
Selaaamm!
Keyifli okumalar birtanelerim,
Bölüm sonu buluşalım. :)
---🪷🥂
Akrep yelkovanı, yelkovan akrebi kovalamaya ant içmiş gibiydi. Gece hızlıca akıp gidiyor, zaman kavramı anlamını yitiriyordu.
1 dakika bir çok insanı hayattan kopararırdı. Yine aynı dakika, milyonlarca yeni hayata kucak açardı.
İnsan doğardı, büyürdü ve belli bir yaşa geldikten sonra yaşamayı deneyimlemek isterdi. Tek emeli buydu. Bir yerlere tutunmak, soyut- somut fark etmeksizin bir mutluluğa sahip olmak...
Bu yaşamda hatalara yer yoktu, tökezlediğiniz an etrafınızdakiler birer tekme atıp geçerlerdi.
Yine düştüğüm bir zamandı.
Aklıma gelen her ihtimali düşünmeyerek, boş vererek ertelemiştim. Kaçılan son da nihayetinde gerçekleşmişti.
Yaşananlar zaten olmuştu, bitmişti, mazide kalmaya çalışmıştı.
Yaşanacaklar ise günü bekliyordu. Ki ben, bunları durdurmak için hiçbir şey yapmamıştım.
Kaçacağı aşikârdı, yine de bu kadar çabuk beklemiyordum. İşte bazen tahminler, insanı yarı yolda bırakabiliyordu.
Akıp giden yolu izlerken aldığım derin nefesler göğüs kafesimi şişiriyordu. Yağan karı temizlemek için durmadan çalışan sileceklerin çıkardığı ses kulaklarımı tırmalarken ona sinirlenip şarkının volümünü arttırdım.
İçimde yersiz bir korku vardı. Kendim için değil, arkada kalacaklar için çekiniyordum. Kendi hayatım kötüydü, onlarınkini de mahvetmemin manası yoktu.
O şerefsizi bulduğum ilk fırsatta öldürmeliydim. Yaşadıkça beni yıpratacaktı.
Ormanlık alana girdiğimde hâlâ asfalt yol vardı, sadece etraf çok kırsaldı. Işık da olmadığından arabanın farlarını açtım, sık sık telefonumdaki açık konum uygulamasına bakarak yolu takip ettim.
Gün ağarmaya başladığında gözlerim kıpkırmızı olmuştu. Bunda uykusuzluğun da, yerli yersiz ağlamamın da sebebi vardı.
Yaklaşık 3 saattir yoldaydım. Karın yerleri beyazlatmasına şahit olmuştum. Arabanın kar lastikleri sayesinde gidebiliyordum, aksi hali imkansızdı.
Pera farklı bir yoldan geliyordu, onunki daha uzun sürecekti.
Döneceğim son yola döndüm, yarım saat kalmıştı.
Artık yola patika demek bile zordu, yerler bembeyaz olduğundan taşları göremiyordum ve büyük küçük hepsinin üstünden geçerken araç sarsılıyordu.
Evdekilerin yokluğumuzu fark ettiklerini biliyordum. Arayıp aramadıklarını bilmiyordum çünkü normalde kullandığım telefonumu evde bırakmıştım. En ufak risk istemiyordum.
Büyük bir binaya yaklaşmıştım. Arabanın tekeri her döndüğünde, sanki kalbimi eziyormuş gibi canım acıyordu. Sebebini de bilmiyordum. Belki de her şeyin 0 noktasına gelmesiydi.
Derin bir nefes alıp arabadan indim, elime dosya çantasını da almıştım. Korumalarla dolu eve iyice yaklaştım. Yüksek duvarlara umursamaz bir bakış atıp korumalara döndüm.
"Hoş geldiniz," dedi içlerinden biri. Yüzümü ekşitmemek için kendimi sıktım. Çelik kapıyı açtılar ve içerinin dışarıdan daha kasvetli olduğunu gördüm.
Simsiyah bir evdi. Öyle ki, bahçedeki güller bile siyahtı. Ne olduğunu fazla anlayamadığım semboller etrafı kuşatıyordu.
Derin bir nefes aldım, dimdik durarak iç kapının zilini çaldım.
"Hoş geldiniz." Hizmetli olduğunu tahmin ettiğim bir kadın kapıyı açmıştı. Topuklu seslerini duymasıyla yanımdan ayrıldı. Başımı kaldırıp merdivenlere döndüm.
"Demek geldin?" Bu ses kesinlikle amcama ait değildi. Evin karanlık merdivenlerinden inen bedene baktım. Simsiyah, kömür gibi saçları vardı. Boya olduğu belliydi. Yüzünün her yeri buruşmuştu fakat yine de dinç duruyordu. "Hoş geldin, küçük."
"O nerede?"
"Biraz işi var," dedi dudaklarını büzerek. İyice yanıma yanaştı, kırmızı ojelerle donatılmış elini bana uzattı. Elimi uzatıp sıkmak yerine suratına baktım, tek kaşını kaldırdı. "Atarlı bir çocuk, ha?" Omuzlarını kaldırıp indirdi, iki parmağını hareket ettirip beni çağırdı. "Takip et beni."
O evde ilerlerken sessizce eşlik ettim. Her bir köşede siyah biblolar vardı. Zaten daralan ruhumu iyice köşeye sıkıştırmıştı.
Bir odanın önünde aniden durdu, kapıyı açtı. Çağırmasını beklemeyip peşinden ilerledim.
Bu oda diğer odaların aksine kahverengi tonlarını barındırıyordu.
Orta yaşlardaki kadın koyu kırmızı deri koltuğa oturdu. Üzerindeki daracık elbisesine rağmen bacak bacak üstüne atabildi, beni baştan aşağı süzdü.
"Otursana." Gözlerimi bir an olsun ondan çekmeden koltuğa oturdum, rahat bir pozisyon almayı denedim. "İsmim Funda," dedi samimi olmayan bir tavırla gülümserken. "Amcanın eski bir dostuyum." Hiçbir şey söylemedim. Dedikleriyle ilgilenmiyordum. "Seni de tanırım. Annenin kucağında küçücük bir bebektin, ne de güzeldin." Sesindeki alay barizken sanki beni konuşturmak istiyordu. "Sahi, mezarı bulabildin mi?"
"Haddiniz olmayan konuları sormasanız?" dedim kaşlarımı kaldırarak. Sert bir tepki veremiyordum çünkü buradan sağ çıkmam gerekiyordu. "Amcamın eski dostuysanız yaptıklarından da haberiniz vardır, öyle değil mi?" Kafasını salladı.
"Gerçekleri biliyorum." O da ne demekti? "Senin bilmediğinden fazlasını."
"Bildiğim bana yetiyor," diye mırıldandım.
"Yetmez, küçük. Bilmediğin o kadar şey var ki..." Yerimde rahatsızca kımıldandım, yüzüne gözlerimi diktim.
"Nedir o?"
"Zaman sana gösterecektir." Neredeyse gözlerimi devirecektim.
Kapı bir anda sertçe açıldı. Hatta o kadar hızlı açılmıştı ki, duvara çarpıp tekrar öne gelmişti.
