
Bu bölümü, Chris Grey- Let The World Burn şarkısını dinleyerek okuyabilirsiniz, umarım keyif alırsınız. Öptüm.
LAVİNİA
Salak ya! Salak! Tam bir aptaldı. Gerçi benden ne farkı vardı ki?
O kadar öfkeliydim ki hareketlerini fark etmedim bile. O an, onun bana yaklaşmaya çalıştığını anlamalıydım. Ama anlamadım. Daha doğrusu, içimde fırtına gibi esen duygular bunu görmeme izin vermedi. Sonunda olan oldu… ve şimdi asıl aptal ben oluyorum.
Koşar adımlarla merdivenlerden indim. İçimdeki öfke dalgası, ayaklarımı hızlandırıyordu. Dışarı çıktığımda soğuk hava yüzüme çarptı, derin bir nefes aldım ama içimdeki yangını söndürmeye yetmedi. Aniden başım döndü, sanırım içerideki boğuk havadan sonra temiz havaya çıkmanın etkisiydi bu.
Tam kendimi biraz toparlamaya çalışırken biri bileğimi yakaladı. "Hey, ne bu sinir?" Tanıdık bir ses. Kılkuyruk. Onu bile fark etmemiştim.
Omuzlarımı gererek bir süre sessiz kaldım. Derin derin nefes alıp, kendimi sakinleştirmeye çalıştım ama nafile. Öfkem, hala damarlarımda kaynayan bir zehir gibiydi.
"Hiç sorma," dedim sonunda. "Hani sana yanımda biri var demiştim ya…" Kaşlarını kaldırıp merakla başını salladı. "Evet?"
"Tamer’di o."
Gözleri anında irileşti, dudakları aralandı.
"Ne? Ciddi misin?"
Başımı yavaşça salladım. Kılkuyruk’un şaşkınlıkla açılan ağzı, içinde bulunduğum durumu daha da gerçek kılıyordu.
"O kadar yıl sonra, sen bir psikiyatrist ararken ona denk geliyorsun? Böyle tesadüf mü olur?" Kafamı gökyüzüne kaldırıp içimden sövdüm. Sinirden vücudum yanıyordu.
Kılkuyruk kollarını göğsünde kavuşturdu, yüzü merakla gölgelenmişti. "Eee? Seni bu kadar sinirlendirecek ne yaptı?" Gözlerimi ona diktim. "Beni öptü."
Bir an sessizlik oldu. Kılkuyruk’un ifadesi dondu. Ama sonra— "Ne? Ne yaptı dedin?" "İşittin işte," dedim dişlerimi sıkarak. Beni izlerken şoktan gözlerini kırpıştırdı. Sonra, yüzüne bir düşüncelilik çöktü.
"Dudaktan mı?"
Koluna sert bir şaplak indirdim. "Evet, salak! Bağırma!"
Etrafı hızla kontrol ettim, bizi biri duydu mu diye. Hayır, istemiyordum. Kimsenin bunu bilmesini istemiyordum. Ama neden? Sinirden mi? Utançtan mı?
Kılkuyruk’un sesi bu kez daha yumuşaktı. "Peki, sen ne yaptın?"
"İttim ve çıktım."
"Başka bir şey yapmadın yani?"
"Hayır."
Bir kaşını kaldırdı, yüzünde ince bir tebessüm belirdi.
"Peki, ne hissettin?"
Midemde bir şey düğümlendi. O an içimde garip bir boşluk hissettim. Elim farkında olmadan dudaklarıma gitti. Düşündüm. Ama hiçbir şey hissetmediğimi fark ettim.
Kafamı sallayıp düşüncelerimi toparlamaya çalıştım.
"Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye sordum sert bir sesle. "Amacın ne?"
Ama o, sadece gülümsedi. "Ona karşı bir şeyler hissediyorsun." Koluna tekrar vurdum. "Ne saçmalıyorsun sen? Öyle bir şey yok!"
Kağan’ı sevdiğimi bile bile nasıl böyle konuşabilirdi?
Kılkuyruk başını yana eğdi, gözlerinde alaycı bir ışık vardı.
"Hadi ama Lav… bunu düşünürken bile elin dudaklarına gitti. Hem o senin ilkin. Ve senin gibi kadınlar, birine bir şey hissetmeden kimseyle olmazlar."
Beynime kan sıçrarken. "Saçmalıyorsun!"
Öfkeyle üzerine yürüdüm ama o her seferinde kendini kaçırarak kahkaha atıyordu.
"Bir düşün Lav," dedi, sesi ciddileşmişti. "Belki Kağan’a olan hayranlığını aşk sanıyorsundur… Ya da Tamer’e olan aşkını minnet olarak görüyorsundur. Olamaz mı?"
"Sessiz ol! Saçmalama!"
Düşünceler kafamda çalkalanıyordu. Hayır. Hayır! Ben duygularımdan emindim. Kafamı karıştırmasına izin veremezdim.
Kılkuyruk, nefes nefese kalmış halde durdu. Ellerini kaldırdı. "Tamam, tamam! Son bir şey diyebilir miyim?"
"Hayır!"
Ama o, cevabımı duymamış gibi devam etti.
"Lav… Sen Kağan’ı sevmiyorsun."
Sözleri, ruhuma saplanan bir bıçak gibi içimi yarıp geçti.
"Onu sadece takıntı haline getirdin. Ve kendini cezalandırıyorsun."
Nefesim kesildi.
"Olanların hiçbiri senin suçun değil. Suçlu olanlar cezasını çoktan aldı. Bitti Lav… Bitti." Sesi alçaldı.
Bana bir adım yaklaştı, yüzümü iki avcunun arasına aldı. Gözlerimin içine baktığında, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.
"Mutlu ol," dedi. "Kendi yarattığın cehennemden çık, kardeşim." Yutkundum. Boğazımdaki düğüm gitgide sıkılaşıyordu.
Ama içimde, derinlerde bir yerde… Onun haklı olabileceğinden korkuyordum.
Arkaya doğru birkaç adım uzaklaştım. “Sözde bir şey diyecektin,” dedim, sesime sinirden çok yorgunluk hakimdi.
Kılkuyruk hafifçe gülerek omzuma elini koydu. “Bir abi olarak bunu söylemem belki yanlış ama senin mutlu olmanı istiyorum. Tamer’le aranızda bir şeyler oldu, evet, ama en azından onun yanındayken rahattın. O seni gerçekten seviyordu ve acılarını bir nebze olsun unutturuyordu. Eğer biriyle olacaksan, bunun Kağan değil, Tamer olmasını isterim.”
Sözleri içimde garip bir yankı buldu. Kaşlarımı çatarak yüzümü buruşturdum. “Beni Tamer’e mi itiyorsun? Çok ayıp. Bir abi olarak onun kıçını tekmelemen gerekirdi.”
Kılkuyruk kahkaha attı. “Zır deli bir kardeşe sahip olunca anca bu kadar oluyor.”
Gözlerimi devirip, “Her neyse, dediklerimi—” diyecektim ki kulübün kapısı aniden patlarcasına açıldı.
Hayır, açılmadı. Savruldu.
Bir koruma kapıdan dışarı fırlayarak, adeta yerden birkaç santim yüksek uçarak yere çakıldı. Ve birkaç metre yerde sürüklendi.
Bunu gördüğümde Kılkuyrukla kısa bir süre dehşetle birbirimize baktık. İçgüdüsel olarak elimiz belimizdeki silahlara giderken çıkarmadık. Önce ne olduğunu anlamamız gerekiyordu. Adımlarımızı temkinli bir şekilde kapıya doğru yönlendirdiğimiz de kapıdan çıkanları gördüm, içimde buz gibi bir şeyin çöktüğünü hissettim.
Olduğum yerde çakılıp kaldım. Gözlerim önce Kağan’a odaklandı.
Ama bu Kağan… tanıdığım adam değildi.
Onun gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir şey vardı. Karanlık. Saf ve dizginlenmemiş bir öfke.
Yüzü ifadesizdi ama gözleri… Gözleri vahşiydi.
Gözlerim refleksle aşağı kaydı ve midem düğümlendi.
Kağan, bir eliyle Tamer’in kanlar içindeki başını tutuyordu. Siktir. Tamer’i kafasından sürükleyerek getiriyordu. Hayatım boyunca unutamayacağım bir an ve görüntüydü.
Beynimde yankılanan alarm çığlıklarını bastırıp hızla kendime geldim ve Kağan’ın önüne koştum.
“KAĞAN!”
Tam karşısına dikildiğimde durdu. Ama Tamer’in başını bırakmadı. Yakından bakınca içimdeki korku iyice büyüdü.
Kağan böyle bakmamalıydı. Bu kadar… tehditkar ve ölümcül bakmamalıydı.
Nefes almaya çalıştım, göğsüm sıkışıyordu. Ama sesimi olabildiğince sakin ve kararlı tuttum.
“Ne yapıyorsun sen? Bırak onu.”
Kağan hiçbir şey söylemedi. Sadece gözlerini üzerime diktiğinde birkaç saniye aynı şekilde baktı ve ardından aniden boşta kalan eliyle yakamdan kavradı ve beni kendine doğru çekti.
Nefesi yüzüme çarptığında, içimde bir alarm daha çaldı.
Etrafımızda hareketlenme sezdim. Korumalar silahlarını çekmiş, Kağan’ı hedef almışlardı. Bu haldeyken böyle bir durumun olmasını anlamam zor değildi.
Ama o, bunu umursamıyormuş gibi Tamer’in kafasını daha sıkı kavradı.
Tamer acı dolu bir inleme çıkardığında içgüdüsel olarak ona üzülmek istedim ama şu an Kağan bu halde, bu vahşilikle bana bakarken tamamen kendime odaklıydım, kusura bakma Tamer.
Kağan dişlerini sıkarak, boğuk bir tonda fısıldadı: “Bırakayım mı?”
Bu ses…
Bu ses, Kağan’ın sesi değildi. Bu, bir canavarın sesiydi.
Birkaç adım geri çekildim ama gözlerimi ondan ayırmadım.
Etrafımızı saran korumalara seslenerek “Benden emir alana kadar parmaklarınızı tetikten çekin.” diye emrettim.
Kağan gözlerini kısıp kafasını biraz yana eğerek beni izledi. Bunu yapmamalıydı. Böyle bakmamalıydı. Ne düşündüğünü, ne yapmaya çalıştığını bu halde anlamam imkansızdı. Ne olmuştu da bu şekilde gözü dönmüştü?
Derin bir nefes aldım, sesimi sabit tutmaya çalışarak konuştum. “Bırak.”
“Ne derdin varsa benimle hallet.”
Kağan’ın yüzü, içindeki vahşetin sınırlarını zorluyor gibiydi. Daha da sertleşmiş, gözleri karanlık bir girdaba dönüşmüştü.
"Öyle mi?" diye fısıldadı.
Sonra, sanki sadece bir kağıt parçasını tutuyormuş gibi Tamer’in başını iyice kavrayıp kaldırdı. Parmaklarının arasından sızan kan, Tamer’in yüzüne bulaşırken ağzından acı dolu inlemeler döküldü. Midem kasıldı ama yüzümü ifadesiz tutmaya çalıştım.
Kağan, "Bırakayım mı? Al, bıraktım işte." dedi. Ve Tamer’i olduğu gibi yere fırlattı. Başının beton zemine çarpmasıyla tok bir ses yankılandı. Tamer’in bedeni bir an titredi, sonra hareketsiz kaldı.
İçimde buz gibi bir korku yayıldı. Bayılmıştır. Sadece bayılmıştır. Gözlerim göğsüne kaydı. Hafifçe inip kalkıyordu.
Ölmemiş.
Ama bu, içimde yükselen öfkenin önüne geçemedi.
Kağan, sanki hiçbir şey olmamış gibi, bana doğru adım attı. Gözlerindeki o dipsiz karanlık, içimi ürpertiyordu.
"Benim tüm meselem sensin zaten."
Nefesi tenime değdiğinde içgüdüsel olarak gerildim.
"O zaman ne halt etmeye buraya gelip, arkadaşımı bu hale getiriyorsun?" diye tısladım.
Kağan bir an sustu. Sonra gözlerindeki karanlık daha da derinleşti.
"Arkadaşın mı?" Sesi buz gibi soğuktu. "Ben başka bir şey diye duydum ama." Vücudum bir tel gibi gerildi. "Hatta başka bir şey gördüm." diye devam ettiğinde, içimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissettim. Kağan başını yana eğdi, dudakları belli belirsiz kıvrıldı. "Sen her arkadaşınla yatıp öpüşüyor musun?"
O an beynimde bir sigorta attı.
Beni sarsan bir öfkeyle havada bir şeyin hızla hareket ettiğini gördüm— Ve sonra şiddetli bir tokat sesi yankılandı. Elim yanıyordu. Kağan’ın başı yana savrulmuş, gözleri sımsıkı kapanmıştı. Omuzları gerildi, çenesindeki kaslar sıkıldı.
Ona tokat atmıştım.
Etrafımızdaki korumalar hızla yaklaşmaya yeltendi. Ama elimle bir işaret yaparak hepsini durdurdum.
Kılkuyruk’un endişeli sesi geriden geldi:
“Lav…”
Onu da susturdum. Şu an sadece Kağan’a odaklanmıştım. Bu adam haddini fazlasıyla aşmıştı.
"Haddini aşma." Sesim buz gibi soğuktu. "Sana bir şey sordum. Cevap ver." Kağan yavaşça başını çevirdi. "Buraya ne halt etmeye geldin?" Sesimde ürkütücü bir sakinlik vardı.
Sonra, o keskin, ölümcül sesiyle konuştu: "Bu tarihte ne yaptığını öğrenip hesap sormaya gelmiştim."
"Ama bir de ne göreyim?" Kağan gözlerini üzerime dikti. "Lavinia hanım, kederine gömüleceği gün gönül eğlendiriyor." Kanım çekildi. "Söylesene Lavinia, babamın mezarında daha kaç kez kemiklerini sızlatacaksın?"
Dünya durdu. Nefesim kesildi. Bacaklarımın altındaki zemin kayıyor gibiydi. Paramparça bedenler. Timur amcanın cansız vücudu. Kan. Suçlayan bakışlar.
Kulaklarımda çığlıklar yükseldi. Boğazım görünmeyen eller tarafından sıkılıyordu. Nefes alamıyordum.
