6. Bölüm

6. Bölüm: İrade ve Porsuk Sürüsü

Merve Özmen
laviniabukan

Lavinia

1 Hafta Sonra...

O geceden sonra bir hafta geçmişti. Bana göre her şey değişmişti ama Serkan'a göre hiçbir şey değişmemişti. Hâlâ o düşmanı arıyorduk. Serkan bana elindeki dosyaları göndermişti. Hepsini dikkatle incelesem de Nergal’e dair bir bağlantı bulamamıştım. Serkan son zamanlardaki düşmanları inceliyordu, belki de bu yüzden herhangi bir iz bulamamıştık. Ama bu düşman eskiydi, belki de çok daha eski. Serkan’a bunu söylemiş ve daha derine inmesi gerektiğini belirtmiştim. Henüz Nergal’den tam olarak emin olmadığım için onun adını dile getirmek istemiyordum.

Diğer yandan, Cengiz hastaneden çıkmıştı. Doktorlar onun üzülmemesi ve strese girmemesi için bizi uyarmıştı, bu yüzden evde herkes üzerine titriyordu. Yeliz ve Cengiz’de bir gariplik vardı. Önceden ailelerine karşı suskun ve mesafeli olan bu ikili, artık sessiz kalmıyordu. Üstelik benden de kaçmıyorlardı. Bana bir şey söylemek istediklerini hissediyordum, ama nasıl söyleyeceklerini bilememenin sıkıntısını yaşıyorlardı. Açıkçası, ben de onları konuşmaya teşvik etmiyordum.

Orkun için yaptırdığım testlerin sonuçları uyumsuz çıkmıştı. Bu yüzden adamlarıma da doku testleri vermeleri talimatını vermiştim. Ancak henüz bir sonuç alınamamıştı.

Şimdi mezarlıkta yürüyordum. Evin sessizliğini düşünerek mezarların arasında ilerledim. Porsuk ağacının gölgesinde, yere oturmuş sigara içen Kağan’ı görünce duraksadım. Babasının mezarına benim yüzümden gidemiyordu. Onu öldüren kişiyi, yani beni hâlâ hayatta tutuyordu ve bu yüzden kendini oraya layık göremiyordu. Ama ne kadar nefret ettiğini söylese de beni öldürmüyordu. Allah biliyor ya, bunu bekliyordum ama aynı zamanda onun bu yükle yaşamasını da istemiyordum. Kardeşi gibi gördüğü birini öldüremiyordu. O yüzden içindeki çelişkilerle savaşıyordu.

Sessizce yanına ilerleyip oturdum. Bir sigara yakarak dumanı derince içime çektim. Konuşmak istiyordum ama benim sesime bile tahammülü yoktu. Bu yüzden susmayı tercih ettim. Ancak sessizlik bile, aramızdaki gergin çekimi yok edemiyordu.

Kağan gerilmişti, benim varlığım bile ona diken üstünde hissettiriyordu. Sigarasından büyük bir nefes çekti ve dumanı üfledi. O an, güvenlik kamerası görüntülerindeki adam geldi aklıma. Uzundu. Kağan’ın boyuyla karşılaştırdım ama sonra düşüncemi saçma buldum. Kağan en az 1.90’dı.

Dişlerini sıkarak, "Senden nefret ediyorum," dedi.

Güldüm. Zaten bunu biliyordum. Ama yine de konuşmadım. Onun sesini özlemiştim, sadece dinlemek istiyordum.

Kağan, kendi kiralık katil organizasyonunu kurmuştu ve bu dünyada korkulan bir isim haline gelmişti. Ama benim gibi toplantılarda yer almak istemiyordu.

“Duyduğuma göre biyolojik baban Özgür Volkan’mış,” dedi ve kahkaha attı. “Volkanların piçiymişsin.”

Bunu bilerek yapıyordu. Canımı acıtmak istiyordu. “Ailen yanına geldi, babanı buldun diye rahatsındır. Artık sana bir şey yapamam sanıyorsun, değil mi?” dedi.

Ne zaman yapacağını söylemişti de ben sesimi çıkardım? Şimdi bile susuyordum, çünkü biliyordum ki konuşursam, tamamen susacaktı. Ama bir anda bana döndü ve yaklaştı. Çok yaklaştı. Koyu kahve gözleri, içimde bir kıpırtıya neden oldu. O kadar dibimdeydi ki nefesini yüzümde hissediyordum. Kokusu burnuma doldu, tenimin her zerresine işledi. Ama bunu ona hissettirmemem lazımdı. O, bunu korkuyla aldığım derin nefesler sanacaktı.

Gözlerimi kaçırmadım. Kaçamazdım. Kağan’ın gözleri benim toprağımdı.

"Konuş! Öyle sanıyor musun, sanmıyor musun?" diye fısıldadı.

Elini kaldırıp çenemi sıktığında, nefesimi tuttum. Gözlerindeki o ateş içime işliyordu. Geri çekilmem gerektiğini biliyordum ama vücudum onun yakınlığını reddetmiyordu. Bir anlık zayıflıkla ona doğru eğildim. Dudaklarımız arasındaki mesafe kapanıyordu. Ama birden kendime geldim. Beni öldürmesine razıydım ama böyle bir muameleye asla, ben böyle zayıf biri değildim. Hele ki beni kardeşi olarak gören birine karşı. Kendime olan öfkeyle, bu yakınlığı kullanarak yüzümde ki elini kavradım ve diğer elimle boğazına hafifçe vurdum.

Nefes almakta zorlanarak üstüme düşerken kenara çekildim. Birkaç saniye içinde kendine gelecekti. Ben ise üstümü başımı silkeleyip, "Geri zekâlı! Sence bana bir şey yapıp yapmaman umurumda mı? Ya da senden korkuyormuş gibi mi görünüyorum? Salak!" diye bağırdım.

Kağan hâlâ yerde nefes nefese kalmıştı. Kızarmış gözleriyle bana bakarken, içimde garip bir his kıpırdadı. Öfkesi bile çekiciydi. Bu düşünceyi anında kovdum.

Biz olamazdık… Bu kadar yaşanmışlıktan sonra olursak, zaten daha ne diyeyim? Ne ben bunu hazmedebilirdim ne de o. Birbirimizi tükettiğimiz bir döngünün içinde kaybolurduk.

Onu, boğazını tutarak nefesini dengelemeye çalışırken gördüğümde, bir hafta geçmesine rağmen unutamadığım rüya yeniden aklıma geldi. Kafası gövdesinden ayrılan Kağan'ın o hali gözümün önüne gelince kendime küfrettim. Yerde, onun hemen başında ayaktaydım. Üzerime üşüşen görüntüler yüzünden ellerimin titremesini dizginlemeye çalıştım. Yutkunarak geri dönmeye karar verdim. Onunla bu halde konuşmak ya da yan yana bile durmak iyi bir fikir değildi. Onu gördüğüm anda uzaklaşmalıydım. Ona son kez bakarak arkamı döndüm ve ilerlemeye başladım.

Ama Kağan, öfkeyle toparlanıp bir anda ayak bileğimden güçlüce çekince dengemi kaybedip yüzüstü düştüm. Yerden doğrulmaya çalışırken bileğimi hâlâ tutuyordu ve kendine doğru çekiyordu. Sırtüstü döndüğümde ise hamle yapmama fırsat vermeden bir hışımla üstüme çıktı. Ağırlığıyla bedenimi ezerken ellerimi iki yana hapsederek kıpırdamamı sınırlandırdı. Sinirle debeleniyordum, ama ona zarar vermek istemediğim için kolayca kurtulabileceğim hâlde kurtulmadım.

"Dur! Kes şunu!" diye hırladı, kendini daha da üzerime bastırarak. O an fark ettim… Teninin sıcağı içime işliyordu, sert göğsü göğsüme çarpıyordu, nefesi dudaklarımı yalıyordu. Ama en kötüsü, ya da en güzeli, tam kadınlığımın üzerinde hissettiğim sertlikti.

Bedenim alev aldı.

İçimden küfrettim. Kağan da benimle aynı durumdaydı, alnındaki damarlar belirginleşmiş, nefesi düzensizleşmişti. O da hissediyordu…

"Kağan…" diye fısıldadım istemsizce.

Gözleri dudaklarıma kaydı. O an, nefes alışımızın bile ahenkli olduğunu fark ettim. Tutkuyla beni izlerken dudaklarını yavaşça yaladı. İçimde bir yerlerde bir şeyler titredi.

Sonra daha da bastırdı kendini bana. Sertliği iyice kadınlığımın üzerine oturduğunda, ağzımdan çıkan iniltiyi engelleyemedim. Kağan bunu duyunca iyice gerildi, gözleri koyulaştı, avuçlarındaki baskıyı artırdı.

"Kafan hiç bu işlere basmıyor," diye fısıldadı.

Kafasını yaklaştırdı, dudaklarımız arasında yalnızca milim kalmıştı. Kendine hâkim olmaya çalışıyordu ama iradesi çatırdıyordu.

Gözlerimi kapattım. Onu daha fazla hissetmek için bacaklarımı hafifçe araladım. Bedenim, mantığımdan bağımsız hareket ediyordu. Dudaklarından çıkan nefesin tenime çarpması, mantığımı paramparça etti.

“Lav…” diye inledi. Acı çekiyordu. “Savaş benimle! Savaş ki ikimizin de ıstırabı son bulsun.”

Ama ben savaşmıyordum. Ona karşı koymak için tek bir çaba bile göstermiyordum.

Bu onu çileden çıkardı.

Bir anda dişlerini sıkarak kendini sıkıp hızla üstümden kalktı. Ama ben yerde kaldım. Gözlerimi açamıyordum, ama onun bana tepeden baktığını hissediyordum. Uzaklaşan ayak seslerini duyunca gittiğini anladım.

Cenin pozisyonuna büründüm. Ona bu kadar kolay kendimi bırakmam haksızlıktı. Bu yüzden kendime öfkeliydim. Daha da ileri gitseydi, onu durdurmayacaktım.

Ben ne ara ona karşı bu kadar güçsüz kalmıştım?

KAĞAN

Siktir! Siktir! Siktir! O, burada bile, bu haldeyken bile beni engellemiyordu. Ne yaptığının farkında mıydı? Bana nasıl hissettirdiğini biliyor muydu? Hiç sanmıyorum. Onun kafası aşk, tutku, arzu gibi şeylere hiç basmıyordu. Ama benimkisi... Benimkisi Lavinia’yla yan yana geldiğimiz her an ateş alıyordu. O anları düşündükçe içimde kabaran hisleri bastırmak imkânsızlaşıyordu. Eğer irademin son kırıntısını kullanarak üstünden kalkıp gitmeseydim, o mezarlık bizim seslerimizle yankılanacaktı.

