmeden hançeri savurdu. Küçük Lavinia’nın cansız bedeni yere yığıldı.

Kanları birbirine karışırken, içimdeki son umut da yok oldu.

Maskeli adam bana yaklaştı. Eğilip yüzüme baktı ve zevkle fısıldadı: “Hazır mısın?”

Gözlerimi kapattığımda, boynuma dayanan soğuk hançeri hissettiğimde…

Tek bildiğim…

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıydı.

Ve ben… içimde acizliğime olan nefretle, geriye kalan son şeydim.

Gözlerimi açtığımda, beyaz bir tavanla göz göze gelmiştim. Tek bildiğim, tüm ailemi kaybettiğim ve yapayalnız kaldığımdı. Kendime gelmeye çalışırken, annem ve babam bana doğru eğildiler. O an neye uğradığımı şaşırdım. Bende mi ölmüştüm?

CENGİZ

Kendimi eski evimizin salonunda bulduğumda ne yapacağımı bilemedim. Hatırlayabildiğim tek şey, kardeşimin Lavinia’yı hayatta tutmaya çalıştığıydı. Ancak her seferinde onun kıpırtısız bedeni değişmeden kaldığında, içimde tarifsiz bir acı hissetmiştim. Sonrasında ise burada, geçmişe ait bir hatıranın içinde buldum kendimi.

Salonda babam, Selim Baba, Yeşim Anne, annem, Yeliz ve eski ben oturmuş hararetli bir konuyu tartışıyorduk: Lavinia’nın gönderilmesi meselesi. İçimi ürperten bu konuşmayı uzaktan, bir hayalet gibi izliyordum. Kimse beni görmüyor, kimse varlığımı hissetmiyordu.

Annemin sert ve öfkeli sesi salonun içinde yankılandı:

“Bu çocuğu daha ne kadar yanınızda tutacaksınız? Kendinize acı çektiriyorsunuz, gönderin gitsin!”

Babamın anneme attığı öfkeli bakışı gördüğümde, o gece yaşadığımız yüzleşmeyi hatırladım. Gözleri tıpkı o zaman olduğu gibi öfke ve hayal kırıklığıyla doluydu.

Yeşim Anne usulca karşı çıktı:

“Daha beş yaşında… Çok küçük.”

Annem ise sesini daha da yükselterek sert bir çıkış yaptı:

“Küçükse küçük! Kimden olduğu bile belli olmayan bir velede babaannelik yapamam ben!”

O an, annemin her zaman böyle olduğunu fark ettim. Katı, acımasız ve umursamaz…

Yeliz ve eski ben yan yana oturuyorduk. Yüzlerimize baktım, hiçbir şey söylemiyorduk. İçimden isyanla bağırdım:

“Bir şey deyin! Ağzınızı açın!”

Ama biliyordum ki beni duyamazlardı. Eğer o zaman cesaretimi toplayıp Lavinia için bir şeyler söyleyebilseydim… Eğer onları susturabilseydim… O çocuk, yanımızda güvende olabilirdi.

Sinirle derin bir nefes alıp eski halime döndüm. Onun ne düşündüğünü biliyordum. Zamanla bu sessizliğinden pişman olacağını da…

“Lütfen artık bir şey de… Bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini söyle…”

Ama ona ulaşamıyordum.

Boğazıma düğümlenen duygularla nefes almak için tişörtümü çekiştirirken, kapının ardında bir hareketlilik sezdim. Salonda geçen konuşmaları zaten ezbere biliyordum, bu yüzden merakla kapının ardındaki şeye yöneldim.

Ve orada, gecenin bu saatinde çoktan uyuması gereken beş yaşındaki Lavinia’yı gördüm.

Cino’yu sıkıca kavramış, kapının ardında sessizce bizleri dinliyordu. İçimde bir şeyler kırıldı.

Diz çöküp yanına oturdum. Lavinia, başını eğmiş, sessizce içli içli ağlıyordu. Cino da onun ağladığını hissediyor, yanına sokulup dikkatini çekmeye çalışıyordu.

“Lavinia, dinleme onları… Boş boş konuşuyorlar işte. Hadi sen git yat,” diye fısıldadım.

Ama beni duymadı.

Başını yavaşça kaldırıp kapıya doğru döndürdüğünde yüzü kıpkırmızıydı. Gözyaşları yanaklarına akarken, gri gözleri kan çanağına dönmüştü. Onun bu hâli içime hançer gibi saplandı.

Titreyen ellerimle gözyaşlarını silmeye çalıştım ama… Elim içinden geçti.

Dokunamıyordum. Ona ulaşamıyordum.

Lavinia hırsla gözyaşlarını silip aniden ayağa kalktı. Hiç düşünmeden dış kapıya yöneldi, hızla açtı ve son sürat dışarı fırladı.

Şok içinde peşinden koştum ama…

Kapının eşiğine vardığımda görünmeyen bir duvara çarparak yere yığıldım.

Panikle içeridekilere seslendim:

“Çocuk gidiyor! Bir şey yapın!”

Ama kimse beni duymadı.

Ve o an, bir boşluğa çekilir gibi oldum.

Kendimi başka bir anının içinde buldum.

Ama bu anı bana ait değildi.

Peki kime aitti?

Bir bahçedeydim. İkizlerim, neşe içinde Cino’yla oynuyordu. Onları yeniden çocuk hâllerinde görmek içimi ısıttı. Keşke hep böyle kalabilselerdi… Masum, kaygısız ve mutlu… Ancak etrafıma bakındığımda Lavinia’yı göremedim.

Cino buradaysa o da buralarda olmalıydı. İçime bir huzursuzluk çöktü ve hemen onu aramaya başladım. Bahçenin her köşesine göz attım ama yoktu. Kalbim sıkışırken, korkuyla evin dışına doğru adım attım. Bu sefer önüme görünmez bir duvar çıkmadı.

Rahatlamaya fırsat bulamadan, Lavinia’yı yüzü seçilemeyen bir adamla birlikte gördüm.

Bütün bedenim buz kesti.

Korkuyla yanlarına koştum. Adamı yakalayıp Lavinia’dan uzaklaştırmaya çalıştım ama elim içinden geçti. Tıpkı daha önce olduğu gibi ona dokunamıyordum.