"Aa, Alvina!" dedi sakin ama neşeli bir sesle. Büyük adımlarla yanıma geldi ve içimdeki öğürme isteği depreşti. Yine de ifadesiz kaldım. "Hoş geldin kızım." Yanımdaki büyük boşluğa oturdu, bacak bacak üstüne attı.
Saç-sakal traşı olmuş, üzerine şık bir takım elbise giymişti. Saçları bembeyazdı ama bakımlı gözüküyordu. 2 günde toparlanmıştı.
"Dosya burada," dedim. Fazla konuşmak, ona istediğini vermek istemiyordum.
"Saçların ne kadar uzamış," diye mırıldandı mest olmuş gibi. "Yanıma her geldiğinde topluyordun. Unuttun mu?" Saçlarım serbest değildi ama salaş bir örgü yapmıştım. "Yakışmış."
"Anlaşılan kesilme vakitleri gelmiş." Kaşşarı çatıldı.
"Niye öyle diyorsun amcacım?" O her konuştuğunda, kelimeleri her döküldüğünde başıma büyük saplaklar giriyordu.
"İstediğin dosya," deyip çantayı elime aldım, içinden dosyayı çıkarmak istiyordum. Beklemediğim bir atakta bulundu ve aniden bileğime yapıştı. Kesik olan parmak uçlarına rağmen basıkısı öyle büyüktü ki derin bir nefes almama sebep oldu.
"Seninle bir şey konuşuyorum. Sürekli aynı şeyi zırvalayıp durma." Bileğimi öyle sıkıyordu ki, birkaç dakika daha tutsa kangren bile olabilirdim.
Bileğimi sertçe geri çektim, onu dinlemeyip dosyayı çıkardım.
"Bana dokunabileceğini sana düşündüren ne?" Sesimdeki sankinliğe ben bile şaşırıyordum. Ama fırtına öncesi sessizlik olma imkanı da büyüktü. Dosyayı eline uzattım, gözlerini vücudumdan çekmeden aldı. Bilerek bol, hatlarımı belli etmeyecek bir şey giymiştim fakat pek umrunda değildi.
Kağıdı inceleyeceğini düşünsem de öyle yapmadı, ben ne olduğunu algılamadan küçük parçalara ayırdı.
"Dosya bahane kızım!" dedi şakıyarak. "Benim amacım seni görmek." Ekledi: "Sana zarar vermek için değil. Sadece görmek için."
"Sizi yalnız bırakayım," diyerek ayaklanan kadına tuhaf tuhaf baktım. Sesindeki ima... İğrençti. Odadan çıktı, kapıyı aralık bıraktı.
"Seni özledim," diye mırıldandığında bir şey yapamayacağını biliyordum. Yine de kalbime yerleşen bir korku vardı. Geçmişin tüm emareleri peşimden koşuyordu. "Saçını, sesini, kokunu..." Derin bir iç çekti.
"Polat nerede?" Sesimin titreteceğini sanmıştım ama beni yarı yolda bırakmayarak güçlüydü. "Onu görmem gerekiyor."
"Akşam gitmenize izin vereceğim." Hiç güven salgılamıyordu. "Bakma öyle. Sadece seni istiyordum." Gülümsedi. "Seni görmeyi." Hiçbir şey söylemek istemiyordum. "Sevgilin var, ha?" Kafasını salladı. "Şanslı bir adam, demek isterdim..." Omuz silkti. "Kim hasta, yarım bir kadına sahip olmak ister ki?"
Yarım derken bahsettiği şey, tekrar hamile kalabilme ihtimalimin yerle bir olmasıydı. Çok düşük bir olanak vardı.
Buruşan elini saçıma yaklaştırdığında geri çekilmeme izin vermeyeceğini bildiğimden sessizce bekledim, ucundaki bukleyle oynamasını durgunca izledim. Başka çarem yoktu.
"Ama tebrik ederim. Kendine çok vefalı dostlar kazanmışsın." Rahatsızca yerimde kıpırdandım, cesaretimi toplayıp elindeki saçımı kurtardım. Onun karşısında bazen savunmam olmuyordu ve bu nefret ettiğim bir şeydi.
"Polat'ı görmek istiyorum." Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmek istiyordum.
Burdan çıkacaktım, dışarıda bekleyen Pera'nın arabasına binecektim ve gidecektik. Yani umarım öyle olurdu.
"Pekâlâ," dedi ve ayağa kalktı. "Onu görmene izin verebilirim." Ben de ayağa kalktım, odadan bir an önce çıkabilmek için öne doğru atıldım. Ama izin vermedi, bu kez de kolumu sıkıca kavradı. Tırnağu olmayan, kendi kestiğim ellerine tiksinerek baktım. "Beklemeyi öğrenemiyorsun." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes daha aldım, önden onun geçmesine izin verdim.
Evin içindeki merdivenleri kullandık, zemin kata geldiğimizde bana döndü.
"O bodrum katta. Yemek yedikten sonra onu görebilirsin." Bu lanet olsa yerde bir şey yemeyecektim.
"Yemek mi?" Kafasını salladı. "Polat'ı görmeden yemek yemeyeceğim."
"Önce yemek," dediğinde sinirlendiğini hissediyordum. "Dediklerimi yapmayı ne zaman öğreneceksin?"
"Polat'ı görmeden hiçbir şey yapmayacağım."
"Bence fazla diklenme," diye seslendi Funda. "Başında bekleyen bir adam var ve tetiği çekmemesi için bir sebebi yok."
"Ona bir şey yapmayacaksın," dedim doğrudan yüzüne bakarak. "İstediğin bendim; geldim, gideceğim."
"Ona bir şey yapmama konusunda söz veremem," dedi ciddiyetle. "Ne de olsa kıyamadığım tek kişi sensin kızım." Nefretle büründüğümde bunu anladı, derin bir nefes aldı. "Masaya geç." Önümden yürümeye başladığında mecburen onu takip ettim.
En sonunda bir odada durdu, içeride büyük bir yemek masası vardı. Üstü türlü çeşit yiyeceklerle donatılmıştı.
"Hepsini sana özel hazırlattım. Sen bana doğru düzgün yemek bile vermiyordun, ama olsun..." Sonlara doğru sesini sinir kaplamıştı. İğrendiğim eli avcumu kavradı, çekiştirerek bir sandalyeye ilerledi. "Otur." Rahat gözükmeyen sandalyeye oturdum, o da tam yanımdakine oturdu. Şu an yaşadığım gerçek bir işgenceydi.
Önümdeki aşık servise baktım. Tabaklar bile siyahtı.
Kendi tabağına elini dahi sürmeden benimkini aldı, bana sorma gereği duymadan birkaç yiyecek koydu. Masadaki şaraplardan birisini açtı, onu da önümdeki kadehe doldurdu.
"Sen seversin." Kendi bardağını da doldurdu, kadehini kadehime hafifçe çarptı. "Bir şeyler ye ve iç. Ayrıca konuş." İçime hapsolan çaresizlik bir kez daha gün yüzüne çıktı. "Unutma. Polat'ı tek bir kelimemle öldürebilirim." Düpedüz ayağımı denk almamı söylüyordu. "Neden Polat benim başımda bekliyordu?" Bunu söylerken bir yandan da dokunmadığım yiyeceklere baktı. "Ona güveniyor olmalısın." Sessiz kaldım. "O şarabı iç ve bana cevap ver!" diye bağırdığında irkildim. "Başkan sana hâlâ saygılı davranıyor mu?"