Oradan ayrıldıktan sonra kendimi başka bir kadının kollarına atmıştım. O kadar sertleşmiştim ki kiminle seviştiğim umurumda bile değildi. Tek düşündüğüm Lavinia’ydı. Onun koyulaşan gözleri, adımı fısıldayan sesi ve titreyen dudaklarından dökülen inilti... Babamın katilinin bedenine bu kadar aç olmam akıl almaz bir şeydi. Onu istemem bile ihanetti. Ama ona duyduğum şehvetin karşısında mantık paramparça oluyordu. Onu öldürmek istemem gerekirken, ona sahip olmayı istiyordum. Ne kadar direnirsem direneyim, bu arzuların pençesinde boğuluyordum.

Benimle savaşmadığı sürece onu öldüremiyordum. Direnmediği her an, içimdeki öldürme dürtüsü sönüyor, yerini kendime duyduğum derin öfkeye bırakıyordu.

Yatakta nefes nefese yatarken, yanımda seviştiğim kadına ancak o an dikkat ettim. Irmak, tatmin olmuş gözlerle bana baktı, başını göğsüme yasladı ve parmaklarını bedenimde gezdirerek, "Bu seferki bambaşkaydı," dedi. Gözlerinde hâlâ açlık vardı. "Ne oldu da bu kadar kendini kaybettin?" diye sordu. Cevabını zaten biliyordu. Üzerime oturup tekrar hareket etmeye başladı.

Hızlanan nefesleri arasından birden, "O kızla tanışmak istiyorum," dedi. Lavinia’yı aklıma getirmeye çalışıyordu. Artık kendimi kontrol edebiliyordum, şu an tek istediğim sadece Irmak’ın işini yapıp beni rahatlatmasıydı. Ama o susmak bilmiyordu. "Sen bana her geldiğinde, aklımda tek bir soru oluyor: Bu sırada o kız kiminle sevişiyor?"

Gözlerimi hızla açtım. Lavinia’ya bir başkasının dokunma ihtimali bile midemi bulandırıyordu. Onun başkasına teslim olması... Başka birinin adını inleyerek zevkten titremesi... Bu düşünceler bile aklımı kaybetmeme yetiyordu. Öfkemi bastıramadım. Irmak’ı hızla altıma alıp, içimde biriken her şeyi ona yükledim. O ise çığlık çığlığa zevkle kayboluyordu. Beni bilerek sinirlendirdiğini anlamıştım. Lavinia’yı düşündüremeyince, bu şekilde beni kışkırtmıştı.

Birkaç sert darbeden sonra son bir nefesle boşalıp, üstünden kalktım ve hızla giyinmeye başladım. Irmak, gözleri baygın halde bana bakarak, "Bana kendimden nefret ettiriyorsun," dedi. Gömleğimi düğmelerken ona döndüm. "Ben bir şey yapmıyorum. Sen altıma girmek için fazlasıyla heveslisin," dedim, sesim buz gibiydi.

Yatakta doğrulup bana baktı. "Aldığım zevk inanılmaz olunca," dedi. "Ama o kızı düşlerken bir canavara dönüşüyorsun. Gözlerin başka bir şey görmüyor, doymak bilmiyorsun. Kendine gelip o olmadığımı anladığında ise sende tık oynamıyor."

Sinirle kapıya yöneldim. "Hiç mi bir umut yok?" diye sordu, sesi neredeyse yalvarırcasına.

Kapıdan çıkmadan önce ona son bir kez baktım. "O kuş beyinli, o umutların hepsini katletmeseydi, belki olabilirdi." dedim ve oradan ayrıldım.

Eve girdiğimde tek istediğim sessizce odama çıkıp kendimi soğuk suya bırakmaktı. Ama tam merdivenlere yönelmiştim ki amcamın salondan gelen sesi adımlarımı durdurdu.

“Kağan.”

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Odaya gitmek ve hiçbir şey olmamış gibi devam etmek istedim ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Geri adım attım ve salonun eşiğinde durdum.

Şöminenin alevleri odanın loş ışığını titreştiriyordu. Amcam, deri koltuğa yayılmış, elinde viski bardağıyla ateşi izliyordu. Bakışlarını üzerime çevirdiğinde gözlerindeki karanlık bir gölge gibi yayıldı.

“Gel, otur.”

İç çekerek yanındaki koltuğa yerleştim. Viskisinden bir yudum aldı, yüzündeki gerginlik bir an bile azalmadı.

“Dediğimi yapmayı düşünüyor musun?”

Ne söyleyeceğimi biliyordum. Bir an bile tereddüt etmeden cevap verdim.

“Hayır.”

Bir süre sessizlik oldu. O ise bakışlarını şömineden ayırmadan devam etti:

“Onun seninle savaşmasını istiyorsan bunu yapmalısın.”

Başımı iki yana salladım. Bunu yapmayacaktım. Lavinia’yı kullanamazdım. Bana aşık olduğunu biliyordu ve işte tam da bu yüzden onu silah olarak görmemi istiyordu. Onu kandırıp sonra da bir hiçmiş gibi kenara atmamı... Ama ben bu kadar alçak biri değildim. Savaşın da bir onuru vardı.

Amcam, derin bir nefes alarak başını bana çevirdi.

“Gerçek savaşta kural yoktur, adap yoktur, sınır yoktur.”

Sesi buz gibiydi.

Acımasızdı. Onun için önemli olan tek şey kardeşinin intikamıydı. Ama bunu yanlış yolla almaya çalışıyordu.

“Amca, boşuna uğraşma. Ben bu işin içinde yokum,” dedim kararlılıkla.

Lavinia’nın Özgür Volkan’la bağlantısını ortaya çıkarmıştı. Nasıl öğrendiğini bilmiyorum ama bu bilgiyle bir darbe vurmuştu, ama istediği etkinin olmaması öfkesini körüklemişti. Beni Lavinia’ya yaklaştırıp onun güvenini kazanmamı, sonra da bu güveni yok ederek onu düşürmemi istiyordu. Her şeyin sonunda da Lavinia’yı her cepheden kuşatıp yok etmeyi planlıyordu.

“O, böyle bir durumda olsaydı, yapardı,” dedi.

Hayır, yapmazdı. Lavinia’nın kim olduğunu biliyordum. Kendi bedenini, ruhunu ve onurunu bu uğurda harcamazdı.

Yüzümdeki ifadeyi görünce siniri daha da arttı. Gözlerini kısıp, “O nefes aldığı sürece kardeşim mezarında ters dönüyor, Kağan,” dedi.

Viskisinden büyük bir yudum aldı, sonra bardağı sehpanın üzerine bıraktı.

“Onu kullanarak bilgi alabilirsin. Ailesine karşı doldurabilir, süreci hızlandırabilir, onu zayıflatabilirsin. O kız sana âşık, karşı koymaz. Zorlamana gerek yok, kendi isteğiyle olacak. Ve biz her açıdan kazançlı çıkacağız.”

Bedenim istemsizce gerildi. Bu işin içinde olmayacağımı biliyordum ama içimde bir şey kıvılcım almış gibi yanıyordu. Başımı iki yana salladım.

“Hayır.”

Amcam, gözlerini devirdi. Sinirlenmişti.

“O zaman bir başkasını bulurum.”

İçimde bir şeyler çatırdadı. Kanım dondu.

Öfkeyle gözlerinin içine baktım. Sesim hırıltıya dönüştü.

“Yapamazsın.”

Güldü. Rahat, umursamaz bir gülüş...

“Tabii ki yapabilirim. Bir başkasını bulurum. Onu Lavinia’yla yakınlaştırırım. Ortamı hazırlar, şartları oluştururum. Biraz sana benzetir, biraz zaman geçirttirirsem alışmasını sağlarım. Sonunda da senin gibi o yerden ayrılıp kendini o adamın kollarına bırakması işten bile olmaz.”

Her kelimesi midemi bulandırıyordu.

O anda onun kim olduğunu bir kez daha anladım. Karşımda kan bağım olan bir adam değil, içi zehirle dolu bir yılan oturuyordu.

Ama bunu yaparsa… benim elimden çekeceği vardı.

Bileğinden yakaladım ve sertçe kendime çektim. Gözlerim kararmıştı.

“Bunu yaparsan, ilk ölecek kişi sen olursun.”

Gözlerinde korku yerine eğlence vardı. Umursamaz bir şekilde başını iki yana salladı.

“Bunu aklıma getirmeden önce kabul etseydin, Kağan.”

Kahretsin!

Bunu gerçekten yapacaktı.

İzin veremezdim.

Çenemi sıktım. “Tamam. Sen bu fikirden vazgeç, ben onunla yakınlaşırım.”

Beklediğim gibi bir zafer gülümsemesiyle değil, keyifle güldü. Şömineye bakarak başını iki yana salladı.

“Ne yaparsan yap, artık umurumda değil.”

Siktir! Kabul etmem bile işe yaramayacaktı.

Daha fazla burada kalırsam onu öldürebilirdim.

Öfkemi kontrol etmek için hızla odama çıktım, küveti soğuk suyla doldurdum. Ellerim titriyordu.

İçimdeki öfkeyi söndürmeliydim. Lavinia’ya yaklaşabilecek olan o lavuğu aklımdan silmeliydim.

Sakinleşmeliydim.

Lavinia

Hava kararana kadar cenin pozisyonunda, kıpırdamadan yatmıştım. Kalkmaya niyetim yoktu. Kendime kızmakla meşguldüm. Üzerime yağan karın ağırlığını hissediyordum ama umursamıyordum. İçimde yanan öfke, utanç ve zayıflığın ateşini soğukla söndürmeye çalışıyordum. Ama olmuyordu.

Sonra, yüzümde sıcak ve pürüzlü bir his belirdi. Önce anlam veremedim. Yüzümü yalayan bir şey vardı. Kaşlarımı çatıp gözlerimi araladım ve içimden sövüp saydım. Koca bir kurt yüzümü yalıyordu. Gözlerimi açtığımı fark edince birkaç adım geri çekilip hırladı.

İrkildim ama kaçmadım. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadım. Amber gözlerinde sadece öfke yoktu. Bir şey daha vardı. Tuhaf bir şey. Anlamlandıramıyordum ama beni tetikte tutan bir histi.

Yavaşça doğruldum. Aynı yavaşlıkla ayağa kalktığımda, hırlaması arttı. Saldırı pozisyonu almıştı ama yerinden kıpırdamıyordu. Gözleri hâlâ gözlerimdeydi.