Adam, Lavinia’nın boyuna inmiş, diz çökerek onunla konuşuyordu. Yüzü seçilemiyordu ama gözlerinin hissettirdikleri apaçık ortadaydı. Aç gözlerle beş yaşındaki Lavinia’yı süzüyordu.

Ve sonra, tiksindirici bir sesle sordu:

“Çikolatanı yemeyecek misin?”

Lavinia’nın küçük elinde tuttuğu çikolatayı fark ettim.

Kan beynime sıçradı.

Bu adam, kızıma zarar vermeyi planlıyordu ve bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu!

Lavinia korku dolu gözlerle bir elinde çikolataya, bir elinde adama baktı. Geri çekilmeye çalıştı ama adam onu kollarından yakalayarak engelledi.

Kızım korkuyordu.

Nasıl korkmasın? Daha beş yaşındaydı.

Evin hemen önünde, küçücük kızım bir yabancının tehdidi altındaydı. Biz neredeydik o sırada?!

Adam, Lavinia’ya doğru biraz daha eğilip tiksinti uyandıran bir sesle fısıldadı:

“Çok güzel bir kız çocuğusun. Eminim büyüdüğünde daha da güzel olacaksın.”

Kalbim sıkıştı.

Lavinia, geriye kaçmaya çalıştıkça adam onu daha da sıkı tuttu, ağzını kapatarak nefesini kesti. Kızım titriyordu.

Ben ise çaresizdim. Tek yapabildiğim, adamı durdurmak için boşuna çırpınmaktı. Onu itmek, vurmak, uzaklaştırmak istedim ama her hamlem boşa çıktı.

Adam başını Lavinia’ya biraz daha yaklaştırdı ve fısıldadı:

“Eğer ağzını açarsan, gelen herkesi öldürürüm.”

Bunu derken, elini Lavinia’nın dudaklarından yavaşça çekti ve parmaklarını dudaklarının üzerinde gezdirdi.

İçimdeki acı dayanılmaz bir hâl aldı.

Lavinia bağırmadı.

Bize zarar gelmesin diye, küçücük bedeniyle başına gelecekleri sessizce kabullendi.

Tanrı’ya yalvardım. “Ne olur bir mucize olsun, bu gerçekleşmesin!” diye.

Adam tekrar eğilip Lavinia’yı kucağına almak üzereyken, biri hızla onu uzaklaştırdı.

“Orospu çocuğu! Gebertirim lan seni!”

Bir adam, hiç duraksamadan sapığın üzerine atılıp suratına yumruklarını ardı ardına indirmeye başladı. Yumrukların sesi havada yankılanırken, ben gerçekleşen mucize için şükrettim.

Hemen Lavinia’ya döndüm.

Küçücük ellerini yumruk yapmış, sessizce titreyerek ağlıyordu. Olanları anlamaya çalışıyor, gözleri korkuyla açılmış hâlde olanı izliyordu.

Onu kurtaran adamın yüzü seçilmiyordu ama varlığı bile minnet duymama yetmişti. Yavaşça, ürkütmeden Lavinia’ya yaklaştı ve diz çökerek onunla aynı boya geldi.

Nazik bir sesle konuştu:

“Benden korkma, ben dedenlerin arkadaşıyım.”

Ancak içimde tarifsiz bir huzursuzluk vardı. Bu adam kimdi? Yüzünü görebilsem belki çıkarırdım.

Sonra cebinden bir kâğıt çıkardı ve Lavinia’ya uzattı.

“Bak küçük kız, bu dünya acımasızdır… Hele ki kızlar için.”

Başını yana eğdi, Lavinia’nın yüzünü süzdü.

“Eğer kendini korumayı bilmezsen, canının yanmasına razı olursun.”

Elini Lavinia’nın başına koyup saçlarını karıştırdı ve ekledi:

“Kendini korumayı öğrenmek istiyorsan, beni ara.”

Sonra asker selamı vererek, bayılttığı adamı da yanına alıp uzaklaştı.

Lavinia, derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalıştı. Sonra gözleri hâlâ korku dolu bir ifadeyle elindeki kâğıda baktı.

Zaman ve mekân yeniden değişti.

Bu kez bir ormanın derinliklerindeydim.

Gördüklerim Lavinia’nın anılarıydı. Ama nasıl? Onun geçmişine nasıl sızabilmiştim?

Tam yanımdan, birkaç yaş daha büyümüş hâliyle, yedi yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim Lavinia geçti. Yanında o asker selamı veren adam vardı.

İçimi tarifi mümkün olmayan bir huzursuzluk kapladı.

Ne işi vardı küçücük bir çocuğun bu adamla, hem de ormanın ortasında?!

Onların peşine düştüm.

Bir noktaya geldiklerinde durdular. Önlerinde, sıra sıra dizilmiş boş cam şişeler vardı.

Adamın yüzünü yine seçemiyordum. Ama Lavinia ona büyük bir merakla bakıyordu.

Adam, belinden iki silah çıkardığında. Nefesim kesildi.

Lavinia’yı korumak için hızla önüne geçmeye çalıştım ama yine hiçbir şeye dokunamıyordum.

Ve sonra, adam silahlardan birini Lavinia’ya uzattı. Ve o gülümseyerek silahı aldı.

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Bu adam onu eğitiyordu.

Lavinia bundan memnun görünüyordu.

Birkaç adım geri çekildim. Titreyen ellerimi sıkarak olanları izlemeye devam ettim.

Adam, Lavinia’ya dönüp keyifle konuşmaya başladı:

“Sana öğreteceğim en önemli şeylerden biri de şu…”

Omzundaki kuş pisliğini işaret etti ve silahını bir ağaca doğrultarak nişan aldı.

“Asla sana yapılan bir kötülüğü cezasız bırakma.”

Tetiği çekti.

Ağaçtaki kuşlar korkuyla kaçıştı. Bir tanesi ise yere düştü.

İçim ürperdi.

Lavinia, yerde çırpınan kuşa üzüntüyle baktı. Sonra bakışlarını, dikkat çekmemeye çalışarak adama çevirdi. Hafifçe yutkundu ve sakin bir sesle, “Ama… onun alanına izinsiz giren biziz. Buna gerek yoktu.” dedi.

Adam kahkaha attı. “Onun alanı mı?”

Başını iki yana salladı, küçümseyerek devam etti.

Sonra Lavinia’yı kaldırıp yakındaki tahtanın üzerine oturttu, göz göze geldiler.

