7. Bölüm

7. Bölüm: Yaşamaya Mahkum

Merve Özmen
laviniabukan

LAVİNİA

Tüm gece, çalışma odasında kendi kendime bir soru-cevap oyunu oynayarak geçirmiştim. Düşmanın bir sonraki hamlesinin nereden geleceğini çözmüştüm, ancak her zaman beklenmedik bir hamle de yapabilirdi. Hazırlıklı olmalıydım. Ya da onları buna hazırlamalıydım. Kısa eğitimler vererek en azından başları belaya girdiğinde kendilerini koruyabilmelerini sağlayabilirdim. Böylece hem daha az risk altında olurlardı hem de onları ayrıca korumak için fazladan kafa yormama gerek kalmazdı.

Ama yaşlılara bu eğitimi nasıl verebilirdim? Kim bilir kaç yaşındaydılar... "Ailem" diyordum ama yaşlarını bile bilmiyordum. Gerçekten garip bir durumdu.

Yanımda kıpırdayan minik canlara baktım. Acıkmışlardı. Artık onların da sorumluluğu bendeydi. Annelerine verdiğim sözü en iyi şekilde tutacaktım. Ancak isimleri konusunda hâlâ karar verememiştim. Eğer hepsi erkek olsaydı, ne kadar korksam da onlara o isimleri verecektim. Ancak minik kızım bu dengeyi bozmuştu. Daha da kötüsü, Cengiz ona benim adımı vermişti. Bu içimi sıkıyordu. Onun benimle aynı kaderi paylaşmasını istemiyordum. Benim yaşadıklarımı yaşamasını, kardeşlerini kaybetmesini istemiyordum. Ve artık birine benim adımın verilmesi, düşündüğüm isimlerden birini boşa çıkarıyordu. Neyse, bunu daha sonra düşünecektim. Şimdi öncelikli olarak onların karnını doyurmam gerekiyordu.

Saat sekize geliyordu. Karnımın açlığını hissetsem de aklıma Serkan ve Ceylin’in kavuşma planını ayarladığım gelince. İçimden yutkundum. Serkan, böyle bir şey yaptığım için kesinlikle canıma okuyacaktı. Tek umudum, Ceylin’in onu sakinleştirmesiydi. Amaaan, dedim anasını satayım, bu saate kadar ancak uyumuşlardır. Muhtemelen işlerini hallettikten sonra konuşarak aralarındaki duvarları da aşmışlardır.

Artık bir düğün yaparız, şöyle oynamalı, çalgılı bir düğün... İşte, yine keyfim yerine gelmişti. Kavuştular ya, istedikleri kadar bana kızsınlar, razıydım.

Sessizce minik canlarımla birlikte çalışma odasından çıktım ve mutfağa doğru ilerledim. Bizimkiler büyük ihtimalle hâlâ uyuyordu. Keşke ben de onlar gibi uyuyabilseydim… Ne zamandır uykusuz olduğumu Allah bilirdi ama o düşmanı bulmadan gözlerimi kapatamıyordum. Kısa bir süreliğine bile uyumaya kalksam o kâbus zihnimde canlanıyordu. O maskelinin gözleri… Sanki beni izliyordu.

Uykusuzluk yüzünden psikolojim gitgide kötüleşiyordu. Ve daha da kötüsü, beni kabul edecek bir doktor bulamıyordum. Çünkü en son akıl hastanesindeyken, oradaki delileri örgütleyip bir başkaldırı düzenlemiştim. Elbette bunu, oradan kaçıp intikam almak için yapmıştım ama olay fazlasıyla ses getirmişti. Beni yakaladıklarında artık tamamen aklım başımdaydı ama yine de tehlikeli olduğum gerekçesiyle bağlayıp tek kişilik bembeyaz bir odaya kapattılar.

Neyse ki Tamer vardı. Sıra dışı –hatta etik olmayan– iyileştirme yöntemleriyle bana yardımcı olmuş, sonunda aklımın yerinde olduğuna kefil olarak beni dışarı çıkarmıştı. Bununla mesleğini tehlikeye attığını biliyordum ve ona minnettardım. Acaba tekrar ona gitsem beni kabul eder miydi?

Mutfağa girdiğimde hizmetçilerin kahvaltı hazırlığına başladığını gördüm. İçlerinde tek konuştuğum kişi olan Saniye Teyze’ye gözüm takıldı.

“Günaydın. Kahvaltıyı salondaki masaya hazırlayın, bir de miniklerime sütlerini de getirirseniz sevinirim,” dedim.

Gülümseyerek başını salladı. “Diğerleri de salonda, Lavinia Hanım. Hemen hazırlıyoruz.”

Başımı onaylar şekilde sallayıp mutfaktan çıktım. Kimlerin uyandığını merak ediyordum. Genelde bu saatte herkes uyuyor olurdu. Ama salona girdiğimde herkesin masada yerini almış olduğunu gördüm. Sadece Serkan ve Ceylin yoktu.

Allah Allah, neden acaba?

Masanın başındaki yerime otururken kaşlarımı kaldırarak sordum:

“Siz bu saatte uyanır mıydınız?”

Günaydını bilerek es geçmiştim. Parla, heyecanla “Sana da günaydın, canım kardeşim,” dedi ama gözleri elimdeki taşıma çantasına kilitlenmişti.

“Bunlar onlar mı? Ay, çok merak ediyorum!” diyerek uzanmaya çalışınca, çantayı hızla geri çektim. Kaşlarımı çatarak, “Heyecanını dindir öyle,” dedim.

Minik canlarımı ayak ucuma bıraktım. Daha çok küçüktüler ve fazla heyecan onları ürkütebilirdi. Parla, alındığını belli etmemeye çalışsa da yüzündeki hafif düşüklükten rahatsız olduğunu anladım. Kardeşi Pars ise onun halini fark edip, hafif sert bir ses tonuyla, “Daha nazik olabilirdin,” dedi.

Zaten naziktim. Ama bunu ona açıklamaya çalışmadım.

O sırada hizmetçiler sofrayı kurmaya başlamıştı. Meltem, etrafına göz gezdirerek sordu:

“Ceylin nerede?”

Bıyık altından gülerek cevap verdim. “Gece biraz işi vardı, ondan geç uyanır.”

Bu cevap vermem onları işkillendirmişti ama konuyu daha fazla kurcalamadılar.

Yeşim bana döndü, gözlerinde endişeyle, “Serkan gelecek mi?” diye sordu.

Bu kez sırıtışım daha da büyüdü ama kendimi toparlayıp ciddi bir şekilde, “Hayır,” dedim.

Üzülmüştü. Oğlunu özlüyordu ve onu sadece burada görebiliyordu. Onun gitmesini istemediği her halinden belliydi. Ama içimden, Madem bu kadar oğlunu seviyordun, bugüne kadar neden göz yumdun? diye düşünmeden edemedim.

Arada bu insanların kafasına sıkmak istiyordum ama işte, içim bir türlü el vermiyordu.

Masa çoktan kurulmuş, minik canlarımın sütleri de gelmişti. Ben biraz bekleyebilirim diye düşündüm ve yavaşça bir tanesini elime alarak beslemeye başladım. O sırada Parla dayanamayıp heyecanla, “Ya, çok tatlı!” diye fısıldadı. Bu tepkisi hoşuma gitti.

Diğerleri kahvaltıya başlamıştı. Ben ise miniklerimi doyurmayı bekledim. Sofradan gelen sucuklu yumurta kokusu iştahımı kabartıyordu ama sabretmem gerekiyordu. Nihayet tüm miniklerimi beslediğimde sıra bana gelmişti. Hiç vakit kaybetmeden tabağımı sucuklu yumurtayla doldurdum. Şu an tek yemek istediğim şey buydu. İştahla kahvaltımı ederken fark ettim ki sofradakiler çoktan karınlarını doyurmuştu.

Onlar kalkmadan eğitim konusunu konuşmak istiyordum. Boğazımı temizleyerek ağzımdaki lokmayı yuttum. Çayımın kenarından bir yudum alıp, “Sizinle konuşmak istediğim bir konu var,” dedim.

Bütün dikkatler üzerime çevrildi. Yeliz merakla, “Düşmanla ilgili mi?” diye sordu.

Nedense bu konuya fazlasıyla takılmıştı. Omuz silkerek, “Pek sayılmaz,” dedim. Beklediği cevap bu olmadığı için omuzları düştü. Aslında onlarla düşman mevzusunu konuşmaya niyetim yoktu, en azından gerekli olmadıkça.

Pars, kararlı bir ses tonuyla, “Bu konuda bir gelişme varsa bilmemiz gerekiyor,” dedi.

Parla da hemen ikizine katıldı: “Evet, bu bizi de ilgilendiriyor. Buna hakkımız var.”

Sakinliğimi koruyarak, “Önemli bir durum olursa sizi de bilgilendiririm,” dedim. Tartışmaya girmek istemiyordum. Büyüklerden hâlâ ses çıkmıyordu. Cem ise her zamanki gibi şirket işlerine daldığından konuya pek ilgi göstermiyordu.

Kahvaltıma devam ederken, Cengiz’in sesi gerilmiş bir şekilde yükseldi:

“O zaman ne hakkında konuşacağız?”

Onun aklında Özgür’le ilgili bir şeyler döndüğünden emindim. Daha fazla gerilmemesi için lafı dolandırmadan konuya girdim:

“Düşündüm de… olası bir…” Doğru kelimeyi aradım, “…tehdit veya savaş durumunda, kısacası herhangi bir tehlikeye karşı sizlerin de hazır olması gerektiğini fark ettim.”

Söylediklerimin etkisini görmek için yüzlerini inceledim. Yeliz heyecanlanmıştı, sesi titrek bir merakla sordu:

“Senin gibi mi olacağız?”

Aklı başında bir insan neden ben olmak ister ki? Hafifçe kaşlarımı kaldırarak, “Kimse ben olamaz,” dedim. “Ama illa kafayı buna taktıysan, yaşadıklarımı yaşaman ve hayatta kalman gerek. Bunu istiyor musun?”

Hayatımın nasıl şekillendiğini az çok biliyordu. Bunu bildiği hâlde böyle bir soru sorması aptallığın daniskasıydı.

Selim, dikkati üzerine çekerek konuşmaya girdi: “Ne tür bir hazırlıktan bahsediyorsun?”

Yeliz’den gözlerimi çekip Selim’e döndüm. Ağzıma bir lokma daha attım, hızlıca çiğneyip yutarak net bir şekilde açıkladım:

“Silah ve dövüş eğitiminden bahsediyorum. Ayrıca psikolojik olarak da hazırlanacaksınız. Hangi durumda nasıl hareket etmeniz gerektiğini öğreneceksiniz.”

Sözlerim onları endişelendirmişti. Birbirlerine bakarak kafalarında sorular oluşturdukları belliydi. Cem, “Şirketlerimiz ne olacak?” diye sordu.

Bu konuda da bir çözümüm vardı. Eğitimlerini alırken işlerine de devam edebilirlerdi.

Demir, söze girerek kaşlarını çattı: “Bizim yaşımız kaç, başımız kaç? Biz kim, bu eğitimler kim? Kızım, lütfen aklını başına devşir.”

Tek kaşımı kaldırarak Cem’e döndüm ve “Eğitim görürken de işlerinize devam edebilirsiniz,” dedim. Ardından Demir’e dönerek daha ciddi bir ifadeyle ekledim:

“Evet, yaşlısınız, kabul. Ama bu eğitimlerin hafifletilmiş hâlini almanıza engel değil. Şimdi ben de sizden aklınızı başınıza devşirmenizi istiyorum, çünkü bu artık düşmandan bağımsız bir durum. Sizler benim ailem olarak biliniyorsunuz ve bu yüzden kendinizi hazırlamanız gerekiyor.”

Benimde düşmanlarım vardı ve kim olursa olsun, bir saldırı olacaksa benden korktukları gibi onlardan da korkmalılardı. Böylece saldırıyı düşünen kişi, sonuçlarını enine boyuna hesaba katmak zorunda kalacaktı.

Büyükler susup düşünmeye başladı. Haklı olduğumu biliyorlardı.

Benimse tek umudum, onlara öğrettiklerimle gün gelip bana sırtlarını dönmemeleriydi. Onlara asla güvenmiyordum. Kendi çocuklarına bile bunları yapanlar, güç ellerine geçtiğinde bana neler yapmazlardı ki?

İşte onların asıl sınavı burada başlıyordu. Eğer beni sırtımdan vurmayı seçerlerse, onlar için çok güzel bir son hazırlamıştım. Ama eğer sadık kalmayı tercih ederlerse, belki affetmek için bir yol bulabilirdim. Ama bu, şimdilik uzak bir ihtimaldi.

Sessizliği ilk bozan Cengiz oldu:

“Biz bunu kabul ediyoruz.”

Gülümsedim.

Yeliz de ekledi: “Biz de ne zamandır bu konuyu konuşmak istiyorduk ama bir türlü fırsatını yakalayamamıştık. Teşekkür ederiz.”

Demek benimle bunu konuşmak için kıvranıp durmuşlardı ama annelerine bile bir şey söylememişlerdi.

Neticede, bu onların kararıydı. Bu yüzden konuyu fazla sorgulamadım.