Bedenini dikkatlice inceledim. Boynundan ve arka kısmından kan sızıyordu. O an anladım. Bu kurt bir dişiydi. Yaralıydı. Ve doğum yapmak üzereydi.

Ama yalnızdı. Oysa kurtlar sürü hâlinde yaşardı. Diğerleri nerede? Neden yanında değillerdi?

Yutkundum. Şimdi gözlerindeki o tuhaf bakışın ne olduğunu biliyordum. Acı. Ama sadece fiziksel bir acı değil. Daha derin bir şey. Güçsüz kalmanın, savunmasız olmanın ve yalnızlığın acısı.

Ona bir tehdit olmadığımı hissettirmeye çalıştım. Ama ne kadar uğraşsam da gözlerimdeki tereddüdü sezmiş olmalıydı. Bana güvenmiyordu. Güvenmek istemiyordu.

Tam bir adım atmıştım ki, aniden geri çekilip Porsuk ağacına doğru ilerledi. Onu durdurmak istedim. Bu ağaç zehirliydi. Ama ben hareket eder etmez gücünün son kırıntılarıyla üzerime atıldı.

Hızla geri çekildim.

“Tamam,” dedim usulca, geri adım atarak.

O da durdu. Gözlerini gözlerime kilitledi. Sonra, titreyen bacaklarıyla ağacın dibine uzandı.

Şimdi anlıyordum. O ölmeden önce yavrularını doğurmaya kararlıydı. Ve bunu, karşısında duran bir insanın yanında yapacak kadar çaresizdi.

O an aramızda garip bir anlaşma yapıldı.

O, ben orada olsam da olmasam da doğuracaktı. Ben de, istemeden de olsa onun bu anına tanık olacaktım.

Zaman geçtikçe doğum ilerliyordu. O feryat ettikçe, içim ürperdi. Kar taneleri, onun titreyen bedeninin üstüne usulca düşüyordu. Ama o sadece doğuma odaklanmıştı. Ölümün nefesi ensesinde olmasına rağmen, içindeki yaşamı dünyaya getirmek için son gücünü harcıyordu.

Gözlerim dolmuştu. Bunun neden olduğunu bilmiyordum. O an mantık aramıyordum. Sadece hissediyordum.

Titreyen ellerimle yanına çömeldim. O kadar güçsüzdü ki, artık bana saldıracak hâli bile kalmamıştı. Burnumu çekip başını usulca okşadım. O an, ona gerçekten dokunduğum an, aramızdaki bağ bir iplik gibi ince ama hissedilir hâle geldi.

Zorlukla birbiri ardına yavrularını doğurdu. Ve her bir yavru dünyaya geldikçe, onun gücü biraz daha tükeniyordu.

Sonuncusunu doğurduğunda, gözleri kapanmaya başlamıştı.

Ama son bir kez, büyük bir çabayla açtı.

Yavaşça yavruları avuçlarıma aldım ve ona gösterdim.

O an gözlerime öyle bir baktı ki… içimdeki tüm direnç çözüldü.

Bunu benden istemiyordu. Bunu bana bırakıyordu.

Gözlerim dolu dolu, yavaşça başımı salladım. Bunu anladığımı ona göstermek için. O da, son bir defa göz kapaklarını titretip… gözlerini sonsuz bir uykuya kapadı.

Yavaşça yavrulara baktım. Yedi taneydiler. Başımı kaldırıp karşımdaki mezarlara göz gezdirdim. Orada da tam yedi mezar vardı.

Dolunay tepede, kar yağarken, porsuk ağacının altında, 12 Şubat 2025’te bu dünyaya yedi yavru kurt geldi.

Sanki onlar bana yeniden dönmüştü.

Ama şimdi… Onlara nasıl bakacaktım?

Yavaşça yavruları kucağıma aldım. Çok küçüktüler. Tüyleri ılık, nefesleri hafifti. O an içimi tarif edemediğim bir sevgi ve şefkat kapladı. Gözlerim dolmuştu, yanaklarımdan süzülen yaşlar farkında bile olmadan düşüyordu. Ama zamanım kısıtlıydı.

Bu soğukta, bu miniklerin üşümemesi için hızlıca arabaya ilerledim. Kapıyı açıp, onları tek tek içeri yerleştirdim. Arabanın klimasını açarak ısınmalarını sağladım. Annelerini gömeceğim için uzun bir süre yanlarında olamayacaktım, bu yüzden temiz hava almaları için camı hafifçe araladım. Sonra, tekrar anne kurdun yanına döndüm.

Çömeldim, elimi başına götürüp yumuşak tüylerini okşarken. Huzurlu ama yorgun yüzüne baktım. Dudaklarımı alnına kondurup fısıldadım:

"Söz veriyorum, emanetlerini koruyup kollayacağım."

Bu sessiz anlaşma, artık sözlerimle mühürlenmişti.

Ama şimdi asıl zorluk başlıyordu. Kazma kürek yoktu. Peki, ben bu toprağı nasıl kazıp onu usulüne uygun şekilde gömecektim? Ellerime baktım. Sonra tekrar anne kurda…

O, son nefesinde bile yavrularını doğurmaya kararlıydı. Ben de onun bu fedakârlığına karşı, ellerimi feda edebilirdim.

Dizlerimin üstüne çöküp, vakit kaybetmeden kazmaya başladım. Karı kaldırmak zordu, buzlanmış topraksa benden inatçıydı. Ama pes etmedim. Ellerim soğuktan uyuştu, tırnaklarımın arasına toprak doldu, eklemlerim sızladı ama kazmaya devam ettim. Sonunda parmak uçlarım yanmaya başladı—o sıcak, keskin his... Ellerimin kanadığını anladım. Ama umursamadım. O, yavrularını dünyaya getirirken ne kadar acı çektiyse, ben de ona yakışır bir mezar kazmak için acıya katlanabilirdim.

Nihayet yeterince derin bir çukur açtığımda soluklanmak için durdum. Kanlı ellerimle yüzümdeki terleri silmem, kanın yüzüme bulaşmasına neden oldu. Ama zihnimde sadece tek bir düşünce vardı: Ona veda etmek.

Son bir gayretle anne kurdu kucağıma aldım. Tüyleri artık soğuktu ama bedeninin ağırlığı hâlâ güçlü olduğunu hatırlatıyordu. Yavaşça çukura bıraktım.

Ellerimi titreyerek başına götürdüm. Son bir kez tüylerini okşadım, alnına bir öpücük kondurdum.

Ve içimden gelen mırıltılarla üzerini usulca toprakla örttüm.

İşimi bitirdiğimde ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Ama içimde bir huzur vardı.

Ayağa kalkıp arabaya doğru yürüdüm. Yavrular hâlâ arka koltukta, birbirlerine sokulmuş uyuyorlardı. İçimde garip bir his belirdi. Onlara bakarken içimden gelen kelimeleri tutamadım.

“Merhaba minikler, ben Lavinia. Şimdilik adlarınız yok ama bir takımınız var. Adı da Porsuk Takımı.”

Arabayla yola koyulurken, neden onlara bu ismi verdiğimi düşündüm. Kurtların sürüsüne "Porsuk" ismini koymak belki garipti. Ama anneleri, doğanın kurallarına meydan okuyarak onları bir insanın yanında doğurmuştu. Onlar, bir porsuk ağacının altında ilk nefeslerini almış, hayata tutunmuşlardı.

Ve aklıma bal porsukları geldi—küçük ama cesur, hiçbir şeye boyun eğmeyen savaşçılar.

Tıpkı bu yavrular gibi…

Saatime baktım: 05.13.

Bu kadar zaman geçmiş miydi? Peki, ben bu saatte açık bir veteriner nasıl bulacaktım? Bir yerlerde nöbetçi bir klinik olmalıydı.

Hemen telefona seslenerek bana en yakın nöbetçi veterineri bulmasını söyledim. Cihaz hızla yolu tarif ederken ben de dikkatlice ilerliyor, bir yandan da arka koltukta birbirine sokulmuş halde duran yavruları kontrol ediyordum.

Bir süre sonra veteriner kliniğinin önüne vardım. Arabayı durdurup indim. Arka koltuğa yönelerek yavruları ürkütmeden kucağıma aldım. Kapıyı ayağımla kapatıp doğruldum ve hızla kliniğe girdim.

Danışmadaki kadın beni gördüğünde gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Açıkçası, ben de onun yerinde olsam, yeni doğmuş yedi tane kurt yavrusunu, üzeri toprak ve kan içinde kalmış biri tarafından kucakta taşınırken görsem şaşırırdım.

Yavruları düşürmemeye çalışarak danışmaya doğru ilerledim ve hafif bir gülümsemeyle, “Bir yardıma hayır demem.” dedim.

Kadın şaşkınlığını hızla üzerinden atarak bana yaklaştı ve birkaç yavruyu dikkatlice kucağına aldı. Önden giderek yönü gösterdi, ben de peşinden ilerledim. Girdiğimiz odada, yavruları sedyenin üzerine yerleştirdik.

Kadın, hâlâ olup biteni anlamaya çalışıyormuş gibi, biraz çekingen bir ifadeyle, “Şey… Bunlar nasıl?” diye sordu.

Yavruların tüylerini hafifçe okşayarak yanıt verdim:

“Kurtlar. Anneleri, yavrularını doğurduktan sonra öldü. Onların sağlık durumunu kontrol ettirip emin olmak istedim. Artık ben bakacağım onlara.”

Kadın, bir an duraksayıp dudaklarını kemirdi, kaşını kaldırarak bana dikkatlice baktı. Sanki “Gerçekten mi?” diye sormak istiyordu ama kelimeleri bulamıyordu.

Bu bakışa alışkındım. Hafifçe başımı kaldırarak kendimi tanıttım:

“Lavinia Bukan.”

Adımı duyunca gözleri hafifçe büyüdü. Hemen toparlanıp, hafif mahcup bir ifadeyle, “Özür dilerim, Lavinia Hanım. Tabii ki, siz geçin oturun, biz işlemleri hallederiz.” dedi ve dışarıyı işaret etti.

Kapıdan çıkarken, son bir kez dönüp ona baktım. “Lütfen dikkatli olun.” dedim.

Kafasını sallayarak işe koyulduğunda, ben de dışarı çıkıp derin bir nefes aldım.

Yavrular güvendeydi.