“Besin zincirinin en tepesinde biz varız. Bu ne anlama geliyor?” dedi.

Lavinia dudaklarını sıktı. Zoraki bir sesle, “En güçlüyüz demek.” dedi.

Adam gülümsedi. Saçlarını okşayarak, “Güçlü olan özgürdür. İstediğini yapar. Zayıflar ise boyun eğmek zorundadır.” dedi.

Lavinia’nın bakışları yere düştü. Başını salladı ama içindeki rahatsızlık yüzüne yansıyordu.

Adam, aniden ellerini Lavinia’nın yüzüne götürüp yanaklarını sıktı.

Gözleri öfkeyle kısıldı, adeta tükürerek konuştu:

“Biz güçlüyüz! Bizi asla yok sayamazlar! Bize hiçmişiz gibi davranamazlar!

Eğer davranırlarsa ne olur?!”

Lavinia, canının acıdığını umursamadan zorlukla cevap verdi:

“Bedelini öderler.”

Adam bir kahkaha attı ve onu serbest bıraktı. Lavinia, aldığı derin, titrek nefesi dışarı verdi.

Bu adam bir akıl hastasıydı.

Ve Lavinia… onun elindeydi.

Adam onu yere indirip, silahını tekrar uzattı. Karşısındaki şişeleri hedef almasını istedi.

Lavinia tereddüt etmeden silahı kaldırdı.

Adam alçak bir sesle sordu:

“Şimdi, sana bunları yapanlar kim?” Lavinia gözünü bile kırpmadan yanıt verdi:

“Ailem.”

Sarsıldım.

Bu… gerçek olamazdı. Hayır!

Bu adam… o düşmandı.

Zamanında Lavinia’ya iğrenç bir oyunla yaklaşmış, güvenini kazanmıştı.

Ve şimdi onu bize karşı bir silah hâline getirmeye çalışıyordu.

Biz nasıl bu kadar kör olabilmiştik?!

Lavinia silahını kaldırdı ve şişeleri tam isabetle vurmaya başladı.

Adam memnuniyetle başını salladı.

“Peki, vakti geldiğinde?”

Lavinia’nın sesi bu kez soğuktu. “Hepsi cezasını çekecek.”

Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.

Adam saate baktı. Hiçbir şey olmamış gibi gülümsedi.

“Daha vaktimiz bol. Biraz aikido çalışırız, sonra gideriz. Sen devam et, ben bir su döküp geliyorum.”

Adam uzaklaşırken ben korku içinde, Lavinia ise öfkeyle ona bakıyordu.

Ve sonra…

Lavinia’nın dudaklarından beni darmadağın eden o sözler döküldü:

“Zaten gitmeme az kaldı. Bari biraz daha bir şeyler öğreneyim, yeter. Bir daha asla bulamayacaksın beni. Aileme de zarar veremeyeceksin.”

Sonra tekrar hedef aldı. Ateş etti.

“Gittiğimde seni unutacağım.” Bir şişe daha paramparça oldu.

“Hiç hayatıma girmemişsin gibi unutacağım.”

Son şişe de kırıldığında gerçeği anladım.

Lavinia intikam için değil, hayatta kalabilmek için güçlenmek istiyordu.

Düşman onu kullanıyordu ama…

Lavinia da düşmanı kendi çıkarı için kullanıyordu.

Ve günü geldiğinde, her şeyi geride bırakacaktı.

Biz ona göz kulak olsaydık…

O da bunların hiçbirine kalkışmayacaktı.

LAVİNİA

Hastaneye girip girmeme konusunda kararsızdım. Boş boş durmuş, sigara içerek hastane kapısına bakıyordum. Bu sigara bitene kadar kendime karar vermek için süre tanımıştım. Üzerimde hala gördüğüm rüyanın etkisi devam ediyordu, bir yandan da olanların şaşkınlığı kafamda yüzlerce soru olarak dönüp duruyordu.

Gece saat 3-4 civarıydı ve dışarısı, şubat ayında olduğumuzdan, buz kesiyordu. Telefonum çaldığında, kimin aradığını görmek için ekrana baktım. Özgür’ün adını görünce, kalbime bir bıçak saplanmış gibi hissettim. O eksik parçanın nereden kaynaklandığını bulmuş gibi hissediyordum ama hala içimde bu konuda nedenini kestiremediğim bir huzursuzluk vardı.

Telefon susup tekrar çaldığında bu sefer açtım. Özgür’ün endişeli sesi hemen duyuldu:

“Sen iyi misin?”

Sesimi olabildiğince canlı çıkarmaya çalıştım, onu endişelendirmek istemiyordum.

“Evet, ben iyiyim, endişelenme.”

Özgür derin bir nefes aldıktan sonra sordu:

“Kime ne oldu?”

O an kendimi iki tarafa da çalışan bir casus gibi hissettim. Ancak bu düşünceyi bir kenara bırakıp cevap verdim:

“Cengiz ve Yeliz bayıldı.”

Telefonun diğer ucunda, Özgür’ün kaşlarını çattığını hayal ettim. Bir süre sessizlik oldu, ardından sakin ama belli belirsiz bir memnuniyetsizlikle konuştu:

“Geçmiş olsun.”

Bu durumdan hoşlanmadığını biliyordum.

“Ben yaşlılardan biridir diye tahmin etmiştim.” diye ekledi ve ardından merakla sordu:

“Ne olmuş da bayılmışlar?”

Solunumumun durduğunu ona söylemeye niyetim yoktu. Eğer öğrenirse ne yapıp edip beni yanına taşınmaya ikna etmeye çalışacaktı. Bu yüzden gerçeği saklamaya karar verdim.

“Bilmem, daha doktorlar bir şey söylemedi.”

Özgür hafifçe hımladı, ardından sesi biraz daha yumuşadı:

“Peki ya sen?”

“Ben de iyiyim, merak etme. Hadi sen uyumana devam et, sonra seni bilgilendiririm.”

Ona yeterli bilgi vermediğimi biliyordum ama konuyu fazla kurcalamadı. Sesi ciddi bir tona büründü:

“Onların durumu umurumda değil, benim için sen önemlisin. Eğer canını sıkarlarsa vur hepsini.”

Bu sözlerine kahkaha attım.

“Vururum bak, sonra gelip ‘Bu çocuk hep başıma iş çıkarıyor’ deme.”