"Evet," dedim. Sesim her şeye rağmen güçlüydü. Gözleri şarabımı işaret ettiğinde küçük bir yudum aldım, güçlükle yutkundum. Çok keskindi.
"Baban gelmiş," dedi konudan konuya atlayarak. "Sana nasıl davranıyor?"
"Olması gerektiği gibi," diye yanıtladım. Alnına namuluyu dayayıp tetiği çekmek istiyordum.
"Neden dönmüş?" Cevap vermedim. Ben de bilmiyordum. "Çok uzun zaman geçti. Üstelik en ihtiyacın olan anlarda yoktu." Her şeyi yanlış olan adam bile bunu anlayabilmişti.
"Bunu söyleyebilecek son insan bile değilsin." Nefesini duyunca dahi midem bulanıyordu.
"Ah, Alvina. Bunu sana soracak olsam, sence eskiden sormaz mıydım?" Alayla sırıttı. "Seni... Seni alırken. İzin almaz mıydım?"
Göz yaşları göz pınarlarıma hücum etmek istedikçe nefes aldım. 3 yaşında bir çocuk gibi ağlamak istemiyordum.
İçime gelen sıkıntıyla etrafa bakındım.
Aniden gördüğüm şeyle nutkum tutuldu, hiçbir tepki veremedim.
"Ya da... Bebeğini öldürürken sana sormaz mıydım?" Resmen dalga geçiyordu. "Belki kızın olurdu. Böyle küçücük eller... Aman tanrım, ne kadar tatlı!" Cevap verme gücüm tamemen kaybolmuştu. Sanki dilim uyuşmuştu. "Öldü. Sen de öleceksin." Bana yaklaşmaya çalıştı, geri çekildiğimde kahkaha attı. "Elbette şu an değil!" Elini bacağıma koyduğunda irkildim. "Nasıl özlemişim..." Ayağa kalktı, elini omzuma yerleştirdi. Geri çekildiğimde güldü, gözlerini devirdi. "Bu özlemi gidermeye ne dersin kızım?" Bir şey yapamayacağını bilsem de kalbimi korku ele geçiriyordu.
Gelen yüksek gürültüyle arkasını döndü. Ben hâlâ hareket edemiyordum.
Bahçeye açılan cam kapı tuzla buz olmuştu. Evet, bu şaşırabileceğim bir detaydı.
Fakat asıl tuhaf olan Oflaz ve babam başta olmak üzere herkesin burada olmasıydı.
Babam elindeki silahla camı kırmıştı, kocaman adımlarla içeri girmişti.
Önüm dönük olduğu için görebilmiştim ancak tepki verememiştim. Amcamın ise ruhu duymamıştı, o sadece pis düşüncelerine dalmıştı.
Anın şokuyla bir şey yapamayacağını sanıyordum. Ancak o da bir silah çıkardı, namluyu şakağıma dayadı.
Babamın yüzündeki nefreti silip gözlerime baktığını gördüm. Şimdi çaresizdi.
Oflaz'ın gözlerinde ise sadece öfke vardı.
"Hoş geldin abi," dedi pis pis sırıtarak. "Çeksen ya tetiği." Alayla baktı. "Ah, pardon... Biricik kızının canı tehlikede değil mi?"
"Senin asıl derdin benim. Kızımı bırak."
"Derdim sensin, zaafım kızın." Bana baktı, gülümseyip iç çekti. "Hem ne kadar kötü bir zamanda geldiniz! Hasret gidermek kötü olmayacaktı." Midemin ağzıma geldiğini hissediyordum.
"Ben seninle öyle güzel hasret gidereceğim ki, doğduğun güne lanetler yağdıracaksın." Babamın sözleri sadece söylenmek için ağzından çıkmıyordu. Bunlar bir yemindi.
"Aklımda Alvina varken, bu mümkün olmasa gerek." Bacaklarımın titrediğini hissettiğimde elimle sandalyeye tutundum.
"Onu vurma cesaretine sahip değilsin." Omuz silkti.
"Onu vurmayacağım." Bu az çok tahmin edilebilirdi. "Kızına zarar gelmesini istemem."
"Sen ona dokunduğunda..." Derin bir nefes aldı babam. Bunu kabullenemiyordu, kaldıramıyordu. "Zarar vermediğini mi sanıyorsun?"
"Ona bir kere zarar verdim," dedi net bir sesle. "Bebeğini öldürdüğümde." Gülümsedi. "Onda kapanması imkansız tek bir yara açtım." Gözleriyle karnımı gösterdi. "En büyük hayalini çaldım ve yüksek ihtimalle anne olamayacak." Silahı indirdi, bir köşeye attı. Babamın canı yanıyordu ve bundan keyif alıyordu. "Ve tüm bunlar olurken sen arkanı dönüp kaçtın. Belki de en büyük yarayı sen açmışsındır."
Gözlerimi sertçe kapattığımda kalbimin teklediğini düşünüyordum.
"Ona en büyük zararı sen verdin," diyerek konuşmayı sürdürdü. "Her anında. Annesini kaybettiğinde. İlk yalnız kaldığında. Çaresizce beklediği gecelerde. Benden çok senden nefret etti kızın, abi." Gülümsedi. "Hiçbir zaman Alvina'yı hak ettiğinizi düşünmedim. Kâh senin, kâh karının. Gerek bilmediği şeyleri saklamanız, gerek arkasından dolaplar çevirmeniz..."
Babam daha fazla dayanamamış olmalı ki büyük adımlarla yanına geldi, yüzüne sert bir yumruk attı. Amcam hiçbir karşılık vermeyince babam daha da sinirlendi.
Karşılık vermiyordu çünkü onu bir şekilde yakalayacağımızı biliyordu. Bugün olmasaydı başka bir gün yakalacaktı, işin sonu belliydi.
"Ona hiçbir şey yapmamış gibi konuşamazsın! Hayatını çaldın benim kızımın!" Sert bir yumruğu daha burnuna indirdi. Gür sesi ortamda yankılandıkça içimdeki minik çocuk yasa bürünüyordu.
"Sen de bana yardım ettin. Buna engel olmadın." Gözlerim kararmaya başladığında sertçe sandalyeye tutundum, parmak boğumlarım beyazlaşana kadar yumuşak sandalyeyi sıktım. "Hayatını ben çaldım ve sen bir bok yapmadın!"
"Yapamazdım," dediğinde aniden bana dönmüştü çaresiz gözleri. "Yapamazdım." Sessizce yutkundum.
"Korkak bir adamsın." Kafasını iki yana salladı. "Ona abisini anlatamayacak kadar." Sustu babam. Ortaya atılan saçma iddiayı yalanlamanın zamanı gelmemiş miydi?
"Ne abisi?" Sesim cılız çıktığında boğazımı temizledim. "Neyden bahsediyorsun?"
"Bir abin var," dedi babamın yüzüne bakarken. İki kardeş birbirlerine öyle nüyük bir nefretle bakıyorlardı ki... "Annen sevmezdi onu. O yüzden baban da sevmedi." Bana döndü, kaşlarını kaldırdı. "Bildiğin tek şey yok, Alvina." Cevap vermedim.