Kağan, Tamer’in saçlarından tutup beni kenara itti. Onu sürükleyerek götürmeye başladığında hiçbir şey yapamadım.
Çünkü ciğerlerim çalışmıyordu. Beynimin içinde yankılanan sesler. O suçlayıcı bakışlar. O soğuk cesetler.
Hayır.
Gözlerim kararıyordu. Kendime gelmeliyim. Ama yapamıyordum.
Bilincim kapanmak üzereyken, bir silah sesi duydum ama krizin eşiğinde olduğum için o uğursuz ses bir uğultu gibi geldi kulaklarıma, bacağıma bir şey saplandı. Yayılmaya başlayan o keskin yanma hissi, beynimdeki kaosu bir anlığına susturdu.
Ciğerlerim oksijeni içine çekti. Gözlerim bulanık bir şekilde aşağı kaydı. Kan süzülüyordu. Silah hala elimdeydi. Kendimi vurmuştum. Sırf krizden çıkabilmek için.
Bedenim, zihnimin kontrolünden çıkmıştı. Korumalarımın önünde zayıf görünmeyecektim, acımı kimseye göstermeyecektim. Bunu sağlamak içinse başka bir acıyı başka bir acıyla bastırmalıydım. Bacağımdan süzülen sıcak kanı izlerken, kurşunun sıyırıp geçtiğini fark ettim. Yara derindi ama ölümcül değildi. Önemsemeden derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan oksijen beni sersemletirken gözlerimi Kağan’a çevirdim. Ona doğru döndüm.
Korumalar ve Kılkuyruk, kendimi vurduğumu gördüklerinde dehşetle donup kalmıştı. Gözlerinde endişe vardı ama benim hâlâ ayakta olduğumu fark ettiklerinde hızla Kağan’a döndüler. O ise hareketsizdi. Tamer’in saçlarını tutan parmakları gevşemiş ve onu bırakmıştı. Silah sesinin kendi tarafından değil, benim bulunduğum yerden geldiğini anlaması onu dondurmuş gibiydi.
Bense beklediğimden çok daha büyük bir soğukkanlılıkla silahımı kaldırıp ona doğrulttum.
Kağan, arkasını dönmek için tereddüt ediyordu. İçinde bir savaş verdiği belliydi. Sonunda pes edip yüzünü bana döndüğünde, silahın namlusuyla karşı karşıya geldi. Gözleri, beklenmedik bir korkuyla titredi. Ama bu korku kendisi için değildi. Bakışları hızla vücudumu taradı, üzerimdeki siyah kıyafetler yarayı saklıyordu. Ancak yere süzülen kana gözleri takıldığında, ifadesi değişti.
Sesi titrek ve sertti. “Ne yaptın sen?”
Bana yaklaşmak için bir adım attı. Silahımı hafifçe kaldırarak durmasını işaret ettim. O an, titreyen parmaklarımı ve alnımdan süzülen teri fark ettiğinde “Tamam. Duruyorum. Sakin ol.” demişti.
Ben ise, çatallaşan sesimle “Git buradan, Kağan.” diye fısıldamıştım. Onun buradan sağ çıkması gerekiyordu. Ama bedenim artık pes ediyordu. Kan kaybı ve kriz sonrası yorgunluk, gözlerimin kararmasına sebep oluyordu.
Kağan, söylediklerimi duymamış gibi kendi kendine mırıldandı: “Hastaneye gidiyoruz.” Sonra hızla bana doğru bir adım attı. “Yaklaşma.” Sesim uyarıcıydı, ama o aldırmadı. Tetiği çektim. Kurşun, arkasındaki bir noktaya saplandı. Ama bu bile onu durdurmadı. Birkaç adımda yanıma ulaştı, bileğimi yakalayıp silahımı elimden aldı. Sonra ani bir hareketle beni kavrayıp omzuna attı.
Şok olmuştum.
Kılkuyruk öne atılıp öfkeyle bağırdı. “Bırak lan kızı!” Ben de çırpınarak, “Kağan, bırak beni!” diye isyan ettim.
Ama Kağan, ne benim çırpınışlarımı ne de Kılkuyruk’un öfkesini umursuyordu. Adımları kararlı, iradesi sarsılmazdı. Ben kıvrandıkça bacağımdaki yara zonkluyor, kan kaybı hareketlerimi zayıflatıyordu.
Ama Kağan’ın beni bırakmaya niyeti yoktu.
Kağan, silahlı adamlara ve karşısında duran Kılkuyruk’a aldırış etmeden ilerlemeye çalıştı. Ancak Kılkuyruk, dimdik durarak omzuyla önünü kesti.
“Bırak kızı, dedim.”
Sesi sert ve kararlıydı, içinde öfke kadar endişe de vardı.
Ben çırpınmayı bırakıp elimi kaldırarak korumalara durmaları için işaret ettim. Kağan, hâlâ hayattaysa bu tamamen benim sayemdeydi. Eğer şu an delik deşik olmuyorsa, korumaların beni yanlışla vurmak istememesiyleydi.
Ama Kağan, sabırsızdı.
Gözleri öfkeyle parladı ve Kılkuyruk’un yüzüne bir an baktıktan sonra sert bir kafa darbesiyle onu yere sererek “Çekil lan önümden!” diye kükredi ve hızla arabasına yöneldi.
O arkasını dönerken ben Kılkuyruk’a döndüm. Burnundan süzülen kanı elinin tersiyle silerken sendeleyerek ayağa kalkıyordu. Arkasında hâlâ tetikte bekleyen korumalara ve yerde hareketsiz yatan Tamer’e göz gezdirdim.
“Korumaları durdur. Tamer’le ilgilen. Peşimizden gelmeye kalkma. Ben başımın çaresine bakarım. Dönene kadar her şey sende.”
Kılkuyruk, dişlerini sıkarak “Seni onun eline bırakacak değilim.” diye öne atıldı.
Onu engelleyerek gözlerinin içine baktım. “Dediğimi yap. Bana bir şey olmaz.” Bakışlarımdaki kararlılığı görünce ne yapmaya çalıştığımı anladı. Kağan’ı ve onu korumak için gönüllü rehine oluyordum. Ve o bunu kabullenmek zorundaydı.
Kağan, arabaya ulaşınca öndeki kapıyı hızla açtı ve beni neredeyse fırlatır gibi koltuğa attı.
“Yavaş ol! Hayvan!” diye hırladım.
Beni umursamadan kapıyı sertçe çarptı ve aracın önünden dolanarak direksiyonun başına geçti. Kendi kapısını da aynı öfkeyle kapatırken sinirle mırıldandı: “Hayvan, ha?”
Motorun homurtusuyla birlikte araba hızla hareket etti.
Dikiz aynasından geride kalanlara baktım. Kılkuyruk hâlâ yerinde duruyordu. Dediğimi yapacaktı… umarım.
Yol boyunca süren sessizlik sonunda dayanılmaz hale gelince. Başımı Kağan’a çevirerek “Hangi hastaneye gidiyoruz?” diye sordum.
Kağan, kısa bir bakış attı ama gözlerini tekrar yola çevirdi. Belli ki zihni hâlâ başka sorularla doluydu.
“Kendini niye vurdun?” Sesi derin ve ciddi çıkmıştı. Ama ben cevap vermedim. O da ısrar etmedi.
Aramızdaki sessizlik ağır bir yük gibi üzerimize çöktü. Başımı cama yasladım, dışarıda hızla geçen ışıklara odaklandım. Vücudumun her zerresi yorgundu. Ama en son isteyeceğim şey, Kağan’ın gözleri önünde bir kriz daha geçirmemdi.
Birkaç dakika sonra, sessizliği sert bir ses böldü: “Gözlerini kapatma, yarana tampon yap, manyak!”
Sinirlerim o kadar yıpranmıştı ki, acı acı gülmekten kendimi alamadım.
“Ne güzel işte. Kan kaybından ölürsem sen de kurtulursun. Babanın da mezarında kemikleri sızlamaz.” Sesim bitkin, yorgun ve pütürlüydü.
Kağan, çenesini sıktı. Kasları gerildi, gözleri buz gibi oldu. Ama tek kelime etmedi.
Dudaklarımı hafifçe büzüp sinsice ona baktım. Daha da gerildi. “Yapma şunu.” dediğinde yandan beni izlediğini anlamış oldum.
Kafasını aniden bana çevirdi.
“Sağ bacağının neresinde yara?” Neden sorduğunu anlamadığım için, gözlerimi kırpıştırarak safça, üst bacağımın yukarısında, kalçama yakın olan yeri gösterdim.
Bu hareketimle birlikte, Kağan sertçe orayı kavradı.
Acının bacağımda patlayan bir şimşek gibi vücuduma yayıldığını hissedince çığlık atarak öne doğru savruldum.
“Önceden haber etsene, manyak!” diye inledim.
Kağan, dişlerini sıkarak “Sensin manyak! Beyinsiz! Eğer tampon yapmazsan kangren olup bacağını kaybedersin!” diye tersledi.
Bir anlık duraksamadan sonra yarama bastıran elinin üzerine kendi ellerimi koydum ve daha da sıkı bastırdım.Bunu daha önce söyleyebilirdi. Bacağımı kaybetmek istemiyordum.
Tam o anda, Kağan birden irkildi. Vücudu elektrik çarpmış gibi gerildi, direksiyon hâkimiyetini kaybetti ve araba bir anlığına sağa sola savruldu. Ama hızla toparlanıp hâkimiyeti tekrar ele geçirdi.
Dişlerini sıkarken “Yemin ediyorum… kalpten götürecek bu beni.” diye kendi kendine mırıldandı.
Kağan’ın eli hâlâ bacağımdan çekilmemişti. Araba savrulunca, refleksle daha da bastırdım. Tek eliyle direksiyonu kontrol etmek zorunda kalmıştı.
Sinirle yandan ters ters bakarak “Lütfen arabayı daha düzgün kullanır mısın? Benim canımı taşıyorsun.” diye homurdandım.
Madem ölmeme izin vermiyordu, madem beni kaçırmıştı, o zaman kendi iyiliği için hayatta tutmak zorundaydı.
Kağan, çenesini gererek gözlerini yola dikti. “Kendine tampon yapmaya karar verdiysen elimi bırak.”
Başımı inatla hayır anlamında salladım. Eli yaramın üstünde de olsa, bacağıma dokunmasını seviyordum. Ne saçma. Ama işte, seviyordum.
Belki birlikte olamıyorduk, eskisi gibi de değildik ama bu küçük temasın ne zararı olabilirdi ki? Hem, o beni sadece kardeşi gibi görüyordu. Bundan etkileneceğini sanmıyordum. Çünkü burada tek aşık bendim. Platoniktim.
Üstelik yaralıydım. Ve yaralı olan kişiler hasta sayılırdı. Bende hasta olduğuma göre istediklerimin yapılmasına izin verilmeliydi, değil mi? İşte bu yüzden, kendime küçük bir ödün veriyordum.
Kağan kaşlarını çattı, elini kurtarmaya çalıştı. Ama daha sıkı bastırdığımı fark edince, dişlerini sıkarak “Ne demek hayır?” diye hırladı.
Gülümseyerek “Kan kaybı olan ilk yardımlarda, ilk yapılan tampon asla çekilmez. Çünkü o ilk baskı, pıhtı görevi görür. İlk tampon senin elin oldu ve ben bacağımı kaybetmek istemiyorum. Yani bu yara dikilene kadar elin benim.”
Kağan’ın çene kasları gerildi. Bana sinirli bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ama bir an duraksadı. Gözleri kararsızca gözlerime kilitlendi. Sanki bu söylediklerime inanmak istemiyor ama içgüdüleri ona mantıklı olduğunu söylüyordu.
Elini aniden çekmeye çalışmaktan vazgeçti ve tam tersine, daha sıkı bastırdı. Suratındaki ifade değişmişti. Kaşları çatık, dudakları bastırılmış… Garip bir şekilde gülmek ile sinirlenmek arasında gidip gelen bir hâli vardı.
İçimde bir yerlerde Kılkuyruk’un sesi yankılandı. “Kendi cehenneminden çık” Ona hak vermeyi asla istemezdim ama bu kısmı doğruydu. Ceylin ve Serkan’ı, aralarındaki engelleri kendileri yarattıkları için kınıyordum. Ama aynısını ben de yapıyordum.
Ne kadar yasak koyarsam, o kadar ona çekiliyordum. Yasak olan her zaman daha cazipti.
Belki de bu durumu akışına bırakmak benim için daha iyi olacaktı. Onu eskisi gibi kazanamazdım, evet. Ama eğer biraz olsun bana kulak vermesini sağlayabilirsem, belki de aramızdaki buzları biraz eritebilirdim.
Kağan, aniden gözlerini yola çevirip soğuk bir sesle konuştu: “Ben de sana ait hiçbir şey yok.”
Sustu. Ben de sustum.
Ama o tek cümle, içimde yankılanan bir darbeye dönüştü.
Gözlerimi kapattım. Düşüncelerimi susturmaya çalıştım. Ama kelimeleri zihnimde dolanıp duruyordu.
Camdan dışarı bakarak, bizi nereye götürdüğünü anlamaya çalıştım. Şehirden uzaklaşıyorduk. Yanımızdan hızla geçen ışıklar azalmıştı.
Sonunda bir orman yoluna girdik. Kaşlarımı çatıp şüpheyle sordum: “Hastaneye gideceğimizi sanıyordum.”
Cevap vermedi.
Ormanın içinde ilerledikçe, gözlerim büyüdü. Devasa bir malikânenin önüne geldiğimizde, şaşkınlıkla etrafa bakındım.
İstanbul’da böyle bir yer var mıydı?
Kağan, arabayı girişte durdurdu. Sessizce elini bacağımdan çekti. Soğuktu. Bu hareketiyle birlikte aramızdaki mesafe de daha belirgin hâle gelmişti. Kendi kapısını açıp, eve doğru yürümeye başladığında ben oturmaya devam ettim. İçimde gittikçe büyüyen o garip hissi bastırmaya çalışıyordum.
Burası neresiydi? Ve beni buraya neden getirmişti?
Burası amcasının evi miydi?
Büyük ihtimalle öyleydi. Böylesine gösterişli ve kasvetli bir malikâne, güç ve servetin sessiz bir yansımasıydı.