Şakayla karışık konuşuyorduk. Özgür, keyifli bir şekilde güldü:

“Bu konuda asla ağzımı bile açmam.”

O an, iyi olduğuma ikna olduğuna karar verdim.

“Hadi yat, uyu. Sonra görüşürüz.”

“Görüşürüz.”

Görüşmeyi sonlandırdım ama peşime adam taktıklarını anlamıştım. Önder’de bunu kendi ağzıyla söyleyerek pot kırmıştı.

Sigaramdan bir nefes daha çekmeye çalıştım, fakat bitmiş olduğunu fark ettim. Kendime ayırdığım sürenin sonuna gelmişim demek ki. Derin bir nefes alarak hastanenin kapısından adımımı attım. Burnuma çarpan yoğun serum kokusu, istemsizce içimde bir korku uyandırdı. Bu kokuyu hiç sevmiyordum, her seferinde aynı etkiyi yapıyordu.

İçeri girip danışmana doğru ilerlerken, önüne gelip durdum ve “Yeliz ve Cengiz Bukan?” diye sordum. Kadın, bilgisayarındaki bilgileri kontrol ederken ben de yerimde rahatsız ve yorgun bir şekilde kıpırdandım. Kadın sonunda gözlerini ekrandan ayırıp, “Evet, siz onların neyi oluyorsunuz?” diye sordu. Kalbim yeniden sızlayarak kendini belli etti. Belli belirsiz bir sesle, “Kızlarıyım,” dedim.

Kadın, “Kimlik alabilir miyim?” diye sordu. Başımı sallayarak cüzdanımdan kimliğimi çıkarıp uzattım. Kadın kimliği kontrol ettikten sonra gülümsedi ve, “İlerideki asansörden 3. kata çıkın. Yeliz Hanım 301 numaralı odada, Cengiz Bey ise 311 numaralı odada kalıyor. Geçmiş olsun,” diyerek işine döndü.

Bir an duraksadım, sonra “Neden aynı odada değiller?” diye sordum. Kadın, “Onu doktora sorun hanım efendi,” dedi.

Aklıma gelen diğer düşünceyle, “Hastane masraflarını ben karşılayacağım, ona göre çıkış işlemleri yapılırken diğerlerine bu konu hakkında bir şey söylemeyin,” dedim. Kadın gülümseyerek başını salladı. Kim olduğumu bildiği için bu konuda hiçbir itirazda bulunmadı.

Sessizce asansöre binip 3. kata bastım, asansör gürültüyle hareket etti. İçinde tek değildim; birkaç hasta daha vardı. Göz ucuyla baktığımda, yüzlerindeki umutsuzluk içimde derin bir huzursuzluk yarattı. Birisi çocuktu, sanırım kanserdi. Diğeri yaşlı bir amcaydı, tekerlekli sandalye de oturuyordu. Ağzında oksijen maskesi vardı ve tek başına, sandalyeyi kendisi sürdüğü için oldukça yorgun görünüyordu. Çocuk da yalnızdı. Neden yalnız olduklarını düşündüm. Belki yaşlı amcanın kimsesi yoktu, ama ya çocuk? Ailesi de mi yoktu?

Yaşlı amca benimle aynı kata çıkıyordu, çocuk ise 4. kata gidiyordu. Çocuk bana bakınca içten bir şekilde gülümsedim. O da yorgunca bakıp gülümsedi. Hayat ne kadar acımasızdı. Kendimi tutamadım ve derin bir nefes alarak, çocuğun önünde eğildim. Ürkütmeden, nazikçe “Adın ne?” diye sordum. Çocuk, gözlerindeki parıltıyla heyecanla “Orkun,” dedi. Adını duyduğumda gözlerim doldu. O isim, kaybettiğim can yoldaşlarımdan birinin adıydı. Ağlama isteğimi bastırarak, “Ne güzel adın var,” dedim.

Çocuk sevinçle gülümseyerek, “Evet, annem koymuş adımı,” dedi. Hımlayarak, “Neden yalnızsın?” diye sordum. Çocuk, bu sefer üzgün bir şekilde, “Biraz dışarı çıkıp nefes almak istedim. Annemle babam uyuduğu için onları rahatsız etmek istemedim, zaten benim yüzümden fazla üzgünler,” dedi. Ben de onun gibi bir sesle, “Kaç yaşındasın?” diye sordum. Tekrar gülerek, elinin tüm parmaklarını kaldırıp “5,” dedi. Ben de gözlerimi büyütüp, “Woooow,” dedim. O da kıkırdadı.

Üçüncü kata geldiğimizde, amca zorlanarak tekerlekli sandalyesini itmeye başlayınca, çocuğa yaklaşıp, “Amcaya yardım edelim, sonra da ben seni odana bırakayım, ister misin?” diye sordum. Çocuk, amcanın tekerlekli sandalyesini zorlukla ittiğini görünce, “Olur,” dedi. “Hadi o zaman,” diyerek doğruldum, çocuğun elini tuttum ve asansörden çıktık. Diğer elimle amcanın tekerlekli sandalyesini itmeye başladım. Adam dönüp kim olduğuma baktı ve sinirle, “Sen kimsin, ha uşak?” diye sordu. Çocukla birbirimize bakıp, “Ben Lavinia, amca,” dedim. Çocuk, kendisinin de burada olduğunu el sallayarak belli etti ve “Bende Orkun, 5 yaşındayım,” dedi.

Yaşlı adam, sinirle kendini zorlayarak tekerlekli sandalyesini itmeye çalıştı ve “Bana ne ulan, sizden? Ben tanımam sizi,” demişti. Şimdi anlamıştım, adam kendini aciz hissettiği için kimseden yardım almaya yanaşmıyordu. Ama yine de zorlanıyordu. Orkun’a bakıp göz kırptım, o da göz kırparak cevap verdi. Amca tekrar dönüp sandalyesini itmeye çalışırken, bu sefer ben iki elimle itmeye başladım. Adamın konuşmasına fırsat vermeyerek, “Odan nerede amca?” diye sordum. Bizimkilerle aynı kattaydım ama görünürde yoklardı.

Amca, “Nereden amcan olayım ulan?” dedi.

“Amca, söyler misin? Yoksa tüm gece başından ayrılmam,” dedim.

İnatla bana baktı, ben de aynı inatla ona baktım. Sinirle kurtulamayacağını fark ettiğinde, “305,” dedi.