Babamın inkar etmesini bekledim ama bir şey söylemedi. Bu da, iddiayı kesinleştiriyordu ve kalbimi yakıyordu.
Merdivenlerden adım sesi geldiğinde usulca oraya döndüm. Polat'dı gelen. Kimsenin yüzüne bakmadan doğrudan bana yöneldi, hızla yaklaşıp kollarını bir köle gibi aciz olan bedenime doladı.
"Niye geldin?" dedi 3 yaşında bir çocuğu azarlar gibi. "Ya bir şey olsaydı?"
"Olmadı," diye fısıldadım yenilgiyle. Çok şey olmuştu. Derin bir iç çekti, ellerini saçlarımın arasında gezdirdi.
"Aydan," diye mırıldandı utana sıkıla. "O nasıl?" Geri çekildim, çiziklerle dolu yüzüne bakarak burukça gülümsedim.
"Seni merak ediyor," diyebildim. "Onunla konuştuk, endişeliydi."
"Teşekkür ederim," dedi sahici bir minnetle.
"Pardon!" dedi amcam bir anda sesini yükselterek. "Sahte abi-kardeş tablonuzu bölüyorum ama... Gerçek abini tanımak istemez misin Alvina?"
"Benim zaten bir abim var."
"Öz olandan bahsediyorum." Odadaki herkese oyalanarak baktım. Hepsi pürdikkat bana bakıyordu. Sanki kimse gözünü dahi kırpmıyordu. "Hani biyolojik, aynı anne-babadan olan."
"İstemiyorum," dediğimde sesim son derece netti. "Bu zamana kadar o olmadan durabildiysem, bundan sonra da durabilirim." Herkes o kadar sessizdi ki, kalp atış ritimleri seçilebilirdi.
"Eminsin yani?"
"Neyi üsteliyorsun?" dedi babam sinirle. Ardından silahındaki tetiği çekti, içinin dolu olduğunu biliyordum. Amcamın kırışmaya yüz tutan şakağına dayadı, yakasını tiksinerek tutarken Barın'a döndü. "Arabayı hazırlat." Peşinden sürükleye sürükleye amcamı çıkardı. Kapı yerine kırdığı camı kullanmıştı.
Bundan sonrasına müdehale etmeyecektim. Babamın da biraz olsun içindeki ateşi söndürmesi gerekiyordu.
İçeride büyük bir sessizlik oluştuğunda gerginlik de artmıştı.
"Vina," dedi Pera önüme geçerek. Elini koluma koydu, yavaşça sıvazladı. "Eve geç ve biraz dinlen. Funda işini halledeceğim." Bir şey söylememe fırsat vermeden konuştu. "Sakın inkar etme. Çok yorgunsun ve bu iyi değil." Başımın tepesime silik bir öpücük kondurdu, gözlerime baktı. "İntikamını tekrar alacağız ama bundan önce gücünü toplaman lazım." Usulca başımı sallayıp dediklerini kabul ettim.
Bana sarılmamıştı. Biliyordu, eğer sarılsaydı sabaha kadar ağlayabilirdim. Onun sevgi dolu kollarına ihtiyacım olsa da bunun zamanı değildi.
Pera evin merdivenlerine yöneldi, çevik adımlarla yukarı tırmanırken onu takip eden kişi Oğuz oldu.
"İyi misin?" diyerek yüzüme bakan Ares'e başımı salladım. "Bir şey yaptı mı?" Sorusuna yanıt vereceğim esnada Oflaz yanımda bitti.
Beklemediğim bir anda elini koluma yerleştirdi, fazla sert olamayacak bir baskıyla peşinden çekiştirdi. Büyük adımlarına ayak uydurmak için resmen koşuyordum ama buna bile enerjim yoktu.
Dışarı çıkıp arabasına yöneldi, mecburen onu takip ettim. Hava buzu anımsatıyordu, soğuktu. Kilidi açtı, bileğimi bıraktı. Ne yapacağını anlamadığımda ellerini bel boşluğuma yerleştirdi ve beni yolcu koltuğuna otutturdu. Bunu yaparken zorlanmadığı besbelliydi. Öfkeyle nefesler verirken kemerimi taktı. Arabasının önünden hızlıca dolanarak sürücü koltuğuna bindi, kendi kemerini takmadı.
Kapıyı öyle sert kapatmıştı ki, resmen araba sallanmıştı.
Geldiğim yolu geri dönmeye başladığımızda sessizdik. Arada kaçamak bakışlarımı ona yöneltiyordum. Fakat ona bana bakmıyordu. Bana cidden çok sinirlenmişti. Sebebini çözmekte zorlandığımda uzun uzun yüzüne baktım. Yine de bana bakmadı.
En azından ben öyle sanıyordum.
"Hiç bakma!" diye bağırmasıyla hafifçe irkildim. Her an ağlayacağımı hissederken bir de bağırması iyice şartelimi attırıyordu.
Cevap vermek yerine bacaklarımı kendime çektim, kollarımı etrafıma sarıp başımı cama yasladım. Üstümdeki paltonun yakaları yüzümü kısmen saklıyordu ve böylece içimdeki yas biraz olsun gizleniyordu.
Uzun süredir beklediğim karşılaşmayı yaşamıştım bugün. Dakika açısından kısa sürmüştü. Ancak içimdeki enkazı gören herkes, bunların yılların yarası olduğunu anlardı.
İçimde yaşayan, bana bir yerlerden gülümseyip göz kırpan masum kız çocuğu, gerçek anlamda ölmüştü. Mezarını ben kazmıştım, tabutunu ben gömmüştüm. O, artık kaybolmuştu.
Yüzüme baka baka, utanıp sıkılmadan bunu itiraf etmişti. Hayatımı benden bile isteye çalan kişi oydu.
Kaybettiğim bebeğimi Oflaz'ın ya da arkadaşlarının bildiğini sanmıyordum. Fakat öğrenmiş olmaları da pek umrumda değildi.
Dışarısı hâlâ bembeyazdı. Kar taneleri hiç durmadan gökten yağıyordu.
Masumiyetti kar. Masumiyetti beyaz.
Ben ise tamamen siyaha bürünmüştüm.
Kendi cenazesine giden bir insandan beyaz giymesini isteyemezdiniz. Ya da neşeli olmasını, enerjisini kaybetmemesini, gülümsemesini bekleyemezdiniz...
Çıkan tek ses tekerleklerin ve sileceklerin sesiydi. İkimiz de konuşmuyorduk. Üstelik ben, ona bakma girişiminde dahi bulunmuyordum. Birkaç kez bana baktığını hissetmiştim. Yine de dönmemiştim.
Şu an duygularımı kamufle edemiyordum. Yüzüme bakan her kişi kalbimi görebilirdi ve bu istediğim bir şey değildi.
Sessiz, fazla uzun olmayan bir yolculuk geçirmiştik. Bilmediğim bir yola girdiğinde benim evimden çok daha uzağa gittiğimizi anlamıştım ama itiraz etmemiştim. Tek bir soru bile sorma hakkım yoktu sanki.
Artık gözlerimin dayanamayacağını anladığımda daha rahat bir pozisyona geçtim, başımı cama bastırdım. Nem yapan soğuk cam yüzümü hafifçe ıslatırken harelerimden damlayan silik yaşlarla uyumaya çalıştım.