Kahvaltıma devam ederken onların neden hâlâ sofradan kalkmadığını merak ettim. Sofra adabından ya da yemek yiyen birine duydukları saygıdan dolayı beklediklerini sanmıyordum. Ağzım doluyken konuşmaktan pek hoşlanmasam da merakıma yenik düşerek sordum:

“Sormak istediğiniz bir şey var mı?”

Meltem derin bir nefes aldı, ardından tereddütle, “Şu nüfusa geçme meselesini konuşmak istiyorduk,” dedi.

Bunu zaten konuştuğumuzu sanıyordum ama belli ki onlar hâlâ bir şeyleri kabullenememişti. “Bunu zaten konuşmuştuk,” dedim. Karar çoktan verilmişti ve geri dönüşü yoktu. Ancak söyleyecekleri şeyi merak ettiğim için ekledim: “Evet, dinliyorum.”

Demir söze girerek yüzüme baktı, ardından kendince babacan bir tavırla konuşmaya başladı:

“Bak kızım, bu konuda bize ne söz hakkı tanıdın ne de itiraz etme şansı verdin. Ama atladığın bir şey var: Bizim de bir itibarımız var. Bu duyulursa millet ne der? Annen o insanların gözünde nasıl bir konuma düşecek, hiç düşündün mü?”

Sözleri mideme bir yumruk gibi oturdu. Ne hakla bana bunu söyleyebilirdi? Hele ki bunun esas mimarı kendileriyken? İçimde biriken öfkeyi bastırarak, derin ve keskin bir sessizlik içinde ona baktım.

Sonra soğukkanlı bir sesle, “Bunu bana siz mi söylüyorsunuz?” dedim.

İçinde barındırdığı ima yeterince açıktı. Ne demek istediğimi anladıklarında yüzlerindeki renk soldu. Bildiğimi bilmiyorlardı. Artık öğrendiler.

Birbirlerine tedirgin bakışlar attılar, fakat kimse konuşmaya cesaret edemedi.

Onların bu sessizliğini fırsat bilerek devam ettim:

“Beni yıllardır görmediler bile. Üçüncü bir çocuklarının olduğunun bilindiğini de sanmıyorum. Ama zaten bu saatten sonra bunun bir önemi yok. Çünkü yaptıklarınızın sonuçlarına katlanmak da hazırlığın bir parçası.”

Yeliz’e bakarak ekledim:

“Madem bana dönüşmeye bu kadar heveslisin, o zaman böyle bir şeyden korkmazsın, değil mi?”

Onların tartışmaları iştahımı kaçırmıştı. Ama enerjimi toplamak zorundaydım, bu yüzden istemesem de kahvaltıma devam ettim.

Tam o sırada Pars söze girerek, “Ne zaman başlayacağız?” diye sordu.

Konfor alanlarından çıkmaya ne kadar hazır olduklarını görmek ilgimi çekiyordu. Sakin bir şekilde çayımı yudumladım ve cevapladım:

“Bu hafta içinde.”

Henüz detaylı bir plan yapmamıştım ama bir düzen oluşturmak zorundaydım.

Günah dörtlüsü—Demir, Meltem, Selim ve Yeşim—beyaz yüzlerle sofradan kalkarak salonu terk etti. Bu halleri sinirimi bozuyordu. Cem de aldığı cevaptan sonra bir şey demeden gitti.

Şimdi sadece biz kalmıştık. Çekirdek aile… Ama bir fazlalıkla: o da bendim.

Yeliz çayından bir yudum alırken bana dönerek, “Haklısın,” dedi. Ardından gözlerini kaçırarak ekledi: “Dönüşmek için önce hatalarımızdan ders çıkarıp bununla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.”

Onların bu denli hızlı kavraması ilginçti.

Konuyu değiştirmek istiyordum. O yüzden Parla’ya dönerek “Bugün dışarı çıkacak mısın?” diye sordum.

Parla şaşırarak, “Hayır, neden?” diye sordu.

Onun, minik canlarımı emanet edebileceğim insanlardan biri olduğu aklıma geldi. Heyecanı bazen endişe verici olsa da, onlarla güzel bir şekilde ilgileneceğini biliyordum.

“Yoğun bir programım var, sürekli dışarıda olmamı gerektiren işlerim… O yüzden, istersen miniklerle sen ilgilenebilirsin,” dedim.

Gözleri parladı. Çocukça bir sevinçle, “Olur, seve seve bakarım!” dedi.

Ben de aynı ses tonuyla “O zaman artık minik canlarımın sorumluluğu sende,” diye karşılık verdim.

Pars araya girerek, alaycı bir şekilde, “O ne öyle, çocuğun eline oyuncak verip kandırır gibi?” dedi.

Parla’yı dürterek ekledi: “Sana kakalıyor şu an, farkındasın değil mi?”

Parla hemen cevap verdi: “Kıskanma Pars.”

Pars, omuz silkerek, “Ben uyarımı yaptım,” dedi.

“Yedi tane yavru var. Hepsiyle birden Parla ilgilenemez, özellikle büyüdüklerinde. O yüzden senden de bir el atmanı istesem ne dersin?” diye sordum.

Pars rahat bir şekilde gülümseyerek, “Bilmem… Şimdi ne desem bilemedim. Belki bana ‘abi’ dersen kabul edebilirim,” dedi.

Tek kaşımı kaldırarak, “Demezsem?” diye sordum.

Hızla cevap verdi: “O zaman ben de yardımcı olmam.”

Omuzlarımı silkip, “O zaman ben de başka birini bulurum,” dedim.

Keyifle çayımı yudumladım, kendi bilir diye düşündüm. Hiç uğraşamazdım. Parasıyla değil mi? Gider, uzman birini bulurdum.

Parla aniden atılıp “Ne demek başka birini bulurum? Ben bakabilirim!”

Kaşlarımı hafifçe kaldırıp, alaycı bir gülümsemeyle: “Şansına küs, kurunun yanında yaş da yanar.” dedim.

Bu sırada Cengiz de sohbete dahil oldu. Keyifli bir ses tonuyla:

“Ablan ve abinden daha güvenilir birini bulamazsın. Emin misin?” diye sordu.

Yüzümü buruşturdum.

“Güvenmek mi?” dedim alayla.

Parla aynı anda iç çekerek:

“Ben niye yanıyorum bunun yüzünden ya?” diye yakındı.

Pars da konuşmalara dahil olup ciddi bir ifadeyle:

“Tabii kızım, babam haklı. Biz varken elin adamı gelecek de bakacak, öyle mi? Olmaz.” dedi. Gözlerimi devirerek:

“Hayatında hiç hayvan baktın mı da böyle konuşuyorsun?” diye sordum. Ardından ekledim: “Hele ki bir kurt yavrusuna…”

Pars kendinden emin bir şekilde omuz silkti.

“Ne var yani bunda? Öğreniriz.”

Gülümseyerek gözlerini yakaladım. “Kabul ediyorsun o zaman?”

Hırsla başını dik tutup: “Ediyorum ulan!” dedi.

Ve zafer benimdi. Pars hariç hepimiz kahkahaya boğulduk. O ise yüzünü sıvazlayarak:

“Oyuna geldim.” diye homurdandı.

Parla’da, sırtına dostane bir şekilde vurup bilmiş bir edayla:

“Ya, böyle yaparlar işte adamı.” dedi.

Pars’ın sinirleri gerildi, Parla’nın üzerine atılmaya kalktı ama Yeliz sert bir sesle:

“Pars!” diyerek onu uyardı. O da derin bir nefes alarak: “Tamam be.” diyerek geri çekildi.

Ortamın havası bir anda keyifli ve sıcak bir hale büründü. Karnım da doyduğu için artık şirkete gitme vaktim gelmişti. Gülümseyerek ayağa kalktım.

“O zaman, minik canlar sizde… Ben kaçıyorum.” dedim.

Miniklerimi yerden alıp Parla’ya uzatırken, Yeliz aniden elime dokundu. Yaralı elimi kavradığında, diğer eliyle cam bir kap uzattı. İçinde koyu kıvamlı bir krem vardı. Sesi yumuşaktı.

“Bunu sana hazırladım. Akşam sür, iyi gelir.”

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım, böyle bir şeyi hiç beklemiyordum.

“Benim için mi?” Sözcükler, ağzımdan kendiliğinden dökülmüştü. Yeliz’in gözleri elimdeydi ama yaptığı şey nedense içimi ısıtmıştı. Hayatımda ilk kez benim için bir şey yapıyordu. Başını hafifçe salladı.

Kremi açıp kokladım ama neye benzediğini anlayamadım. Bu sırada Parla hafif bir tebessümle:

“Anne tarafından geçen bir şeymiş bu. Bitkilerle şifalı içecekler ve merhemler yapmak, annem bana da öğretti.”

Buruk bir gülümsemeyle: “Öyle mi?” diye mırıldandım.

Bu yönlerini hiç bilmiyordum. Çünkü bana öğretme gereği duyulmamıştı. Parla, söylediğinin farkına varınca telaşla toparlamaya çalıştı:

“Öyle değil yani… Of ya!” Sonra derin bir nefes alıp ekledi: “İstersen ben de sana öğretirim.” Başımla hayır işareti yaptım.

“Alternatif tıp ilgimi çekmiyor ama teşekkür ederim.”

Zaten akşamdan hazır olduğum için tekrar hazırlanma ihtiyacı hissetmiyordum. Ama ağzım sucuk kokuyordu. Naneli şeker var mıydı acaba? Ya da en iyisi, dişlerimi fırçalayıp öyle şirkete geçsem daha iyi olurdu.

Salondan çıkarken miniklerimi işaret ederek:

“Siz de.” dedim ve doğruca odama ilerledim.

Ama bilin bakalım yarı yolda aklıma ne geldi?

Doğru tahmin! Odamı Serkanlara bir geceliğine ödünç vermiştim… ve hâlâ oradalardı. Allah’tan kapıyı pat diye açmamıştım. Yoksa öldürmeyeceği varsa da öldürürdü. Ah, salak kafam! Bunları bile bile neden sucuk yersin ki? Artık yapacak bir şey yoktu. Nane şekeriyle idare edecek, şirketin tuvaletinde dişlerimi fırçalayacaktım.

Sessizce çıkışa yönelip, evden çıkmak üzereyken Cengiz aniden önümde belirdi. Yanından geçerken “Baş başa konuşmaya vaktin var mı biraz?” diye sormuştu.

Kapıyı açarken “Maalesef” dedim.

“Akşam var mı?” diye üsteleyince.

Bir an duraksadım. Benimle ne konuşmak istiyor olabilirdi ki? Bir de özel olarak? Merak etmiyor değildim. Ama akşam için planım vardı.

“Geç gelirim. Eğer uyanık olursan, neden olmasın?”

Başını salladı. “Tamam o zaman, sana kolay gelsin. Bekleyeceğim.”

Bekleyecekti… Allah Allah?

Onun garip tavırlarını aklımın bir köşesine not edip arabaya yöneldim. Beni bekleyen adamlara kısaca: “Şirkete.” diye seslenerek benim için açılan kapıdan içeri girip oturdum.

Araba hareket eder etmez, “Naneli şekeri olan var mı?” diye sordum. Ağzımda hâlâ o sucuk tadı vardı ve bu, sabahın köründe tahammül edebileceğim son şeydi.

Veli, her zamanki hızında cebinden bir şeker çıkarıp uzattı. “Buyurun, Lavinia Hanım.”

“Sağ ol.” Şekeri alıp hemen ağzıma attım. Serinletici nane tadı, sucuk kokusunu bastırırken asıl meseleye döndüm: “Şu bar ile ilgili bir şey bulabildiniz mi?”

Özgür ve Yeliz’in bir araya geldiği yeri araştırıyordum. Oradaki güvenlik kameralarından bir şey çıkmayacağı kesindi, ama o dönemde çalışan kişilere ulaşırsam belki yeni ipuçları elde edebilirdim. Tabi ilk önce bunun nerede olduğunu bulmam gerekiyordu.

Can, omuz silkerek “Hâlâ araştırıyoruz.” dedi. Kaşlarımı çattım. “Bu kadar uzun sürecek ne var?”

Sonuçta barın adı belliydi. Üstelik Özgür’e gelen fotoğraflarda da mekânın ismi net bir şekilde görünüyordu.

Cemal araya girerek “Kapatılmış olabilir. O yüzden bulmakta zorlanıyoruz.” dedi.

Derin bir nefes aldım. Haklıydı. Sonuçta 27 yıl öncesine ait bir mekândan bahsediyorduk. Kim bilir o zamandan bu yana kaç kere el değiştirdi, kaç kez konsepti değişti…

Ama bu belirsizlik canımı sıkıyordu.

Bu ağzına tükürdüğüm günah dörtlüsü, boylarından büyük bir işe bulaşmıştı. Ve bu işin altından nasıl kalkacakları tam bir muammaydı.

Gerçekler açığa çıktığında ne yapacaklarını görmek için sabırsızlanıyordum.