Gülümseyerek Orkun’a baktım ve hareket ettim, bir yandan da amcayla muhabbet kurmaya çalışıyordum. “Adın ne amca?” diye sordum.

Adam aynı sinirle, “Sana ne ulan?” dedi.

Hızla, odasının önüne gelmiştik. Kapıyı açtım ve içeri doğru ittiğimde, sinirle bana bakıp yüzüme hızla kapıyı kapattı.

Orkun’a bakıp, “Biraz sinirli bir amca,” dedim. O da başını sallayarak, "Evet," anlamında onayladı. Elini tekrar tutup, asansöre doğru ilerlerken, “Abla, sen neden buradasın?” diye sordu. Dudaklarımı büzerek düşünür bir ifadeyle, “Yakınlarım rahatsızlandı, ondan buradayım, sen?” diye sordum. O da, “Geçmiş olsun,” dedi.

“Lösemiymişim, ben ondan buradayım,” dedim. Orkun, “Geçmiş olsun sana da,” dedi.

Orkun, “Annen mi? Baban mı?” diye sorunca, karamsar bir şekilde, “İkisi de,” dedim. Dudaklarını büzdü.

Asansöre binip 4. katın düğmesine bastığımda, “Ne zamandır hastasın?” diye sordum. Orkun, yorgunca “Bir yıldır,” dedi. Bu cevabı duyunca üzülmüştüm. Küçücük bedeniyle bu hastalıkla savaşıyordu ve bir yıldır kim bilir ne kadar yorulmuştur.

Dördüncü kata geldiğimizde asansörden indik. “Hangi odada kalıyorsun?” diye sordum. Orkun hemen, “408,” dedi. Odaya doğru adımladık. Giderken, “Kan grubunu biliyor musun?” diye sordum. Orkun düşünceli bir ifadeyle başını sallayıp, “0 negatif,” dedi.

Heyecanla, “Aaa, benim de kan grubum 0 negatif!” dedim ve Orkun gülümseyerek, “O zaman kan çekmiş,” dedi. Ben de evet anlamında başımı sallayınca, odanın önüne gelmiştik. Yavaşça kapıyı açtım ve içeri girdiğinde, sessizce, “Teşekkür ederim Lavinia abla,” dedi ve kapıyı kapattı.

Şimdi aklımda, bu çocuğa uygun bir donör bulmak vardı.

Bizimkilerin olduğu kata geldiğimde, Yeliz’in odasının önünde durdum. Mideimdeki sıkıntıyla kapıyı açtığımda, burada kimseyi bulamadım. İçimdeki huzursuzluk büyürken, yavaşça odadan çıkıp kapıyı kapattım. Yönümü Cengiz’in odasına çevirdim. Her adımımda midemdeki kasılmalar artıyordu. Onun odasının önüne geldiğimde, sıkıntıyla dudaklarımı yaladım ve kapıyı açtım.

Yutkunarak, içerideki manzaraya bakarken, sıkıntıyla derin bir iç çekip gözlerimi kapattım. Cengiz, göğsüne bağlı kablolarla hastane kıyafetleri içinde yatıyordu, daha uyanmamıştı. Yeliz, bir sandalye çekip onun baş ucuna oturmuş, kafasını omzuna yaslamıştı. Bir eliyle Cengiz’in, ondan yana olan elini tutarken, diğer eliyle saçlarını nazikçe okşuyordu. Sessizce ona bir şeyler mırıldanıyordu. İkizler, perişan bir halde, bir köşeye çökmüşlerdi. Meltem ve Demir, oğullarının diğer tarafında, birbirlerine yaslanarak bekliyorlardı. Ceylin, Cem ve Serkan’ı burada göremedim. Selim ve Yeşim, ikizlerin olduğu tarafta, sessizce üzgün bir şekilde kızlarını izliyorlardı.

Odaya adımımı attığımda, beni ilk fark eden Meltem oldu. Hızla bana doğru yürüdü. Sinirle, yakamdan sertçe tutarak, beni kendine çekti. Gözlerindeki acıyı gördüğümde, içimdeki tüm kelimeler boğuldu. O an, suçlayacak birine ihtiyacı vardı, acısını dışarıya yansıtabileceği birine, ve o kişi bendim. Yakamdan sarsarken, sesindeki hıçkırıklar arasında, “Senin yüzünden oldu, mutlu musun?” diye kendini sıkarak konuştuğunda sadece hareketsiz kaldım.

Diğerleri, Meltem’i benden uzaklaştırmaya çalışırken, birden sandalyenin düşme sesi yankılandı odada. Yeliz, öfke ve acı içinde vücudunu gergin bir şekilde geriye iterek, Meltem’e doğru yöneldi. Yavaşça, ama bir o kadar sertçe, onu benden uzaklaştırarak savurdu. Ne olduğunu anlayamadan gözlerim büyüdü. Yeliz, öfkeyle, "Uzak dur kızımdan!" diye tısladı. Sadece şaşkınlık içinde, onun bu haline bakakaldım. Demir, hızla Meltem’in önüne geçerek Yeliz’in ona ulaşmasını engelledi. O an, ikizlerle korkarak birbirimize bakarken, Selim ve Yeşim, Yeliz’i sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama bana göre, Yeliz zaten sakindi... Ya da belki de bana öyle görünüyordu.

Yeliz, dişlerini sıkarak, “Bırakın beni! Ben sakinim! Sadece bir daha o ağzınızı açtığınızda, çocuklarıma ya da kocama laf ederseniz, sizi parçalarım!” dedi. Ben sadece Yeliz’e bakıyordum. Onu hiç böyle görmemiştim. Olanlar canına tak edince sessizliğini bozmaya karar vermişti.

Demir, özür dileyerek Meltem’i dışarı çıkardı. Ama Yeliz, anne ve babasını da odadan kovmuştu. Şu an, hiçbirimiz ona ses çıkaramıyorduk. Yeliz, yönünü bana döndü, ama gözlerime bakmıyordu. Ancak bu sefer kaçmıyordu da. Önümde durmuş, hızlanan nefeslerini düzenlemeye çalışıyordu. Kendini, gözlerime bakmaya zorlamaya çalışıyordu ama içinde verdiği her mücadele bozguna uğruyordu.