Uyumaya çalışmamın ardından belki de saatler geçmişti. Uyuyamıyordum. Gözlerimi açmayı da istemiyordum.
Düşünme yetimi bile kaybetmiş gibiydim.
Araba aniden durunca acıyan gözlerimi zorla aralayabildim.
"Geldik mi?" dedim fısıltı gibi çıkan sesimle.
"Evet." Kapısını açtığında onu taklit ettim. Aniden yüzüme çarpan soğuk içimi ürpertirken gökyüzüne baktım. Oldukça yüksek bir yerde olmalıydık çünkü kar bulutlarına rağmen yıldızları seçebiliyordum.
Yine bir köye gelmiştik. Fakat bu biraz daha küçüktü, çiftlik gibi düşünülebilirdi. Ufak arada cılız bir sokak lambası vardı. Gecenin olmasıyla beraber çöken karanlığa tek başına savaş açmıştı. Elbette başarısız oluyordu.
Küçük adımlarla ilerleyip Oflaz'ın önüme geçmesini bekledim. Fakat önüme geçmedi, bana ayak uydurarak yanımdan ilerlemeye başladı. Eski sayılamayacak köy evine yaklaştık. Önünde kocaman bir balkonu vardı. Ev fazla büyük değil gibiydi.
Evin kapısına baktığımda gördüğüm şeyle hafifçe irkildim. Genç olduğu belli olan bir adam, kapının önünde duruyordu. Üstünde kalın bir mont vardı.
"Hoş geldin abi," dediğinde ağzından çıkan sıcak hava, beyaz bir dumana yol açtı. Elinde tuttuğu anahtarı Oflaz'a uzattı, göz ucuyla bana baktı. "Karnınız aç mı?" Oflaz sorar gibi bana döndüğünde hafifçe kaşlarımı kaldırdım. Karnım aç olsa da canım hiçbir şey yemek istemiyordu. "Kahvaltılık bir şeyler gönderirim," dedi ve onay bekliyormuş gibi sustu.
"Eyvallah." Oflaz'a samimice gülümsedi, bana ise başıyla bir selam verip evin önünden ayrıldı.
Kapı açıldığında ve içeri girdiğimizde zifiri karanlık ile karşılaştım. Hangi odanın nerede olduğunu bilmediğimden hareket etmedim, ışıkların gelmesini bekledim.
Çok geçmeden ışıklar açıldı.
Küçük bir holde, gri bir halının üstünde duruyordum. Evde çiçeksi kokular vardı, temiz olduğu besbelliydi. Etrafa bakmayı, incelemeyi istesem de bu gücü kendimde bulamadım, sessizce durdum.
Oflaz elini sırtıma yerleştirip varla yok arası bir baskı uyguladı, aynı zamanda da yürüdü. Ona eşlik ettiğimde koridorun sonundaki kapıyı açtı, içeri girip beni bekledi.
Evin buz gibi soğuğunu hissediyordum, hissettikçe de içim ürperiyordu. Yüzümün yandığını da hissettiğimde grip olma ihtimakimi tarttım, çok yüksekti.
Bir yatak odasına girmiştik. Yatak çift kişilikti, üstünde saten bir yorgan takımı vardı.
Oflaz hiçbir şey söylemedi, üstündeki paltoyu çıkartıp odadaki sandalyenin üstüne attı. Gece lambasını açtı, yorganı kenarı çekerek yatağa yerleşti. Ne yapamayacağımı bilemeyerek ona baktığımda dudakları aralandı.
"Gel." Küçük emrine karşı çıkmak yerine itaat ettim, üstümdeki montu çıkartıp onunla aynı yere attım. Daha fazla üşümeye başladığımda yüzümü buruşturmamak için büyük bir çaba sarf ettim. Dağılan saçlarımı zerre umursamadan yatağa yattım, direkt yorganın altına girdim. Açıkta kalan tek yerim kafamdı. Isınmak için dizlerimi karnıma çektim. "Alvina." Gözlerine baktım. O zaten bana bakıyordu.
"Efendim?"
"Neden?" dedi sadece. Ama anlamıştım, tek bir kelime, bir çok sözcüğe klavuzdu.
"Hangisi?" dedim gözlerimi kaçırarak. Beni azarlamasını, kızmasını bekliyordum ancak elini yavaşça yüzüme yaklaştırdı. İzin ister gibi baktığında gözlerimi kırptım. Elini yanağıma yerleştirdiğinde kaşları çatıldı.
"Neden kendine bir maske takıyorsun?" Duraksadım. "Seni görmeye, bazı şeyleri paylaşmaya çalışıyorum ama sen bundan köşe bucak kaçıyorsun. Seni yaralayan şeylerle kendi başına mücadele etmeye çalışıyorsun."
"Benim hayatım, benim sorunlarım, benim yaralarım," dedim sakince. "Bir başkasını bu konuya dahil etmeme gerek yok."
"Canın acıyor," diye fısıldadı. Sesi kızgındı ancak sanki kendini dizginlemeye çalışıyordu. Bunu destekler gibi derin bir nefes aldı. "Ve ben hiçbir şey yapamıyorum."
"Oflaz." Kaşlarım havalandı. "Yapabileceğin bir şey yok. Yaşanan ve biten şeyleri değiştiremezsin." Cevap vermedi. "Benim canım çok acıdı, Oflaz. Tahmin edemeyeceğin kadar... Ve ben o zamanlar hep tek başımaydım. Annem öldüğünde, babam gittiğinde." Güçlükle bir nefes aldım. "Bebeğimi öldürdüğünde." Yüzündeki duygular iyice karamsar oldu. "Hepsini atlatabildim. Arada bir karşıma çıkıyor olmaları bende çok yara açmıyor, aksine iyileştiğimi hissediyorum."
"İçine atmak bir çözüm değil," dedi elini yüzümden çekerek. Temas ettiği yerde büyük bir boşluk oluştu ve sanki içim burkuldu.
"Biliyorum," diye mırıldandım. Gözlerini yüzüme odakladı, durgunca ifademi izledi. "Sana haber veremezdim, gitmeme izin vermezdin."
"Vermezdim," diyerek onayladı. "Canını tehlikeye atacak bir şey yapmana izin vermezdim."
"Ama gideceğimi de biliyordun." Bilmemesi imkansız gibi bir şeydi. En azından tahmin edebileceğini düşünüyordum.
"Evet," dedi onaylayarak. "O kadar dalgındın ki, peşinden geldiğimi bile fark etmedin, Alvina." Sanki sinirin yerini endişe almıştı.
"Sen..."
"Gideceğini bile bile yatıp uyuyacağımı düşünmen senin hatan." Donakaldım. Ya o çok ustaydı ya da ben bugüne özel bir salaklık takınmıştım.
"Görmedim," dedim dalgınca.
"Görmedin." Konuşmaya mecalim dahi yoktu. Yine de onunla konuşmak kafamı dağıtıyor gibi hissediyordum.
"Abimi bulmak istiyorum," dememle tek kaşı havalandı. Aniden konuyu tepetaklak ederek değiştirmiştim. Böylelikle suçluluktanda kurtulmuştum.
"Emin misin?"