Eve uzanan geniş taş basamakların iki yanında, görkemli aslan heykelleri dikiliydi. Sert bakışlarıyla gelenleri süzüyor, buraya kimlerin ait olup kimlerin olmadığını belirliyormuş gibi duruyorlardı. Güç, her detayda hissediliyordu. Ama asıl güç, bu taş duvarların ardında gizlenmişti.
Kağan’ın geri geldiğini fark ettiğimde kıpırdamadan bekledim. Beni arkasında bulamayınca dönmüştü.
Camı tıklattığında, arabada oturmaya devam ettim, kapıyı açmadım.
Gözlerim, avlunun ortasındaki devasa çeşmeye takılmıştı. Burası neredeyse başka bir dünyaya açılan bir geçit gibiydi. Çeşme, kıvrılmış gövdesiyle bir ejderhayı andırıyordu. Başı girişe doğru dönüktü, sanki buraya adım atanları izliyordu. Kuyruğu, zarif kıvrımlarla havuza dolanmış, ağzından ince bir su akışı salınmıştı. Tipik bir Çin ejderhasıydı ama tuhaf derecede canlı duruyordu.
Camdan gelen ikinci tıklama sesiyle irkildim ama başımı çevirmedim.
Kağan’ın sabırsızlandığını hissedebiliyordum. Sonunda sinirle kapıyı açtı ama daha konuşmasına fırsat vermeden hızla dışarı attım kendimi.
“Ne kadar da centilmence! Teşekkür ederim.” dedim, alaycı bir gülümsemeyle.
Madem beni buraya kadar getirmişti, en azından kapımı da açabilirdi. Basit bir nezaket göstergesiydi bu.
Ayakta durmak canımı yakıyordu ama belli etmemeye çalışıyordum. Kağan önümden geçip eve doğru tekrar yürümeye başladığında, ben de ters yöne yöneldim. Yani geldiğimiz yoldan geri gitmeye başladım.
Bacağımın üzerine her adım attığımda, acı dalgalar hâlinde yayılıyordu. Dişlerimi sıkarak ilerlemeye devam ettim. Ter boncuk boncuk alnımda birikmişti. Elimi kaldırıp sildiğimde, hafif bir yanma hissettim.
Öncesinde parçalanan elimin acısını, şimdi daha net hissediyordum. Ve terimle birleştiğinde… tuz, derime batıyordu.
Elimi kaldırıp alnımı sildiğimde, bacağımdaki kanın izleri elime bulaştı. Ve şimdi de… yüzüme.
Ne kadar ilerleyebildiğimi bilmiyorum ama Kağan bir anda arkamdan yaklaşarak sinirle "Allah’ın cezası!" diye homurdandı ve beni kollarına aldı.
Kasları gergindi. Öfkesi yüzünden mi, yoksa beni taşımaktan mı bilemiyordum. Ama vücudu taş gibiydi.
Onun kollarında taşınırken gözlerimle yüzünü inceledim. Kağan bana yandan sert bir bakış attı.
Ben ise hafifçe gülümseyerek, olay çıkarmaya niyeti olmayan masum biriymişim gibi ona baktım.
Kaşlarını çattı, ama sessiz kaldı. Sonunda önüne dönüp ilerlemeye devam etti. İçeri adım attığımızda, nefesim kesildi. Burası bir ev değil, sanki tarihten koparılmış bir sanat eseri gibiydi. Loş ışıklarla aydınlatılmış bir koridor… Ve duvarlara oyulmuş sahneler…
Yaklaştığımda fark ettim; Tevrat’tan sahnelerdi bunlar.
Havva’nın yaratılışı. Yasak elma. Cennetten kovuluş. Habil ve Kabil’in kavgası. Habil’in ölümü.
Her biri inanılmaz detaylarla işlenmişti. Koridorda ilerlerken, gözlerim sahneler arasında dolaştı.
Burası Kağan’ın tarzına hiç uymuyordu. Beni gerçekten amcasının evine mi getirmişti?
Eğer öyleyse…
Bu malikânede hiçbir şey normal değildi. Kağan sola dönüp geniş bir odaya adım attığında, nutkum tutuldu. Bende kesinlikle böyle bir şey yaptırmalıydım. Şimdiye kadar yaptırmadığım hataydı.
Salon büyüleyiciydi. Yarım sütunlar, Tevrat’tan sahnelerle süslenmiş duvarlara sıralanmıştı.
Koridordaki gibi, ama daha görkemli. Her bir sahnenin önüne küçük mumlar yerleştirilmişti, titrek alevleri duvarlarda dans ediyordu.
Ve odanın ortasında… Dev bir şömine.
Ama beni asıl etkileyen şey, şöminenin üzerindeki kabartmaydı.
Orada… Garip, çivi yazısını andıran semboller vardı. Ve tam ortasında… Tuhaf bir kadın figürü. İri göğüslü, çıplak. Ellerini iki yana açmış, bir şeyleri tutuyordu. Sırtında kanatlar vardı. Başında koni şeklinde bir başlık. Ve… ayakları. Tavuk ayağı gibiydi.
Gözleri oyuktu ama kaşları kemerli bir yay gibi çizilmişti, bu da ona rahatsız edici bir ifade katıyordu.
Ona daha önce rastlamıştım. Ama… nerede?
Düşüncelerimin arasından sıyrılan tek şey, yukarıda yazılı olan cümle oldu.
> "Nergal, görünüşte mantıksız olanın arkasındaki sebep olarak hizmet etti. İnsanların tanrılarına olan inançlarını sürdürmeleri ve asırlık acı çekme sorununu açıklamaları için bir yol sağladı."
Nergal mi?
İçime buz gibi bir his yayıldı. Bir anda üzerime görünmez bir ağırlık çöktü. Bu eve girerken hissettiğim huzursuzluk, şimdi kendini belirgin bir korkuya bırakıyordu.
Sanki burası sadece bir malikâne değil… Bir şeyin, belki de çok daha karanlık bir şeyin yuvasıydı. Kendimi adeta canavarın inine girmiş gibi hissediyordum.
Kağan, beni şöminenin yanındaki deri koltuğa doğru savurduğunda sert bir şekilde düştüm. Ağzımdan küçük bir inilti çıktı.
“Kurşun yemiş birine biraz daha iyi davranabilirsin,” dedim dişlerimin arasından.
Kağan, alaycı bir kahkaha attı. “Kurşun yemiş mi? Kendi kendini vuran bir kaçığın hak ettiği muameleyi gösteriyorum.”
Kaçıkmış! Kendi yaptıkları çok normal sanki.
Kağan arkasını dönüp yürümeye başladığında kaşlarımı çattım.
“Nereye gidiyorsun?”
Cevap vermedi. Çenem gerildi, sesimi yükselttim. “Sana soruyorum, nereye?!”
Bu kez, arkasını dönmeden bağırdı. “Pansuman çantasını getirmeye!”
Kollarımı göğsümde kavuşturarak dişlerimi sıktım. “İyi, o zaman çabuk ol ve işini yap.”
Kağan bir anda durdu. Başını hafifçe yana eğerek bana döndü. Yüzündeki inanmaz bakış, içimdeki öfkeyi iyice alevlendirdi.
“Kendi açtığın yarayı kendin saracaksın,” dedi, sesi buz gibi soğuktu.
Başımı iki yana sallayarak sinirle homurdandım. “Senin yüzünden oldu ve sen yapacaksın!”
Kağan önce kısa bir sessizlik içinde bana baktı, sonra kahkaha attı. Ama bu kahkahada eğlence değil, yalnızca alay vardı.
“Bok yaparım, bekle sen!”
İçimde biriken öfke taşma noktasına ulaşmıştı. Önümdeki sehpanın üzerindeki dolu içki bardağını kaptığım gibi bir dikişte içtim, sonra hızla ona fırlattım. Nimetti şimdi içmeseydim içime öküz otururdu.
“Düzgün konuş benimle! Medeniyet yüzü görmemiş barbar herif!” diye bağırdım.
Kağan, öfkeyle bir adım attı. Gözleri alev almış gibiydi.
“Ne yaptığını sanıyorsun, manyak?!”
Arkama uzanıp koltuğun yastığını hızla ona fırlattım.
“Senin yüzünden olan bir yarayı sen saracaksın!”
Kağan yastığı havada yakaladı ve umursamazca yana fırlattı. “Benim yüzümden olan bir şey yok! Kendi açtığın yarayı kendin kapat!”
Bacağımdan yayılan zonklamayı görmezden gelerek doğruldum. “Beni hastaneye götürseydin o zaman! Ne diye buraya getirdin?!”
Kağan, kollarını göğsünde kavuşturup küçümseyen bir şekilde güldü. “Tabii ya, bir de elin adamına bacak şovu yap diye mi?”
Bu laf mideme inen bir yumruk gibi sertti. Gözlerimi öfkeyle kıstım. Koltuktaki diğer yastığı hızla kaptım ve ona fırlattım.
“Düzgün konuş benimle! Geri kafalı! Tıpta ayıp olmaz!”
Ama… O an bir şey dank etti. Ulan ben ne saçmalıyorum? Kağan beni iki dakika içinde delirtmişti!
O ise hâlâ sinirden kıpkırmızı olmuştu. “O yüzden mi? O lavukla birlikte oldun ha?!”
Beynime kan sıçradı. Yumruklarımı sıktım.
“Ulan ne alaka?! Ne alaka?!”
Kağan gözlerini kısarak yaklaştı. “Çok alaka! O doktormuş, duydum! Şimdi seni hastaneye götürsem, daha neler olacak kim bilir?”
İçimdeki son sabır kırıntısı da paramparça oldu. Yanımdaki sehpanın üzerindeki bibloyu hızla kaptım ve hiç düşünmeden ona fırlattım.
Biblo alnına çarpıp yere düştüğünde çıkan kırılma sesi, odanın içindeki gerilimi daha da artırdı.
Kağan inleyerek başını tuttu, sonra gözleri beni buldu. Şimdi gerçekten öldürecekmiş gibi bakıyordu.
Keşke atmadan önce bir kez daha düşünseydim… Gül gibi çocuğun kaşını yarmıştım. Ama geri adım atacak değildim!
“Birincisi, Tamer’le aramızdaki durum farklı. İkincisi, doktorlar ‘Aa, Lavinia gelsin de yarasını dikelim’ diye beklemiyor. Üçüncüsü, sana ne ulan?! Olsa bile sana ne?!”
Kağan’ın şekilden şekle giren yüz ifadesi, sözlerimin onu deliye döndürdüğünü gösteriyordu.
İçime sinsice çöreklenen korkunun, damarlarımda yavaş yavaş yayılışını hissediyordum. Mantıklı düşünmeye çalışsam da zihnim bulanıktı. Çok mu ileri gitmiştim? Sanmıyorum. Ama öyleyse, Kağan neden bu haldeydi?
Olduğu yerde hareketsizdi, ama yüzü durmadan değişiyordu. Çenesi kilitlenmiş, gözbebekleri küçülmüş, yüzündeki her kas gerilmişti. Derisinin altındaki damarlar iyice belirginleşmiş, kanı sanki kaynıyormuş gibi görünüyordu. Şu an tam anlamıyla kırmızı görmüş bir boğaya benziyordu.
Kaçsam? Bu bacakla nereye kadar kaçabilirdim ki? Üstelik buranın gerçekten amcasının malikanesi olduğunu düşündüğümde, ortalıkta görmesem de onların adamlarıyla dolu olduğuna emindim. Kağan burada beni öldürmek istese, kimse beni bulamazdı. Ve onu durduracak kimse olmazdı.
Gerçi, ben bu halde olmasam bile Kağan’ı kimse durdurmazdım. Ama ya amcası? O, beni öldürmeye kalksa Kağan engel olur muydu? Yoksa iş işten geçtikten sonra mı farkına varırdı? Daha kötüsü, Kağan burada değilken amcası canıma kıysa… Onun bile ruhu duymazdı.
İçimdeki huzursuzluk iyice büyüyordu. Kapana kısılmış gibiydim.
Ne diye Kılkuyruğu durdurup Kağan’ın beni götürmesine izin vermiştim ki? Sanki yetmezmiş gibi bir de üstüne kafa tutuyordum! Gerçekten sabah kahvaltıda sucuklu yumurta yerine yürek yemiş olmalıyım. Ya da beynimi… Emin değildim.
Ama şimdi yemek deyince… Karnımın boş olduğunu fark ettim.
Kağan’a, bir şeyler hazırlamasını istesem mi diye düşündüm… Ama ona bakınca hemen vazgeçtim. Şu haliyle, bırak yemek yapmayı, kan kaybından ölmemi izlemeye daha meyilli duruyordu.
Gözleri öfkeden yanıyordu. Adımlarını sert ve kararlı bir şekilde atarken, kırmızı görmüş bir boğa gibi üzerime doğru geliyordu. Geri çekilmek istedim ama kaçacak yerim yoktu.
Bir adım geriledim… Ve arkamdaki koltuğa takılıp sertçe düştüm.
Kağan durmadı. Yaklaştıkça, ben de olduğum yere siniyordum. Gölgesi üzerime düştüğünde, elimle destek alıp doğrulmaya çalıştım ama o an bacağımdaki yaraya bastırdı.
Acı dalga dalga içime yayıldı. Kasılıp kaldım. Sesimi çıkarmamak için dudağımı dişledim.
Kağan eğildi, yüzüme yaklaştı. Sert, kararlı, tüyler ürpertici bir sesle fısıldadı:
“Sana kimse dokunamaz.”
Bir an nefesim boğazımda düğümlendi. Sesi… Tehdit gibi mi geliyordu? Sahiplenme mi?
Bir sonraki saniyede boğazımı sıkabilir gibi bir aura yayıyordu. Ama benim lanet olası ağzım susmayı beceremezdi.
“Nedenmiş o?” dedim, gözlerimi onunkilerden kaçırmadan. Eğer bunu söylüyorsa, bir açıklaması olmalıydı.
Kimse bana dokunamazsa, kimse beni tedavi etmeyecekse… Ne yapacaktım? Ölüp gitmemi mi bekliyordu? Başım dönüyordu artık. Gözlerimin önü bulanıklaşıyor, kararıp açılıyordu.