Bir hamle bekledim ondan; belki bana sarılmasını, ya da gözlerime bakmasını. Ama beklentim sonuçsuz kaldı. İçindeki savaşı yine kaybetti ve sonunda Cengiz’in yanına doğru yürüdü. Devrilen sandalyeyi düzelterek, aynı pozisyonda oturdu.

Cengiz’e bakarak onun saçlarını okşarken “ Beni sana dönüştür” dedi. Anlamadım. Parla ve Pars’a baktığımda onlarda endişeyle baktı. Parla bana eğilerek fısıltıyla “ Sanırım bir rüya görmüş ve onun etkisinde kalmış” dedi. Ne gibi bir rüyaydı ki bana böyle saçma bir istekle geliyordu. “ Anlamadım” dedim. Çok konuşmadı. sustu ve Cengiz’e bakarken düşüncelere daldı. O uyandıktan sonra dili çözülecekti anlaşılan.

Burada yapacak bir şeyim yoktu. Onların durumlarını öğrenmek için dışarıdakilere soracaktım. Yavaşça dışarı adım attım, kapının önünde dört büyük aile üyesini görünce duraksadım. Gözlerim, onların her birini tek tek tararken, nihayet dudaklarımdan çıkıveren soru, 'Doktor ne dedi?' oldu. Yüzlerinden geçen derin üzüntü, acı bir sessizlikti. Onları anlamam zor değildi, ama içim onlara acımıyordu. Meltem, sessizce oturduğu yerden sallanırken, dua ettiğini fark ettim.

Selim ve Demir, kafalarını eğmiş, her biri kendi dünyasında kaybolmuş gibiydi. Yeşim, sesi ince bir hüzünle titrerken, 'Kızım yoğun üzüntü ve stresten bayılmış ama Cengiz kalp krizi geçirmiş,' dedi. Sözleri ağır bir yük gibiydi. Nefes alırken kaşlarımın kalkmasına mani olamadım. Cengiz... gerçekten iyi bir insandı. İyiler için bu dünya, her zaman bir cehennem gibiydi ve kalbi artık 'yeter' demişti. Yeliz’in halini zaten biliyordum; onun bayılması bana bir şaşkınlık yaratmadı, çünkü onun içinde biriken acının, bedeni taşıyamayacak kadar ağır olduğunu anlamıştım.

Allah, kimseye taşıyamayacağı bir yük bindirmez derlerdi. Fakat Cengiz ve Yeliz gibi insanlar için bu söz bir istisna gibiydi.

Henüz hiçbir şey görmeden, sadece duyduklarıyla bu kadar perişan oluyorlarsa, kim bilir gerçekten yaşasalar, neler olurlardı? Düşünmek bile istemiyorum.

Ama şunu biliyorum ki, hepimiz burada yapacak bir şeyimiz olmadığını fark ettiğimiz halde, boş boş dolanarak vakit geçirirsek, düşmana bir sonraki hamlesini yapabilmesi için kolladığı fırsatı altın tepside sunmuş oluruz.

Hazır aklıma yeniden düşman gelmişken, bir süre önce aklımda olan ama sormaya cesaret edemediğim o kişiyi, bu dörtlüyle yalnızken sorabilirdim. Belki yeri ve zamanı değildi, ama aklıma gelen kişiyse veya uzaktan yakından herhangi bir bağlantısı olan biriyse, bu durum hiç umursanmayacaktı. Çünkü kamera görüntülerini izlemeye giderken aklıma gelen kişi oydu.

Gözlerimi kaçırarak önce kelimelerimi toparlamaya çalıştım, ardından yavaşça konuşmaya başladım. 'Hazır baş başayken, sizlere birkaç sorum olacak,' dedim. Hepsinin yüzüne tek tek bakarak, bitkin bir halde olmalarına rağmen dikkatle dinlemeye başladıklarını fark ettim. Demir, 'Düşman hakkında mı?' diye sordu. Kafamı belli belirsiz anlamda sallayarak, 'Nergal’i nereden tanıyorsunuz?' diye sordum. Hepsi anlamaz bakışlarla birbirlerine bakıp düşündü. Sonunda Selim, 'O ne? Ya da kim?' diye sordu. O ismi tekrar kafamda canlandırdım. Kimliğinde de aynısı yazıyordu: Nergal Yıldırım. Belki bana kendini yanlış tanıtmıştı, ama kimliğinde de aynı şekilde yazıyordu. 'Nergal Yıldırım,' dedim, tam haliyle söyleyerek, belki buradan bir çağrışım yapabilirlerdi. Ancak onlar kafalarını olumsuz şekilde sallayınca, nefeslerim düzensizleşti. Anladım ki, bana değil, onlara kendini yanlış tanıtmıştı. Ama bir nedeni olmaksızın, neden onlara zarar vermek için beni eğitmeye çalıştığını hala anlamıyordum.

Kafamda, o maskeli kişinin gözleri yeniden canlandı. Ancak bu kez, Nergal’in bana sıkça söylediği o cümle de zihnim de çınlayarak.

"Her şeyin bir nedeni vardır."

Bu söz ve o gözler... İçimde soğuk bir ürpertiye yol açtı. Görünmeyen düşman ile Nergal’in aynı kişi olma ihtimali zayıf da olsa vardı. Çünkü Nergal’in gerçekten ölüp ölmediğinden, bu düşmanı araştırıp, düşündükçe başladıkça emin olamıyordum. Kamera görüntülerini izlemeye giderken de aklımda dönüp duran ihtimal buydu.

Çünkü, Nergal... Gitmeme yakın, zihni daha da bulanıklaşmış, giderek kontrol edilemez birine dönüşmüştü. Ailemin başına, böylesine tehlikeli bir adamı bırakıp gidemezdim. Bu yüzden, gitmeden önce—son gün—onu öldürdüm. Ya da öyle sandım.

Nergal, ilk öldürdüğüm kişiydi. O an ellerim titriyordu, nabzını kontrol ederken gerçekten durmuş olup olmadığını bile tam olarak kavrayamamış olabilirdim. Yine de o an, ölmüş olduğuna inanmıştım. Belki de inanmak istemiştim.

Selim’in sesi düşüncelerimi böldü.

"O kim?" diye bir kez daha sorduğunda, yere eğdiğim bakışlarımı ona çevirdim.

"Bilmiyorum," dedim, sesim kısık ve pütürlü çıkmıştı. Aklımda birçok düşünce uçuşuyordu. Bu adı da soruştursam iyi olacaktı. Aynı şekilde Serkan’ın araştırdığı dosyaları bana da yollamasını söylemeliydim. Eğer oysa onu gerçek anlamda tanıyan tek kişi bendim. Yüzünü ezbere biliyordum. Eğer şuan yaşıyorsa 50-55 yaş aralığında olmalıydı. Ama yaşamıyorsa bunun için korkmama neden yoktu. İlk önce emin olmalıydım, ve en önemlisi soğukkanlılığımı kaybetmeden, sakince hareket etmeliydim.

Merakla bana baktıkları için, boş bir üz ifadesiyle dudaklarımı büzerek içimdeki huzursuzluğu dışarıya yansıtmadan, “ Gerçekten bilmiyorum.” dedim. Buradan hemen gitmeliydim, her saniye zaman aleyhime işliyormuş gibi hissediyordum. Adamlarıma Nergal’i gizli bir şekilde araştırmaları için emir verecektim. Bende kamera görüntülerini incelemeye devam edecektim, ardından Serkan kendisindeki dosyaları bana gönderdiğinde onları da tek tek gözden geçirecektim. Bir yandan da kendi işlerim vardı. Bunların da başında bulunmam gerekiyordu. Ve belli ki bunu bulup ortadan kaldırmadan bana uykular haram olacaktı.

SERKAN

Hastanenin kantininde, Ceylin ve Cem'le sessizce oturmuş, kahvelerimizi yudumluyorduk. Neredeyse sabah olacaktı; hava, güneşin doğmak üzere olduğunu hafifçe aydınlanarak belli ediyordu. Üçümüz de uykusuz ve yorgunduk, gece boyunca yaşananları düşünüyorduk.

Cem ayağa kalktı ve “Ben bir yukarıdakilere bakayım.” diyerek uzaklaştı. Şimdi Ceylin’le baş başa kalmıştık. Nefesim hızlanırken kalbim gümbür gümbür atmaya başladı. Ara sıra birbirimize kaçamak bakışlar atıyorduk ama şimdi ne yapacağımızı bilemiyorduk. İkimiz de aynı anda kalkıp gitsek birbirimize karşı saygısızlık etmiş gibi hissedecektik. Bu yüzden elimiz ayağımız adeta birbirine dolanmıştı.

Konuşabilmek için içime kaçan sesimi geri çağırdım. Boğazımı temizleyip derin bir nefes aldım ve duygularımı saklamaya çalışarak, “Teşekkür ederim.” dedim. Ne için teşekkür ettiğimi biliyordu. O da yutkunarak, yorgun ama içten bir gülümseme bahşetti bana. O an göz göze geldiğimizde içim titredi, fakat hızla toparlanarak eski ifadesiz halime döndüm.

Ceylin, dudaklarını yalayarak tıpkı benim gibi kelimelerini toparlamaya çalıştı ve konuşmaya başladı. Ancak benim gözlerim, onun yaladığı dudaklarına takılıp kalmıştı. “Teşekkür edecek bir şey yok, o benim de yeğenim.” dedi. İçimden geçenleri bilmeden gülümsemeye devam ediyordu. Ona yaklaşıp öpmemek için kendimi ne kadar sıktığımı fark etmiyordu.

Yutkunarak kekelemeye başladım ve aynı anda ayağa kalkarak, “Neyse, ben gideyim. Şirkette işlerim var.” diyerek uzaklaşmak için bir adım attım. Tam o anda Ceylin’in sesi beni durdurdu.

“Serkan…”

Tek bir kelimeyle yerime mıhlanmıştım. O da zorlanarak ayağa kalktı ve tam karşımda durarak gözlerini bana dikti. “Böyle olmak zorunda değil.” dedi.

Gözlerinde öylesine yoğun bir sevgi vardı ki erimemek imkânsızdı. Ama ona bunu yapamazdım. Onu, içinde bulunduğum karanlığa sürükleyemezdim. O tertemizdi ve öyle kalmalıydı. Ne kadar acıtsa da hayatına, kendisi gibi temiz biriyle devam etmeliydi. Çünkü benim dünyamda, onun sağ kalması mümkün değildi.

Ona bakarken içim parçalanarak, “Böyle olmak zorunda.” dedim. Gözlerinde yeniden biriken yaşlar içimi dağlıyordu. Elimi kaldırıp yüzünü okşadığımda, o da yüzünü elime bastırdı ve içli bir şekilde bana bakmaya devam etti.

“Bizden olacağı varsa da olmaz, Ceylin’im.” diye ekledim.

Gözlerimi kapatarak, içimi kavuran bakışlarını görmeden devam ettim:

“Kendimizi kandırmanın anlamı yok. Eğer olursak, yok olursun. Yapamazsın. Beni üzmemek için her şeyi saklar, içten içe ölürsün.”

Kelimeler boğazımda düğümlenirken, son bir kez konuştum:

“Sen değişme, hep aynı kal. Kendin gibi birini bularak hayatına devam et.”

Kalbime hançerler saplanırken fısıldadım:

“Mutlu ol, inci tanem… Ben olmasam bile.”

Ceylin, elini kaldırıp dudaklarımı usulca okşadı ve titrek bir sesle, “Deme öyle.” dedi.

Hıçkırıklarını bastırmaya çalışarak, “Yapma bunu bize… Öncesi için özür dilerim.” diye ekledi. Her iç çekişiyle beni biraz daha öldürdüğünü umursamadan, acı içinde devam etti:

“Eski benle şimdiki ben aynı değilim, Serkan. Ben seninle her şeye varım. Herkesle savaşmaya varım, yeter ki sen kendini benden uzak tutma.”

Başımı hayır anlamında sallayarak ondan uzaklaştım. Bu konuşma devam ederse, ikimiz de gerçeklikten kopacaktık. Sesimi düz tutmaya çalışarak gözlerimi ona kaldırdım ve son kez konuştum:

“Olmaz, inci tanem. Bir hayale kapılıp, gözümün önünde yok olmana seyirci kalamam. Acı da olsa, böyle olmak zorunda. Artık ‘biz’ diye bir şey olamaz. Ben, bu ihtimali pisliğin içine batarak yok ettim.”

Arkamı dönüp hızlı adımlarla, içim kan ağlaya ağlaya uzaklaştım. Ceylin’in boğazından kopan her hıçkırık, bana azap olarak dönüyordu. Ne o peşimden geldi ne de ben arkamı dönüp ona baktım.

LAVİNİA

Orkun’un durumu için hastaneden ayrılmadan önce birkaç doku örneği verdim ve test için birkaç tüp kan alındı. Tam çıkmak üzereyken, önümden Serkan’ın kötü bir halde geçtiğini gördüm ve istemsizce duraksadım. Gittiği yönün tersine, yani geldiği tarafa doğru baktığımda, biraz ileride Ceylin’in hıçkırıklarını bastırmaya çalışarak olduğu yere çökmüş halde ağladığını fark ettim. O an neler olduğunu hemen hemen anlamıştım.

Birbirine kavuşamayan bir çift daha… Ceylin ve Serkan.

Onlar, önlerine engelleri kendileri koymuştu. Bir zamanlar Ceylin, korkularından dolayı Serkan’dan uzak duruyordu. Şimdi ise Serkan, aynı şeyi yapıyordu. İşte, karma dediğin tam olarak buydu. Ama bu durumun uzun süreceğini sanmıyordum. Aralarındaki çekim o kadar güçlüydü ki fark etmemek imkânsızdı. Birbirlerine bu kadar yakınken daha fazla karşı koyamazlardı. Bunun nasıl olacağını merak ediyordum… Ama aynı zamanda bu süreci hızlandırabileceğimi de biliyordum.

Onlar, Kağan’la benim gibi değildi. Kavuşmalarını engelleyen tek şey, kendi önlerine ördükleri duvarlardı. Artık Ceylin, Serkan’la birlikte savaşmaya hazır hissettiğine ve onu üzmeyeceğine göre, ona istediği kişiyi kazandıracaktım.

Ona iki kez can borcum vardı.

Ve ilkini, Serkan’la birleşmelerini sağlayarak ödeyecektim.

Diğerini ise onları koruyarak.

Aklımda onlar için güzel planlar şekillenirken, ben de arabama binip yola koyuldum. Yorgundum beni bekleyen bir sürü iş vardı ve önce bir duş alıp şirkete geçmem gerekiyordu. Bir an için gülümseyerek kafamı iki yana salladım. Ceylin ve Serkan meselesi de bana kalmıştı, ama tüm bu koşturmaca içinde, en çok keyif alacağım işti.

Eve gidip hızlıca duşumu aldıktan sonra çalışma odamdaki flaş bellekleri de alarak şirkete geçmiştim. Tekrardan 0'dan başlayarak tüm kamera kayıtlarını izlemeye koyulmuştum.

Her kareyi dikkatle izlerken, bir anda adamın kameraların nerelerde olduğunu bildiğini fark ettim. Hızla, her açıyı kontrol ederek, dikkatlice kaçtığı yerleri inceledim. Açıkça, bilerek yüzünü kameralardan sakınıyordu, her hareketi dikkatlice planlanmış gibiydi. Sadece bununla da kalmamıştı, yüzüne de bir maske takmıştı ve üstünde siyah bir kapşonlu vardı. Görüntüyü durdurup, daha dikkatli inceledim. Adamın vücut yapısını çözmeye çalıştım ama giysileri oldukça bol ve salaştı, vücudunun hatlarını net bir şekilde göremiyordum. Yine de, boyunun en az 1.80 veya 1.85 civarında olduğu düşüncesi kafamda şekillendi. Hem uzun, hem de sağlam bir yapıya sahip gibiydi.

İnternet kafede fazla oyalanmadan hızla maili gönderip çıkıyordu. Ben de adamlarımın aldığı diğer kamera görüntülerine yöneldim ve internet kafenin tam karşısını gören kameranın kaydını açarak saati ayarlayıp hızla izlemeye başladım. Yine maskesi yüzündeydi. Saklanarak ilerliyor ve kameranın görüş açısından çıkıyordu. Bana göre sağa, ona göre sola doğru ilerlemişti.

Peşinden gitmek için bölgedeki diğer kameraların kayıtlarını taradım. Bir ihtimal, bir açık… Eğer bir araca bindiysen, seni bulurum, diye düşündüm. Plakayı alır, izini sürerim. Ama hayır, hesaplı hareket etmişti. Diğer görüntülerde de aynı şekilde yüzünü saklıyor, sadece yürüyerek uzaklaşıyordu.

Bu işi biliyordu.

Ve zekiydi.

Derken…

Başka bir kamerada arabasına bindiğini fark ettim. Ama hemen direksiyona geçmedi. Önce kapıyı açtı, içinden bir şey çıkardı ve tam kameraya çevirdi.

Hemen görüntüyü durdurdum ve ekrana büyüterek baktım. Elindeki pankartı netleştirdiğimde üzerindeki yazıyı okuduğumda, tepemin tası attı.

Bu mesaj bana özeldi.

"İstediğin kadar kamera kayıtlarını incele, beni buradan bulamayacaksın, Lav. Fakat ben her zaman senin beni bulacağın zamanı bekliyor olacağım. Beni bul ve kendi ayağınla bana gel."

Bana meydan okuyordu.

Beni tanıyordu.

Nasıl hareket edeceğimi, nasıl iz süreceğimi...

Kamera görüntüsünü devam ettirdiğimde arabaya binip uzaklaştığını gördüm. Kaydı tekrar durdurdum.

Hemen plakayı kontrol ettim ama… Yoktu. Plakasız bir araç.

Bu oyunu ustaca oynuyordu.

Ve içimde giderek büyüyen o his, tek bir ismi fısıldıyordu: Nergal.

Görüntüleri benim de izleyeceğimi hesaplamıştı. Bu kişinin Nergal olma ihtimali giderek güçleniyordu.

Bu işin altında gerçekten o mu vardı, bilmiyorum ama şundan kesinlikle eminim:

Beni çağırıyordu.

“Beni bul ve bana gel” diyordu.

Bu kişi beni bilerek kendine çekmeye çalışıyordu.

Bundan sonrasında bulacağım diğer ipuçları bilerek bırakılmış bir tuzak da olabilirdi.

Beni bilerek kendisine çekmeye çalışacaktı.

Ve bana da bu oyunu oynamak düşüyordu.

Hadi bakalım, o zaman oynayalım. Ama seni bulduğumda, bu sefer sen kaçacak bir delik arayacaksın, sevgili düşmanım.

Bölüm : 31.03.2025 21:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...