"Hayır." Bu yalan değildi. Henüz net bir karara varmamıştım.
Abimin olup olmaması hayatımda hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Beni tanımıyorsa hayatına hiç girmezdim belki de. Tanıyorsa yüzüne de bakmayı istemiyordum.
"Oflaz," dedim uykuya bulaşan sesimle. "Uyuyabilir miyim?"
"İzin mi istiyorsun?" Başımı salladım. "Uyuyabilirsin, Alvina."
Gözlerimi kapattığımda bugün olanlar aklıma geliyordu, zihnimi meşgul edip duruyordu.
İçime aniden gelen dürtüyle nefesimi tuttum, kapalı gözlerimi açmadan Oflaz'a yaklaştım. Bunu çok normal karşıladı, kolunu yavaşça belime doladı. Artık üşümüyordum.
Bacaklarım bacaklarına temas ederken yüzlerimizin arasında çok az mesafe vardı. Verdiği nefesleri sanki ben geri soluyordum.
"Kızım olacaktı," diye mırıldandım cılız bir sesle. Bunları yaşamaktan zor bir şey olsaydı hatırlamak ve sesli dile getirmek olurdu. "İsmini bile seçmiştim." Saçlarıma küçük bir öpücük kondurdu, aynı zamanda da kapalı gözümden bir damla süzüldü. "Belki aptalcaydı ama beni hayata bağlayan şey, kızımdı. Karnımdaki görünen, kalbimdeki görünmeyen yaranın sebebi." Gözlerimi açtım. Sessizce beni dinliyordu. "Ama benden gittiği için kızmadım bile. Hiç suçu yoktu onun, tertemizdi." Elini saçlarıma yerleştirdi, yavaş hareketlerle dolaşmaya çıktı parmakları.
"Senin de hiçbir suçun yok," dedi gözlerime bakarak. "Her konuda kendine bir suç payı çıkarıyorsun. Halbuki yaptığın hiçbir şey yok." Kaşlarımı kaldırdım.
"Yaptığım bariz hatalar var. Ya sen görmek istemiyorsun, ya da benim gözüme batıyorlar." Hafifçe gülümsedim.
"Bazı şeyleri çok fazla düşünüyorsun." Karşısındaki küçük bir çocuğu azarlıyor gibi gözükse de, sesinde şefkat vardı. "Kendini bu kadar yorma."
"Elimde değil," dedim mırıldanarak.
"Elinde," dedi inkar etmeyi seçerken.
"Oflaz?"
"Hım?" diyerek baktı yüzüme.
"Ölen bebekleri ne yaparlar?" Duraksadı. "Yani, çok küçük oluyorlar. Onlara da mezar yapılır mı?" Kısa bir an duraksadı, sonra dudaklarını araladı.
"Yapılır." Sesindeki azap benim ruhumu da etkiliyordu.
"Benim bebeğimin de mezarı var mıdır?" Derin bir nefes aldı.
"Vardır." Bu kez ben derin bir nefes aldım.
"Peki bulabilir miyiz?" Bu sefer haddinden fazla sessiz kaldı. Konuşmayacağını anladığımda devam ettim. "En azından mezarını bulmak isterim."
"Bulurum, Alvina." Elimdeki belinin temasını sıkılaştırdı, beni kendine iyice çekti. Göğsüm sırtına yaslandığında sırtımı ona bastırdım. Kalın kollarından birini belime, diğerini koluma sardı. "İstemen yeterli."
"Teşekkür ederim," dedim. "Bir de şey..." Burnunu saçlarımın arasında bir tura çıkarmıştı.
"Evet?"
"Annemi de bulabilir miyiz?" Derin bir iç çekti. Artık tüm inancımı kaybetmek üzereydim. Ondan geriye hiçbir iz kalmamıştı.
"Evet."
"Teşekkür ederim," diye yineledim gerçek bir minnetle.
"Ben de," diye fısıldadığında anlam veremedim ama sorgulamadım da. "İyi geceler, güzelim," dediğinde koluma sarılan elini tuttum, sıkıca kavradım.
"İyi geceler," dediğimi hayal mayal hatırlıyordum.
Uzun zamandır kapımı çalmayan kabuslar, yaşadıklarımın etkisiyle beni rahatsız etmişti. Birkaç kere sıçrayarak uyanmıştım, hepsinde de Oflaz yanımdaydı.
Bir şeyler fısıldıyordu, farkındaydım ama anlamıyordum. Yine de sesi bile ruhumun sakinleşmesini sağlıyordu. Çok farklı bir adamdı. Kalbi, sesi, yüzü... Bambaşkaydı.
Yaklaşık 5 dakika önce yüzüme vuran güneş ışığıyla uyanmıştım. Havanın soğuk olduğu belli olsa da hava aydınlıktı. Güne dinç bir şekilde başlamak beni mutlu etmişti.
Oflaz'ın yüzünü seyrediyordum. Sırtımı yaslandığı dağdan çekmiş, yüzümü ona dönmüştüm. Burnuma hapsolan güzel kokusuyla kapalı gözlerine baktım. Uzun kirpikleri, kavisli kaşları... Alt dudağı hafifçe içe doğru kıvrılmıştı, dikkatli bakmadan görülmezdi.
İçimi dürten yoğun duyguya daha fazla engel olamadım, elimi usulca saçlarına götürdüm. Yüzünde hiçbir mimik değişmediğinde derin bir uykuda olduğunu sanmıştım.
Aniden gözlerini açana kadar.
İrkildiğimde sırıttı, alayla baktı.
"Manzaranızı mı böldüm hanım efendi?" Ters bir bakış attım, elimi saçından çektim.
"Aynen, şekerim. Ondan."
"Şekerin, ha?" Bir şey söylemedim. "Bugün nasıl hissediyorsun?" Derin bir nefes aldım.
"İyiyim." Bundan emin olmak ister gibi sorgulayarak tek kaşını kaldırdı. "Gerçekten." Bakışını değiştirmediğinde kaşlarımı çattım. "İnanmıyor musun?"
"Bilmem." Dirseğini yastığa bastırıp doğruldu, yan bir pozisyon alarak bana üstten üstten baktı. "Dün gece kabus gördün," dedi düşünceli bir sesle. "Sık sık görüyor musun?"
"Hayır," dedim dürüstçe. "Tetikleyen bir şey olduğunda görüyorum."
"Anladım," dedi ve elini kaldırıp yüzüme düşen bir tutam saçı kenarı itekledi. "Karnın aç, değil mi?" Kafamı salladım. Açıkmıştım.
Yataktan kalktı, yanındaki komodinden telefonunu aldı.
"Lavabo ne tarafta?"
"İleride." Omzunun üstünden bana baktı. "İhtiyacın olan bir şey varsa dolapta bulabilirsin." Aklıma regl gelince psikolojik olarak karnıma bir saplak girdi. O da bunu biliyordu, bu yüzden söylemişti. "Annem arada buraya uğrar," diye kısa bir açıklama yapıp arkasını döndü, odadan çıktı.
Her ne kadar istemesem de üstümdeki yorganı bir kenara çektim. Ev artık soğuk değildi. Hatta gereğinden biraz fazla sıcaktı. Ama bu şikayet edebileceğim bir şey değildi.