Hadi bakalım…

Şirkete vardığımda ilk işim doğruca tuvalete gidip dişlerimi fırçalamak olmuştu. Ardından birkaç görüşme yapmak için toplantı salonuna geçmiştim. Gelen bilgilere bakılırsa, Kağan efendi son zamanlarda epey meşguldü. Ondan korunmak için bana gelenlerin artması beni de meşgul ediyordu. Sağ olsun. İşimizi iyi yapıyorduk. Özellikle birbirimizi tanıyor olmamız, nasıl hareket edeceğimizi bilmeyi kolaylaştırıyordu. O öldürmek için para alıyordu, ben ise korumak için. Aslına bakarsan, mükemmel bir uyum yakalamıştık.

Timur amca, Kağan’ı sakladığı için kimse onun gerçekte nasıl bir aileden geldiğini bilmiyordu. Sadece bir akrabası vardı; amcası. Timur amcanın abisi. Bunu, Kağan’ın suça bulaşmasından sonra, onun öz amcası olduğunu öğrenmiştim. Oldukça da garipsemiştim. Daha önce hiç bahsi geçmemişti. Ama fazla sorgulamadım. En azından onun da kan bağı olan biri yanındaydı, yalnız kalmamıştı diye düşündüm. Yine de, Kağan hiçbir zaman amcasını tanıtmamıştı. Amcası da kendini göstermeye yanaşmamıştı. Hakkında sadece acımasız, şeytani dürtüye sahip bir canavar olduğu konuşuluyordu.

Açıkçası, kesinlikle tanışmak isteyeceğim biri. Umarım bir gün karşılaşırız.

Görüşmeler bittikten sonra kendimi evrak işlerine vermiştim. Önümde, korunmak için başvuru yapanların dosyaları vardı. Kimlerin bu korumayı hak ettiğini inceliyordum.

Tam o sırada kapım çalındı. Ancak "Gir" demeye fırsat bulamadan kapı hızla açıldığında. Başımı kaldırıp kim olduğuna baktım. Özgür’dü. Ve oldukça sinirliydi.

Asistanım, telaşla, “Özür dilerim Lavinia Hanım, engel olamadım.” dedi.

Sakin bir şekilde başımı sallayarak “Sorun yok, çıkabilirsin.” dedim.

Mahcup bir ifadeyle dışarı çıkarken, Özgür çoktan masamın önündeki koltuklardan birine kurulmuştu. Gerilen yüzü, çatılan kaşları ve gözlerindeki öfke her halinden belliydi. Mavi gözleri adeta ateş püskürüyordu.

Uuu, çok korktum.

Sessizliği ilk bozan ben oldum. “Evet, seni dinliyorum.”

Özgür alaycı bir ifadeyle karşılık verdi. “Asıl ben seni dinliyorum, küçük hanım.”

Son ziyaretlerinden beri onunla görüşmemem, hastaneden sonra bana ulaşamaması sinirlerini iyice germişti. Ama umurumda mıydı? Tabii ki hayır. Peşime adam takmadan önce bunu düşünmeliydi.

Sakinliğimi koruyarak “Ne duymak istiyorsun?” diye sordum.

Öne doğru eğildi. “Israrla benden kaçman ve adamımı öldürmen hakkında bir açıklama.”

Dosyaları yavaşça kapattım. Ona yaklaşıp ellerimi önümde birleştirdim. Kaşlarım çatılmıştı ama ses tonum hâlâ sakindi. “Peşime adam takmanın sebebini söylersen, neden açıklamayayım?”

Ciddiydim.

Bu yaptığı, beni küçümsediği anlamına gelirdi. Bana güvenmiyordu. Güven yoksa, her an tetikte demekti. Ve tetikte olması, bir tehlikeye hazırlandığının işaretiydi. Bu, anlaşmayı hiçe saymak için fırsat kolladığı anlamına gelirdi. Aileme zarar vermek için... Normal de bizim gibilerin tetikte olması meslek icabıydı ama bunun bana karşı yani öz kızına yapması şu şartlarda bu anlama gelirdi.

Bunu yaparak düşmanın ekmeğine yağ sürüyordu.

Özgür, sinirle bir kahkaha attı. “Çünkü sevgili kızım, dışarıda kim olduğu bilinmeyen bir düşman dolaşırken, yanına bir tane bile adam almadan umarsızca geziyor.”

Sesini hafifçe yükseltmişti. Ama bunu yaparken ne kadar gerildiğini görebiliyordum. Alnındaki damarlar belirginleşmişti.

Biraz duraksadı, sonra sesi daha sakinleşti. “Bir baba olarak evladımın hayatından endişe duyduğum için buna kalkıştığımı hiç göz önünde bulundurdun mu?”

Gözlerimi kısarak onu süzdüm. “Bulundurdum.”

“Eee? O zaman sen söyle. Nereye gittiği belli olmayan, sürekli ortadan kaybolan, başına bir şey gelse kimsenin haberinin olmayacağı biri için aynısını yapmaz mıydın?”

Benden empati bekliyordu. Hak vermemi, hatta özür dilememi istiyordu. Ama gözlerindeki asıl amacı gizleyemiyordu. Manipüle etmeye çalışıyordu.

Ama ben Lavinia Bukan’ım. Eğer bu tür oyunlara kanacak biri olsaydım, bugün burada olmazdım.

Gözlerinin içine bakarak “Yapmazdım.” dedim.

Beni anlamaya çalışırcasına başını biraz yana eğdi. Ama ben, buz gibi bir izlenim bıraktığımdan emindim.

“Ona güvenirdim. Güvenmiyorsam bile, ‘Tüm bunlara rağmen tek başına geziyorsa, bulsun belasını’ derdim. Hak ediyor derdim. Ya da en azından, onu karşıma alıp önce konuşurdum. Ama asla bu şekilde hareket etmezdim. Çünkü bu, küçümsemektir.”

Özgür, sinirle bir kahkaha daha attı. “Anlaşılan bu konuda anlaşamayacağız.”

Dişlerini sıkarak ekledi: “Neden benden kaçıyorsun?”

Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. “Kaçmıyorum.”

“Bir haftadan fazladır sana ulaşmamı engelleyip beni eve almaman mı kaçmamak?”

Sakinliğim onu daha da öfkelendiriyordu.

“Evet, çünkü sinirliyim. Benim gibi birinin peşine adam takılması hazmedilmesi kolay olmayan bir durum hele ki bunu babası yapıyorsa.”

Özgür, dudaklarını yalayıp sağa sola baktı. Aklındaki cümleleri toparlamaya çalışıyordu.

“Yani o adam yüzünden değil.”

“O adam” dediği kişi Cengiz’di. Cengiz’in geçirdiği kalp krizini, bir süre için stresten ve üzüntüden uzak kalması gerektiğini biliyordu demek ki. Ve haklıydı. Onun için Özgür’ü eve aldırmıyordum. Adının bile geçmesi Cengiz’i gerecek kadar büyük bir etkendi.

Ama bunu Özgür’ün bilmesine gerek yoktu.

“Hayır. Sinirli olduğum için.”

Yalan söylemiştim.

Özgür gözlerini kısmıştı. Şüpheleniyordu. “Peki, ben sana açık ve dürüst bir şekilde doğruları söylerken, sen bana ne kadar dürüstsün, Özgür?”

İtiraf etmediği sürece daha çok sinirlenecekti. Ama bu, benim sorunum değildi.

Aptal biri değildim, ama sanırım Özgür böyle düşünüyordu. Bu izlenimi maalesef ki yine ben sağlamıştım. Bizimkileri korumak ve zarar görmelerine engel olmak için, çocuk oyuncağıymış gibi onun nüfusuna—hatta sadece onun değil, rahmetli karısının nüfusuna da—kaydedilmeyi şart koşmuştum. Bu yüzden benim hakkımda sadece aptal değil, aynı zamanda fırsatçı ve korkak olduğumu da düşünüyor olabilirdi. Ama asıl amacım hâlâ anlaşılamamıştı. Umarım bunu anlayacakları bir zaman hiç gelmezdi.

Özgür, ses tonunu biraz yumuşatarak, “Bundan şüphen olduğunu bilmiyordum,” dedi. Ona başımı yana yatırarak baktım. “Ben kaç yaşındayım?” diye sordum.

Anlamaz bir ifadeyle, “Yirmi yedi,” dedi.

“Peki, ne tür bir işin içindeyim?”

“Oldukça kirli ve kanlı bir işin içinde,” diye yanıtladı.

“Bunun başında mıyım, yoksa emir alan bir çalışan mıyım?”

Ne yapmaya çalıştığımı hâlâ anlamıyordu ama cevap vermeye devam etti. “Başındasın.”

“Buraya gelene kadar ne tür şartlardan geçtim?”

Yutkunarak, “Oldukça zor, dayanılması güç şartlardan,” dedi.

“Peki, ben çocuk muyum?”

“Hayır, değilsin.”

“Peki, ben boş bir insan mıyım?”

Kafasını iki yana sallayarak, “Bu noktaya geldiysen, hayır,” dedi.

“O zaman beni neden kandırmaya çalışıyorsun?”

İşte şimdi ne yapmaya çalıştığımın farkına varmıştı. Bakışlarını kaçırarak, “Özür dilerim,” dedi.

Beklediğim şey de buydu. Yaptığının farkına vararak bir özür dilemesi. Daha yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya devam ettim.

“Bak, ben sizin gibi babadan el alarak bu işlerin içine girmedim. Benim ailem, evet, zengin ve güçlüydü, ama işlerini temiz yürüten insanlardı. Yani kısaca, ben bu hayatı bizzat deneyimleye deneyimleye geldim. Savaşa savaşa, kan döke döke… Bu yüzden beni istesen de kandıramazsın.”

Derin bir nefes aldım ve sertçe ekledim: “Şimdi, bunu bir daha yapacak mısın?”

Özgür, alaycı bir gülümsemeyle, “Düşünürüz,” dedi. Ben de hafifçe gülümsedim. Umarım tekrar kalkışmazdı.

“Peki, illa adamımı öldürmek zorunda mıydım?” diye sordu.

Dudaklarımı büzerek düşünceli bir şekilde, “Hayır, değildim. Ama bir ders alman gerekiyordu. Eğer tekrar böyle bir şey yaparsan, daha çok adamını kaybedersin,” dedim.

Gözlerini devirdi. “Onun da bir ailesi vardı, biliyorsun değil mi?”

Başımı evet anlamında salladım. Sıkıntılı bir nefes alarak, “Bu işe kalkışıyorlarsa ölümü göze almaları gerekir. Eğer almıyorlarsa, daha temiz bir işe girerler,” dedim.

Ayağa kalkarak bana doğru eğildi ve burnuma hafifçe bir fiske attı. Sonra tekrar yerine oturup sırıttı. “Bilerek ciddiyetin bozulsun diye söyledim,” dedi.

“Öyle olsun,” dedim hafifçe gülümseyerek.

Ardından, “Anlaşmaya vardık o zaman,” dedim. Özgür başını sallayarak, “Eee, diyelim,” dedi.

Kaşlarımı kaldırarak ona inanmaz bir bakış attım ama asıl sormak istediğim soruyu daha yeni yöneltecektim.

“Cengiz hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum.

Özgür hafifçe gerildi. “Neden onun hakkındaki düşüncelerimi merak ediyorsun?”

Omuz silkerek, “Merak ediyorum, olamaz mı?” diye yanıtladım. Bir süre düşündü ve ardından konuşmaya başladı.

“Kötü bir insan değil. Kendinden olmayan bir çocuğu, sırf sevdiği kadın için üstüne alacak kadar fedakâr. Ama keşke biraz da gözetip kollasaymış diyorum. Yine de, böyle bir durumda kalsam, benim de içim kaldırmazdı, yalan yok.” İşaret parmağını bana doğrultarak, “Bak, dürüstüm,” dedi.

Gözlerime bakarak devam etti. “Onun hakkında kötü bir düşüncem yok. Hatta ona minnettarım bile denebilir. Sen doğduktan sonra bir yuvaya da verebilirdi ama yapmadı. Üstelik, daha sen anne karnındayken bile yanındaydı. Sen ilk onu baba bildin… Yani kıskanmıyorum desem yalan olur.”

Sözleri beni gülümsetti. En azından yan yana geldiklerinde saygılı yaklaşacaklardı artık emindim.

Özgür, bu kez daha sert bir ifadeyle, “Ama o ailenin büyüklerini sevmedim. Sana yaptıklarını da bir kenara not alırsak, öldürmem için tonla sebep çıkar,” dedi.

Derin bir nefes alarak, “Buna kalkışmayacağın konusunda konuşmuştuk,” dedim. Ellerini havaya kaldırarak, “Tamam, tamam,” diye geçiştirdi.

Ardından, “Akşama işin yoksa seni bizim eve kaçırayım. Annem seni çok merak ediyor,” dedi.

Dudaklarımı büzerek başımı iki yana salladım. “Bu akşam olmaz, işim var. Ama yarın akşam tamam dersen gelirim,” dedim.

Ayağa kalktı, ben de onu uğurlamak için kalktım. Yanına yaklaştığımda tekrar burnuma bir fiske attı ve alaycı bir ifadeyle, “Ne işin var bakalım bu kadar?” diye sordu.

“Var işte bir şeyler. Yarın akşam anlatırım,” dedim.

Yanağımdan hafifçe makas alarak, “Öyle olsun bakalım. Ama bu ellerinin halini fark etmedim sanma. Sana bu konuda hesap sorma işini anneme paslıyorum. Bakalım ona da bana davrandığın gibi davranabilecek misin?” dedi ve gitti.

Derin bir iç çekerek arkasından baktım. En azından bu konuyu açıp detaylıca sormamıştı. Bu da bir gelişmeydi. Bilerek güvendiğini hissettirmeye çalışıyordu.

Asistana seslenerek “ Bana bir kahve getirin” dedim. Kapıyı kapatarak tekrar dosyalara odaklandım.

Akşam nihayet olmuştu. Can atarak beklediğim işime sadece birkaç saat kalmıştı. Peki, bu iş ne miydi? Bir motor yarışı. Ancak sıradan bir yarış değildi—uluslararası çapta düzenlediğim, ölümcül bir yarıştı. Her yıl bu tarihte, dünyanın dört bir yanından gelen yarışçılar, büyük ödül için mücadele etmek üzere bir araya gelirdi. Ancak yarışın sadece hızı değil, tuzaklarla dolu olması da onu farklı kılıyordu.

Pistte çeşitli tuzaklar yerleştiriliyor, hatta bu düzenlemeleri yapan adamlarıma bana bile söylememeleri konusunda kesin talimat veriyordum. Çünkü yarışın katılımcılarından biri de bendim. Yarış tehlikeli olduğu kadar kazanan için büyük ödüller sunuyordu. Katılmak isteyenler belirli bir miktar ödeme yapıyor, ödül havuzu büyüyor ve kazanan tüm parayı alıyordu—ki bu zamana kadar beni yenebilen biri çıkmamıştı. Büyük miktardaki para, yarışçıların ölüm riskini göz ardı etmesine neden oluyordu. Yine de tedbiri elden bırakmıyordum. Her yarışmacıya, ölmeleri halinde sorumluluk kabul etmeyeceğimize ve yarışa kendi rızalarıyla katıldıklarına dair bir belge imzalatıyordum.

Bu yarış, benim için sadece bir adrenalin tutkusu değildi; aynı zamanda bir sınav, bir hesaplaşmaydı. Yarışı düzenlemek kadar, polisten gizlemek ve izlerini kaybettirmek de büyük çaba gerektiriyordu. Şimdiye kadar kimse bu yarışın gerçek organizatörünün ben olduğumu öğrenememişti.

Kağan, bu yarışa hiç katılmamıştı. Katılacağını da sanmıyordum. Çünkü Timur Amca, bize bunun yanlış olduğunu öğretmişti. Ancak Kağan’ın uzak durmasının tek sebebi bu olmayabilirdi. Yarışı benim düzenlediğimi bilmemesi de bir faktördü. Kimsenin şüphelenmemesi için yarışın başka birinin adıyla düzenlendiğini ilan ediyordum. O isim, zamanında bana intikam almam için gerekli finansmanı sağlayan kişiydi. Onun desteğiyle bu yarışlara katılmış, ayrıca kafes dövüşlerinde de kendimi kanıtlamıştım. Dövüş sanatlarında oldukça iyiydim ve bu yeteneğim, zirveye ulaşmamda büyük rol oynamıştı.

Ancak bu yarışın benim için en önemli yanı, tarihiydi. 14 Şubat 2017. Timur Amca’nın ölüm tarihi. Yarışları 2020’den beri düzenlediğimi düşünürsek, bu beş yıl boyunca ona olan saygımı ve araçlar konusundaki yetkinliğimi kanıtlamış oluyordum. Bu yarış benim için bir sınav olduğu kadar, kendime verdiğim bir cezaydı. Eğer bu yarışta ölürsem, bunu ilahi bir adalet olarak görecektim.

Önümdeki evrakları bir kenara bırakıp ayağa kalktım. Şirketin otoparkında, bakımını özel olarak yaptırdığım Ninja Kawasaki H2R beni bekliyordu. Son derece hızlı ve güçlü bir makineydi. Bana layık bir hız canavarıydı—o kadar hızlıydı ki, eğer bir kaza yaparsam, geriye parçalarımı bile bulamazlardı.

Odamdan çıkıp otoparka doğru ilerlerken, yanıma gelen adamlarımı durdurdum. Gözlerimi tek tek üzerlerinde gezdirdim ve gülümseyerek, “Bugün de tekim, gençler,” dedim.

Tarihi biliyorlardı. Her yıl bu tarihte motorla ayrıldığımı da. Ve her seferinde, akşamında düzenlenen yarışa katıldığımı anlamamaları imkânsızdı.

Yine aynı tarihteydik.

Ve yine ben motorla ayrılıyordum.

Bu yarışa katıldığımı yakın çevremdeki adamlardan saklıyordum. Çünkü eğer öğrenirlerse, bunun yanlış olduğunu söyleyerek başımın etini yerlerdi. Onların engellemeye çalışmasını istemiyordum. Bu, benim kendi yolumdu.

Otoparka indiğimde, motorumun yanında durdum. Ninja Kawasaki H2R… Elimi yavaşça metal gövdesinde gezdirerek eski günlerin ruhunu hissetmeye çalıştım. O günden sonra, yani Timur Amca'yı öldürdüğüm günden sonra, sadece bu tarihte motora binmeye başlamıştım. Çünkü artık kendimi buna layık görmüyordum.

Timur Amca’nın motor sevgisi bize de geçmişti. O, araçlara yalnızca birer makine gözüyle bakmazdı. Onların da bir ruhu olduğuna inanır, her birine büyük saygı gösterirdi. Araçlara yapılan saygısızlığa asla tahammülü yoktu. İşte bu yüzden yarışları hiç sevmezdi. Ama ben… sayısını unuttuğum kadar çok yarışa katılmıştım. Ve her seferinde, mezarında kemiklerini sızlatıyordum.

Şimdi ise yalnızca onun ölüm yıldönümünde motora biniyor ve ölüme doğru sürüyordum.

Derin bir nefes alıp iç çektim. Gözlerim dolsa da bir damla yaş akmayacaktı. Bugün, ölümle ortak olacağım bir gündü. Diğer yarışçılarla olduğu kadar, ölümle de yarışacaktım. Bakalım gece sonunda hangi yarışçılar hayatta kalacak, hangileri sonsuzluğa karışacaktı? Bunu birkaç saat içinde görecektim.

Motora atladım, kaskımı ve eldivenlerimi taktım. Ancak yarışa katılmadan önce depolarımdan birine gidip hazırlanmalıydım. Çünkü aşırı yüksek hız yapacağım için özel koruyucu ekipmanları giymem gerekiyordu.

Keşke bu ekipmanları şirkete getirseydim… Burada hazırlanıp yola çıkmak daha kolay olurdu. Evde desem, artık öyle bir lüksüm yoktu—çünkü evim doluydu. Önceden ne güzel evimde hazırlanır, kimse fark etmeden yarışa giderdim. Ama neyse, şimdi bunları düşünme zamanı değildi.

Bu gece bizim için hangi tuzaklar hazırlanmıştı, buna odaklanmalıydım. Çünkü yarış pistinde sadece rakiplerime değil, ölümün kendisine de meydan okuyacaktım.

Motorun marşına bastığımda içimde hem heyecan hem de tarifsiz bir acı belirdi. Gaz kolunu çevirdiğimde, geçmişin izleriyle bugünün adrenalini harmanlayan bir yolculuğa çıkmıştım. Yarış pistine yakın, önceden belirlediğim depoya vardığımda, titizlikle hazırlanmış koruyucu ekipmanlarım beni bekliyordu. Sessizce üzerimdeki kıyafetleri çıkardım ve yarış için hazırlanmaya başladım. Depodaki aynaya göz attığımda, vücudumdaki ameliyat izleriyle yüzleştim. Sayısız kez bıçak altına yatmıştım ama hâlâ buradaydım. Hayatta olmamın bir nedeni olmalıydı; içimde, bitmemiş bir hikâyenin yazılmayı beklediğini hissediyordum.

Mat siyah motorcu ceketi ve pantolonum, üzerindeki kırmızı şeritlerle yıldırım motiflerini taşıyordu. Koruyucu kıyafetlerim, olası bir kazada zarar görmemi en aza indirecekti. Tamamen siyah olan kaskımı başıma geçirdiğimde, artık kim olduğum neredeyse belirsizdi. Boyumun uzunluğu ve giysilerimin hatlarımı gizlemesi sayesinde, kadın olduğum fark edilmezdi. Son kez aynaya baktım. Gözlerim, ardımda duran ve bana kızgın bakışlar fırlatan Timur Amca'yla buluştu. Derin bir nefes alarak, “Bu gecenin zaferi senin için,” diye fısıldadım ve motoruma atlayarak yarış pistine sürdüm.

Piste vardığımda güvenlik kontrollerinden geçerek yerimi aldım. Son gelen yarışmacı ben olduğum için gözler kısa bir an bana çevrildi. Kıyafetlerimi görenler, kim olduğumu hemen anlamışlardı. Bu yarışın her daim kazananıydım ve bu gece de farklı olmayacaktı. Ancak çabuk toparlanıp önlerine döndüler; zira yarışın başlamasına saniyeler kalmıştı. Bayrak havaya kalktı. Motorları çalıştırdık, bazılarımız gazı hafifçe sıkarak rakiplerine gözdağı veriyordu. Bayrak düştüğünde ve silah patladığında, gazı sonuna kadar açtım.

Yarış başlamıştı. Hız kadar dikkat de önemliydi. Beni geçen birkaç yarışmacıyı umursamadım; önümde bir rampa belirdiğinde hızımı artırdım. Ancak rampanın sonunda, aniden gözlerimi kamaştıran yoğun bir ışık patladı. Küfrettim ve hızımı hafifçe düşürdüm. Gözlerimi kıstım, çünkü tüm yarış boyunca kör şekilde gitmek istemiyordum. Rampanın ucuna vardığımda havalandığımı hissettim. Tekerlekler yere değer değmez gazı kökleyerek devam ettim.

Şimdi bir konteynerin üzerindeydik ve önümüzde üç tane daha vardı. Atlaya atlaya ilerlememiz gerekiyordu. Ancak biraz ileride sağlam görünmeyen bir boru vardı ve içine ilk girenlerden olmak büyük bir avantajdı. İlk konteynerden ikinciye atladım, ardından üçüncüye. Tam boruya atlamak üzereyken ışık yine patladı. Yine gözlerimi kıstım ve hızımı daha da artırarak boruya giriş için en doğru açıyı hesapladım.

Havada süzülürken kalbim deli gibi çarpıyordu. Yanlış bir hesaplama da aramızda ki bu yarışın galibiyetini kazanacak olan ölüm olacaktı. Önümde dört kişi vardı; ancak üçü ya boruya çarparak ya da aşağı düşerek elenmişti. Ben ise doğru hesaplamayla boruya sağlam bir iniş yaptım. İçerisi zifiri karanlıktı ve gözlerime hiç iyi gelmemişti. Tek bir rakibim kalmıştı ve o, çıkış noktasına ulaşmak üzereydi.

Borunun çıkışı gözlerime nokta kadar küçük bir ışık huzmesi olarak görünüyordu. Hızımı daha da artırarak son bir atlayış yaptım. Ama bir hata yapmıştım. Aradaki mesafe düşündüğümden daha kısaydı ve inişim riskliydi. “Siktir!” diye içimden geçirdim ve motorun ağırlığını öne vererek inişi dengelemeye çalıştım. Neyse ki, son anda durumu toparladım ve hızımı kökledim. Bu bir şans değildi, tecrübeydi. Artık son parkurdaydık.

Ancak arkamdan büyük bir gürültü koptu. Boru çökmüştü. Arkama bakmadım, ama borudan çıkanların fazla şansı olmadığını biliyordum. Önümdeki yarışçı ise anlık bir hata yaptı ve arkasına bakmaya kalktı. İşte o an, önümden hızla gelen bir nesne ona çarptı. Kemiklerinin kırılma sesi kulaklarımda yankılandı. Artık önümde kimse yoktu.

Son parkura girdiğimde, aniden havada vızıldayan bir şey fark ettim. Sağımda, solumda odunlar hızla geçiyordu. Yanlardan bize çarpacak şekilde yerleştirilmiş devasa kütükler vardı. Bunlardan birine çarpmak, burada ölmek demekti. Kendimi kontrol altında tutarak, hareketlerinin arasındaki boşlukları hesapladım ve tam zamanında gazı sonuna kadar açarak hızlandım.

Sonunda bitiş çizgisine ulaşmıştım. Hızımı yavaşlatarak geçtiğimde motoru durdurdum ve pistin ardına göz gezdirdim. Bu yıl, diğer yıllara kıyasla çok daha fazla yarışçı hayatını kaybetmişti. 50'ye yakın kişi yıkılan borunun altında kalmış ya da odunlara çarpıp sinek gibi ezilerek can vermişti. Arkamdan yalnızca birkaç kişi çıkabilmişti ama beni geçememişlerdi.

Bu gecenin zaferi bir kez daha benimdi.

Pisti savaş alanına çeviren kaosu izlerken, yanıma bu ölümcül yarışların organizatörü olarak bilinen Kılkuyruk yaklaştı. Gerçek adını bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi ve ben onlardan biriydim. Ama o, adını bir sır gibi saklamayı tercih etmişti. Kılkuyruk… Bu lakap, sadece onun karakterini yansıtan bir maskeden ibaret değildi. Aynı zamanda polislerin ve düşmanlarının dikkatinden kaçmasını sağlayan bir kalkan gibiydi.

Etrafımda yavaşça dolandıktan sonra yanımda durdu, bana hafifçe göz kırparak elimden tuttu ve bir hareketle havaya kaldırdı. Ardından seyircilere, havada süzülen dronlara ve pistin dört bir yanına göz gezdirerek tok ve kendinden emin bir sesle:

“Bu gecenin kazananı yine değişmedi! Her yarışta olduğu gibi, galibiyeti kimseye bırakmayan… ANKA!”

diye haykırdı.

Ve o an, kalabalık patladı. Burada ki seyircilerden yükselen alkış ve tezahürat tufanı geceyi inletti, beton zemin titreşiyormuş gibi hissettirdi. İnsanlar çılgına dönmüştü. Bazıları ismimi haykırıyor, bazıları kollarını havaya kaldırarak zaferimi kutluyordu.

Kılkuyruk’la ilk tanıştığımızda bana Anka demeye başlamıştı. Hayatımı öğrendiğinde, küllerimden doğduğumu, her defasında yeniden yükseldiğimi söylemişti. Ve bir gece, ilk yarışımı düzenleyip kazandığımda, beni bu isimle tanıtarak kalabalığın önüne çıkarmıştı. O günden sonra, yarışlar için Anka oldum.

Bu benim de işime geliyordu. Gerçek kimliğimi bilen tek kişi oydu. Beni gizliyor, saklı tutuyordu. Ve bunu yaparken, seyirciler üzerinden bahis oynayarak büyük paralar kazanıyordu. Bu işlere kafası fazlasıyla iyi çalışıyordu.

Elimi bırakıp kalabalığı sakinleştirmek için ellerini kaldırdı. Ardından bana başıyla gitmemi işaret etti. Hafif bir reverans yaparak motoruma atladım ve hızla oradan uzaklaştım.

---

Buraya yakın bir gece kulübü vardı. Burası da Kılkuyruk’un, yani dolaylı olarak benimdi. Yarışlardan sonra buraya uğrar, biraz soluklanıp kafamı dağıtırdım.

Kulübün önüne vardığımda motoru park ettim. Kaskımı çıkarmadan içeri girdim. Beni tanıyan güvenlik görevlileri, selam vermekle yetindi. Bu gecenin organizasyonunu bildikleri için her zamanki gibi buraya uğrayacağımı tahmin etmişlerdi.

Kapıyı araladığım anda yüksek sesli müzik, göğüs kafesimi titretti. Bas sesleri midemde yankılandı, zeminden yükselen ritim damarlarımda dolaşıyordu. Mekân, yanar döner ışıkların ve sigara dumanının etkisiyle adeta bir girdap gibi içine çekiyor ve insanın başını döndürüyordu.

Salonun karanlık köşelerinde, birbirine dokunan ve geri kalan her şeyi unutan insanlar vardı. Kimileri kendinden geçmişçesine dans ediyor, kimileri de kalabalığın içinde kayboluyordu. Kimse kimseyi umursamıyordu. Burada herkes sadece kendi dünyasında yaşıyordu.

Gözlerimle etrafı taradıktan sonra, sol taraftaki merdivenlerden locama doğru ilerledim.

Diğer localar doluydu. Kimi kahkahalar içinde eğleniyor, kimi aldığı maddelerin etkisiyle zihnini kaybetmiş bir haldeydi. Kimi ise odalarına çekilmek yerine oldukları yerde arzularına yenik düşmüştü.

Benim locam ise kulübün en üst katında, yalnızca bana ve Kılkuyruk’a ait bir alandı. Burası, kaosun içindeki tek sessiz noktaydı.

Yavaşça merdivenleri tırmanırken, alt kattaki kargaşayı bir kez daha gözden geçirdim.

Bu mekân, gecenin gölgesinde saklı bir krallık gibiydi.

Ve ben, o krallığın isimsiz hükümdarıydım.

Locamdaki koltuğa usulca yerleştiğim anda, beni fark eden garsonlar ellerinde tepsilerle yanıma doğru ilerledi. En öndeki, bana yaklaştığında hafifçe eğilip tepsideki içkileri uzattı.

"Hoş geldiniz efendim. Özel bir isteğiniz varsa hemen getirebiliriz."

Sesindeki cilveli ton ve beden dilinden anlaşılıyordu; beni erkek sanıyordu. Kaskımı çıkarmamıştım, dolayısıyla yarışın kazananının bir kadın olabileceği ihtimalini bile aklından geçirmemişti. Eğer gerçekten bir erkek olsaydım ve ona karşılık verseydim, kendini sunmaya hazırdı.

Tüh, şansına küssün.

Bana dudaklarını hafifçe ısırarak bakarken, üstüne biraz daha eğilip dekoltesini sergilemeye başladı. Sadece gülümsemekle yetindim. Ardından kaskımı yavaşça çıkardım, saçlarım omuzlarıma dökülürken gözlerinin nasıl irileştiğini izledim.

"Yalnız, onlardan bende de var canım."

Kızın yüzü bir anda düştü. Surat ifadesi dondu, gözleri panikle açıldı, eli ayağına dolandı. Bozguna uğramıştı. Hafifçe kıs kıs güldüm, tepsiyi düşürmeden önce bir içki kaptım.

Titremesi hafiflese de tamamen geçmemişti. Yutkunarak, sesi titrek ve mahcup bir tonda sordu:

"Afedersiniz… Başka bir isteğiniz var mı?"

Bardağımı dudaklarıma götürmeden önce keyifle cevap verdim:

"Yok, ama Kılkuyruk geldiğinde ona yap bunları."

Kız başını sallayarak hızla uzaklaştı ama giderken bile arada bana bakmayı ihmal etmedi. Umursamaz bir ifadeyle gözlerimi tekrar aşağıdaki kalabalığa çevirdim. İnsanlar dans ediyor, içkiler havada uçuşuyor, neon ışıklar yanıp sönerek mekânı bir halüsinasyona çeviriyordu. Ama benim aklım bambaşka bir yerdeydi.

Kağan.

Bu gece neredeydi? Ne yapıyordu? Merak etmeden duramıyordum. İçkimden bir yudum alırken telefonumu çıkardım. Parmaklarım, numarasının üstünde durdu.

Onun sesini duymak istiyordum.

Ama aramamın bir anlamı var mıydı? Onun bu gece sesini duymak isteyeceği kişiler arasında olmadığımı biliyordum. Yine de içimdeki dürtüye engel olamayıp arama tuşuna bastım. Telefon çalmaya başladı.

Bir, iki, üç...

Açmadı. Tabii ki açmadı. Hiçbir zaman açmazdı.

Tam telefonu kulağımdan çekmek üzereydim ki, bir anda karşı taraftan gelen bir rüzgar hışırtısı duyuldu.

Yutkundum. Açmıştı. Ama konuşmuyordu.

O, bulunduğum mekânın yüksek sesli müziğini dinlerken ben, onun sessizliğin içindeki rüzgârın uğultusunu dinliyordum. Mezarlıkta mıydı? Olabilirdi ama emin değildim.

Bir şey söyle. Bir kelime. Bir harf bile yeter. Diye geçirdim içimden.

Ama ne o konuştu, ne de ben. Sessizlik içinde dakikalar geçerken, içimdeki boşluk büyüyordu. Kalbim ağırlaşıyor, beynim zonkluyordu.

Tam o anda, yanımdan gelen tanıdık bir ses beni yerimden sıçrattı.

"Lav."

Başımı hızla çevirdiğimde gözlerim büyüdü.

Burada ne işi vardı? Onu yıllardır görmemiştim. En son psikolojim dibe vurduğunda aklıma gelmişti. Ve şimdi, aniden karşımdaydı.

Üzerimdeki şaşkınlık, telefonun hâlâ açık olduğunu unutturmuştu.

"Ne işin var burada? Ayrıca... bu kıyafetler de ne?"

Sesi, eski dostla karşılaşmanın samimiyetini taşıyordu. Beni baştan aşağı süzüyordu. Buraya nasıl geldiği, üstelik beni nasıl bulduğu bir muammaydı. Ama ağzımdan sadece kısık bir ses çıktı:

"Tamer."

Sonra, kendime gelip yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirerek ayağa kalktım. Elimi uzatıp onunla tokalaşırken alaycı bir ifadeyle sordum:

"Asıl senin ne işin var burada?"

İçten bir gülümsemeyle omuz silkti.

"Biraz kafa dağıtmaya, eğlenmeye geldim."

Bunu tahmin etmiştim. Buraya gelenlerin çoğu aynı sebepten buradaydı. Başımı yana eğip "Otur" diye işaret ettiğimde, hiç tereddüt etmeden yanıma yerleşti.

Ancak o anda, hâlâ elimde tuttuğum telefonu fark ettim. Hızla ekrana baktım.

Kağan telefonu kapatmıştı. İçimden sadece bir kelime geçti. Neyse.

Düşüncelerimi kenara iterek, bakışlarımı tekrar Tamer’e çevirdim.

"Beni nasıl buldun?"

Gözleri, içimde kopan fırtınaları okuyabilecek kadar derindi. Beni süzerken yüzüne hafif bir tebessüm yerleşti ve aşağıdaki çıkışı işaret ederek konuştu:

"Ortamda dikkat çeken biri oldun. Girdiğin andan beri seni göz hapsinde tuttum. Kaskını çıkardığında sen olduğunu fark ettim ve bir selam vermek istedim. Kötü mü ettim?"

Sesi, alkolle karışmış o tanıdık sıcaklığı taşıyordu. Kafamı hafifçe sallayarak gülümsedim.

"Hayır, hatta iyi bile oldu."

Aslında ben de onu görmeyi düşünüyordum. Bu karşılaşma, sıradan bir tesadüften öte bir şeydi sanki. Tamer, gözlerini kısarak beni baştan aşağı süzdü.

"Eee, sen? Bu hâlinle burada ne yapıyorsun?"

Motorcu kıyafetlerimle bu mekânda bulunmam ona pek mantıklı gelmemişti. Omuz silkerek umursamaz bir tavırla yanıt verdim:

"Hiç, biraz değişiklik olsun diye uğrayıp eğlenmeye geldim."

Ama onun ela gözlerindeki sorgulayıcı bakıştan, bana inanmadığını anlıyordum. Bir an durdu, sonra kaşlarını hafifçe kaldırarak hınzırca bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Aniden belimden kavrayarak beni kendine çekti.

Bedenim ona yaslanmak zorunda kaldı.

Sarhoştu. Bunu, bana doğru eğildiğinde içki kokan nefesinden anlamak zor değildi. Başını hafifçe eğerek boynuma doğru yaklaşırken, dudaklarının arasından boğuk bir fısıltı süzüldü:

"Rahatlamak istiyorsan bana gel. Kapım her zaman açık, biliyorsun."

Bu sözleri beni şaşırtmadı. Çünkü Tamer benim ilkimdi. Onun etik dışı yöntemleri arasında hastalarıyla ilişki yaşamak da vardı. En zayıf hâlimdeyken, acının içinde kaybolduğum zamanlarda bana şehveti tattırarak başka bir duygu hissetmemi sağlamıştı. Böylece saldırganlığımı da bir nebze olsun dizginleyebiliyordu.

Ama o gece, sekiz yıl önce yaşanan o gece, her şeyi değiştirmişti. Ondan sonra bir daha onunla olmamıştım ve olmaya da niyetim yoktu.

Çünkü kalbimde, imkânsız bir aşkın ağırlığını taşıyordum.

Tamer benden sadece beş yaş büyüktü, şu an otuz iki yaşındaydı. O zamanlar kariyerinin başındaydı ama etik değerleri pek de umursadığı söylenemezdi. Şimdi de beni daha da kendine çekip yatırmaya çalıştığında nazikçe ondan kurtuldum.

"Olmaz, Tamer."

Ama o, vazgeçmeye niyetli değildi. Yeniden beni kendine çekerek başını boynuma gömdü. Kaçmaya çalışırken fısıldadı:

"Sadece boynunda duracağım Lav. Daha ötesine gitmeyeceğim. Eski günlerin hatırına, buna izin ver."

"Olmaz."

Kendimi hızla geri çektim. Bunun bana kendimi kötü hissettirmekten başka bir işe yaramayacağını biliyordum.

Tamer’in gözlerinde yenilmişliğin ve hayal kırıklığının izleri vardı ama ben hiçbir şey hissetmiyordum. Onun için sadece bir arkadaş olarak üzülüyordum. Ancak böyle bir şeye kalkışması… aptallıktı.

Oturduğu yerden kıpırdamadan bana bakarken, ben yerimden kalkıp tam karşısına geçtim. Yüz hatları gerildi. Reddedilişin acısını kabullenmeye çalışıyordu.

Bu saatten sonra ondan tedavim için yardım alma düşüncesini tamamen kafamdan sildim. Bu, benim için daha büyük bir tehlike olurdu.

Tamer, toparlanmamış olmasına rağmen toparlanmış gibi davranarak dudaklarına zoraki bir gülümseme kondurdu. "Hâlâ o adamı mı seviyorsun?"

Sorunun cevabını biliyordu ama yine de sordu. Meslek alışkanlığıydı herhalde, insanlara cevabını bildiği soruları sordurtur veya sorardı.

Bacak bacak üstüne attım, ellerimi önümde birleştirdim ve doğrudan gözlerinin içine baktım.

"Senin de hâlâ bana duyguların mı var?" diye sordum.

Çünkü o, etik değerleri umursamadan benimle birlikte olduktan sonra, zaman içinde bana karşı hissettiklerini bastıramaz hale gelmişti. Bunu, bana olan davranışlarından, gözlerindeki ışıldayan o tuhaf ifadeden, konuşmalarındaki ince değişimlerden anlayabiliyordum. Şimdi bile aynıydı. Gözlerinde derin bir özlem ve içini kemiren bir hasret vardı.

Soruya soruyla karşılık vermem canını sıkmıştı. "Lav… Benim için hiç mi bir şey hissetmedin?" diye sordu. Sesi, alışık olduğum soğukkanlı, alaycı tonundan uzak, neredeyse yalvarırcasına çıkmıştı.

"Canını yakacak sorulardan kaçın, Tamer."

Bu cevap ona yetmeliydi. Bir an gözlerime baktı, sonra kendini toparlayıp ifadesini sertleştirdi. Konuyu değiştirmeye çalışıyordu.

"O halde sekiz yıl sonra tekrar karşılaşmamızı kutlayalım."

Garsonu çağırdı, tepsisinden bir kadeh içki aldı. Masada duran bardağımı alıp havaya kaldırırken onu izledim. O içkisini tek yudumda bitirirken, ben yalnızca küçük bir yudum aldım.

Bardağını masaya bırakıp derin bir nefes verdi, ardından gözlerini tekrar bana dikti.

"Epey yükselmişsin, tebrik ederim. Ama duyduğuma göre bir psikiyatrist arıyormuşsun."

"Arıyorum."

Bunu saklamamın bir anlamı yoktu. Zaten yeterince uzun zamandır arıyordum. Birde bulabilseydim tam olacaktı.

Tamer başını yana eğdi, dudaklarında belirsiz bir ifade vardı.

"Neden doğrudan bana gelmedin?"

Ona sence? der gibi baktım. Cevabı anladığında sıkıntıyla başını salladı.

Zaman ilerledikçe, sohbet de iyi ilerliyordu ama Tamer’in kalkmaya niyeti yoktu. Eğer Kılkuyruk buraya gelse bile, Tamer yanımdayken onunla istediğim gibi konuşamazdım. Ve bu, benim için ciddi bir sorundu.

Tamer tam da en yanlış zamanda karşıma çıkmıştı. Onu şimdi göndersem ayıp olurdu, bu yüzden bekledim. Kılkuyruğa kısa bir mesaj atarak durumu bildirdim, ardından telefona göz attım. Gece yarısını geçmişti.

15 Şubat’a girmiştik.

14 Şubat… Timur Amca’nın ölüm yıl dönümü. Ama aynı zamanda Sevgililer Günü. Ne garip bir tesadüftü… Sekiz yıl önce, yine bu tarihte, Timur Amca, Kağan’la beni ayırmıştı. Hem de bunu benim ellerimle yapmıştı. Kağan’ın gözleri önünde.

O an, ne yaptığımın farkında mıydı? Onu vurduğumda, yere düşerken Kağan’ın haykırışı geceyi parçalamıştı.

"Baba!"

Silahın sesi, onun çığlığına karışarak yankılandı. Gecenin sessizliğini bölen tek şey, panikle havalanan kuşların kanat sesleriydi. Ama bir süre sonra, sanki kaybettikleri kişinin iyi biri olduğunu biliyorlarmış gibi, harabenin çevresinde sessizce dönmeye devam ettiler.

Bense donup kalmıştım. Zaman yavaşlamıştı. Yerde yatan Timur Amca’nın bedeni, ona doğru koşan Kağan… Her şey bir kâbusun içindeymişim gibi ağır çekimdeydi.

Sonra beynimin içinde bir acı patladı. Bir cam kırılır gibi.

O silah sesiyle beynim çatlamış, Timur Amca yere düştüğünde ise tamamen paramparça olmuştu. Şimşekler zihnimde çakıyordu. Sesler, görüntüler, hisler... Her şey birbirine karışıyordu.

Kağan, Timur Amca’nın yanına diz çöküp onu sarsarken, ben sadece bulanık bir camın ardından izliyormuş gibi hissediyordum. Ama Kağan’ın sesi…

O her şeyden daha gerçekti.

Timur Amca’nın artık nefes almadığını anladığında, Kağan başını gökyüzüne kaldırdı ve öyle bir çığlık attı ki...

Yer sarsıldı.

Etrafımızdaki her şey sallanmaya başlamıştı. Sanki deprem oluyordu.

Kağan’ın çığlığı yankılanarak zihnime ulaştığında, o bulanık cam tamamen parçalandı. Gerçek, bir ok gibi zihnime saplandı. Ne yaptığımı anladım.

Neye mal olduğunu.

Babam gibi gördüğüm adamı öldürdüğümü.

Nefes alamıyordum. Boğazımı sıkan eller varmış gibi bir his vardı ama ellerim yalnızca boşluğu tutuyordu. Çığlık atmak istedim, ama sesim çıkmadı.

Kağan bizim yerimize de haykırıyordu zaten.

Bense sadece gözyaşlarıma teslim oldum.

Ne kaçtım, ne çırpındım.

Sadece izledim.

Yerdeki silahı aldım. Soğuk metal avuçlarımda ağırlık yaparken, bu defa gerçekten son bulacağımı düşündüm. Kafama dayamak yetmezdi; olur da ölüm yine beni reddederse diye, garantiye almak istedim. Namluyu şah damarımın üzerine, ucu yukarı bakacak şekilde ayarladım. Tetiği çektiğimde kurşun hem damarımı parçalayacak hem de beynimi dağıtacaktı. Eğer biri yetmezse, diğeri mutlaka bitirirdi.

Ama o an… Bir hareket gördüm.

Kağan’ın arkasında, az önce yere düşmüş cansız bedenin yanında biri belirdi. Sonra diğerleri…

Gözümün önünde parçalanarak kaybettiğim dostlarım. Ellerimle öldürdüğüm Timur amca… Hepsi bana bakıyordu. Gözlerindeki öfke, hayal kırıklığıyla iç içe geçmişti.

Ve Timur amca, karanlığın içinden yükselen bir fısıltı gibi konuştu:

"Bana verdiğin son sözü ne çabuk unuttun? Bari bunu tutmayı başar."

Ona yaşamak için söz vermiştim. Ne olursa olsun vazgeçmeyeceğime, her şeye rağmen devam edeceğime… Daha önce birçok söz vermiş, hiçbirini tutmamıştım. Ama şimdi, bu sözü hatırlamamı istiyordu.

Yaşa.

Bunu söylüyordu. Ama nasıl? Bunca acıyla, bunca kayıpla, bunca günahla… Yaşamak nasıl mümkün olurdu? Hiçbir fikrim yoktu.

Parmaklarım gevşedi. Silah elimden kayıp düştü.

Timur amcanın sözleri kulaklarımda yankılandı. "Yaptıklarınla yaşa. Acı içinde yaşa. Ölüm seni kurtarır, sen kurtulma."

Gerçek ceza buydu. Ölmek değil, hayatta kalmaktı.

O an aklıma bir de Serkan geldi. Onu da yüzüstü bırakamazdım. Her şeyini bana bağlamıştı; onu da terk edemezdim. O günden sonra, içimdeki acıyı kabul ettim. Onu iliklerime kadar hissettim. Onunla büyüdüm. Serkan için… Kağan için…

Bu acıya tutunarak güçlendim. Ve eğer bir gün onlara zarar vermeye kalkışan olursa, benim adımı duyduklarında saklanacak bir delik aramalılardı. Gölgemden dahi korkmalılardı.

Aşağıdaki manzaraya dalmış, geçmişin enkazı arasında kaybolmuştum ki. Gözümün önünde bir el parmaklarını şaklattı. İrkilerek yerimden sıçradım.

Yanıma dönüp baktığımda Tamer’i gördüm. Beni anılarımın azabından çekip çıkarmıştı. Daldığımı fark etmiş, yerinden kalkarak yanıma gelmiş ve parmaklarını şıklatarak beni gerçek zamana geri döndürmüştü.

Şimdi gözlerimin içine, bir doktorun hastasını incelediği gibi bakıyordu. Sessiz, dikkatli… Ama içinde bir şeyleri çözmeye çalışan bir ifade vardı. Yüz hatlarımı, solgun bakışlarımı, ağzımdan çıkan kelimelerin ağırlığını tartıyordu. Bu inceleme ürkütücü olabilirdi, fakat içinde bir parça anlayış da taşıyordu.

Ben ona dönerken, o da ağır hareketlerle oturduğu koltuğa geri yaslandı.

“Sekiz yıl önce başkaldırı düzenleyip kaçtığında ne oldu?” diye sordu.

Sesi yumuşaktı, ama altındaki merak keskin bir bıçak gibiydi. Benden bir itiraf, bir açıklama bekliyordu.

Ama bazı şeyler anlatılmak için değil, gömülmek içindir.

Kağan konuşmadığı sürece, ben de konuşmazdım. O gece yaşananlar yalnız bana ait değildi. Ben tek başıma savaşmamıştım. Düşmanlarımızı sadece ben yok etmemiştim. Kağan da vardı.

Bir taraftan ben saldırırken, diğer taraftan da o saldırmıştı. İkimiz, aynı ateşin içinde yanmıştık.

Ve o zamanlar, Serkan yanımda bile değildi. Üzerine atılan bir iftira yüzünden hapse sürüklenmişti.

Her şeyin bitmesinden sonra Serkan’ı özgürlüğüne kavuşturmak için ne gerekiyorsa yapmıştım. Hapisten çıktığında ise. Artık Kağan’dan bağımsız hareket ediyordum. Ama Serkan’ın da güçlü olmasını istiyordum. Beni yok etmeye cesaret edenler, onu da hesaba katmak zorundaydı.

Eğer biz ayrı düşersek, düşmanlarımız tek tek avlanacaklarını bilmeliydi. Çünkü ben bir taraftan, Serkan diğer taraftan saldırırsa, kurtulma şansları sıfırdı.

Ayrıca… Kağan bir gün benim canımı alırsa, tek başına ayakta kalabilmeliydi.

Bu yüzden, geçmişin külleriyle örülü bu hikâyeyi Tamer’e anlatamazdım.

Bu sadece benim değil, Kağan’ın da sırrıydı.

Ona sert bir ifadeyle baktım. Sonra alaycı bir gülümsemeyle başımı hafifçe yana eğip, “Neler neler olmadı be… Ne günlerdi!” dedim ve abartılı bir kahkaha attım. Masadaki içkimi aldım, ona doğru kaldırdım ve bir dikişte içtim. Buna ihtiyacım vardı.

Ama Tamer’in yüzü hiç değişmedi. Gözlerimi aynı dikkatle, aynı rahatsız edici ciddiyetle süzmeye devam ediyordu.

“Lav, madem bize dair bir umut yok… Ama bunu da mı bilmeye hakkım yok?” dedi.

Sesi, fazlasıyla sakindi. Tehlikeli derecede…

Başımı hızla iki yana salladım. Yanaklarımı şişirip düşünüyormuş gibi yaptım, sonra hınzırca sırıtarak ona baktım. Konuyu değiştirmeliydim.

“Benden sonra hiç kimseye gönlün kaymadı mı?” diye sordum, sesime hafif bir meydan okuma katarak.

Tamer’in yüzü anında gerildi. Gözleri, avına odaklanmış bir yırtıcı gibi karardı. “Şıpsevdi biri miyim ben, Lav?” dedi, sesi tehditkâr bir fısıltıya dönüşmüştü.

Ne alaka? Ben sadece sormuştum.

“Hadi ama, sekiz yıl geçti Tamer… İllaki biri olmuştur,” dedim, hafif bir gülümsemeyle.

Sonuçta Tamer her zaman flörtöz biriydi. Birine körüne bağlı kalacak biri değildi. Ama bu defa… “Senin oldu mu ki, bana bunu sorabiliyorsun?” dedi.

Tamer’in sesi, odanın içinde yankılanan soğuk bir gerçek gibi yüzüme çarptı.

Ne yani, gerçekten olmadı mı?

Benimle o aynı değildi.

Garsonu çağırdım, ama gelene kadar tek kelime etmedim. Sessizlik, aramızdaki gerilimi daha da büyütüyordu. Tamer’in bakışları üzerimdeydi; sorgulayan, yargılayan, hatta belki de cezalandırmak ister gibi.

Ne yaptım ulan, sadece bir soru sordum!

Garson tepsiyle yanımıza geldiğinde, o daha bir şey demeden tepsiyi elinden aldım ve onu eli boş gönderdim. Bu gece buna ikimizin de ihtiyacı olacaktı.

Bardaktaki içkiyi bir yudumda boğazımdan aşağı yuvarladım. Camı masaya bırakırken, gözlerimi Tamer’den ayırmadan konuya son noktayı koymak ister gibi konuştuğumda sesim pürüzsüzdü:

“Senle ben aynı değiliz, bir tutma.”

Tamer’in çenesi kasıldı. Parmaklarını kütletti. Kasları gerilmişti.

“Niye?” dedi, sesi tehditkâr bir fısıltıydı. “Sen sevip, o hariç herkese yasak koyarken, ben bunu yapamaz mıyım? Ben birini gerçekten sevemez miyim?”

Sözleri mideme bir yumru oturmasını sağlamıştı.

Ne dedi o?

Ben de kendime yasak koydum mu, dedi? Yoksa ben mi yanlış anladım? Ama onun bakışları… Ciddiydi. Korkutucu derecede ciddiydi.

Gözlerim büyüdü.

“Bu imkânsız.” Sesim neredeyse bir fısıltıydı. Tamer acı bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. “Emin ol, bu konuda hiç şaka yapmıyorum.”

Gözleri yeniden keskinleşmişti. Sesi kararlıydı.

“İmkânsız,” dedim tekrar, bakışlarımı kaçırarak. “Sen bir erkeksin. Bu, doğaya aykırı.”

Çünkü ben de kendime yasak koymuştum. Kimseyle olmamayı seçmiştim. Ve bir erkek için böyle bir şeyin mümkün olması, benim dünyamda kabul edilemez bir ihtimaldi.

Ama Tamer’in duruşu, bakışları… Gözlerindeki suçlayıcılık, içimdeki inancı paramparça ediyordu. Gözlerimle ona "Hassiktir, oradan lan!" diye bakıyordum.

Tamer aniden sinirle hafifçe kalkarak bana doğru eğildi. Eliyle bana parmak sallarken sesi, içindeki öfkeyle titriyordu:

“Senin yüzünden kimseyle olamıyorum lan! O sikik hastalığını bana bulaştırıp gittin! Sekiz yıldır her yerde senin hayalini gördüm! Ne biriyle olabildim, ne de birine gönlüm kayabildi!” Damarları şişmiş, vücudu gerilmişti. Kendini zor tutuyordu.

Öfkem, içimde patlamaya hazır bir volkan gibi kabardı.

Ben de hızla hafifçe ayaklanıp ona doğru eğilerek sinirle bağırdım. “Ben ne yaptım ulan? Ben mi dedim, gel bana âşık ol diye? Kendin kaşındın!” Sesim hiddetle yükseldi.

Bunun için beni suçlayamazdı! Kendi etti, kendi buldu. Ben zaten her şey için kendimi suçluyordum. Başkasına hiç gerek yoktu.

Ama artık bir de bunun için suçlanmak, bardağı taşıran son damla olmuştu.

Tamer’in gözleri fırtınaya yakalanmış bir deniz gibi koyulaştı. Çenesindeki kaslar gerildi, damarları öfkeden belirginleşti. Göğsü hızla inip kalkıyordu, her nefesi içindeki yangını harlıyordu. Sonunda patladı:

“Ne demek kaşındın?! Seni benimle olmaya zorlamadım! Hiçbir zaman zorlamadım! Aksine, her zaman yanında oldum, Lav! Ama şimdi bana ‘Sen kaşındın’ mı diyorsun?! Eğer istemeseydin, beni iterdin, engel olurdun! Ama sen… sen buna izin verdin!”

Sesi duvarlarda yankılanırken, bedenini iyice doğrultarak masaya yaslandı. Küçük bir adım attı bana doğru, ama sonra bir an duraksayıp kendini frenledi. Saçlarına sertçe daldı, parmaklarını sıkarak başını iki kolunun arasına aldı. Derin bir nefesle göğsünü doldurdu ve tüm acısını, öfkesini tek bir haykırışla boşalttı.

Sonra birden sustu. Ve gözlerini bana dikti. Şaka gibiydi. Bir psikiyatri uzmanı olarak bu sözleri sarf etmesi acizlikti.

Eğer ortada bir hata varsa, en suçlu olan oydu. Aklımın yerinde olmadığını bile bile bana yaklaşmamalıydı. Şimdi sütten çıkmış ak kaşık rolü yapmasına gerek yoktu.

İçimde bir yerlerde yanardağ patladı.

Gözlerimi kısarak elimi kaldırdım, işaret parmağımı ona doğrulttum. Sesim bir bıçak gibi keskin ve tehditkar çıkararak.

“Eğer mesleğinin etiğine uyup bana yaklaşmasaydın, şu an bu halde olmazdın.” Bir adım yaklaştım. “O kadar acizsin ki, aklı yerinde olmayan birini bile suçlayabiliyorsun. Yazıklar olsun, sana ancak acıyorum.”

Ama Tamer’in gözleri daha da karardı. O tehditkâr ifade beni bir girdap gibi içine çektiğini hissettim. Vücudu bir yay gibi gerildi, bakışları ölümcül bir niyet taşıtmaya başlamış gibi karanlık bir hale büründü.

Adımlarını yavaşlıkla bana doğru atmaya başladı. Ama ben geri çekilmedim. Korkacak değildim. Başımı dik tuttum, gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Eğer bana zarar vermeye kalkarsa, onu buraya gömerdim.

Tam dibimde durduğunda, yüzünü bana daha çok yaklaştırdı. Alınlarımız neredeyse birbirine değiyordu. Gözlerinin beyazı kan çanağına dönmüştü, içlerindeki ateş küllerden doğan bir cehennemi andırıyordu.

“Acizim, öyle mi?” diye fısıldadı. Sesi ürperten bir fırtına gibi alçaktı. Sonra dişlerini sıktı, kasları titredi. “Demek bana acıyorsun?” Sesi daha da alçaldı ama kelimeleri bir hançer gibi keskinleşti. Bir adım daha yaklaştı. Nefesi yüzüme çarpıyordu.

Ben gözümü bile kırpmadan ona bakarken, o yutkundu. Tam o an, locanın girişinden bir kırılma sesi geldi.

Başımı çevirirken, Tamer, belimi sertçe kavrayıp diğer eliyle ensemi yakaladı ve anın gerilimiyle dudaklarıma yapıştı.

Ne olduğunu anlamam saniyeler sürmüştü.

Ama hızla kendime geldim. Omuzlarından sertçe ittim. Dengesini kaybedip masaya çarparak yere düştüğünde. Sinirden titreyerek koltuğun üzerindeki kaskımı kaptığım gibi çıkmaya yeltendim.

Ancak Tamer hızla kendini toparlayıp ayağa kalktığında kolumu yakalayarak beni durdurmaya çalıştı. Ancak burada biraz daha durursam onun için hiç iyi şeyler olmayacaktı.

Konuşmaya çalıştı, ama ben hızla elimi kaldırıp işaret parmağımı ona doğrultarak. “Uzak dur, Tamer.” Sesim ölümcül bir tehdit taşıyordu. “Eğer şu an bununla yırttıysan, eski günlerin hatırınadır. Ama bir başkası olsaydın, buradan anca leşin çıkardı.”

Gözleri büyüdü. “Şimdi olduğun yerde kal. Ben çıkana kadar hareket bile etme.” diyerek. Koşar adımlarla oradan ayrıldım. O an etrafımdaki hiçbir şeye odaklanacak halde değildim Çünkü biraz daha kalırsam, onu gerçekten öldürebilirdim.

KAĞAN

Bugün, babamın ölüm yıl dönümüydü.

Onu kollarımda kaybetmiştim. O anın ağırlığı hâlâ üzerimdeydi, ne kadar zaman geçerse geçsin, içimden söküp atamıyordum. Acı, ruhuma kazınmıştı. Ne azalıyor ne de alışabiliyordum.

Ve en kötüsü…Babamı gözlerimin önünde öldüren kişi, sevdiğim kadındı.

Bunu düşünmek bile nefesimi kesiyordu. Babam, evladı gibi sevdiği birinin kurşunuyla bu dünyadan kopmuştu. Bunu hak edecek ne yapmıştık biz? Ne yapmıştım Bilmiyordum.

Ama bildiğim tek şey vardı: Bu acı içimden gitmiyordu.

Zaten on yıl önce, arkadaşlarımı ve sevdiğimi koruyamamanın yükünü taşıyordum. Şimdi buna bir de babamın ölümü eklenince, içimdeki yangın sonsuz bir cehenneme dönüşmüştü.

On Yıl Önce, Babamın peşindekiler onu bulmuştu. Bunu öğrendiğinde, beni koruyabilmek için nefret ettiği abisine – amcama – emanet etti. Benim güvende olmam için… Ama kader farklı bir oyun oynamıştı.

Babamın düşmanları, onun yokluğunu fırsat bilip harekete geçerek. Ben ve babam, amcamın yanındayken arkadaşlarımı ve sevdiğimi kaçırmışlardı.

Babam bunu öğrendiğinde çılgına dönmüştü. O anı asla unutamayacağım. Amcamın önünde diz çöküp ona yalvardığını gördüğümde, hayatım boyunca duyduğum en büyük korkuyu hissettim. Babam, bir başkası için asla diz çökmezdi. Ama o an… çaresizlik içinde amcamın önünde diz çökmesi ve yalvarması. Korku kadar içimde ki bu zayıf olmaktan kaynaklı öfkeyi körüklemişti.

“Abi, diğer evlatlarımı almışlar… Kulun olayım, abi! Yardım et bana! Evlatlarımı sağ salim geri almama yardım et! Ne istersen yaparım!” diyen sesi, bu cümleler asla unutmayacaktım.

Ama amcam… O sadece güldü. Sanki karşısında kendi kardeşi değil de zavallı bir dilenci varmış gibi. Ve ardından, hayatım boyunca unutamayacağım o sözleri söyledi:

“Sana yıllar önce ne demiştim, hatırlıyor musun?

Besin zincirinin en tepesinde olmazsan, av olmaya mahkûmsun. Tıpkı şu anki hâlin gibi. Yıllar önce gücü elinin tersiyle itmeseydin, bugün yalvaran değil, yalvartan sen olurdun.”

Ama sonunda yardım etti. Tabii ki bir bedeli vardı. Benimle bir anlaşma yaptı. Babamın yaptığı hatayı yapmayacaktım. Onun gibi zayıf olmayacaktım. Güçsüzlük benim için bir seçenek olmayacaktı.

O zaman düşündüğüm tek şey ,benim için tek önemli olan şey arkadaşlarımın ve Lavinia’nın güvende olmasıydı. Eğer onları sağ salim geri getirecekse, amcamla pazarlık yapmaya razıydım. Şartlarına razıydım.

Babamı bile umursamadan teklifi kabul ettim. Ama onları bulduğumuzda…

Her şey için çok geçti.

Arkadaşlarımın parçalanmış bedenleri arasında yürüdüm. Aklımı kaçıracak gibi olmuştum. Her yerde kan vardı. Cesetlerin kime ait olduğu bile anlaşılmıyordu. Kollar, bacaklar, başlar… Hepsi birbirine karışmıştı. Orası bir katliam alanına dönmüştü.

Ama o yoktu. Lavinia orada değildi.

Bu, tek başına aklımı kaybetmeme yetmişti.

Babamsa, o geceden sonra kendine gelemedi.

Biz amcamın yanında kalmaya başladık ama benim için tek bir şey vardı: İntikam.

İçimdeki öfke her geçen gün daha da büyüdü. Lavinia’nın onların elinde olduğunu düşünmek, ona her saniye zarar verdikleri ihtimali, içimdeki ateşi körükledikçe körükledi. Amcamın yardımıyla hem onu aramaya devam ettim hem de o soysuzların işini bitirmeye başladım. Ancak onu bir türlü bulamıyordum. Öldü mü? Sağ mı? Bilmiyordum. Her baktığım yerde onu bulacağım umudu beni yiyip bitiriyordu fakat umutla gittiğim yerden hayal kırıklığıyla geri dönüyordum.

İlk defa birinin canını aldığımda ise hiçbir şey hissetmedim.

Tek bir şey hariç: Güç. Ve bir de… tatmin olmuşluk. İlk ölüm, beni değiştirdi. İçimdeki o boşluk, kanla doldu. Ruhum kararmaya başladı.

Ama o olaydan bir yıl sonra, benim gibi başka biri daha baş gösterdi. Benim gibi onları avlıyordu. Kim olduğunu bilmiyordum. İzini takip etmeye çalışıyordum ama arkasında hiç iz bırakmıyordu. Aynı hayalet gibiydi, bir anda ortaya çıkıyor işini bitiriyor ve kayboluyordu. Görünmez gibiydi o yüzden kim olduğu, neye benzediği bilinmiyordu.

Canını aldığı kişileri öyle bir öldürmüştü ki. Bunu yapanın bir insan olma ihtimali yok gibiydi. Sanki bir canavarla, birlik olmuş gibi hissetmiştim o zaman.

O canavarın, o hayaletin Lavinia olduğunu anlamam ise son kalan isimin peşine düşmemizle olmuştu. O isim ise maalesef ki babamdı. Ben babamı korumak için çabalarken, onun babamın peşine öldürmek için düşeceğini bildiğim için onu bulunmayacağından emin olduğum bir yere sakladım. Harabe bir yerdi ancak iş görürdü. Ama nasıl olduysa bulmuştu ve ben yine geç kalmıştım.

Lavinia’yı gördüğüm an, kalbime binlerce hançer saplanmış gibi hissettim. Sanki biri kalbimi avuçlarının arasına alıp tüm gücüyle sıkıyor, parçalarına ayırıyordu. Ama o an acıyı bile hissedemedim. Çünkü babam, gözlerimin önünde yere yığılıyordu. Tüm dünya silikleşmiş, sadece onun düşüşü kalmıştı geriye. Kollarımda, gözleri açık bir şekilde can verdi. Ve ben, onu kurtaramadım.

Şokun içinde sıkışıp kalmıştım. Zihnim ne düşüneceğini bilemiyordu. Ama sonra… Sonra zaman geçti. Ve ben kendimi toparlamaya başladığımda, Lavinia’yı bulmak için dünyayı ateşe vermeye hazır olan ben, artık onun adını bile duymak istemediğimi fark ettim. Ama yine de, aklımdan çıkmayan bir soru vardı: Babam nasıl olur da şüpheli konumuna düşerdi? Bunu kim, nasıl başarmıştı? Lavinia ona nasıl kıymıştı? Bilmiyordum.

Ve bilmek de istemiyordum. Onun, o iki yıllık süreçte ne yaşadığını duymak istemedim. Onu aklayacak en ufak bir bilgiye dahi sahip olmak istemedim. Ona karşı yumuşamak istemedim. Ne hissettiğini, pişman olup olmadığını öğrenmek istemedim. Hâlâ istemiyorum. O yüzden kulağımı kapattım. Gözlerimi kaçırdım. Üç maymunu oynadım. O hiçbir şeyi hak etmiyordu. Güzel olan hiçbir şeyi hak etmiyordu.

Ama…

Neden?

Neden onun yanındayken içimdeki her şey yerle bir oluyordu? Neden hâlâ ona bağlıydım?

Onun gözlerinde görmek istediğim tek şey, işlediği günahlardan aldığı zevkti. Onun bir canavar olduğuna inanmak istiyordum. Ancak gözlerine her baktığımda, orada yalnızca azap gördüm. O pişmandı. Ve ben bunu görmek istemiyordum. O yüzden savaşmasını istedim. Bana karşı koyarsa, öfkemi besleyebilirdim. Onu hiç düşünmeden öldürebilirdim.

Ama düşünmek bile acı vericiydi. Kaç kez onu öldürmeye yeltendiğimi hatırlamıyorum. Sayısını bile unuttum. Ama her defasında yapamadım. O, kaçmak yerine, gelecek öldürücü hamleyi sessizce bekledi. Onu öldüremediğim her an, içimdeki öfke büyüdü. Ama ona değil… Kendime.

Çünkü ne kadar inkâr edersem edeyim, ne kadar nefret etmeye çalışırsam çalışayım, onu hâlâ seviyordum. Bu da benim dengemin şaşmasına neden oluyordu.

Babamın mezarı önünde, gecenin ayazı ciğerlerime işlerken elimdeki sigaranın külü toprağa düştü. Düşünceler zihnimde girdap gibi dönüp duruyordu. Buraya neden porsuk ağacı dikmişti?

Onca ağaç arasından neden özellikle zehirli olanı seçmişti? Hem de tam mezarının ortasına gelecek şekilde. Bir mesaj mıydı bu? Yoksa onun deli tarafının bir yansıması mı? Kaçık…

Ama sadece o değil. Amcam da ondan farksızdı. Planı sinsice, kalleşçeydi. Ve bunu gerçekleştirmek için birini çoktan seçmişti. Onunla konuşurken bile bunu hissedebiliyordum.

Benim o kişiyi bulmam gerekiyordu. Lavinia’dan önce.

Onu öldürmek istiyor olabilirim, ama böyle değil. Karanlık bir oyunun içine çekilmesine izin veremezdim. Eğer ölecekse, onuruyla ölmeliydi. Bu şekilde aşağılanarak değil.

Ve benden başkasının ona dokunmasına izin veremezdim. Boğazım düğümlendi. Benimle olamıyorsa, kimseyle olmamalıydı. Siktir! Sanırım bir psikoloğa falan gitmeliyim. Bu hisler… Hastalıklı. Olmamalı. Kaç yıl geçti, ama ben hâlâ onu istiyorum. Onu seviyorum. Onu sahipleniyorum.

Parmaklarımı saçlarıma geçirdim, sinirle kafama vurdum. Neden? Neden hâlâ aklımdaydı? Üstelik bu tarihlerde burada da yoktu. Neredeydi? Ne yapıyordu?

Ne yaparsa yapsın, umurumda olmamalı. Ama içimde bir şey kemiriyordu. Beni hep arardı. Ama bu kez aramadı.

Tam bunu düşünürken telefonum çaldı. Gülümsedim. Tabii ki… Ama açmayacaktım. Bırak, biraz da o beklesin. Kaçık, beni de kendine benzetti. Sonra… Bir anda içime bir şüphe düştü. Amcam, onun en zayıf anını kolluyordu. Onun için seçtiği adamı göndermek için doğru anı bekliyordu.

Ve onun bu geceden daha zayıf olacağı bir an var mıydı? Yoktu. Hassiktir! Telefon kapanmadan hızla açtım ama konuşamadım. O da konuşmadı. Sadece bulunduğu yerin sesleri geliyordu.

Müzik. Gürültü. İnsan kalabalığı. Bir gece kulübündeydi.

Hem de Bugün de, oraya, ne bok yemeye gitmişti?

Aklıma gelen ihtimaller vücudumu gerdi. İçki. Yalnızlık. Çöküş. Ve onun yalnızlığını paylaşacak biri… Siktir! Gözümün önüne gelen görüntüler midemi bulandırdı. Ellerim yumruk oldu. Dişlerimi sıktım. Şu an sadece müzik sesini duyuyordum. Hâlâ yalnızdı, değil mi?

Bir şey söyle!

Tam bu düşünceler içinde kaybolmuşken, o sesi duydum. Derin, tok bir ses. "Lav…" Beynime bir kurşun yemiş gibi irkildim. Lavinia’ya sadece en yakınları “Lav” derdi. Sonra, onun fısıltı gibi çıkan sesi. Tamer. Nefesim kesildi.

Onu tanıyordu. Ve ona yakındı. Telefon elimden kayıp düştüğünde. Tamer’in kim olduğunu sorguluyordum.

Yutkundum. Göğsüm daralıyordu. Her şey üzerime üzerime gelmeye başlamıştı. Nefes almak giderek zorlaşıyordu. Vücudum kasılırken, ellerimin yumruk yaparak sıktığımın farkına, parmak boğumlarım acırken anladım.

Derin bir nefes aldım. Aklımı toparlamak zorundaydım. Belki de yanılıyordum. Belki de bu sadece benim kuruntumdu. Ama ya değilse? Ya gerçekten aklıma gelen başıma gelecekse?

Buna izin veremezdim. Lavinia... Şu an içinde olduğu tehlikenin farkında mıydı? Etrafının nasıl adım adım kuşatıldığını, bunu yapanın da bizzat amcam olduğunu biliyor muydu?

Eğer öğrenirse… Ona ne yapardı, kim bilir?

Babam gibi…

İçimdeki buz gibi bir korku damarlarıma doldu. Bir kez daha... Bir kez daha kanımdan olan birinin katili olmaktan çekinmezdi.

Peki ya ben? O gün amcama söylediklerimi yapabilir miydim? Eğer o planını gerçekleştirmeye kalkarsa... onu öldürebilir miydim?

Babamın katili için ellerimi kendi kanımdan olan birinin kanına bulamaya değer miydi? Onun onurunu, onun gururunu korumaya değer miydi?

İlk önce kendim görmeliydim. Lavinia’nın o adamla ne kadar samimi olduğunu, o herifin onun için ne anlama geldiğini bilmeliydim.

Telefonumu çıkardım, adamlarımdan birini aradım. Lavinia’yı bulmalarını istedim. Eğer telefonu yanındaysa, tespit etmek uzun sürmezdi. Ve sonra, derinlerde bir yerde, neredeyse fısıltı gibi bir dua düştü içimden. "Lütfen… amca… lütfen bu kadar ileri gitme."

Yirmi dakika geçti. Ve ben artık nerede olduğunu biliyordum. Arabama atlayıp, sürmeye başladığımda. Hızlıydım. Çok hızlı.

Ama beynimde beliren bir ayrıntı dikkatimi çekti. Kulüp… Her yıl bu tarihte düzenlenen yasadışı uluslararası çapta bir yarış pistinin yakınındaydı.

Neden?

Bu yarış neden hep bu tarihte yapılıyordu? Polislerin peşlerinde olduklarını bile bile neden riske girip aynı tarihte düzenlemekte bu kadar ısrarcıydılar?

Motorlar... Lavinia. Ve her yıl kazananın aynı kişi olması. Bu tarihte Lavinia’nın hiç mezarlığa uğramaması. Lanet olsun.

Direksiyonu daha sıkı kavradım. O kazanan Lavinia’ydı, değil mi? Öfkem damarlarımda kaynarken. Aklımda sanki Lavinia duyacakmış gibi “ Daha kaç defa babamın mezarında kemiklerinin sızlatacaksın?” diyordum.

Hiç durmayı bilmiyordu. Hiç.

Gözlerim kısıldı, kulübe yaklaşırken dişlerimi sıktım. Saat gece yarısını geçmişti. Ve Lavinia hâlâ oradaydı. Öfkeyle içeri girdiğimde. Gözlerim kalabalığı taradı. Neredeydi?Dans edenlerin arasında mıydı? Hayır. Karanlık köşelerde birbirini yiyenlerin arasında mı? Hayır.

Siktir.

Gözlerim hızla localara kaydı. Lütfen burada ve normal bir şekilde olsun. Ama her geçen saniye, içimdeki sıkıntı büyüyordu. Dikkat çektiğimi fark ettim. Sakin olmalıydım. Yanımdan geçen bir garsonun tepsisinden bir içki kaptım. Bir yudum alıp merdivenlerin başındaki locaları taramaya devam ettim.

Ama o burada da yoktu. Mideme giren kramplar nefesimi kesiyordu. Ya o Tamer denen herifle odalardan birine gittiyse? Her dakika bu ihtimal güçleniyordu. İçimde bir şeyler kırılıyordu.

Ve işte…

Bakmadığım son bir loca kalmıştı. En tepede ki olan. Müziğin gürültüsü kulaklarımı tırmalarken, merdivenlerden yukarı doğru çıktım. Oradaydı, oradaydılar.

Lavinia. Tamer.

Damarlarımda kan dondu. Merdivenlerin sonuna vardığımda sola dönmemle beklemediğim bir manzarayla karşılaştım. Kavga ediyorlardı. Bir an için bile rahatlayamadan. Kan tepeme çıktı. Çünkü konuştuklarını duyabiliyordum artık.

Bağırıyorlardı. İkisinin de sinirli olduğu belliydi. Ama o it… O Tamer denen lavuk... Kavga ederken bile Lavinia’nın dudaklarına bakıyordu. Orospu çocuğu. Duyduklarımı da hesaba katarsak ben şimdi onun sikini kesmez miydim? Üstüne ona yedirirdim bile. Ama, aklım yerinde değildi ne demekti? Bunu hemen kafamdan sildim.

Biraz merdivenlerden uzaklaşıp, duvarın dibine doğru ilerledim. O kadar öfkeliydiler ki beni fark etmiyorlardı. Ayrıca, Lavinia’nın ne yapacağını görmek istiyordum.

Tamer ona yaklaşırken, Lavinia geri adım atmadı. Sinirliydi. Gözleri doğrudan Tamer’inkilere kilitlenmişti. Ama o herifin gözlerinin sürekli dudaklarına kaydığını görmüyor muydu?

İçimde bir şeyler kopuyordu. O itin, ona yaklaştığı her saniye kasılıyordum. Siktir. Bir anda Tamer ona eğildi. Çok yakındı. Fazla yakındı. Zaman yavaşlamıştı sanki odağımda sadece birbirine alınları değecek kadar yakın olan ikili vardı. Kalbimin sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Bir acı hissettiğimde elimde tuttuğum içki bardağını sıkarak kırdığımı anladım. Bunu avucumun içine batan sert parçalardan anlamamam mümkün değil.

Ama gözlerimi ayırmadım, Lavinia duyduğu sesle bana doğru dönecekken, o piç onun dudaklarına yapıştı. Öpüyordu onu. Gördükleriyle her saniye daha da karanlık bir ruh haline bürünen beni fark etmeden öpüşüyorlardı.

Daha fazla bu manzarayı görmek istemediğim için onlara doğru atılacakken. Lavinia benden önce davrandı. Onu itti. İzin vermedi. Karşılık vermedi. Ve kaskını alıp uzaklaşırken söylediği şey... İçimdeki yangını daha da körükledi.

Madem Lavinia, eski günlerin hatırına ona bir şey yapmıyordu… Ben yapardım. Lavinia o kadar sinirliydi ki, beni fark etmedi bile.

Ama o gidince, Tamer bana kalmıştı. Gözlerimi kıstım. Yüzümde hafif bir gülümseme belirdi. Benim olana dokunmanın bedelini ödeyecekti.

Bu gece senin için bitmeyecek, Tamer.

Bu gece benimle tanışacaksın ve çok yakından tanıyacaksın.

Bakalım ona nasıl dokunmuşsun, bana da anlatta sana neler yapacağım kafamda daha çok şekillensin. Piç kurusu.

Bölüm : 31.03.2025 22:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...