Eve vardığımda hava çoktan aydınlanmıştı. Artık yavruları kucağımda taşımıyordum; klinikten çıkarken onlar için bir taşıma çantası almıştım. Veterinerde sağlık kontrolleri yapılmış, karınları doyurulmuştu. İşlemler sırasında cinsiyetlerini de öğrenmiştim: Altısı erkek, biri dişiydi.

Bütün gece yaşananları düşündükçe, hâlâ bunun gerçek olup olmadığını sorguluyordum. Karların arasında çaresizce yatarken bu noktaya geleceğimi asla tahmin edemezdim. Ama şimdi, kollarımda taşıdığım yedi küçük yavru, yaşananların gerçek olduğunu kanıtlar gibiydi.

Evin kapısına yaklaştığımda, adamlarımın telaşla bana doğru geldiklerini fark ettim. Hepsi endişeyle birbirine bakıyor, gözleriyle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Yusuf, ne diyeceğini bilemez bir halde “Lavinia Hanım… şey…” diye başladı ama devamını getiremedi.

Onları daha fazla merakta bırakmadan “Bana bir şey olduğu yok,” dedim ve elimdeki taşıma çantasını kaldırarak ekledim, “Yalnızca artık bana değil, onlara da hizmet etmelisiniz.”

Adamlarım çantanın içine baktılar ama ne olduğunu çıkaramadılar. Onları daha fazla merakta bırakmadan “Kurt yavruları,” dedim.

O an hepsinin gözleri büyüdü. Cemal yutkunarak “Lavinia Hanım, lütfen bana bu yavruları almak için analarıyla dövüştüğünüzü söylemeyin,” dedi.

Kaşlarımı çatarak ona sert bir bakış attım. Ne alakası vardı? Bir yavruyu annesinden ayıracak kadar gaddar olmadığımı bilmeleri gerekirdi. Tam cevap verecekken Veli araya girdi:

“Lavinia Hanım, üstünüz başınız ve elinizdeki kurt yavruları bize bunu düşündürtüyor.”

Derin bir nefes aldım. Açıklama yapmam gerekeceği belliydi. “Anneleri doğum sırasında öldü. Ben de bu minikleri yanıma aldım. Üstümün başımın bu halde olmasının sebebi, annelerini gömmüş olmam.”

Bunu söyledikten sonra daha fazla oyalanmadan eve girdim.

İçeri adımımı attığımda sıcaklık yüzüme vurdu ve yorgunluğumu hissetmeye başladım. Ama daha yapacak çok işim vardı ve bu, bana enerji veriyordu.

Merdivenlere yönelip yukarı çıkarken, tam karşımdan inen Meltem’le karşılaştım. Onunla oyalanmak istemediğim için yanından geçmeye çalıştım ama o, kolumu tutarak beni durdurdu. Buz gibi bedenime dokunduğunda irkildi.

“Şey… bu halin ne?” diye sordu, sesi tedirgindi.

Onu daha fazla oyalamamak için ifadesiz bir yüzle “Birini gömdüm, ondan bu haldeyim,” dedim.

Gözleri büyüdü, yüzü gerildi. Belli ki korkmuştu. Ama açıklama yapmaya niyetim yoktu. Ters bir bakış attıktan sonra yoluma devam ettim.

Odaya girer girmez taşıma çantasını yatağımın üzerine koyup yavruları tek tek çıkardım. Yumuşak bir örtünün altına dikkatlice yerleştirip bir süre onları izledim.

Çok güzellerdi.

Klinikte temizlendikleri için renkleri artık daha belirgindi. Dişi yavru, annesi gibi griydi. Erkekler ise genellikle siyahtı, bazılarının tüylerinde gri lekeler vardı.

Her birinin başına küçük bir öpücük kondurup derin bir nefes aldım ve banyoya yöneldim. Uzun bir gece olmuştu.

Küveti sıcak suyla doldurup içine girdiğimde, dün Kağan’la yaşadıklarımız zihnimde yeniden canlandı. Tenimde bıraktığı his, koyu gözlerinin daha da derinleşmesi, nefesinin dudaklarıma değip içimi kavurması… O an, daha da ileri gitmesi için neler vermezdim.

Derin bir nefes alıp yutkundum. Bu düşünceler yanlıştı. Bunun beni nasıl güçsüz kıldığını biliyordum. Onu içimde hissetmeyi istemem, o anın ağırlığına kendimi bırakmaya duyduğum arzu… Bunlar doğru olmamalıydı.

O kadar zamandır, ilk defa onunla bu kadar yakınlaşmıştık. Ve şimdi, eğer bir kez daha karşılaşırsak ve her şey yeniden yaşanırsa, kendimi durduramayacağımdan korkuyordum. Çünkü durmak istemeyecektim.

Ama sırf bedenim istiyor diye ona ya da bir başkasına sığınamazdım. Kalbim de o varken bunu kendime yapamazdım. Dahası, Kağan’ın beni sevmediğini bile bile, anlık bir tutkuyla kendimi ona teslim edemezdim.

Öfkeyle derin bir nefes aldım, suyun içindeki ellerimi yumruk yaptım. Ne yapacaktım şimdi?

Aklım devrede değilken her şey daha kolaydı. O anlarda ne yaptığımı düşünmüyor, sadece hissediyordum. Ama şimdi… Şimdi aklım başımdaydı ve içimde yankılanan arzularla savaşıyordum.

Bok mu vardı da aklım yerine gelmişti?

CENGİZ

Yeliz’le birlikte salona girdiğimizde, Lavinia’yı elleriyle birkaç köpek yavrusunu beslerken görmeyi beklemiyorduk. Asıl şaşırtıcı olan, onun burada olması mıydı, yoksa birkaç sandığımız yavruların yedi tane çıkması mıydı? Bir de neredeyse parçalanmış elleri... Hangisine şaşıracağımızı bilemiyorduk.

Karşımızdaki manzara aynı zamanda büyüleyiciydi. Yüzündeki gülümseme ve yavrulara gösterdiği ilgi, sevgi ve şefkatle doluydu. Lavinia, kafasını kaldırmadan, sakin ama hafifçe alaycı bir ses tonuyla konuştu:

"Oturmak için davet mi bekliyorsunuz?"

Yeliz kendine gelir gelmez hızla Lavinia’nın ellerine uzandı.

"Ellerin çok kötü olmuş, bir şey yapmamız lazım!" dedi endişeyle.

Ancak Lavinia, ellerinde tuttuğu bir yavruyu işaret ederek başını iki yana salladı.

"Sonra hallederim," diye mırıldandı.

Yeliz’i belinden tutup koltuğa yönlendirdim. Ardından Lavinia’ya döndüm.

"Nereden geldi bu köpekler?" diye sordum.

Lavinia, elindeki yavruya bakarken kaşlarını çattı. Dudaklarını büzerek.

"Köpek değil, kurt bunlar."

Şaşkınlıkla gözlerimi kırptım. İşler daha da ilginçleşiyordu.

"Bu kurt yavrularını nereden buldun?" dedim merakla.

Yeliz, Lavinia’nın sözlerini duyunca hemen araya girdi:

"Yeni doğmuşlar… Anneleri nerede?"

Lavinia, sıkıntılı bir nefes aldı ve başını eğdi.

"Anneleri doğum sırasında öldü."

İçimde garip bir ağırlık hissettim. O an her şey anlam kazandı. Bu yüzden yanına almıştı onları, bu yüzden böyle bir özveriyle ilgileniyordu.

Lavinia’nın hareketlerini izledikçe bir düzen fark ettim. Beslediği yavruları sağ tarafına koyuyor, beslenmemiş olanları sol yanında duruyordu. Üç yavru hâlâ sol yanında duruyordu. Sessizce yanına oturdum, dolu biberonlardan birini aldım ve bir yavruyu kucağıma alarak beslemeye başladım.

Lavinia, bir an ne yaptığımı izledi. Ama sonra benim de yavrulara yardım ettiğimi anlayınca, dikkatini tekrar kucağındaki minik bedene çevirdi.

O sırada aklıma Cino geldi.

“Cino’ya ne oldu?” diye sordum aniden.

Onun bu yavrularla ilgilenmesi, bana Cino’yu hatırlatmıştı. Merak ediyordum. Sonuçta onu ben hediye etmiştim. Ama Lavinia’nın kaşları anında çatıldı.

“Bilmem. Onu bana vermediniz giderken.”

Kaşlarımı çatıp ona baktım. “Ne demek vermedik? O seninle gitti!”

Lavinia başını yavaşça iki yana salladı. “Annen, ‘Sen bakamazsın, ikizlerle kalmalı’ diyerek aldı onu.”

İçimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissettim. Annem… Ona sormadan, bana haber bile vermeden, Lavinia’nın en değerli şeylerinden birini ondan almıştı.

Lavinia gözlerini yavrulara dikti. “Siz de bilmiyorsanız, büyük ihtimalle benden sonra sokağa salmıştır. Şimdiye kadar çoktan yaşlanıp ölmüştür… Keşke onu bırakmasaydım.”

Sesindeki kırılganlık yüreğimi burktu. Keşke bu konuyu hiç açmasaydım. Kendini suçlamasını istemiyordum. Konuyu değiştirmek için bir şey sormam gerekiyordu.

“Peki, yavruların adlarını ne koyacaksın?”

Lavinia buruk bir tebessümle başını eğdi. “Bilmiyorum,” dedi yavaşça. “Aklıma gelen isimleri koyarsam, kaderleri de aynı olur diye korkuyorum.”

Başka bir yanlış soru daha sorduğumu hissettim. Sessizlik içinde elimdeki yavruya odaklandım. Biberondaki sütü iştahla içerken çıkardığı küçük sesler, beni geçmişe, götürdü. Keşke çocuklarım da hep böyle masum ve yavru kalsaydı...

Kucağımdaki yavruyu beslerken, küçük bedeninin sıcaklığı avuçlarımda hissediliyordu. Sessizce nefes alıp verişi, biberondan süt emerken çıkardığı hafif sesler… Her şey o kadar masumdu ki. Ama Lavinia’nın bu yavruları nereden bulduğunu hâlâ bilmiyordum. Belki de arkasında anlatmak istemediği bir hikâye vardı. Bu anın huzurunu, sorularımla bozmak istemedim.

Ellerine bakmadan edemiyordum. Yara içindeydiler. Ne olmuştu? Ne zaman ortadan kaybolsa, ardından bir morluk ya da yara ile dönüyordu. İçimi kemiren bir sıkıntıydı bu. Ama daha kötüsü… O bunca zaman bizsizdi.

İhtiyacı olduğu hiçbir anında yanında olmamıştık. Farkında bile olmadan onu dışlamış, ötekileştirmiştik. Şimdi onun karşısına geçip, "Biz senin aileniz, bize her şeyi anlatmak zorundasın." diyemezdik.

Yeliz belki diyebilirdi. Ama ben?

Ben onun babası bile değildim.

O gece, Lavinia’nın Özgür’e dönüp "Babalara söylenmez." deyişi… Ona bir baba gibi bakışı… İçimde tarifsiz bir ağırlık bırakmıştı.

Özgür’ün, Lavinia’nın burnuna hafifçe fiske atıp ona bir şeyler fısıldaması… Lavinia’ya bakarken gözlerindeki o yumuşama… İçinin gitmesi… Bunlar, babalığa hazır ve istekli olduğunu anlamam için yeterliydi. Ama içimde saplanan sancının sebebini bilmiyordum.

O, Lavinia’nın babasıydı. Üzerinde hakkı vardı. Ve kahretsin ki, haklıydı.

Biz, Lavinia’yı ondan sakladığımız gibi, ona gerçekten sahip de çıkamamıştık. Bunun ağırlığı içimde taşınması zor bir yük gibi oturuyordu. Ama ortada yanlış bir şey olmamasına rağmen, Özgür’ün Lavinia’ya bir baba olarak yaklaşması neden içimde garip bir rahatsızlık yaratıyordu? Neden içim bunu kabullenmeyi reddediyordu?

Cevapları bilmiyordum.

Bir sürü neden vardı ama hiçbirinin karşılığı yoktu.

Kucağımdaki minik yavru, sütünü bitirdiğinde onu Lavinia’ya uzattım. O an Lavinia’nın hoşnutlukla baktığını hissettim. Bu tuhafıma gitmişti. Ardından Yeliz’e döndüğümde, onun da sevgiyle, büyülenmiş bir şekilde beni izlediğini fark ettim.

Ne kaçırmıştım?

Düşüncelerimin arasında kaybolmuşken Lavinia gülümsedi. “Kızım seni sevdi. Biraz daha sevebilirsin istersen.”

Sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi, yavrularla ilgilenmeye devam ederken ekledi:

“Tek dişi o. Ve seni sevmiş görünüyor. Dilersen adını sen koy.”

Şaşırmıştım. Onca yavrunun arasında tek bir dişi vardı ve ben gidip onu almıştım, öyle mi? Yavruyu avuçlarımın içine alıp ona baktım. Doymuş, mayışmış ve keyifle kıpırdanarak elime sürtünüyordu.

Ben mi isim verecektim?

Ne koymalıydım?

Aklıma hiçbir şey gelmiyordu ama hareketlerini benzettiğim biri vardı. Belki bana kızacaktı ama bu an, sanki geçmişi değiştirmek için bana verilmiş ikinci bir şans gibiydi.

Yavruyu kendime iyice yaklaştırıp kulağına fısıldadım:

“Hayatta kalmayı bilen birinin adıyla yaşa, minik can. Onun gibi sen de beni seçtin… Teşekkür ederim. Bundan sonra senin adın Lavinia. Adınla yaşa.”

Onu nazikçe öpüp, ismini üç kez kulağına fısıldadım. Adını sevmiş olacak ki mırıldanarak gerindi, kendini iyice elime yasladı.

Lavinia merakla sordu: “Ne koydun?”

Gülümseyerek Yeliz’e baktım ve adeta onay bekler gibi cevap verdim:

“Lavinia.”

Yeliz’in gözleri doldu, ellerini ağzına götürüp duygulanmış bir şekilde başını salladı. Fakat Lavinia itiraz eder gibi çıkıştı:

“Olmaz! Ya kaderi de aynı olursa? Hayır, olmaz! Değiştir.”

Sesindeki korkuyu hissedebiliyordum.

Ama gözden kaçırdığı bir şey vardı.

Yavruyu ona uzatarak, “Değiştirmeyeceğim.” dedim. “Çünkü onların annesi sensin artık. Onları gözetip kollayacağından eminim.”

Lavinia’nın yüzü gerildi, sinirlenmişti ama bir şey demedi. Sadece yavruyu elimden aldı, ardından diğer yavruları tek tek taşıma çantasına yerleştirdi. Tam çıkarken, duraksadı ve arkasını dönmeden mırıldandı:

“Bu adı koymamalıydın…”

Sonra hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti.

Yeliz, Lavinia çıkıp gittiğinde sessizce yanıma sokuldu.

“Güzel bir düşünce, nefesim. Teşekkür ederim.”

Sesi yumuşaktı, içinde derin bir minnettarlık vardı. Kafamı ona yaslayıp kokusunu içime çektim, saçlarının bitiminden nazikçe öptüm. O an huzuru en saf hâliyle hissettim.

Yeliz burnunu çekerken, parmakları göğsümde hafifçe hareket ediyordu. “İyi misin?” diye sordu endişeyle.

Gülümseyerek başımı onun başına sürttüm, kollarımı biraz daha sıkarak sardım onu. Endişelendiğini biliyordum. Hep tetikteydi, her an bir şey olacakmış gibi hazır bekliyordu. Anlıyordum.

“İyiyim canım, merak etme. Artık sapasağlamım.”

Kafamı onun kafasına yaslayarak, yanımda olmasının verdiği huzurun tadını çıkardım. Birkaç saniye boyunca hiç konuşmadık. Sessizlik, içimizdeki fırtınaları biraz olsun dindiriyordu.

Derin bir nefes aldı. “Canım...”

O konuşmaya başlayınca ben de hemen ardından aynı kelimeyle karşılık verdim: “Canım...”

“Gördüğümüz şeyleri ona ne zaman söyleyeceğiz?” diye sordu, sesi tedirgindi.

Gözlerimi kapattım. “Bunlar bilinçaltımızdaki korkuların bir yansıması olabilir.” dedim.

Lavinia’nın anılarında gezinebilmemin mantıklı bir açıklaması yoktu. Bu, mümkün olamazdı. Olmamalıydı.

Yeliz bana döndü, gözlerinde inatçı bir kararlılık vardı. “Ama sorabiliriz, Cengiz. Eğer o adam ona yaklaştıysa ve hâlâ yaşıyorsa… Belki de asıl kışkırtmak istediği kişi Lavinia’dır. Ya da başka bir şey... Bilmiyorum ama Lavinia o adamı tanıyor, eminim. Hissediyorum, Cengiz.”

İzin vermezdim. Bu sefer olmazdı.

Ama bizim de bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Serkan ve Lavinia bu yükü omuzlarında taşıyorlardı. Bizimse tek yaptığımız, şirketlerimizi yeniden ayağa kaldırmak için planlar yapmaktı. Ve bunda da çok başarılı olduğumuz söylenemezdi.

Söyledikleri gibi, sandığımızdan daha fazla düşmanımız vardı. Bunu geç fark etmiştik. Bize dost gibi görünen ama arkamızdan iş çeviren herkesin gerçek yüzünü gördük. Biz gerçekten bu at gözlükleriyle nasıl bu kadar yaşamıştık?

Bizi Allah korumuştu… Ya da Serkan.

Ona gerçekten çok şey borçluydum.

Elimi Yeliz’in sırtında gezdirirken, “Sen düşünme bunları.” dedim.

Ama o başını iki yana salladı, pes etmeye niyeti yoktu. “Olmaz. Benim de değişmem lazım. Kendimi geliştirmem, hazırlanmış olmam gerekiyor, Cengiz. Nereye kadar böyle yaşayabilirim? Çocuklarım tehlikedeyken sadece izleyici kalamam. Yapamam...”

Sesi, cümlesinin sonunda fısıltıya dönmüştü.

Yeliz, daha ağır şeyler görmüştü. Hâlâ etkisinden çıkamamıştı. Bu yüzden güçlenmek istiyordu. Anlıyordum. Haklıydı.

Serkan ve Lavinia ile kendimizi kıyasladığımızda, hepimiz oldukça güçsüzdük. Bu yüzden onlardan bizi de eğitmelerini, hazırlamalarını istiyorduk. En azından onlar bizim için de endişelenmek zorunda kalmamalıydılar.

Elini avuçlarımın içine aldım. “En kısa zamanda bu konuyu onlarla konuşacağım. Sen yeter ki bunu daha fazla dert etme, tamam mı?”

Yüzünü severken başını usulca salladı.

Sonra gözlerimin içine bakarak yumuşak bir sesle fısıldadı: “Seni çok seviyorum.”

Gülümseyerek, bu sefer sesli ve net bir şekilde cevap verdim: “Ben de seni çok seviyorum.”

Birlikte sarılmış, sessizliğin huzurunu dinlerken, Serkan’ın aniden ortama girmesiyle bu huzur bozuldu.

“Ooo, çifte kumrular! Aşk mı tazeliyorsunuz? Nerede bu milletin geri kalanı?” diye sorarak içeri girdi ve kendini koltuğa attı.

Serkan’ın huzurumuzu bozmasına sinirlenerek ters ters bakarken, Yeliz imalı bir şekilde, “Sana da merhaba, canım kardeşim,” dedi.

Serkan da aynı şekilde ters bakarak, “Rahatsız olduysanız siz gidin, kapı orada,” deyip iyice yayıldı.

Bense hafifçe yerimde kıpırdanarak, “Neden zırt pırt gelip duruyorsun, anlamıyorum. İşin gücün yok mu?” diye sordum. Karımla baş başa vakit geçirmemize bile izin vermiyorlardı.

Serkan pişkince sırıtarak, “Kendi işimin patronuyum ben canım,” diye karşılık verdi.

Yeliz sabırsızca, “Tamam, neden geldin?” diye sordu.

Serkan, alınmış gibi elini kalbine koyarak, “Beni ne kadar sevdiğini söylemesen de, ben de seni seviyorum ablacığım,” dedi.

“Serkan,” diye uyardım onu. Karımla konuşurken biraz daha dikkatli olmalıydı.

Derin bir nefes alıp, “Sizinle de konuşulmaya gelmiyor gerçekten,” diye cıkladı.

Serkan, bakışlarını ciddileştirerek, “Lav’dan haber var mı?” diye sorunca gerildim. Lavinia’nın geldiğinden haberi yoktu.

Yeliz, yerinde doğrulmaya çalıştı ama onu daha sıkı sararak engelledim. Fakat “Düşmandan bir gelişme mi var?” diye sormasına engel olamadım.

Serkan gözlerini kısarak, “Onu biz hallediyoruz, siz bunlara kafanızı yormayın,” dedi.

Ben de tersçe, “O zaman Lavinia’yı kendin bul, bize niye soruyorsun?” diye karşılık verdim.

Serkan aynı sertlikle, “Burası onun evi ve siz de bu evde kalıyorsunuz. Belki gelmiştir ve onu görmüşsünüzdür diye,” dedi.

Yeliz bir şey söyleyecekti ama hızla devreye girerek, “Görmedik, daha gelmemiş,” dedim. Ağzındaki baklayı bize söylemeyene kadar Lavinia’nın geldiğini açıklamayacaktım.

Serkan, bakışlarını üzerimize dikerek, “Neden Lavinia’yı soruyorsun?” diye sordu.

Serkan hemen, “Yeğenim olduğu için olabilir mi?” diye karşılık verdi.

Gerildim. “Parla ve Pars da senin yeğenin ama bir kez bile onları sorduğunu görmedim,” dedim.

Serkan’ın sinirlendiğini fark ettim. Başını yana eğerek tehditkâr bir şekilde, “Bu zamana kadar beni onların yanına yaklaştırdınız da ben mi görmek istemedim?” diye çıkıştı.

Sustum. Yeliz konuşmaya yeltenmişti ama Serkan izin vermeden devam etti.

“Bu zamana kadar sadece Lav vardı. Ama eğer onu da umursasaydınız, yanına yaklaşamama yine izin vermezdi̇ni̇z.”

Bir süre sessizlik oldu. Sonra gözlerimizi tarayarak devam etti:

“Ne var biliyor musunuz? Yine bir şey olsa, sizin tekrar ilk gözden çıkaracağınız kişi biz olacağız. Yine bize sırtınızı döneceksiniz. Şimdi bana Lav’ın burada olup olmadığını söyleyin ki bu konuşma daha fazla ilerlemesin.”

Söyledikleri, farkında olmadığımız hatalarımızın yankısıydı. Her ne kadar barış içinde gibi görünsek de, en ufak sürtüşmede nereden vuracaklarını biliyorlardı.

Ama altta kalmaya niyetim yoktu. Lavinia’nın babası olarak gözüken hâlâ bendim. Ablasının kocasıydım. Yeğenlerinin babasıydım. Ve Serkan’ın sevdiği kadının abisiydim. Bana saygı duymak zorundaydı.

Sesimi olabildiğince sakin tutarak, “Bunu zaman gösterecek, Serkan,” dedim.

Sonra ekledim:

“Lavinia hâlâ benim nüfusumda, benim kızım olarak görünüyor. Bu yüzden onu soruyorsan, bize nedenini söylemek zorundasın. Biz onun anne babasıyız. Ne olursa olsun, sen de dâhil hepimiz bir aileyiz.”

Sözlerime devam ettim:

“Birbirimize telafisi olmayan yanlışlar yaptık, bunu kabul ediyorum. Ve bunun için oldukça üzgünüm. Ama bunların tekrarlanmaması için artık birbirimizden bir şey saklamamalıyız, Serkan.”

Gözlerimin içine baktı. Bense onun bakışlarını taklit ettim. Bu zamana kadar böyle bir konuşma yapmamıştım. Özellikle bir katille… Ama şu an bir katile kafa tutuyordum. Ve bir tanesinin evinde kalıyordum.

Hayatımız tehlikedeydi. Tüm mal varlığımızı kaybetmiştik. Küçük kızımın başına gelenleri yeni öğrenmiştim. Biraderimin sırf onun yanında diye iftiraya uğradığını anlamıştım.

Ailemin, gurur duymayacağım yüzlerini görmüştüm.

Ve tüm bunlara rağmen hâlâ değişmemiş olmam mümkün müydü?

Serkan şaşkındı. Kafasında bir şeyleri tartıyordu. Sonunda, “Lav’a söyleyin, babasıyla başı belada,” dedi. “Babası” kelimesini vurgulayarak.

Bunun ben olmadığımı anlamak için dahi olmama gerek yoktu. Bilerek böyle söylemişti.

Ama peşini bırakmaya niyetim yoktu.

“Neden?” diye sordum.

Serkan gülmeye başladı.

“Cengiz, daha demin güzel konuştun, hoş konuştun ama bu durum seni aşar,” dedi.

Gözleri, ‘Aklından geçeni biliyorum. Yapma. Lavinia’nın çabasını boşa çıkarma. Susmaya devam et,’ diyordu.

Ama nereye kadar?

“Neden?” diye yineledim.

Serkan derin bir nefes aldı.

“Lav senin için onu bir haftadır eve almıyormuş. Yani eve girmesine izin vermiyormuş. Bu konuda oldukça sinirli ve Lavinia’nın peşine taktığı adam ölü bulunmuş. Lavinia, tekrar ortadan kaybolmadan önce ona ulaşamayınca beni haşlamaya kalktı. Biraz onunla konuşması lazım,” dedi.

Kaşlarım çatıldı.

Lavinia beni umursamıyormuş gibi görünüyordu ama sırf tekrar kötüleşmeyeyim diye onu evden uzak tutuyordu.

Bu kızla ne yapacağım ben?

Bir de bunu saklaması yok mu?

Bekle bir dakika… Ne dedi o?

Lavinia’nın peşine adam mı takmış? Ve o adam ölü mü bulunmuş?

Gözümün önüne Lavinia’nın kanlı elleri geldi.

Siktir. O adamı mı öldürmüştü?

Yeliz korkuyla, “Nasıl yani?” diye sordu.

Serkan durumu anlayarak, “Endişelenecek bir şey yok. O adamı Lav halletmiştir. Nereye gittiğini bilmiyorum ama ona özel bir yerin bulunmasını istemediğinden yapmıştır. Gerçi bu durumda Volkanlar da başı Lav’la belada. Hiç sevmez böyle şeyleri,” dedi.

Ama peşine adam taktığı gerçeği değişmiyordu.

Burada hata yapmıştı. Lavinia’ya güvenmeli ve onu küçümsememeliydi. Özgür’ün bu tavrı, Lavinia’nın gözünde değerini düşürmüştü. Evet, bir babaydı ama çocuğu artık küçük değildi. Lavinia gibi biri üzerinde bu şekilde baskı kurması, onu boğmaktan başka bir işe yaramazdı.

Bunu fazla kafama takmamaya çalıştım. İstemesem de Özgür, artık hayatımızda sıkça yer alacaktı ve buna alışmak zorundaydım.

Serkan, yüzünde sabırsız bir ifadeyle tekrar sordu:

"Şimdi Lav nerede?"

Buraya geldiğini anlamıştı. Tersçe, "Yukarı çıktı," dedim.

O da sinirle, "Eyvallah enişte," diyerek yukarı yöneldi.

Anlaşılan, bizi bekleyen birkaç gelişme daha vardı.

SERKAN

Akşama kadar Lavinia ile yeni bulduğum kişilerin dosyalarına bakmış, her detayı tartışmıştık. Lavinia, internet kafenin etrafını daha geriye dönük araştırmaya başlamıştı; adamın daha önceden orayı gezip kameraların yerlerini tespit ettiğini düşünüyordu. Ama benim aklım bir süre sonra artık işten kopmaya başlamıştı. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, zihnim garip bir pusun içinde süzülüyordu. Lavinia, yanımıza içecek bir şeyler getirip duruyordu. O sırıtışı her defasında biraz daha belirginleşiyor, içimde bir huzursuzluk yaratıyordu. Ama reddetmek gibi bir lüksüm yoktu.

Çalışma odası dururken neden onun odasında, üstelik yerde çalıştığımızı anlayamıyordum. Sonra anladım. Lavinia’nın küçük 'kurtçukları' odada cirit atıyordu. Götüm ağrımış, sırtım uyuşmuştu. Bir de üstüne sıcak basıyordu. "Odanın sıcaklığını biraz düşürsen mi?" dedim. Lavinia’nın yüzüne kocaman bir sırıtış yayıldı. "Olmaz miniklerim hasta olur," dedi. Ama o bıyık altından gülüşü... Bunun altında başka bir şeyler yattığını hissettim. Tedirgin oldum. Ceketimi çıkardım, terliyordum. Lavinia, "Sen burada kal, ben minikleri aşağıdakilere atayıp geliyorum," dedi ve odadan çıktı. İşte o an, içimde bir şeylerin yanlış gittiğini hissettim.

Damarlarımda dolaşan ateş gittikçe yoğunlaşıyor, bedenim kontrolümden çıkıyordu. Alt bölgemde garip bir zonklama vardı. Nefes alış verişlerim düzensizleşti. Bu bana ne içirmişti? Sanki içimde fokurdayan bir volkan vardı, patlamak için an kolluyordu. Ceketimi savurup odada ileri geri yürümeye başladım, vücudumun sıcaklığı giderek yükseliyordu.

Kapı açıldığında aniden durdum. Ceylin telaşla içeri girip kapıyı kapattı. Şaşkınlıkla ona baktım. "Burada olmamalısın," diye düşündüm ama ağzımdan tek kelime çıkmadı. O bana doğru adım attığında içimdeki ateş alev aldı. Yakınlaşması yetmişti.

"Serkan, İyi misin?," dedi. İçimden küfür savurdum. Lavinia… Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın. Bu tamamen onun işiydi. Ceylin’in sesi zihnimi ele geçirirken, nefesi tenime çarpıyor ve ben daha fazla dayanamayacağımı hissediyordum. Ondan kaçmam gerekiyordu. Bir adım geri attım, ardından kapıya yöneldim ama… Kilitliydi. Elbette. Bunu tahmin etmeliydim.

"Neden kaçıyorsun Serkan?" diye sordu Ceylin. Üstüme doğru yürümeye devam etti. Geri çekilecek yerim kalmamıştı. Kafamın içi bulanıktı, düşüncelerim birbirine karışıyordu. Beynimde dönüp duran arsız imgeler, mantığımı yavaş yavaş silmeye başlamıştı. "Benden uzak durur musun?" dedim, ama sesim cılız çıkmıştı.

Ceylin, "Lavinia’nın ne yaptığını biliyorum," dedi. Yavaşça bana yaklaşırken bir şeyleri yere bıraktı. Gözlerimi sıkıca kapattım, kendimi frenlemeye çalışıyordum ama Ceylin’in nefesi boynuma çarptığında tüm iradem sarsıldı.

"Gözlerini aç Serkan, bana bak," dedi boğuk ve tahrik edici bir sesle. Dudaklarımın üzerinde gezinen parmakları zihnimi tümüyle ele geçirmişti. Nefesim kesildi. Mantığım çöküşe geçiyordu. Odayı yalnızca düzensiz soluk alışlarımız dolduruyordu. Ceylin’in elleri pantolonumun kenarına kaydığında vücudum artık ona itaat ediyordu.

Düğmem çözüldü. Gözlerimi açtım ve Ceylin’in o koyulaşmış, arzu dolu bakışlarıyla karşılaştım. O an her şeyin koptuğu andı. Artık kendimi tutamıyordum…

Ceylin’in dudaklarına yapıştığımda, içimde yankılanan volkan patladı. Dudakları, açlıkla karşılık veriyordu. Ellerim beline sarıldığında teninin sıcaklığını hissettim, ama bu sıcaklık dışarıdan gelen bir ısı değildi. İçimde dolaşan ateşin ta kendisiydi. Ceylin’in elleri bedenimde dolaşırken nefesim daha da hızlandı. Düşüncelerim bulanık, hislerim keskinleşmişti.

Yavaşça yatağa çektiğimde, gözlerimiz birbirine kenetlenmişti. Ceylin'in elleri titrek ama kararlı bir şekilde üzerimde geziniyordu. Aramızdaki mesafe yok olmaya başlamıştı. Zaman durmuş, odadaki tek gerçeklik birbirimize dokunuşlarımız olmuştu.

Ceylin’in sıcak nefesi tenime karışırken, zihnimde son bir direnç kırıntısı kaldı. Ama sonra o üç kelimeyi fısıldadı: "Sal kendini Serkan." O an, tüm kontrolü kaybettim.

Yavaşça yatağa yerleştiğinde, Ceylin hemen kendini bana doğru çekerek bacaklarını araladı. İkimizin de istediği şey belliydi; birleşmek ve kaybolmak. Hızla üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp, bacaklarının arasında yerimi aldım. Bedenim rahatlamak istiyordu, aramızdaki bu anın derinliğine inmek. Dudaklarım onun dudaklarına yöneldiğinde, o da karşılık verdi. Bedenimiz birbirine sürtünürken, Ceylin’in sesi yükseldi. Ellerim göğüslerine, dudaklarım boynuna doğru indi. O anda, birbirimizi daha da derinlemesine hissettik.

“Serkan...” diye seslendi, iniltilerinin arasında. Öpücüklerim kulağını dolaşırken, “Adımı haykır inci tanem,” dedim. O an, dayanamayarak birbirimize kaybolduk, hızla bir bütün olduk.

LAVİNİA

Ceylin’i, odaya gönderdikten sonra "Dıttririringdırirırıng!" diyerek keyifle aşağı iniyordum. Elimde ki, taşıma çantasının içinde minik canlarım vardı. Bu gece, Serkan ve Ceylin için sabah olmayacaktı. Amacım sadece onları yalnız bırakıp konuşmalarını sağlamak değildi; gerçi Ceylin, Serkan için zaten hazırdı. Asıl hedefim, sevgili dayıcığımın artık kendini bırakmasını sağlamaktı. Bu yüzden içeceğine az miktarda azdırıcı koymuştum. Yeterdi artık! Son bir haftadır Serkan’ın Ceylin’den sürekli kaçması, beni bu yöntemi denemeye itmişti. Bakalım bu geceden sonra kaçabilecek miydi Serkan Efendi?

Yanımdan geçen Cem, konuşana kadar fark etmemiştim bile.

“Ne öyle sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi?” diye sorunca gülüşüm daha da büyüdü.

Bu aralar çöpçatanlığım ve iyilik melekliğim üzerimdeydi. Merakla, “Sevgili Cemciğim, kaç yaşındasın acaba?” diye sordum. Çünkü Cengiz’den büyük olduğunu biliyordum. Cengiz’in 50 yaşında olduğunu varsayarsak, Cem 52 bilemedin 55 yaşındaydı.

Cem yüzüme dikkatle baktı ve ardından dudak bükerek, “Çok kınıyorum seni, insan amcasının yaşını bilmez mi hiç?” diyerek beni hafifçe azarladı. Sonra yanımdan geçip gitmeye yeltenince önüne geçtim.

“Neden soruyorsun?” diye sordu sabırsızca.

Omuz silkip sesimi tatlı bir tona getirerek, “Sordum işte cevap versen ölür müsün?,” dedim. Bitkin duruyordu. Şirket meselesi onu yoruyor olmalıydı.

Cem, beni başından savar gibi, “51,” dedi ve uzaklaşmaya çalıştı. Şaşırdım ama yolumdan çekilmedim. Demek ki Cengiz’le aralarında yalnızca bir yaş vardı.

Hızla, “Peki, neden evlenmedin?” diye sordum. Cem gibi biri için bu zamana kadar hayatında kimsenin olmaması garipti.

Bu sefer omzumdan tutarak beni çekmeye çalıştı ve “Senin neden yanında biri yok?” diye soruyla karşılık verdi.

Gözlerimi kısıp, “Ben daha gencim,” dedim.

O da aynı şekilde, “Ben de daha gencim,” diye yanıt verdi. Zaten böyle diyeceğini biliyordum.

Ardından iç çekerek, “Lav, bak çok yorgunum. Lütfen,” dedi. Yorulmasının asıl sebebi, şirketlerindeki belirsizlikti. Bir türlü çözüm bulamamaları, onları daha karamsarlaştırıyor ve umutsuzluğa sürüklüyordu.

İçimden, Bu beni ilgilendirmiyor. Onlar şirketlerine yoğunlaşsın. Biz ise düşmana odaklanalım... Gerçi bu düşmanın onlarla bir ilgisi olsa da... diye düşündüm.

Salona yönelirken içeriden gelen gülüşme seslerini duydum. Bir süre durup bu seslerin kime ait olduğunu anlamaya çalıştım.

İçeriden yükselen, “Baba ya… Anne ya…” serzenişlerini duyunca duraksadım. Seslerden anladığım kadarıyla içeride Parla, Pars, Cengiz ve Yeliz vardı. Çekirdek aile, sonunda yalnız kalıp birlikte vakit geçirebiliyordu. Bu anı bozmak istemedim. Benim burada bir yerim yoktu. Elimdeki miniklere bakarak, sessizce fısıldadım:

“Anlaşılan bu gece bizi çalışma odası bekliyor.”

Ama kulaklarım hâlâ onlardan gelen konuşmalara takılıyordu. Cengiz’in tok ve otoriter sesi, koridorun duvarlarında yankılandı:

“Kaç yaşına gelirseniz gelin, biz sizin ebeveynleriniziz. Merak ederiz de, sorarız da!”

Bu söz beynimi uyuşturdu. Bana bakan hayaletlerinse, susmam için bana işaret yapmasını sağlamıştı. Yutkundum.

Ardından Parla’nın hafif acılı sesiyle, Yeliz’in keskin ve endişeli tonu, havayı bıçak gibi kesti:

“Ne yapıyorsun oğlum? O senin kardeşin, bırak hemen!”

Sözleri, geçmişin tozlu anılarını önüme sererken, kalbimin ağrısı baş gösterdi. Zaman sanki aniden geriye sarılmış, eski yaralarım gün yüzüne çıkmıştı.

15 Yıl Önce

Son hızla koşuyorduk. Zaten gecikmiştik ve üstüne üstlük, halimizi gören Timur Amca’nın bizi azarlayacağını adım gibi biliyordum. Yanımda koşan Orkun, nefes nefese "Zaten geç kaldık, bari üstümüzü başımızı düzeltip öyle gitseydik. Timur Amca en azından daha az sinirlenirdi." dedi. Öte yandan Kağan, aynı soluk soluğa ve sinirle, "Düzeltsek ne olur! Yine de söyleyeceğim. Bu erkek kılıklı kızın oğlunu dövdüğünü bilmeye hakkı var." diye çıkıştı.

Evet, dövmüştüm. Çünkü sürekli üzerime geliyordu. Geldiğim ilk günden beri beni istemediğini her fırsatta belli ediyor, sürüşlerin kızlar için olmadığını söyleyerek her an bana sataşmak için bahane arıyordu. Ben de her defasında ona haddini bildiriyordum. Gücü bana yetmedikçe daha da öfkeleniyor ve sonunda beni babasına şikâyet ediyordu. Ama bu sefer gerçekten ileri gitmiştim. Timur Amca beni kovabilirdi. Sonuçta Kağan onun oğluydu, bense onun hiçbir şeyiydim. Eğer kovulursam, burada geçirdiğim zaman boşa gidecekti.

Ama yine de kendimi ezdirmeye niyetim yoktu. Kağan’a ithafen, "Anca babanın eteklerine sığınırsın." dedim. Koşarken tekrar üstüme atlayacağını hissettiğimde hızımı artırdım ve pist alanına üçümüzden ilk ben girdim. Kağan, bana yetişmek için hızını artırınca ikinci sırayı aldı, Orkun ise "Yine mi ya?" diye homurdanarak en sona kaldı.

Deli gibi koşarak Timur Amca’nın olduğu yere vardığımda durdum. Kalbim hızla çarpıyorken, nefesim düzensizdi, dalağım şişmişti ama umursamadım. Dik durmaya çalışarak sakinleşmeye uğraştım. Atılacaksam bile başım dik olmalıydı. Timur Amca’nın bana sinirle baktığını fark ettim. Arkadan gelen Kağan ve Orkun’un halini görünce tek kaşını kaldırdı. Oğlunun ve Orkun’un nefes nefese, iki büklüm hâlde olduğunu görünce kaşlarını çatıp sertçe sordu:

"Yine mi kavga ettiniz?"

Kağan, hiç bekletmeden beni göstererek, "O başlattı baba! Kız diye vuramıyorum ama geldiğinden beri huzurumuzu kaçırdı." diye şikâyet etti. Timur Amca gözlerini bana dikti. "Lav, yine mi?" diye sordu.

Kağan suçu üstüme attığında genellikle itiraz etmez, sadece özür dileyip geçiştirirdim. Onlardan ayrılmak istemiyordum. Yine aynı yöntemi kullanarak "Özür dilerim." dedim. Gözlerimi yere dikmiştim. Bu kaçıncı kez yaşanıyordu? Artık kesin kovulacaktım.

Tam o sırada Orkun, Timur Amca’nın sözüne daha başlamadan kesince, "Kağan yalan söylüyor, Timur Amca! Lav başlatmadı. Kağan her defasında Lav’ı gitsin diye kışkırtıyor. Bu yüzden kavga ediyorlar." dedi. Ardından üzgün bir sesle ekledi: "Lütfen, Lav’ı gönderme."

Timur Amca şaşkınlıkla "Göndermek mi? Bu da nereden çıktı?" diye sordu. Ben de şaşkınlıkla ona baktım. Kağan ise öfkeyle atıldı: "Ne yani baba, yine mi göndermeyeceksin?"