Ayağımda çoraplar olduğundan yerker de soğuk gelmemişti. Saçlarımı gelişi güzel ördüm, toplamak için tokam olmadığından öyle kaldılar. Lavaboya doğru yol aldım, fazla büyük olmayan evde bulmam zor değildi.
Oflaz'ın dediği kapıya gelince içeri girdim, kapıyı kilitleme gereği duymadan dolabı açtım. Sadece kapatmam yeterliydi.
Gördüğüm birkaç paket ped derin bir nefes almamı sağladı. Gerçekten rahatlamıştım. Olmasaydı söylemeye utanmazdım ancak en yakın markete bile fazlasıyla uzak olduğumuzu düşünüyordum.
Dolapta bir sürü oje de vardı, parfümler, rujlar... Sanırım annesi süslü bir kadındı.
İşim bittiğinde ellerimi yıkamak için suyu açtım, dalgın gözlerle aynaya baktım. Gözlerimin içi hafiften kızarmıştı. Bunun yanı sıra o kızarıklık, burnuma ve yanaklarıma da hücum etmişti. Yüzümü de buz gibi suyla yıkadım.
Lavabodan çıkınca nereye gideceğimi seçen şey yemek kokusu oldu. Doğrudan o yöne gittiğimde yolumun mutfağa
çıkacağını tahmin edebiliyordum.
Uzun koridorun her yerinde tablolar vardı. Hiçbiri dikkatimi çekmemişti. Genel olarak çiçeklerin, ağaçların çizimi yapılmıştı.
Mutfağa geldiğimde kısa bir an etrafı taradım. Küçük, şirin bir mutfaktı. Diğer odalara göre daha sıcak olmasını yanan sobaya bağlamıştım. Kalorifer de vardı ancak soba da yanıyordu. Üstünde bir cezve vardı. İçinde ne olduğunu bilmiyordum.
Kahvaltılıkların olduğu masaya iyice yaklaştım, Oflaz'ın onayını beklemeden oturdum. O kesme tahtasında birkaç çeşit peynir doğruyordu. Tezgah boyuna göre alçak olduğundan eğilmesi gerekiyordu.
Ona baktığımı sezmiş gibi omzunun üstünden bana baktı. Gözlerimi kaçırmak yerine ona daha fazla odaklandım. Teması kesen o oldu ve elindeki tabağı masaya bıraktı. Patates -sobada yapılmış gibiydi-, yumurta, sucuk... Kahvaltı ederken çok bir şey yemeyi sevmezdim ama bu sabah sanki iştahım açılmıştı.
"Bunları ne ara hazırladın?" diye şaşkınca mırıldandığımda sobaya yaklaştı. Üstündeki cezveyi alıp bana doğru geldiğinde merakla onu izledim.
"Burada tanıdığım insanlar var. Çoğu şeyi onlar hazırladı." Önümdeki boş fincana cezveden süt döktü. Bunu gerçekten beklemiyordum. "Süt sıcak, içmek için biraz bekle." Üstünden dumanlar çıkıyordu. Kendi önüne bardak bile almadı, karşımdaki sandalyeye oturdu. "Esra teyze," dedi önümdeki süte bakarak. "Onun inekleri var. Tazeymiş, sana getirdi."
"Beni nereden tanıyor ki?" dedim bir parça peyniri ağzıma atıp çiğnerken.
"Magazinlerden." O da bir parça peynir aldı. "Aslında manevi annem sayılabilir. Çocukluğumdan beri benim yanımdaydı." Dikkatim tamamen ondayken üzerinde baharat olan patatesten aldım. "Seni çok merak ediyor. Yorgun olduğunu söyledim," dedi açıklama yaparak.
"Tanışabilirdim," diye mırıldandım. Kafamı dağıtmaya ciddi anlamda ihtiyacım vardı.
"Çok soru soracaktır."
"Benlik bir sorun yok," dedim sütten bir yudum alırken. Hâlâ soğuk olsa da içilmeyecek kadar değildi.
"Akşam yola çıkarız. Ondan önce belki uğrar." Kafamı salladım.
"Düğüne kaç gün kaldı?" Ona göre elbise ayarlamam gerekiyordu.
"Alvina." Başımı kaldırıp ona baktım. "Yorgunsun."
"Ben iyiyim, Oflaz." Bunu desteklemek isteyerek gülümsedim. "Dün dünde kaldı, bugün yeni bir gün. Ona göre yaşamaya çalışıyorum."
"2 gün kaldı," dedi kabullenerek. "Antalyada olacak diye biliyorum."
"Yarın mı çıkarız yola?"
"Bir işin yoksa, evet." Kısa bir an düşündüm.
"Yarın sabah Pera'nın yanına uğramak istiyorum. Akşama doğru çıksak bir sorun olur mu?" Kafasını iki yana salladı.
"Nasıl istersen." Çatalına bir yumurta batırdığında kendisi yiyeceğini sanmıştım. Ama beni yanılttı, yumurtayı ağzıma yaklaştırdı. Küçükkenden bu yana pek sevdiğim bir şey değildi ama teklifini geri çevirmemek için dudaklarımı araladım. Yumurtayı ağır ağır çiğnerken kaşlarını çattı. "Sevmez misin?"
"Aramam," dedim lokmayı yutarak. "Çocukken de sevmezdim."
"Yemek seçiyorsun?" Kafamı iki yana salladım.
"Seçmiyorum. Sadece birkaç şeyi pek sevmiyorum." Bir dilim salatalık aldım. Uzun bir sessizlik oluştuğunda sadece yemeğimizi yiyorduk. İkimiz de doyduğumuzda ayağa kalktık, hiçbir şey konuşmadan mutfağı toparladık.
Elimdeki suyu havluya kuruladım, Oflaz'a döndüm. "Senin miydi bu ev?" Kafasını salladı. Bir şey söylemediğinde yattığımız odaya girdim ve montumun cebinden telefonumu aldım. Ekranını açar açmaz cevapsız çağrıları gördüm. Bir çoğu Matt'e aitti. Aynı zamanda telefonum bir kere daha çaldı, yatağın kenarına oturup çağrıyı yanıtladım.
Meyra'nın annesi, Elif ablaydı arayan.
"Alo?" diyerek açtığımda bir gürültü duydum.
"Önce ben!" diye bağıran çocuk sesini duyunca gülümsedim. Muhtemelen annesinden önce konuşmak istiyordu. "Lütfen ya! Ben çok özledim."
"Annem bi dur." Elif ablanın yorgun sesiyle duraksadım. "Nasılsın?"
"İyiyim," dedim durgun olmayan bir sesle. Buna inanmasını istiyordum. "Sen nasılsın?"
"Ablam sen ciddi misin?" Kısa bir an duraksadı. "Kızım sen bir odana gider misin?" Bir mıtıltı sesi duydum ama ne dediğini çözemedim. "Tamam, Meyra. Konuşacaksın." Sorusunu es geçmek için sessiz kaldığımda bunu hemen anladı. "Hey! Bunamadım o kadar." Bu dediği beni güldürdüğünde kaşlarını çattığından emindim.
"İyiyim abla, gerçekten." Derin bir nefes aldım. "Başkan adamlarını çekti, endişe edecek bir şey yok."
"Eminsin?"