Kağan’ın üzerime yaydığı korkutucu enerji de işin cabasıydı. Hık diye bayılabilirdim. Arada gözlerim kayıyordu ama bilincimi kaybetmemek için kendimi sıkıyordum. Kağan, tüm o öfkesiyle gözlerimin içine bakarak, “Ben öyle istiyorum.” dedi.
Oldu, o zaman ben gidiyorum.
İçimde öfkeyle, “Sırf sana inat gidip tam tersini yapmak vardı da dua et öyle biri değilim.” diye homurdandım.
Onu anlamaya çalışmak bile istemiyordum. Neden eski Kağan olamıyordu? Bu tavırlar, bu sertlik, bu katı sahiplenme… O tanıdığım adam nereye gitmişti?
Kaşlarımı çatıp derin bir nefes aldım. “O zaman sen yap işte.” dedim, içimdeki öfkeyi bastırarak.
İnşallah önceki söylediklerimi duymamıştır.
Kağan, gözlerimi kaçırmamı, yüzümdeki solgunluğu fark etmiş olacak ki, aniden anlamsız bir soru sordu:
“Dudaklarını sildin mi?”
Bir an ne demek istediğini anlayamadım. Sonra… Kanlı elimle yüzümü sildiğimi hatırladım. Muhtemelen o kanı soruyordu. Başımı hayır anlamında salladım.
Kağan derin bir nefes aldı, bakışları kısa bir an yumuşadı ama hemen toparlandı.
“Burada bekle. Hiçbir yere ayrılma. Bir şeyi de karıştırma. Ben geliyorum.”
Daha fazla bir şey söylemeden doğruldu, elimi tutup kendi yarama bastırdı ve salonu terk etti. Sanki demese bunları yapacak halim varmış gibi mi görünüyordum? Ben ise derin bir nefes alıp, sırtımı koltuğa yasladım.
Beni yarım saat içinde o duygudan o duyguya sürükleyip beyin devrelerimi yakmıştı.
Bu sahiplenicilik mi? Öfke mi? Tehdit mi? Bu, seven bir adamın toksik tavrı mıydı? Ama… neden bana karşı bu kadar keskin ve sertti?
Kağan… Beni seviyor olabilir miydi? Yok artık! O kadar da değil. Ama… Bir an durdum. Tanıştığımız ilk andan itibaren yaşananları düşündüm. O zamandan beri beni istemediğini açıkça belli etmişti. Beni grubundan attırmak için elinden geleni yapmıştı. Sürekli kavga ediyorduk. Bir baş belasıydım onun için. Ama… Beni istememesinin sebebi gerçekten motorların kadınlara uygun olmadığını düşünmesi miydi? Ya da bambaşka bir şey?
Bu zamana kadar hiçbir yakınlaşmamız olmamıştı. O halde şimdi olan neydi? Düşünmekten beynim uyuşmuştu.
KAĞAN
Bu kız beni gerçekten kalpten götürecek! Dudaklarını dişlemek zorunda mıydı? Zaten zor duruyordum, bununla birlikte kendime nasıl hakim olduğum konusunda hiçbir fikri yoktu. Hele ki neredeyse yarı baygın hali, gözleri kayarken, onun altımda zevkten bu halde olmasını isterdim. Siktir! Şu an bunu düşünmenin sırası mıydı? Hayır. Ama elimde değildi.
Çünkü o yarayı dikecektim. Ama işin daha da kötü yanı… Yara neredeydi? Kalçasının hemen altında. Ve pantolonunun çıkması gerekecekti.
İşte tam da bu yüzden onu hastaneye götürmemiştim. Çünkü oraya götürsem, başka eller ona dokunacaktı. Bu mümkün değildi.
Ama işin en kötü tarafı… Ben de yapmayı istemiyordum. Çünkü kendime hakim olamazsam olacaklardan korkuyordum.
O haldeyken kendisi yapamazdı. Ama ben de onu başkasına bırakacak değildim. Elim mecburdu.
Ancak asıl mesele neden kendini vurduğu idi. Bu düşünce içime koca bir taş gibi oturdu. İntihar ettiğini sanmıştım. Biri ona saldırdı diye düşünmüştüm. Aklımdan binlerce ihtimal geçmişti.
Onu kanlar içinde, cansız görmek fikri bile nefesimi kesmeye yetmişti. Ama beni asıl altüst eden şey, silahı bana doğrulttuğunda yüzündeki ifadeydi. O kadar soğukkanlıydı ki, irkilmemi sağlamıştı. Düşündüğümün tam tersi bir şekilde olması ayriyeten de içimde bir şeyleri kabartmıştı.
Ölmemi isteseydi, bunu yapmazdı. Silahı ateşleyebilirdi. Adamlarına tek bir emir verse, şimdi burada olmazdım. Ama o, benim için onları durdurdu. Onu götürdüğümde başta direnmişti, ama sonra razı olmuştu. Üstelik bana zarar gelmemesi için.
Bunu benim için yaptı.
İşte tam bu düşüncelerle salona adım attım… ve donakaldım. Amcam. Lavinia’nın başında. Ona tampon yapıyordu. İçimde ki anlık rahatlama yok olarak yerini şiddetli bir öfkeye bıraktı.
Hızla yanlarına gittim ve amcamın elini Lavinia’dan çektim. O an fark ettim ki Lavinia bayılmıştı. Daha fazla dayanamamıştı. Gerçi bu kadar dayanması bile düşündürücüydü. Çünkü fazla kan kaybetmişti.
Kaşlarımı çattım, amcama döndüm ve öfkemi saklamaya gerek duymadan sordum: “Ne işin var onun yanında?”
Amcam, yüzünde o bildik alaycı gülümsemeyle ayağa kalktı. Sonra gözümün önünde elindeki Lavinia’nın kanını yaladı. İçim buz kesti. Midem bulandı. Ama o, bundan zevk alıyor gibiydi.
“Onu neden buraya getirdin?” diye sordu.
Cevap vermedim. Ama konuşmaya devam etti. “Bırak tahmin edeyim. Yarası, senin için sakıncalı bir bölgede. Ve sen, ona birinin dokunmasını istemediğin için buraya getirdin.”
Gözlerimi devirdim ama konuşmadım. Lavinia’yı kucağıma alıp odama götürmek için hızla hareket ettim.
Ama amcam arkamdan devam etti: “Dediğimi yap, Kağan. Bu fırsatı kaçırma. Onunla yakınlaş. O sana ne söylerse söylesin, güvenini kazan.”
Ama sesindeki ton… Beni huzursuz etti. Sanki sonunda istediği şey gerçekleşecekmiş gibi sabırsız ve heyecanlıydı. Buna aldırmadan yürümeye devam ettim. Ama içimde kötü bir his vardı.
Amcam bu kez sesini yükseltti: “O güçlü biri, Kağan! Piramidin en tepesinde duranlardan biri! Ne kadar babanın katili olsa da, soyumuz için en doğru kişi.”
Bedenim buz kesti. Ve asıl dehşeti bir sonraki sözlerinde yaşadım.
“Bize bir can borcu var, Kağan. Bizden aldığına karşılık, bizden biriyle bir çocuk vermeli!”
Şimdi her şey daha netti.
Amcamın çocuğu hiç olmamıştı. Çünkü hayatı boyunca bu çocuğu taşıyacak uygun birini bulamamıştı. Güçlü bir kadın istiyordu. Onun soyuna layık, onun kanını taşıyacak kadar üstün birini. Ama o kişiyi hiçbir zaman bulamamıştı.
Şimdi, diyelim ki uygun birini buldu… Ona ne yapacaktı? Hiçbir şey! Çünkü artık yaşlanmıştı. Gençliği yıllar önce onu terk etmişti. Bu kadar yaşlıyken çocuk yapamazdı.
Ama kanını yaşatmalıydı. Soyunu layık kişilerle devam ettirmeliydi. Bunu kendisi yapamayacağı için. Bana baskı kuruyordu.
Beni Lavinia’ya yakınlaştırmak için her yolu denemişti. Şimdi, nedenini biliyordum. İlk başta… bunu Lavinia’ya her yönden zarar vermek istediği için benden böyle bir şey istediğini düşünmüştüm.
Amcamın aklından geçenleri hiçbir zaman tam olarak anlayamazdım. Onun planları asla kestirilemez, mantığını çözmek mümkün olmazdı. Çünkü o, yalnızca kaos yaratmak için yaşayan biriydi. Yaptıklarının ardında bir neden aramak, deliliğe anlam yüklemek olurdu. Ama bu seferki, önceki tüm çılgınlıklarını gölgede bırakacak kadar ürkütücüydü.
Bu kez yıkmak için değil, bir şey yaratmak için harekete geçmişti.
Bana başka bir adam bulacağını söylemesi, sadece bir oyundu. Asıl amacı, beni Lavinia’ya itmekti. Ve bunu başarmıştı.
Ama asıl korkunç olan, Lavinia benden hamile kalana kadar durmayacak olmasıydı.
Siktir!
Bu düşünce midemi bulandırırken, aynı zamanda içimde bastırmaya çalıştığım tuhaf bir his uyandırdı. Lavinia’nın benim çocuğumu taşıması…
Bizden bir parça olan bir bebek…
Bu düşünce zihnime öyle güçlü kazındı ki, tüm bedenim gerildi. Nefesim düzensizleşti, damarlarımdaki kanın akışı bile değişmiş gibi hissediyordum.
Ama bu yanlıştı. Çünkü o, babamın katiliydi. Babamın katilinden bir çocuk yapmak… Bu düşünce beni dondurdu. Onunla yakınlaşmak bile başlı başına bir hataydı.
Fakat…
Eğer her şey farklı olsaydı… Eğer Lavinia ile yollarımız başka bir şekilde ilerleseydi. O zaman bu, hayatım boyunca en çok isteyeceğim şeylerden biri olurdu.
Kahretsin!
İçim titrerken hızla odama ilerledim. Kapıyı açıp, Lavinia’yı nazikçe yatağa bıraktım. Sonra kapıyı kapattım. Ve hemen ardından kilitledim.
Lavinia’yı buraya getirmek başından beri hataydı. Ama iş işten geçmişti.
Kapının eşiğinde dururken onu izledim. Solgun yüzü huzursuz bir ifadedeydi, nefesiyse düzensizdi. Daha fazla kan kaybetmesine izin veremezdim. İçimde boğulmaya yakın bir his vardı, bir şeyleri yanlış yaptığımın işareti gibiydi. Ama geri dönüş yoktu.
Hızlıca ona doğru adımladım. Şimdi pantolonunu çıkarmam gerektiği gerçeğini kafamda göz ardı etmeye çalışıyordum. Motor ceketini de çıkarmam gerekecekti. Siktir! Kendini neden oradan vurursun ki?
Parmaklarım, pantolonunun düğmesine giderken yutkundum. İyi ki bayılmıştı. Karşımda yarı çıplak olması içimde çelişkili bir yangın başlatıyordu. Yanlıştı. Ama onu istiyordum. O adamın izlerini silip yerine kendiminkileri bırakmak istiyordum. Kendi kendime direniyordum, ama boşunaydı. Ayakkabılarını ve pantolonunu çıkardım.
İlk yardım çantasını aldım, yanına koydum ve onu dikkatlice döndürdüm. Yarası üste gelmişti. Kan içindeki bacağı bile kusursuz görünüyordu. İçimde bir yerlerde bir savaş başladı. Şimdi hiç sırası değil! Oksijenli suya batırdığım pamukla etrafındaki kanı temizlemeye başladım. Her dokunuşumda içime yayılan sıcaklığı, isteği bastırıyordum. Yara tamamen açığa çıktığında içimden kendime küfür ettim.
Kurşun sıyırmıştı ama bu kadar derin olacağını tahmin etmemiştim. Üstelik ben bu yaraya az önce acımasızca bastırmıştım! Allah beni ne etsin! Tentürdiyotla dezenfekte ederken ara sıra yüzüne bakıyordum. Hissetmiyor muydu? Neyse ki bilinci kapalıydı. Bu iyiydi. Çünkü uyanık olsaydı, beni daha da zor bir durumda bırakırdı. Yaramazlık yapmaktan geri durmayacağını biliyordum.
Dikiş ipini elime aldım, derin bir nefes çektim ve iğneyi derisine batırdım. Her dikişte sanki kendi tenim delinmiş gibi yüzüm buruşuyordu. Yedi dikiş attım. Sonuncusunu attığımda alnımdan akan teri sildim, sargıyı dikkatlice sardım. Kan izlerini temizledim. Elleri de çizikler içindeydi. Parçalanmıştı. Bunu ona uyanıkken sormam gerektiğini kafama not ettim. Dudaklarını sildim. O adamın dudaklarının izi, sevdiğim kadında olamazdı. Şimdi tek bir şey kalmıştı. O ceketin çıkması gerekiyordu.
Ellerim fermuara giderken kalbim düzensiz atmaya başladı. Umarım iç çamaşırı giymiştir… Fermuarı yavaşça aşağı çektim. Onu kaldırmak için kendime çektiğimde, başı göğsüme düştü. Ve işte o an…
Kokusu.
Çiçeksi ama aynı zamanda keskin… Masum ama karanlık. Ağır ve baş döndürücü. Afrodizyak gibi! Bir an nefesim kesildi. İçimde dizginleyemediğim bir şeyler deli gibi kıpırdanıyordu. Yutkundum. Alnımı onun alnına yasladım, baygın olmasının verdiği cesaretle, içimdeki yangını dizginleyerek fısıldadım:
"Senden uzak durmam lazım, Lav’ım… Ama bu giderek imkânsızlaşıyor."
Amcamın planının asıl amacı ve benim ne kadar savaşırsam savaşayım içimde ona karşı bastıramadığım hislerim işimi çok zorlaştırıyordu. Çünkü onun yanındayken uzak durmam mümkün değildi.
Onu yatağa geri yatırdım. Birkaç saniye hareket edemedim. Nefesimi düzenlemeye çalışıyordum. Ayağa kalkıp dolaba yöneldim. Ona uygun bir şey bulmalıydım. Uzun bir tişört. Onu ölçmek için havada tuttum. Kalçasını kapatır. Haki renkte ona çok yakışırdı. En azından bu geceyi idare ederdi. Tam ona giydirmek için eğildiğimde, gözüm göğsünden göbek deliğine kadar uzanan ince bir çizgiye takıldı.
Bir iz.
Ameliyat izi. Ve yalnızca bir tane değildi. Farklı yerlerinde, daha kısa ama benzer izler vardı. Bir an için dünya durdu.
Ne olmuştu ona? Ne yapmışlardı?
Ellerim istemsizce izlerinin üzerinde gezindi. Teninin sıcaklığını hissederken içimde bir şeyler paramparça oldu. Daha fazla bakamayarak hızla ayağa kalktım. Tişörtü elime aldım, ona giydirdim. Kollarını geçirdim, aşağıya çektim.
Derin bir nefes aldım. Bu gecelik kendimi azat edebilirdim. Onun yanına oturdum, onu hissetmeye ihtiyacım vardı. Bacaklarını biraz açtım. Ve işte o an, içimdeki tüm direnç çöktü.
Manzaram… Fazlasıyla davetkârdı.
Kendi üstümdekileri çıkarıp yalnızca baksırımla kaldım. Yavaşça bacaklarının arasına yerleştim. Siktir! İçimdeki alevler tüm bedenimi sardı. Kafamı boynuna yasladım, gözlerimi kapattım.
Ve işte o an fark ettim. Burada, onun yanında… İlk kez gerçekten huzurluydum.
Ama biliyordum ki… Bu imkânsızdı. Sadece bu gece…
Babamdan özür dileyerek gözlerimi kapattım. Ama huzurumun yanında kötü bir histe yer alıyordu.
Onun teni, nefesi, kokusu—hepsi aklımı daha da bulandırıyordu. İçimdeki çelişkiler boğazıma oturmuş, nefes almamı zorlaştırıyordu. On yıl önce yaptığım seçimle, babamı hiçe saymıştım, sanki önemsiz bir ayrıntıymış gibi bir kenara itmiştim. Şimdi ise, aynı günahı işlemenin eşiğindeydim.
Baba, bana yardım et.
Ne kadar kaçmaya çalışırsam çalışayım, ona çekiliyordum. Tutunacak hiçbir şeyim yoktu. Aramızda bir duvar inşa etmeye çalıştım ama o duvar çatlamış, tuzla buz olmuştu. Şimdi tek engel, baksırın ardına saklanmış bitmek bilmeyen bir arzu ve içimde yankılanan tek bir gerçekti:
Onu istiyorum.
Onu korumak istiyordum. Ona zarar vermek istemiyordum. Ama aynı zamanda, onu kendime ait kılmak istiyordum. Bu çelişki beni mahvediyordu. Eğer ona zarar verirsem, onun olmadığı bir dünyada yaşayamam. Andım olsun, peşinden giderim.
Burnumu boynuna gömdüm. Teninin kokusu, aklımı başımdan almaya yetiyordu.
Ellerim, farkında olmadan tişörtünün altına süzüldü. Onu hissetmek istiyordum. Kumaş fazlalık gibi geliyordu. Bütün sınırları kaldırmak, aramızda hiçbir engel bırakmamak istiyordum. Ama kendime güvenmiyordum. Yapamam. Buna hakkım yok.
Baba, sana bir kez daha ihanet etmek istemiyorum.
Ama içimdeki şeytanlar beni esir alıyordu.
Altımda sadece baksır vardı. Onun da üzerinde yalnızca ince bir külot… Ve bu, aramızdaki mesafeyi daha da tehlikeli kılıyordu. Bedenim onu çağırıyordu. Her zerresiyle. Onun içine girip, onu hissetmeyi… Sahiplenmeyi… Onu benden kimsenin alamayacağından emin olmayı…
Ama bunu yaparsam, geri dönüşü olmazdı.
Onun kokusuyla nefes alırken, içimdeki fırtınayla savaştım. Çelişkilerim beni yiyip bitiriyordu. Ama en azından bu gece… Yanında kalacaktım. Onun yanında, ait olduğum yerde.
Ne kadar uyumak istesem de, bir daha böyle bir anın yaşanmayacağını biliyordum. Lavinia yanımdaydı ve bu anı uyuyarak geçirmek istemiyordum. O, yanı başımda nefes alırken, kokusunu içime çektim. Gözlerimi kapatsam da gün ışığının perde arasından süzülerek yüzüme vurduğunu hissedebiliyordum.
Sabah olmuştu. Ve ayrılık yine kapıdaydı.
Kapının sertçe vurulmasıyla huzur paramparça oldu. Kaşlarımı çattım ama kımıldamadım. Gelenin kim olduğunu tahmin edebiliyordum.
Amcam.
Kapı ikinci kez, bu kez daha sert vurulduğunda Lavinia uykusunda huzursuzca kıpırdandı. Derin bir nefes alıp doğruldum. Huzurumun bozulması kaçınılmazdı, değil mi? Ama o an, tişörtü hafifçe sıyrıldığında aralıklı duran bacakları ve teninin ışıkta parlayan yumuşak dokusu gözümün önüne serildi. İçimde kontrol edemediğim bir sıcaklık yükseldi.
Kapı üçüncü kez sarsıldığında sabrım tükenmişti. Öfkeyle yataktan çıkıp kapıya yöneldim. Açtığım anda, amcamın içeriye bakmasına izin vermemek için tam karşısında durdum.
Amcamın yüzündeki ifade, beni yalnızca baksırla gördüğünde değişti. Önce kaşlarını kaldırdı, sonra gözlerini kısıp alaycı bir gülümsemeyle baştan aşağı süzdü beni.
“Gerçekten yaptın mı?” dedi kısık sesle. “Ektin mi tohumunu?”
Sözleri midemi bulandırdı. Kaşlarımı çatıp tiksintiyle baktım. Lavinia’nın onun zihninde nasıl hayal edildiğini bilmek, damarlarımı kaynar bir öfkeyle doldurdu. Bir saniye bile düşünmeden yakasından tuttum ve onu duvara yasladım.
“O gözlerini ve beynini kontrol et, amca,” diye fısıldadım, sesim tehditkârdı. “Yoksa ikisini de senden söküp alırım.”
Amcamın alaycı ifadesi soldu. Bir an duraksadı, sonra gözlerinde bir hayal kırıklığı belirerek başını hafifçe eğdi.
“Yapmamışsın,” diye mırıldandı. Omuzlarını silkti, ama sesindeki hayal kırıklığı inandırıcıydı.
Beni bunun için mi kaldırmıştı? Dişlerimi sıktım. “Ne istiyorsun?”
Yakasını düzeltti, ifadesi anında ciddiyete büründü. “Babanla ilgili bir gerçeği söylemek için buradayım.”
İçimde bir şeyler kırıldı. Kaslarım gerildi. İçimi kemiren kötü his, mideme ağır bir yük gibi oturdu.
Kaşlarımı çatıp gözlerimi kıstım. “Hayatım boyunca babamın yanındaydım. Ne gerçeğinden bahsediyorsun?”
Amcam, kapıya kısa bir bakış attıktan sonra gözlerini benimkilere kilitledi.
“Babanın ölümü bir intihardı, Kağan.”
Dünya bir an için sessizleşti.
Boğazıma bir düğüm oturdu. Nefesim kesildi. Ama beynim bunu kabul etmedi. İçimde yankılanan inkâr, dudaklarıma alaycı bir gülümseme olarak yerleşti.
“Güzel oyun,” dedim, soğuk bir kahkaha atarak. “Bizi birleştirmek için buraya kadar geldin ha?” Başımı iki yana salladım. “Daha yaratıcı olabilirdin.”
Arkamı dönüp odama yöneldiğimde, amcamın sesi sert ve net bir şekilde yükseldi:
“Baban bunalımdaydı. Olanlardan kendini sorumlu tutuyordu. Her gün, onların yerine kendisinin ölmesini dileyerek yaşıyordu.”
“SUS!” diye bağırdım, dişlerim kenetliydi.
Biliyordum. Onun yanındaydım. Peki neden bana şimdi hatırlatıyordu?
Amcam geri adım atmadı. “Sözümü kesme, evlat.” Derin bir nefes aldı, gözleri ciddiyetle parlıyordu. “Baban, düşman saldırılarının Lavinia’ya ait olduğunu anladığında bunun bir kurtuluş olacağını düşündü. Öldüğünü sandığı evlatlarından birinin yaşadığını öğrendiğinde, kendini ona öldürtmek için bir plan yaptı.”
Gözlerimi kısmış, nefes almadan onu dinliyordum.
“Adamlarıma bir haber saldı,” diye devam etti. “Senin ve kendisinin hayatta kalabilmek için diğerlerini onların kucağına attığı bilgisini yaydı. Lavinia’nın bunu duyduğunda nasıl tepki vereceğini biliyordu. Onun gelip onu öldüreceğini biliyordu.”
Sesindeki acı, havada asılı kaldı. Yavaşça başımı kaldırdım. İçimde bir boşluk vardı.
“Bunu kabul etmiyorum,” diye fısıldadım. “Babam böyle bir şey yapmazdı.”
Amcam gözlerini kırpmadan baktı. “Baban Lavinia’nın eğitmeniydi. Onun nasıl hareket edeceğini, nasıl kararlar alacağını biliyordu. Onu tanıdığı için saldırıları onun yaptığını anladı. Planını buna göre yaptı.”
Beynim bu bilgiyi işleyemiyordu. Nefesim düzensizleşti. “Öyleyse neden şimdi söylüyorsun?”
Amcamın yüzü gölgelerle kaplandı. “Çünkü senin babanı, bir intiharın getirdiği zayıflıkla hatırlamanı istemedim.”
Sessizlik üzerimize çöktü.
Bir an sonra devam etti: “Sence bunu bilmesem, kardeşim öldüğünde o kızı yaşatır mıydım?”
Kalbim sıkıştı. Gözlerim, kapının ardında uyuyan Lavinia’ya kaydı.
O an, bir şey fark ettim.
Amcam gözlerini üzerime dikti. “O kız saldırıdan sağ çıktı. Peşlerine düştü. İntikam aldı. Yetmedi, baba olarak gördüğü adamı öldürmek zorunda kaldı. Ama devam etti. Güçlendi.”
Sözleri ağırdı.
“Kağan, sekiz yıl geçti. Ve ben senin o kızla yakınlaşman için her şeyi denedim. İğrenç bir oyun bile kurdum, ama onu bile reddettin. Beni artık bu gerçeği söyletmeye mecbur bıraktın.”
Nefesimi tuttum.
“O kız doğru kişi, Kağan.” Gözleri ışıldadı. “Güç, insanın kanında ve ruhunda olur. Lavinia güçlü. Seni seviyor. Ve sen de onu seviyorsun. Artık bırak kendini. Hayatına bak.”
Sonra, gözlerinde şeytani bir kıvılcım belirdi.
“Ama bir şey istiyorum.” Kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım. “O kızdan bir çocuk istiyorum.”
Sözleri beynime bir bıçak gibi saplandı. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söyleyemedim. Sonra, soğuk bir sesle sordum:
“Öyleyse neden Lavinia’nın öz babasına belgeleri verdin?”
Amcamın yüzü gerildi, bakışlarındaki karanlık gölgeleşerek derinleşti. Sesindeki buz gibi soğukluk tüylerimi diken diken etti.
“Ne olursa olsun, kardeşimin ölümünde onun da payı var. Bunun bir bedeli olmalı. Eğer sen, o kadının rahmine bizim kanımızdan bir tohum bırakmazsan… ondan bir can alırım, Kağan. Sabrımın sonuna geldim.”
Sözleri koridorun duvarlarına çarpa çarpa zihnime kazınırken içimde bir şeyler çatırdadı. Mideme oturan ağır bir taş gibi, nefes almayı bile zorlaştıran bir yük çöktü üzerime. Öfke ve inkâr damarlarımda ateş olup dolaşırken, dudaklarım kıpırdadı ama kelimeler çıkmadı.
Amcam, gözlerime bile bakmadan arkasını döndü. Sert adımları zeminde yankılanırken ben hâlâ hareket edemiyordum.
Babam… Lavinia… Gerçekten de amcamın dediği gibi miydi her şey?
Bu düşünce beynime bir zehir gibi sızdı. Gözlerimi sımsıkı kapatıp gerçeği reddetmek istedim ama zihnim buna izin vermiyordu. İçimde, kaçmaya çalıştığım gerçeği fısıldayan o uğursuz ses vardı.
Ayaklarımın altında dünya sallanıyormuş gibi sendeleyerek odama yöneldim, kapıyı sessizce kapattım. Bütün düşünceler, zehirli bir sarmaşık gibi zihnimi sararken, şu an ihtiyacım olan tek şey huzurdu.
Yatağa ilerleyip kendimi Lavinia’nın bedenine bıraktım. Kollarımı sıkıca etrafına doladım, yüzümü boynuna gömdüm.
Onun nefesi, varlığı, kokusu… Beni bu gerçekten uzak tutacak tek şeydi.
Ve şu an, sadece ona tutunarak nefes alabilirdim.
LAVİNİA
Uyandığımda, üzerimde bir ağırlık hissettim.
Bilinçsizce kıpırdanmaya çalıştım ama hareket edemediğimi fark ettim. Kaslarım hâlâ uykunun etkisiyle gevşekti, vücudum uyuşmuştu. Derin bir nefes aldığımda tanıdık bir koku ciğerlerime doldu. Odunsu ve baharatlı…
Kağan.
Göz kapaklarımı araladığımda yüzümün hemen yanında duran çıplak omzunu gördüm. Cildindeki sıcaklık tenime işliyordu. Bacakları benimkilerin arasına girmiş, bir kolunu belime dolamıştı. Tüm vücut ağırlığını üzerime vermişti ve içgüdüsel olarak boynuma yüzünü gömmüştü.
Ne halt ediyordu bu adam?
Üzerimde yalnızca bir tişört vardı. Kağan ise çıplaktı… Daha doğrusu, en azından altında boxer vardı.
Lanet olsun.
Ne olmuştu? Bayıldığımda beni buraya getirdiğini tahmin etmek zor değildi, ama şu an içinde bulunduğum durum aklımı allak bullak ediyordu. Bacağımda hafif bir sızı hissediyordum ama kasıklarımda herhangi bir ağrı yoktu. Bu beni bir nebze rahatlatmış olsa da Kağan’ın neden böyle davrandığını anlayamıyordum.
Yüzünü boynuma gömmüştü, adeta bir devekuşu gibi kendini saklıyordu. Onu göremediğim gibi, kan kaybının verdiği halsizlik yüzünden üstümden itip kendimi kurtarmak da fazlasıyla zordu. Ama bu yaptığının hesabını bana vermeliydi.
“Kağan,” diye seslendim. Onu hafifçe dürttüm ama tepki vermedi.
Sonunda dayanamayarak tüm gücümü toplayıp, “Kalk lan üstümden!” diye bağırdım ve onu sertçe yana ittim. Ancak daha doğrulmadan gözlerimin önü karardı ve tekrar yatağa yığıldım.
O sırada Kağan’ın uykulu ve boğuk sesi duyuldu:
“Ne oluyor ya?”
Beynim uyuşmuştu. Kağan, yüzümü tutup hafifçe tokatladı. “Lav, Allah’ın cezası, ne boka ayağa kalkmaya çalışıyorsun?” diye söylenirken sesi alaycı değil, endişeliydi.
Güçlükle gözlerimi açtım, nefesimi düzenlemeye çalışarak pütürlü bir sesle, “Düzgün konuş benimle,” dedim ve ellerini yüzümden iterek doğrulmaya çalıştım. Kağan, yardım ederek sırtımı yatağın başlığına yaslamama destek oldu. Yanıma oturduğunda ona ters ters bakarak, “Bu halimizi açıklar mısın?” diye sordum.
Saat kaçtı? Eve gitmem gerekiyordu. Özgür ve ailesiyle bir akşam yemeği planım vardı. Üstelik düşmanımın peşine düşmeliydim. Yapılacak onlarca işim varken burada, bu halde uyanmak… Hiç planlarımın arasında değildi.
Bir de şu soyadı meselesi… Onu erteleyebildiğim kadar erteliyordum ama içimde kötü bir his vardı.
Ama şu an asıl mesele bunlar değildi. Yarı çıplak bir şekilde Kağan’la aynı yatakta oturuyordum ve üzerimde onun tişörtü vardı. Ona göz ucuyla baktım. Oldukça bitkin ve dalgındı. Normalde her fırsatta beni öldürmeye çalışan adam, şimdi gözlerini duvara dikmiş, sanki zihninde başka bir savaşa hapsolmuş gibiydi.
Kağan, sonunda kısık bir sesle konuştu: “Yaranı sardım. Ama hareket etme. Bir süre fazla ayakta da durma.”
Onun beni düşündüğünü fark etmek garip bir histi. Ama yine de asıl sormak istediğim bu değildi. Hafifçe ona dönerek, “Onu sormuyorum. Bu halimiz ne?” diye üsteledim.
Kağan yorgunca iç çekti. Gözlerini hala duvardan ayırmadan, “Sadece bir geceliğine… ait olduğum yerde durmak istedim,” dedi. Sesi neredeyse fısıltı gibiydi. “Kokunla uyumak istedim… Seni hissetmek istedim.”
Kelimeleri ağzından dökülürken sanki kendisi bile farkında değildi. Ama duyduklarım kalbimin hızla çarpmasına neden oldu. Bunlar, seven bir adamın sözleriydi.
Kağan beni gerçekten seviyordu.
Tamer’i dövmesi kıskançlıktandı. Sürekli benimle uğraşmasının sebebi de buydu, değil mi?
Motorcu hiyerarşisinde grup üyeleri kardeş sayılırdı. Eğer iki kişi arasında romantik bir ilişki başlarsa, ikisi de gruptan atılırdı. Kurallar katıydı, tolerans yoktu. Bu yüzden beni grupta istememişti!
Anladıklarım karşısında beynim durdu.
Siktir.
Beni bir türlü öldürememesinin sebebi de buydu. Beni gerçekten sevdiği için… Kardeş olarak gördüğü için değil.
En başından beri gelip, “Ben seni seviyorum,” demek bu kadar mı zordu? Öyle dese, ben zaten kendi isteğimle gruptan ayrılır ve onunla olurdum.
Bu erkekler gerçekten mankafalı!
Peki ne olmuştu da şimdi bu haldeydi?
İçimde yankılanan soruyu dile getirmeye cesaret edemeden, titrek bir sesle “Kağan,” dedim. Ama o, gözleri yorgun ve mahzun bir halde yüzüme baktı. Elini kaldırıp, usulca yanağıma dokundu. Parmak uçları, sanki hissetmekten korkuyormuş gibi ürkekti. Alnını alnıma yasladığında, iç çekişi ruhuma işledi.
“Lav, konuşalım,” diye fısıldadı. “Yalansız, dolansız. Her şeyi olduğu gibi konuşalım.”
Sözleri mideme bir taş gibi oturdu. İçinde sakladığı acıyı, sesiyle bana bulaştırmıştı. Ellerimi kaldırıp yüzünü okşadım. Gözlerimi kapattım—çünkü onun gözlerinde gördüğüm ıstıraba doğrudan bakmak, kendi yaralarımı yeniden kanatmaktan farksızdı.
Nefeslerimiz birbirine karışırken, aramızda arzu yoktu. Yalnızca acı vardı. Birbirimizin yükünü taşıyor, sessizce ortak bir kayıpta buluşuyorduk.
Kağan’ın beni dinlemek istemesi, içimde belirsiz bir sıcaklık uyandırdı. Onu incitmek istemiyordum. Başımı hafifçe sallayarak, “Sor,” dedim. “Neyi bilmek istiyorsan olduğu gibi anlatacağım.”
Ama sonra ben de soracaktım. Çünkü bu kırılganlığının sebebi olmalıydı. Onun da içinde sakladığı fırtınalar vardı.
Kağan, bakışlarını dudaklarıma kaydırdı. “Ama…” diye fısıldadı ve dudaklarını hafifçe benimkilere dokundurdu.
Sonra sesi soğuk ve keskin bir öfkeye büründü. “O lavuğun değdiği dudaklardan değil.”
Sözleri içimde bir şeyleri paramparça etti ama ona karşılık vermedim. Birkaç saniye boyunca dokunuşunda kaldım, ardından yavaşça geri çekildim.
“Önce konuşalım,” dedim.
Eğer şimdi devam etmesine izin verirsem, bunu bir kopuşa değil, bir bağlanmaya çevirecekti. “Bana ait olduktan sonra konuşalım,” diyecek ve biz bu girdapta kaybolacaktık.
Kağan, geri çekilmeme sinirlendi ama bir şey demedi. Sadece dikkatlice başını kasıklarıma koyup uzandı. O an gözümde bir çocuk gibi görünüyordu—sevilmeye muhtaç, yorgun bir çocuk. Yıllardır sırtında taşıdığı ağırlıktan yorulmuş, sığınılacak bir yer arayan biri.
Parmaklarım saçlarının arasında gezindi. “Sor,” dedim. Kağan rahatsızca kıpırdandı. “On yıl önce oradan nasıl kurtuldun?”
Kelimeler mideme saplanan bir bıçak gibiydi. Yutkundum. Hafızamın tozlu sayfaları açılırken, karanlık anılar zihnimde belirdi.
“Kurtulmadım,” dedim boğuk bir sesle. “Onlar beni öldü diye bıraktı.” Kağan’ın bedeni gerildi. “Onları bulduğumuzda parçalanmışlardı, Lav,” dedi dişlerinin arasından. “Orası kan içindeydi ama sen yoktun.”
Gözlerim bulanıklaştı. O… gerçekten aramış mıydı beni? Kağan’a baktım, sesim kısık ama sertti. “Sen gördün mü?”
Başını eğdi. “Aralarından geçtim… Ama yoktun.” İşte buydu. O cehennemin ortasında bile beni aramıştı. Beni bulmaya çalışmıştı.
Sarsılarak nefes aldım. “Yoktum… çünkü beni dayım çıkardı oradan.”
Kağan’ın nefesi hızlandı. Yüzündeki kaslar kasıldı. Ama anlatacaklarım burada bitmiyordu.
“Onları gözümün önünde parçaladılar, dövdüler, işkence ettiler,” dedim sesi titreyerek. “Beni zorla izlettirdiler, Kağan. Aralarındaki tek kızım diye beni sona bıraktılar… Ve sonra sıra bana geldi.”
Kağan’ın boğazından derin bir hırlama yükseldi. “Yara izlerin o zamandan mı?” diye sordu. Başımı onaylarcasına salladım. Kağan, yumruklarını sıktı. “Orospu çocukları…” diye tısladı. “Onları daha yavaş öldürmeliydim.”
İçimde acı bir gülümseme belirdi. “Ölmedim ama ölüm birçok defa uğradı,” dedim. “Almadı beni.” Kağan sertçe yutkundu. “Sonra ne oldu?”
“Dayım beni hastaneye götürdü,” dedim usulca. “Doktorlar pek umutlu değilmiş. Kırılan kaburgalarım iç organlarıma zarar verdiğinden iç kanamam vardı. Kafama aldığım darbelerden aynı zamanda beyin kanaması geçirmişim. Ameliyatlar ne kadar iyi geçerse geçsin. Ayılacağıma dair umut yokmuş.”
Kağan’ın gözleri sıkıca kapandığında “İki ay sonra uyandım,” diye devam ettim. “Ama hareket edemiyordum. Yemek yemiyordum, uyuyamıyordum. Tavana bakarak hareketsiz yatıyordum. Bazen bana yardım etmek isteyenlere saldırıyordum.”
Gözleri kısıldı. “Aklım gitmişti,” dedim boğuk bir sesle. “Zihnim, o anlarda sıkışıp kalmıştı. Düşünemiyordum… Sadece hissediyordum.”
Kağan’ın kaşları çatıldı. “Bu yüzden mi… seni akıl hastanesine gönderdiler?” Başımı eğerek onayladım. Daha fazlasını bilmesine gerek yoktu.
Kağan gözlerini kıstı. “Babamı öldürdüğünde aklın yerinde değil miydi?” Başımı iki yana salladım. “Değildi” dedim. “Tek istediğim intikam ve nefes alabilmekti.”
Kağan titredi. “Babamın peşine neden düştün?” İşte, en önemli soru buydu.
Yutkundum. “Son avladığım adamlardan biri… ölmeden önce söyledi,” dedim. “Timur amca, seni ve kendini kurtarmak için bizi onların önüne atıp kaçmış.”
Kağan’ın damarları belirginleşti. Yüzü soldu, sonra hızla kızardı. “Babamı öldürmeden önce, o bir şey dedi mi?”
Sarsılarak başımı salladım. “O da böyle söyledi.” Sözlerimle birlikte, içimde tuttuğum her şey taştı. Gözyaşlarım süzüldü. Ağlamamak için kendimi sıksam da başaramıyordum. Kağan, titremeye başladı. Önce hafifti, sonra hızlandı.
Sonra birden… vücudu sarsıldı. Kontrolsüzce, vahşi bir fırtınanın ortasına düşmüş gibi titriyordu.
“Kağan!” Bedenim panikle harekete geçti, ona tutunmaya çalıştım ama durmuyordu.
“Yardım edin! Kimse yok mu?” diye haykırdım.
Ama cevap veren olmadı. Sadece sessizlik… Ve çığlıklarımın yankısı vardı.
Bu nasıl bir evdi? Amcası yoktu, tamam da, çalışanlardan biri bile mi yoktu? Koca malikanede bir tek insan sesi bile duymamak içimi ürpertiyordu. Kağan kollarımın arasında kriz geçirirken, zamanın ellerimden kayıp gittiğini hissediyordum. Ne yapmalıydım? Onu bu krizden nasıl çekip çıkarabilirdim?
Aklıma tek bir şey geldi. Daha geçen kendime yaptığımı yapmalı, onu acıyla gerçek dünyaya geri döndürmeliydim. Yanımda duran ilk yardım çantasını fark ettiğimde hızla uzanıp içini karıştırmaya başladım. Ellerim titriyordu. Makası gördüğüm anda hiç düşünmeden kavradım ve Kağan’ın yaralı avucuna küçük bir kesik attım. Acıyı hissedebilmesi için bastırabildiğim kadar bastırdım.
Teni ürperdi, solukları düzensizleşti. Titremeleri önce zayıfladı, sonra tamamen durdu. Sonunda hareketsiz kaldığında bayıldığını anladım ve içimde garip bir rahatlama hissi yayıldı. En azından şu an için krizi atlatmıştı.
Onu yavaşça yatağa yatırıp elindeki kesikleri temizlemeye başladım. Bu eli zaten yara içindeydi ve izler fazlasıyla tazeydi. Kaşlarımı çatıp düşündüm. Ne zaman olmuştu bunlar? O an, zihnimde bir anı canlandı. Gece kulübünde, Tamer beni öpmeye çalışırken duyduğum o kırılma sesi…
Kağan mıydı?
Bunu şimdi düşünmenin sırası değildi. Önceliğim, onun yaralarını sarmaktı. Elini sardıktan sonra kaşındaki açılmış yeri temizledim ve üzerine bir yara bandı yapıştırdım. Ellerimi yavaşça geri çekerken Kağan’ın yüzünü izlemeye başladım. Göz altları yorgunluktan şişmişti, solgun tenine rağmen bronz bir sıcaklık vardı. Gözüm, az önce beni öpen dudaklarına kaydı. Bir erkeğe göre fazlasıyla dolgunlardı. Kapalı göz kapaklarının altında kısa ama sık kirpikleri vardı. Burnu karakteristik bir keskinliğe sahipti. Tipik bir Türk erkeğiydi belki, ama boşuna “Aura her şeydir.” demiyorlardı.
Kağan’ın aurası onu bambaşka bir seviyeye taşıyordu.
Kaslı göğsüne fazla takılmamaya çalışarak yavaşça ayağa kalktım. Odada gözlerimle kendi eşyalarımı aramaya başladım. Köşede pantolonumu gördüğümde yavaşça oraya gidip ceplerimi yokladım. Telefonum… Onu bulduğumda hemen açtım ancak ekranın sağ üst köşesinde sinyalin olmadığını fark edince kaşlarımı çattım.
Nasıl çekmiyordu?
Şaşkınlıkla Kağan’ın pantolonuna bakındım ve ceplerini karıştırarak onun telefonunu da buldum. Aynı şekilde sinyal yoktu. Ne biçim bir yere getirmişti beni?
Kağan’a kısa bir bakış attıktan sonra sessizce odadan çıktım. Merdivenlere yönelirken içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Bu kadar büyük bir evde neden kimse yoktu? Çıplak ayaklarımla adımlarken tüylerim diken diken oldu. Duvarlara işlenmiş tarih sahneleri dikkatimi çekti. Her biri büyük bir ustalıkla yapılmıştı, ama bu ihtişamın içinde garip bir yalnızlık hakimdi.
Merdivenlerden inerken içimden söyleniyordum. Bu nasıl bir evdi böyle? İn in bitmiyor! Nihayet zemin kata vardığımda bacağım hafif sızlıyordu. Merdivenlere dönüp baktım, yukarı çıkmanın da bundan daha yorucu olacağını düşünerek iç çektim.
Ancak buraya kadar inmişken evi keşfetmeye karar verdim. İçimdeki ürpertiye rağmen, en azından birini bulabilirim diye düşündüm. Aynı zamanda midem de kazınıyordu. Mutfağı bulabilirsem hem karnımı doyurur hem de biriyle karşılaşabilirdim.
Geniş koridorda dolaşırken arada “Kimse var mı?” diye seslendim. Sesim duvarlarda yankılanarak kayboldu. Bu evde gerçekten kimse var mıydı?
Burası lanetli bir ev gibiydi. Soğuk, kasvetli ve ürkütücü… İçimdeki huzursuzluk büyürken titrek bir nefes alıp etrafıma bakındım. Koridor boyunca ilerlerken, kapıları teker teker açıyor ama mutfağı bir türlü bulamıyordum. Bu ev neden bu kadar büyük ve karmaşıktı?
Her oda adeta bir salondu; devasa avizeler, eski ama gösterişli mobilyalar, ağır kadife perdeler… Nereden geliyordu bu servet? Kağan’ın amcasında kesinlikle bir tuhaflık vardı. Belki de ailesi düşündüğümden çok daha zengindi. Ama bu ev, yalnızca servetle açıklanamayacak kadar ürkütücüydü.
Uzun süren arayışımdan sonra mutfağı bulamamanın verdiği hayal kırıklığıyla iç geçirerek Kağan’ın daha önce beni getirdiği salona yöneldim. Açlıktan midem kazınıyordu ve üstüne üstlük telefonum çekmiyordu. Kağan’ı o halde bırakıp gitmek içime sinmiyordu. Onunla konuşacak çok şeyimiz vardı.
Salona adım attığımda, sırtı bana dönük, şöminenin karşısında duran bir adam gördüm. Sonunda biri!
Tam rahatlayarak ona doğru ilerlemiştim ki, “Olduğun yerde dur.”
Adımlarım istemsizce durdu. Bu sesi tanıyordum. Ama nereden?
Kaşlarım çatıldı. Adamın bana dönmesini bekledim, ancak o hiç istifini bozmadan şöminenin üstündeki çıplak kadın kabartmasına bakmaya devam etti. İçime çöreklenen huzursuzluk, tehlike çanları çalmaya başlamıştı.
Zorlukla sesimi bulup, “Pardon, siz kimsiniz bilmiyorum ama az önce evin içini sesimle inletirken neredeydiniz? Neden cevap vermediniz?” diye sordum.
Adam alaycı bir sesle, “Duydum.” dedi. Daha da sinirlendim. “Ee, o zaman neden gelmediniz?” Omuzlarını umursamazca silkti. “Canım istemedi.”
Bu adam sinirlerimi zorluyordu. Derin bir nefes alarak, “Pardon ama kim olduğunuzu öğrenebilir miyim?” diye sordum.
Adam, “Tahmin et bakalım, genç hanım.”
Gözlerimi devirdim. Bu kadar şeytani ve tehlikeli diye bahsedilen adam gerçekten bu muydu? Onun rahat tavırları bile ne kadar umursamaz biri olduğunu gösteriyordu.
“Kağan’ın amcasısınız.”
Adam, derin, boğuk bir kahkaha attı. Ve işin garibi, bu kahkaha bile tanıdık geliyordu. “İşte bu yüzden seni seviyorum.” Bedenim istemsizce gerildi. “Ne?”
“Teknik olarak kardeşinizi öldürdüm. Benden nefret etmeniz gerekmiyor mu?”
Bu ev, içindekilerle birlikte aklımı kaçırmama neden olacaktı. Ayrıca, “Az önce yeğeniniz kriz geçiriyordu. Neden gelip bakmadınız?” diye ekledim.
Adam hafifçe başını yana eğdi ve alaycı bir gülümsemeyle, “Gerçeklerden kaçmanın bedeli… Ona neden yardım edeyim? Hem, yanında sen varsın ya.” dedi.
“Yaklaşma.”
Sesi o kadar sertti ki bir an duraksadım. Adamın arkasında gözleri varmış gibi hissediliyordu.
“Adınızı öğrenebilir miyim?” Adam yüzünü bana çevirmeden, “Erra.”
Kaşlarımı çattım ama fazla sorgulamadım. Bu evde mantık aramak zaten delilikti. “Peki, Erra Bey, ben gidiyorum.”
Tam arkamı dönmüştüm ki sesi tekrar duyuldu: “Yeğenimin aptallığına bakma. Onun yaşında olsaydım, senin gibi bir kadını asla kaçırmazdım.”
Tüylerim diken diken oldu. Beni uğraştıracak yeni bir delilik seviyesine daha hoş geldiniz! Bu adamla daha fazla vakit kaybetmek istemeyerek yürümeye devam ettim. Tam kapıdan çıkarken Kağan’ı gördüm. Yorgun ama sinirli bir şekilde kapının önünde duruyordu.
Gözlerimi ona dikip dudaklarımı kıpırdattım: “Amcan deli.” Kağan, başını “Ya sabır…” der gibi iki yana salladı. Hiçbir şey söylemeden yanıma geldi ve aniden beni kucağına aldı.
“Sana çok ayakta durma demiştim ama yine dinlememişsin.” Suç işlemiş bir çocuk gibi gözlerimi kaçırarak “Bana mı dedin?” diye sordum.
Kağan, başıyla hafifçe kafama vurdu.
Tam salondan çıkıyorduk ki arkamızdan Erra’nın neşeli sesi yankılandı: “Savaşmayın, sevişin!” Yüzümdeki ifade her saniye daha da değişiyordu.
Bu adam kesinlikle deliydi.
Kağan merdivenlerin başına geldiğinde adımlarını yavaşlattı. Daha yukarı çıkmadan önce, sabırsızca iç çektim ve huysuzca,
"Karnım aç," dedim.
Beni duymazdan gelerek merdivenleri çıkmaya başladığında, homurdandım. "Madem beni buraya kadar getirdin, bari karnımı doyur." Kağan bıkkın bir ifadeyle başını iki yana salladı. "Emin ol, amcam bu evdeyken pek bir şey yiyip içmek istemezsin."
Sözleri merakımı uyandırdı. Kaşlarımı çatıp ona baktım. "Neden? Beni zehirler mi?" Kağan önce kısa bir sessizliğe gömüldü, ardından sinirleri bozulmuş gibi gülerek, fazlasıyla pervasız bir şekilde,
"Yok, sevişelim diye içeceğine ilaç atar."
İçimde soğuk bir ürperti hissettim. Midem hafifçe kasıldı. Bunu bu kadar doğrudan söylemesine gerek var mıydı? Üstelik ses tonunda tuhaf bir şeyler vardı. Bundan keyif mi alıyordu, yoksa bana mı öyle gelmişti?
Yüzümü buruşturup "Sağ ol, ben aç kalmaya devam edeceğim," diye mırıldandım. Hâlâ onun kucağında taşınırken, konuyu değiştirme ihtiyacı hissettim.
"Telefon çekmiyor, birkaç arama yapmam lazım."
Kağan’ın kolları bir an kasıldı. Sesi keskinleşti. "Ne yapacaksın telefonu? O lavuğu mu arayacaksın?" Bir an boş boş baktım. "Lavuk? Ha, Tamer?"
Açıkçası Tamer zerre umurumda değildi. Ama Kağan’ın yüzü gölgelendi. Bir saniye içinde beni belimden kavrayıp merdiven korkuluklarından aşağı sarkıttığında, midem ağzıma geldi.
"Bir daha o lavuğun adını ağzına almayacaksın!"
Bakışlarımı aşağıya çevirdiğimde, yüksekliği fark edip irkildim. Kağan’ın göğsüne yapıştım. "Tamam! Tamam, bir daha söylemem!"
Nefes alışı biraz yumuşadı. Beni yukarı çekip tekrar kollarına aldı ve sert adımlarla merdivenleri çıkmaya devam etti. Dengesiz manyak! Sonunda odasının olduğu kata ulaştığımızda, hâlâ sinirini tam atamamış olacak ki, sertçe sordu:
"Yarı çıplak hâlde odadan dışarı çıkmak gibi bir fikir sana nasıl mantıklı geldi?"
Kapının önüne vardığımızda, hâlâ kucağındayken kapıyı açtım. İçeri girerken Kağan ayağıyla kapıyı kapattı. Somurtarak söylendim:
"Zaten evde kimse yok. O kadar bağırdım, bir Allah’ın kulu gelip bakmayınca çıplaklığım aklıma gelmedi."
Kağan hafifçe omuz silkerek, "Amcam fark ettiğin gibi biraz… tuhaf. Evde çalışanlar var ama ben ya da amcam çağırmadıkça ortaya çıkmazlar. Ve bir daha böyle bir şey yapmıyorsun."
Bu ev kesinlikle tuhaf bir yerdi. Ama daha da tuhaf olan, Kağan’ın durmadan değişen ruh hâliydi. Beni hâlâ kucağında tutarak yatağa oturdu. Sonra, beni kendi kucağına oturtarak sırtını yasladı.
Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışırken, "Çok açsan, sana bir şeyler hazırlarım," dedi. Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. "Öldürmek istediğin kişiye kendi ellerinle yemek mi yapacaksın?" Bu iyiye işaret olamazdı. Ya içine bir şey katacaktı ya da bambaşka bir niyeti vardı.
Kağan’ın yüzü gölgelenirken sesi alçaldı. "Artık öldürmek istemiyorum." Sözleri odanın içine düştü ve yankılandı. Bu kez benim kaşlarım çatıldı.
"Neden?"
Ona doğru eğildim. "Ben senin babanı öldürdüm. Yıllardır intikam almak için peşimdesin. Hatta daha geçenlerde mezarlıkta yapay sislerin arasında boğazımı sıkıyordun."
Kağan sessizce elini kaldırdı. Parmaklarını boğazımın üzerinde gezdirdi. Sonra, aniden oraya bir öpücük kondurdu.
Kalbim tekledi.
"Babamın zayıflığının bedelini sana ödetmeyeceğim," dedi, sesi artık bir fısıltıya dönüşmüştü. Gözleri gözlerimi kilitledi. "Sen zaten bunun bedelini ödüyorsun. Hem savaş istemiyordun, değil mi? Artık savaş yok."
Gözlerimi kırpıştırdım. "Ben baygınken ne oldu? Kafana tır mı düştü de birdenbire böyle oldun?" Normal değildi. Bunları söylemesi için sadece saksı düşmesi az kalırdı.
Kağan hafifçe güldü ama gözleri ciddiyetini kaybetmedi. "Amcamla konuştum," dedi basitçe. "Sonra seninle de… ve fark ettim ki bu böyle devam edemez. Keşke en baştan seninle konuşsaydım. O zaman sana zarar vermezdim. Babamı öldürdün, evet, ama seni buna zorlayan babamdı. Onun zayıflığı bizi bu hâle getirdi. Ve ben artık geçmişle yaşamayacağım. Kendi hayatıma bakacağım."
Sözleri mideme yumruk yemişim gibi hissettirdi. Ne olmuştu? O kaçık amcası ona ne demişti? Bir insan, az önce kardeşini öldürmüş biriyle konuşup, "Savaşmayın, sevişin," diyerek bu noktaya mı getirirdi?
İçimdeki direnç yine de pes etmemişti. "Ama yine de ben öldürdüm," diye ısrar ettim. "Hatta mezarında kemiklerini sızlatacak daha neler yaptım neler. Bunun hesabını sormayacak mısın?"
Kağan’ın kaslarının yeniden gerildiğini hissettim. Fakat gözleri hâlâ garip bir sakinlikle bakıyordu.
"Hayır."
Sonra, aklına bir şey gelmiş gibi nefesi sıklaştı. Gözleri koyulaştı. Elini kaldırıp göğsüme koydu. "Seni bir kez kaybettim," dedi fısıltıyla. Yutkundu. "Artık gerçekleri biliyorum. Hatalarımı tekrarlamayacağım."
Kalbim hızlanmaya başlamıştı. Kağan ne diyordu? Beynim, duyduklarını kabul etmeyi reddedercesine inatla tepki verdi. "Ben eve gitsem iyi olacak," dedim, ondan uzaklaşmak için hamle yaparak.
Ama Kağan anında kollarını sıktı. Kaçma girişimim başlamadan sona erdi.
"Ben burada sana ne diyorum, sen ne diyorsun?" diye çıkıştı. Ona bakmadım. "Ben bunu Timur amcaya yapamam. Gitmem en doğrusu. Bırak beni, Kağan."
Ama biliyordum. O bırakmayacaktı.
Kağan, "Gitmek yok, bu sorunu çözene kadar buradayız," dediğinde ona ters ters baktım.
İyi ya, tam da ihtiyacım olan şey buydu: Bir sorun daha. Ve şimdi Kağan da o listenin başına eklenmişti.
Beni hafifçe yana iterek ayağa kalktı, dolaba yönelip bir eşofman altı çıkardı ve üzerine geçirdi. Hareketlerini izlerken kaşımı kaldırdım.
"Nereye gidiyorsan, bana da bir telefon getir. Çeken bir tane."
Sesim kontrolsüzce sert çıkmıştı. Sinirlerim öyle gerilmişti ki, dudaklarımı ısırarak sabrımı zor tutuyordum. Ama Kağan umursamaz bir ifadeyle,
"Yemek hazırlamaya gidiyorum. Belki karnın doyarsa daha mantıklı düşünürsün," dedi ve kapıya yöneldi.
Ardından, "Telefon!" diye seslendim ama sesim havada asılı kaldı. Adam çoktan çıkıp gitmişti bile. Dengesiz.
Arkasından homurdanarak, "Bari üstüne bir şey giyseydin! Kaslarınla şov yaparak mı yemek pişireceksin?" diye söylendim.
Bu düşünce dudaklarımı ısırmamı sağladı ama önceliğim bir telefon bulmaktı. Eve dönene kadar bizimkilere haber vermem gerekiyordu. Şu an Kılkuyruk işlerin başındaydı, bundan emindim, ama beni aradığına da şüphem yoktu. Eğer hâlâ bana ulaşamamışsa, bu evde sinyal kesen bir şeyler olmalıydı.
Telefon çekmiyorsa, onların haberleşmek için kullandıkları başka bir cihaz olmalıydı. Ve ben o cihazı bulana kadar buradan kaçmak bir hayalden öteye geçemezdi.
Ama işin aslı şu ki, şu an tek başıma buradan çıkamazdım. Vücudum hâlâ kan kaybının etkisi altındaydı. Ani bir hareket yapsam, başım dönüp yere yığılmam an meselesi olurdu. Bacağımın verdiği acı, her adımımda beni yavaşlatıyordu. Kağan’ın adamlarıysa tek bir emirle üzerime çullanabilirdi.
Şimdilik tek mantıklı seçenek "Ayıya dayı" deyip oyunlarına katılmaktı. Gücümü biraz topladıktan sonra çıkış yoluna odaklanacaktım.
Derin bir nefes alıp yataktan kalktım. Odayı süzdüm. Buradaki her şey, sanki bir zaman kapsülünden çıkmış gibiydi. Eski, ağır ahşap mobilyalar, antika bir avize… Ama asıl dikkatimi çeken, odada bir tuvalet olmasıydı.
Kağan yokken kendime gelmek için iyi bir fırsattı. Temkinle içeri adım attım. Yanılmadığımı görmek içimi rahatlattı. Burası da eski görünümlüydü ama modern donanımlarla yenilenmişti.
Tuvalete oturduğumda vücudumun gevşediğini hissettim. Bu kadar basit bir rahatlamanın dünyada eşi benzeri yoktu. İşimi halledip ayağa kalktım, lavaboya yöneldim. Ellerimi yıkarken bir an duraksayıp yaralı elimin titrediğini fark ettim.
Miniklerimi düşündüm. Onları Parla'ya emanet etmiştim ama benim ilgime de ihtiyaçları vardı. İçimde bir şeyler sıkıştı.
"Umarım bu konuşma kısa sürer…"
Aynaya baktım. Göz altlarım mosmordu, gözlerim kıpkırmızıydı ve gri harelerim her zamankinden daha belirgindi. Cildim ölü gibi solgundu. Hayalet gibiydim… Hayır, hayalet bile değil—bir zombiye benziyordum.
Derin bir nefes aldım. Kendime gelmeliydim. Eğer Kılkuyruk işlerin başına geçtiyse, Özgür’ün bu sefer başımı gerçekten ağrıtacağını biliyordum.
Ve sırf Özgür’ü başıma sardığı için, o herifi gebertmeye yemin edebilirdim!
Eskiden böyle dertlerim yoktu. Aile, anne, baba gibi meselelerle ilgilenmek zorunda değildim. Ama şimdi? Onlar şu an ne yapıyordu acaba? Eğitimlerini ayarlamam gerekiyordu.
Aynada kendime sert bir bakış attım ve dişlerimi sıkarak, "Geri zekâlı! Aptal! Kağan’a bu kadar fırsat tanımamalıydın!" diye kendime söylenerek moralimi iyice bozup banyodan çıktım.
Odayı biraz daha incelerken, yatağın dibindeki kanlı pamukları fark ettim.
"Bari şunları temizleseydin be! Ne pasaklısın!" Kağan’a içimden söverek çarşaflara göz gezdirdim. Kan lekeleri hâlâ oradaydı. Yüzümü gözlerimi devirdim. En azından temiz bir yatak ayarlayabilirdi.
Bunları düşünmek sinirlerimi daha da geriyordu. Derin bir nefes alıp odadaki kitaplığa yöneldim.
Kafamda yankılanan düşünceler, kitaplığın önünde dakikalarca dikilmeme sebep olmuştu. Her bir kitaba göz gezdirdim, ama hiçbiri ilgimi çekmedi. Daha doğrusu, şu an okumak istemiyordum. Zihnim karmaşıktı.
Sıkıntıyla yatağa yöneldim ve kanlı olduğunu umursamadan kendimi üzerine bıraktım. Bacaklarım kenardan sarkarken gerinip başıma masaj yapmaya başladım. Son günlerde olan biten her şey fazlasıyla hızlı gelişmişti.
Bizimkiler... Kağan’ın ani değişimi… Onun deli amcası… Ve malikânenin içinde dönen garip olaylar…
Buna ayak uyduramıyordum. Özellikle de amcası... Kendi kardeşini öldürmüş, birine en ufak bir tepki göstermemişti. Eğer ben onun yerinde olsaydım, ailemden birini öldüren birinin bu evde bir saniye bile nefes almasına izin vermezdim.
Bir de şu mesele vardı: Evde çalışanların serbestçe dolaşmasına neden izin verilmiyordu? Gerçekten saçmaydı.
Ayrıca bu malikâne... İstanbul’un çıkışında bir yerde olsa bile, adeta bir kale gibi inşa edilmişti ve ormanın içinde saklanıyordu. Böyle bir yapıyı kimse fark etmemiş olabilir miydi?
Yalan yok, burayı beğenmiştim. Bana ait olsa kesinlikle burada yaşamak isterdim, tabii Erra beyler ve onun garip kuralları olmadan.
Kapının sertçe kapanmasıyla düşüncelerim dağıldı. Hafif doğrulup bağdaş kurarak oturdum.
Kağan’ın sinirli olduğu her halinden belliydi. "Ne oldu?" diye sordum. Cevap vermedi, elindeki tepsiyi kucağıma bıraktı. Sandviç hazırladığını fark ettim. Aç olduğum için hiç düşünmeden elime alıp ısırdım. Kağan da diğer sandviçi kaptı ve yanıma yayılarak oturdu.
"Haberlerim var," dedi. Tam o sırada aklıma yatağın hâlâ kanlı olduğu geldi. Midem bulanarak gözlerimi devirdim. "Önce şu odayı temizlet. Mikrop kaynıyor."
Kağan umursamaz bir ifadeyle, "Başka bir odaya geçeriz," dedi. Bunu çok takmamaya karar verip yemeye devam ettim. Ama ne duyacağımı merak ediyordum.
"Ne haberi?" Kağan’ın yüzü gerildi. Öfkesi gözlerinden okunuyordu. Gerçi o zaten hep sinirliydi. "Babanlar seni deli gibi aramaya başlamış. O mal arkadaşın olan biteni anlatmış."
İçimden koca bir "Siktir!" çektim. İşte korktuğum başıma gelmişti. Şimdi bunu nasıl açıklayacaktım?
"O zaman burayı bulmaları an meselesi," dedim. Kağan sırıttı. "Bok bulurlar," diye karşılık verdi. Gözlerimi devirdim. "Düzgün konuş," diye çıkıştım.
"Başka bir şey var mı?"
Kağan derin bir nefes aldı ve gözlerime baktı. "Lavuk ölmemiş." Ne? Birkaç saniye ne dediğini algılayamadım. Ama sonra… Asıl sinirlendiği bu muydu? Tamer! Nasıl unutabilirim ki? Onun adını söyledim diye beni merdiven boşluğundan atmakla tehdit etmişti. Ama Kağan neden ona bu kadar takmıştı? Dövdü işte, neyin peşindeydi hâlâ?
"Ona neden bu kadar taktın?" diye sordum. Buna bir cevap almak zorundaydım. Eğer bu süreçte her sorusuna cevap veriyorsam, o da benimkileri yanıtlamak zorundaydı.
Kağan gözlerini kısıp sertçe "Sana dokunduğu için," diye mırıldandı. Hırsla sandviçinden bir ısırık alıp çiğnerken benim ağzımda ki lokma boğazıma düğümlendi.
Bir bardak suyu alıp içtim. Boğazımdaki düğümün çözülmesini bekledim. Sonra... "Bu seni ilgilendirmez. Benim kimlerle ilişkim olduğu hakkında söz söyleyemezsin."
Kağan’ın çenesi gerildi. Gözlerindeki karanlık odayı sardı. Ama ben geri adım atmadım.
"Senin geçmişini, kimlerle yattığını sorguluyor muyum? Hayır. O zaman sen neden bunu dert ediyorsun?"
Bedeninin nasıl kasıldığını fark ettim. Siniri giderek artıyordu. Ama bunu belli etmemek için dişlerini sıktı. "Bu konuda bir şey demiyorum," dedi. Çünkü bir şey derse, benim de onun geçmişini yargılayacağımı biliyordu.
Bu işte iki yüzlü olan o değil miydi? Kalbinde başkası varken biriyle birlikte olabiliyorsa, aynı şeyi benim de yapabileceğimi kabul etmek zorundaydı.
Ama bunu kabullenemiyordu. Konuya dönmeye karar verdim. "Daha başka bir şey? Mesela bizim aramızdaki esas durumu öğrenmişler mi?"
Kağan omuz silkti. "O kadarını bilmiyorum. Ama beni aramadıklarına göre öğrenmediklerini tahmin ediyorum."
Şimdilik bu iyi bir haberdi. "Çeken bir telefon getirdin mi?" Kağan şüpheli bakışlarını üzerime dikti. "Ne yapacaksın telefonu?"
"İyi olduğumu söyleyip kısa bir bilgilendirme geçeceğim. En azından geri döndüğümde çok fazla başımı ağrıtmasınlar."
Şu an en son isteyeceğim şey, dönünce onların sorgusuna çekilmekti. Ama Kağan’ın yüzündeki ifadeden, bana telefonu öyle kolayca vermeyeceğini anlamıştım.
Kağan, neredeyse kendi kendine konuşur gibi mırıldandı: "Belki geri dönmek istemezsin." Ama ben duydum. Cümlesi zihnime bir diken gibi battı. Gözlerimi kıstım. "Ne demek şimdi bu?"
Kağan gözlerini benden ayırmadan, kelimelerini özenle seçerek konuştu:
"Eğer aramızdaki bu meseleyi tatlıya bağlarsak ve burayı seversen, gitmek istemeyebilirsin. Burada kalırsın." Bir an boş boş yüzüne baktım, sonra sinirlerim bozuldu ve kahkaha attım.
Kaçmanın yollarını ararken, o bana burada kalma ihtimalimi sunuyordu. Gerçekten harika.
Kağan yüz ifademden hoşlanmamış olacak ki kaşlarını çattı. "Ne gülüyorsun?"
Ciddiyetle ekledi: "Bana bir şans verirsen, eminim gitmek istemeyeceksin." Sandviçimden bir lokma alıp alaycı bir şekilde omuz silktim. "Hiç sanmıyorum."
Ama Kağan pes etmeye niyetli değildi. Gözleri meydan okurcasına parladı. "Bana on gün ver." Kaşlarımı kaldırdım. "Bu düşünceni değiştirebilmem için sadece on gün istiyorum. Hem konuşuruz, hem vakit geçiririz, hem de biraz iyileşip dinlenirsin. Bence mükemmel bir fikir. Hemen karar ver, cevabını bekliyorum."
İçime bir şüphe düştü. "Neden on gün?" Kağan’ın yüzü bir an gölgelendi. "Her yıla bir gün."
Elimdeki sandviçin tadı kaçtı.
Demek ki ayrı kalıp birbirimizi yıprattığımız her yıl için bir gün telafi etmek istiyordu. Pişmandı.
Kaşlarımı çatarak, "Birkaç şartım var," dedim. Kağan tek kaşını kaldırdı. "Ne istiyorsun?" Ama sesi heyecanlıydı.
"Birincisi, telefon. İkincisi, eğer fikrim değişmezse on günün sonunda elimi kolumu sallayarak gideceğim ve sen bunu engellemeyeceksin."
Kağan derin bir nefes aldı. Gözlerinde garip bir kararlılık vardı. "Peki… ya değişirse?"
Dudağımı ısırdım. "O zaman kalmak istersem kalırım. Ama burayı sevmezsem, sen benim yanıma taşınırsın." Kendime hiç güvenmiyordum. Her an fikrimi değiştirebilirdim. O yüzden böyle söylemiştim.
Burası güzel olabilir, evet. Ama Kağan’ın deli amcasıyla yaşamak? Her gün bu devasa merdivenleri inip çıkmak? Öyle bir dünya yok. Onun yerine Kağan’ı iç güveysi alırdım.
Hem deli amcasından da biraz uzaklaşmış olurdu. Kağan, cümlemi sindiriyor gibiydi. "Senin yanına derken?" diye sordu.
O an fark ettim. Ben Ailemle yaşıyordum ve Kağan bunu biliyordu. Kaşlarını çattı. "Erkek adama iç güveysi olmak yakışmaz." Allah Allah görürüz.
Gözlerimi devirdim. "O zaman... zaman buldukça görüşürüz. Her türlü bana uyar." Ama Kağan’ın yüzü gerildi. "Bana uymaz. Ben daha fazla ayrı kalmak istemiyorum."
Omuz silktim. "Ben teklifimi yaptım. Kabul edersen anlaşırız. Etmezsen…" Gözlerimi hafifçe kıstım. "Beni bu eve getirdiğine seni pişman ederim."
Beni serbestçe dolaştırmaları büyük hataydı. Eğer işler ters giderse, bu evi yakardım.
Kağan gözlerime dik dik baktı. Sonra kaşlarını çatıp büyük bir hırsla "Tamam ulan!" diye patladı.
"Eğer fikrin değişip burayı seversen kalıyorsun. Eğer yine değişip sevmezsen, ben seninle geliyorum. Fikrin hiç değişmezse kabul elini kolunu sallaya sallaya gitmene izin veririm. Ama seni temin ederim, sana hem burayı sevdireceğim hem de fikrini değiştireceğim. Hırs yaptım ulan!"
Bunu söylerken kafasını salladı ve sandviçinden büyük bir ısırık aldı. Onun bu hali… kıkırdamama engel olamadım.
Bakalım bu on gün nasıl geçecek?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.93k Okunma |
1.68k Oy |
0 Takip |
15 Bölümlü Kitap |