Timur Amca, oğluna kaşlarını çatıp "Şu an konuşmaya hakkın yok, Kağan. Daha sonra yalan söylemenin hesabını bana vereceksin." dedi. Kağan yutkunarak bir adım geriledi. "Ama baba, ben senin oğlunum! Onlara mı inanıyorsun?" diye itiraz etti.

Derin bir nefes alan Timur Amca, şefkatle ona baktı. "Evet, oğlumsun. Ama bu, yalan söylemeyeceğin anlamına gelmez. Bu meseleyi baba oğul kendi aramızda çözeceğiz." dedi. Sonra bana döndü. Bakışlarım kendiliğinden tekrar yere dikildi.

Tam önümde durarak "Seni göndermeyi hiçbir zaman düşünmedim, Lav." dedi. Ellerini yüzüme koyarak ona bakmamı sağladı. "Kağan’ın suçu üstüne attığını biliyordum. Ama senin kendini savunmanı, hakkını aramanı istiyordum. Sırf bizden ayrılmak istemiyorsun diye yanlışları kabullenmemeni bekliyordum." diye devam etti. O bakışlar öyle içten ve sevgi doluydu ki gözlerim dolmuştu.

Başıma küçük bir öpücük kondurduktan sonra Kağan’ı yanına çağırdı. Kağan, suçlu bir ifadeyle ona yaklaştı. Timur Amca sevgi dolu gözlerle bize bakarak, "Her kardeş birbiriyle hep iyi anlaşacak değil. Bazıları sizin gibi kedi köpek gibi olabilir. Ama dışarıdan bir tehdit geldiğinde ne olur biliyor musunuz?" diye sordu. Kafamızı salladık. Ellerini birleştirerek "İşte böyle kenetlenirler." dedi.

Sonra tekrar Kağan’a döndü. "Şimdi sana soruyorum, oğlum. Lav’ın gitmesini gerçekten istiyor musun?" Kağan, başını yere eğerek hayır anlamında salladı.

Timur Amca, oğlunun saçını okşadıktan sonra bana döndü. "Bir dahakine hakkını arayacak mısın, Lav?" diye sordu. Kafamı sallayarak onayladım.

Son olarak, Orkun’a dönüp, "Hiçbir baba evladından vazgeçmez. Hepiniz benim çocuklarımsınız. Gözümde Kağan’dan farkınız yok." dedi. Bizi kendine çekerek sıkıca sarıldı. Başımıza yeniden birer öpücük kondurarak. "Şimdi Kağan, kardeşinden özür dile."

Kağan, suçlu bir şekilde bana baktı. "Özür dilerim, Lav."

Ben de içtenlikle "Özür dilerim, Kağan." dedim.

Timur Amca, "Hadi, şimdi de sarılın bakalım." dedi. Kağan’la birbirimize sıkıca sarıldık. Ardından, Timur Amca bizi bırakmadan önce, sırtlarımıza dostane bir şekilde vurup "Bu kadar lak lak yeter! Hadi işimizin başına!" diyerek bizi peşinden sürükledi.

GÜNÜMÜZ

Aklıma gelen bu anı, içimi derin bir hüzne boğdu. Kimse Timur Amca gibi olamazdı. Sessizce burnumu çekerek çalışma odama ilerledim. Benim yerim onların yanıydı… Ama onlar artık toprağın altındaydı. Şimdi ise dünya üzerinde ait olduğum bir yer yoktu.

O lanet geceden sonra, bir de üstüne Timur Amca’nın katili olmam, aldığım her nefesi haram kılıyordu. Boğuluyordum. Ama bunu kimse fark etmiyordu. Acımı dindirecek, yükümü hafifletecek hiçbir şey yoktu. Anlatması, dinlemesi kolaydı belki, ama yaşamak… Ruhunda taşımak… İşte bu, gerçek bir azaptı.

Hayaletlerim her bana işkence ettiğinde, kulağımda yankılanan tek şey onlardan duyduğum son çığlıklar oluyordu. Ne uyurken ne de uyanıkken rahat edebiliyordum. Ama öyle yapmak zorundaydım. Çünkü benim için hayat hâlâ devam ediyordu. Ölüm beni alana kadar da bu böyle sürecekti.

Serkan… Bensiz nasıl olacaktı, bilmiyorum. Ama artık yalnız olmayacaktı. Eğer bir gün ölüm beni alırsa, yanındaki Ceylin’le birlikte bunun üstesinden gelebilecekti. Peki ya Kağan? Savaşmamı istiyordu. Ama bir türlü anlamıyordu… Savaşlar hep acı doluydu. Savaşlarda en çok masumlar ölürdü. Çünkü gerçek bir savaşın adabı, sınırı, kuralı ya da gururu yoktu. Savaşan tarafların umurunda olan tek şey kazanmaktı. Bunun için her şey mübahtı. İşte bu yüzden, “Savaşta her yol mübahtır,” cümlesi doğmuştu.

Peki, bu düşman Kağan olabilir miydi? Sırf onunla savaşayım, kendi ayaklarımla ona geleyim diye tüm bunları planlamış olabilir miydi? Evet, ihtimal dahilindeydi. Ama eğer bunları yapan o olsaydı, mezarlıkta bana tüm bunları anlatıp, daha ileri gidebileceğini söyleyerek beni kışkırtma ihtimalini neden değerlendirmemişti? Çünkü… Çünkü bu düşman o değildi. Bir başkasıydı.

Evet, Kağan her fırsat bulduğunda beni kışkırtarak ona saldırmamı sağlardı. Değişmiş olabilir miydi? Sanmıyordum. O, her ne olursa olsun, Timur Barkın’ın oğlu, Kağan Barkın’dı. Kanında yoktu böyle bir şey. Onu tanıyordum. Ama bir yandan da Nergal’in öğretileri zihnimde yankılanıyordu: “Hiçbir şeyden emin olma.” Haklıydı. Kendisi yanlış biriydi belki, ama bana öğrettiklerinde her zaman haklıydı. Belki de en başından beri beni bu dünyaya hazırlıyordu.

Hiçbir şeyden emin olma… Timur Amca’yı öldürürken de her şeyden emin olduğumu sanmıyor muydum? Evet, sanıyordum. Aklımın başımda olmadığını biliyordu ve hem beni durdurmak hem de koruyamadığı evlatlarının yükünden kurtulmak için beni bilerek onu öldürmeye zorlamıştı. Onu öldürmenin acısı, aklımı başıma getirmişti. Sonrasında öğrendiklerim ise azabımı daha da artırmıştı.

Timur Amca, kendini bana öldürterek bana cezaların en büyüğünü vermişti. Ama bunu planlarken oğlunu bir kez bile düşünmüş müydü? Bilmiyorum. Onun babasız kalmasına neden olmuştu. Kağan’la beni her seferinde birbirimize kenetlemeye çalışan kişi, bu yaptığıyla bizi tümden düşman etmişti.

Neden? Acısını bizimle olarak, bizi bir araya getirerek yaşamak varken neden bu yolu seçmişti? Bu hala cevabını bulamadığım bir soruydu.

Peki ya ailem? Daha sakladıkları şeyler vardı, bunu hissediyordum. Ve ne olursa olsun, bunu öğrenmeliydim. Sonuçta, onların sakladıkları şeyler bizi bu noktaya getirmemiş miydi? Getirmişti. Peki, ısrarla neden hâlâ kendilerini haklı görüyorlardı? Neden hâlâ diğer sırlarını söylememekte bu kadar direniyorlardı?

İkisinin de cevabı aynıydı: korku. Hırslarının onları ele geçirmesinden kaynaklanıyordu. Ne kadar pişman olsalar da alacakları tepkilerden korkuyorlardı. Bu yüzden hâlâ sakladıkları şeyleri söylemiyorlardı.

Peki, buraya kadar her şey net ama neydi bunlar? Onları bu kadar korkutan neydi? Aslında her şey gözümün önündeydi. Tıpkı o kurdun söylediği gibi…

Selimler, sırf onları tamamen ayırmak için Yeliz’i ihanete itmiş, başkasıyla birlikte olmasına göz yummuşlardı. Peki, buna nasıl mideleri dayanmıştı? Hiç bilmiyordum. Peki, benim bildiklerimi diğerleri de biliyor muydu? Hayır. Ama asıl soru şuydu: Onlar bu ihaneti nasıl organize etmişlerdi? Bunu kimlerle planlayıp uygulamaya dökmüşlerdi?

Özgür ve Yeliz’in bir araya gelmesini sağlayanlar aslında kimlerdi? İşte bu sorunun cevabını bulursam taşlar yerine oturacaktı. Çünkü düşman burada gizliydi. Peki, Özgür, bu iğrenç plana dahil edildiğini öğrense ne yapardı?

İşte burası kırılma noktasıydı. Özgür’ün tüm bunları öğrenmesi, engellemeye çalıştığım her şeyi bozguna uğratırdı. Bu planı kuranları iğrenç birer insan olarak görürdü. Bu gerçeğin Volkanlardan da saklanmasını sağlayanlar muhtemelen aynı kişilerdi.

Belki de Volkanların düşmanıydılar. Belki de zamanla bizimkilerden kazık yemeleri onları bizimkilere de düşman etmişti. Serkan ve benim yükselişimiz, onların beklediği fırsatı doğurdu. Bir taşla kaç kuş… Biz kendi içimizde savaşırken onların da bir darbe indirmesi yeterliydi.

Katliam… Belki de bu olanları anlatabilecek tek kelime buydu.

Bu noktada düşmanın sıradaki hamlesi, bu iğrenç planı Özgür’e ulaştırmak olabilirdi. Yavaş yavaş yok etmek istiyorsa, tüm kozlarını bir anda ortaya dökmeyecekti. Sonuç alamadığı her hamlesinde bir diğerini oynayacaktı.

İşte burada da yanlış yapacaktı. Çünkü ben, her şeyi öğrendiğim an… benim hükmüm başlayacaktı. Oyun artık bana geçecekti. Onun kendi oyununu kullanarak onu ayağıma getirecek ve kendi silahıyla yok edecektim.

Eğer yaşamayı seviyorsa, beni daha fazla öfkelendirmeden tüm hamlelerini bana karşı oynamalıydı. İlk kurşunu bana sıkmalıydı, yoksa ben onun soyuna bir kâbus gibi çökecektim.

Evet, sevgili düşmanım… Gerçek dehşeti tatmaya hazır ol. Çünkü geliyorum.

Bölüm : 31.03.2025 21:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...