"Eminim," dedim ciddi bir sesle. "Toprak abi nasıl?" Konu değişsin istiyordum.
"Babası rahatsızlanmış biraz. Onun yanına gitti." Kısa bir an bekledi. "Senin yanında kim var? Tek değilsin ya?"
"Oflaz var," diye mırıldandım. "Tek değilim."
"İyi ablam, iyi..." Derin bir nefes aldı. "Ne diyeceğimi de bilemiyorum. Sanırım sadece kafana takmamanı söyleyebilirim." Konuşacak bir kelime seçmeye çalışıyordum ki, buna gerek kalmadı ve Meyra neşeli bir sesle atıldı.
"Anne, azıcık oldu değil mi? Oldu bence. Ben Vina'yı çok özledim. O da beni özlemiş midir?" Ard arda sorduğu soruların hepsini sabırla yanıtlayabilirdim. "Sen biliyor musun, dev gibi eniştem var! Kocaman."
"Meyra," dedi Elif abla çaresizce.
"Benim yatağımdan 3 tane!" Dayanamayıp güldüğümde uzun bir sessizlik oldu. Kullandığı tabir fazla ironikti.
"Vina seni duyuyor." Ve, ölüm sessizliği...
"Meyra," diye seslendim. "Neredesin?"
"Evdeyim ben. Sen neredesin ki?"
"İstanbuldayım." Dudaklarından bir şok nidası döküldü. "Sana uzağım yani." Muğla'da yaşıyorlardı.
"Ama ben seni çok özledim." Sesi bir anda duygusal oluvermişti. "Gelsene ya."
Gözlerim tesadüfen bir noktaya kaydığında, kapının pervazına yaslanan Oflaz'ı gördüm. Kollarını önünde bağlamış, sessizce beni izliyordu. Ne kadar süredir oradaydı?
Ağır adımlarla yanıma geldi, yatağın kenarına oturdu.
"Vina!" Hafifçe irkildim. "Gelmeyecek misin?"
"Geleceğim cadı." Yüzünün aldığı ifadeyi hayal etmek bile komikti. Kesin bembeyaz teni sinirle kızarmıştı.
"Sen daha cadısın."
"Yooo," dedim uzatarak.
"Evet," dedi benim gibi. "Eniştem napıyor?" demesiyle yerin dibine girebileceğimi düşündüm. Telefon sağ kulağımda duruyordu, Oflaz da sağ tarafımda oturuyordu ve duymaması imkansızdı.
Eli usulca elime kapandı, telefonu alıp sesini fulledi.
"Buradayım." Meyra bir anda güldü.
"Vina'nın yanında mısın?" Sessizce Oflaz'ın cevabını bekledim.
"Evet, yanımda şu an." Saniyelik bir an yüzüme baktı.
"Enişte," dedi fısıldayarak. Benim duymadığımı sanıyordu. "Kim daha cadı? Vina daha cadı olsun." Kaşlarım çatıldı.
"Tabii ki Alvina daha cadı." Ona düşmanca bakarken ayağımın ucuyla ayağına bastım. Fakat hissetmemiş gibi sohbetine devam etti.
"Hayır direk adam!" Tekrar gülmemle Oflaz bana döndü. Kızacağını düşünerek dudaklarımdaki tebessümü sildim. Anında kaşları çatıldığında ne olduğunu anlamamıştım. "Ben daha cadıyım."
"Direk, falan... Hiç yakışıyor mu?"
"Gayet yakıştı," dedi sürdürerek. "Hem Vina'yı aldın benden. Ne güzel geliyordu hep. Senin yüzünden mi gelemiyor!" Kendi kendine teşhisi koymuştu. "O benim bi kere. Beni daha önceden tanıyordu."
"Benim sevgilim," dedi Oflaz. İçimi yakan ateş mümkünmüş gibi daha da horlandığında yutkundum.
"Banane ki! Benim ablam." Nispet yapar gibi sordu. "Vina ya! En çok benimsin değil mi? Zaten beni çok seviyorsun ki sen. Değil mi? Hı? Öyle mi?"
"Evet, minik cadım."
"Çatla da patla enişteee!" Tekrar güldüm. Meyra da neşeyle kahkaha attı. "Ne de güzel beni seçti. Hıh! Kapak oldu." Sessizlik...
"Meyra, o nasıl söz?" diye sitem etti Elif abla.
"Yanlışlıkla oldu anne. Hep direk abim yüzünden!" Onu duymuyormuşuz gibi şikayeyini etti. "Sinirlendirdi beni. Vina ile evlenecekmiş. Çocuğu olacakmış. Ya! Nasıl sinirlenmeyeceğim ben?" Şok olduğumda neredeyse ağzım açılacaktı.
"Tamam, Meyra." Kısa bir ses karmaşası oldu, sonra telefona Elif abla geçti. "Ablam... Kusura bakma."
"Ne kusuru abla," dedim yarı öfkeyle. "Çocuk o daha."
"Öyle tabii." Derin bir nefes aldı. "Yavrum benim şimdi kapatmam lazım. Sonra yine konuşuruz."
"Görüşürüz," diye mırıldandığımda telefonu kapattı.
"Alvina," dedi Oflaz sırıtarak.
"Hım?" dedim merakla.
"Küçük cadım," dediğinde kaşlarımı çattım. "Kırmızı burunlu cadım. Nasıl da kızardın." Anlaşılan bugünü benimle uğraşarak geçirmek istiyordu.
"Oflaz." İkaz dolu sesimi duyunca sırıtışı büyüdü. "Uğraşma benimle." Halbuki şikayetim yoktu.
"Peki, küçük cadı." Omzuna vurduğumda şaşkınca etrafına bakındı. "Sinek de yok gibi..." Kaşlarım iyice çatıldı. Biraz daha çatarsam önümü göremeyecektim.
"Eşeksin!" Duraksadı.
"Değilim?"
"Gayette öylesin." Omuz silkti.
"Hiç de bile."
Duyduğum gürültüyle yerimden sıçradım. Kapı yüksek bir sesle açılmıştı.
"Neredesin eşeğin oğlu!" Tiz kadın sesini duymamla Oflaz'a döndüm.
"Esra teyzem," dedi yıkılmış gibi.
"Eşek tepesice!" Kıkırdadığımda bu kez Oflaz'ın kızacağını düşünmüştüm. Fakat sadece gülüşümü seyretti. "Gelip elimdekileri alsana la!" Kadının azarlayan sesi sürekli artıyordu. "Bayırın kıranı!" Oflaz ayağa kalktı, kafasını iki yana sallayıp bana baktı.
Sanırım ciddi bir sorguya çekilecektim...
---🪷🥂
Nasılsınız? 🥹
Aslında bu bölümü daha önce yayımlamayı düşünüyordum. Fakat yaşanan olaylardan sonra düzenlemek dahi içimden gelmedi, çokca özür. 🥹🙏🏼
Bölümü sevdiniz mi bebeklerim?
Bundan sonraki bölüm biraz daha sakin olacak ancak 16, 17, 18 için aynısını söyleyemeyeceğim.
Bekleyip göreceğiz :)
Hepinize çok kalp! 🫶🏼
Öptüm! 💋
Instagram: @LeddyAsteria
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.45k Okunma |
109 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |