
Merhabaa!
Keyifli (şüheli) okumalar.
Bölüm sonu buluşalım
---🥂🪷
Bir insan kaç defa hata yapabilirdi? Kaç defa yanlış yolu seçip hataya düşebilirdi?
Yaşadıklarından bir ders almaz mıydı?
Sürekli yanlış kişilere güvenip günün sonunda yine üzülen kişi olmayı becerebilir miydi?
Hayatımın her zaman bir düzene ihtiyacı olduğunu düşünür, o düzeni bir türlü yakalayamazdım. Gerek benim gerek başkalarının hatalarından kaynaklanırdı.
Şimdiki durumda kim suçluydu?
Neden böyle bir şey yaptıklarını, beni olaylara niçin sürüklediklerini, hayatımın içine neden daha da ettiklerini anlayamıyordum.
Gözlerimi açmam için bedenime sinyal veren sarsıntıya daha fazla karşılıksız kalamayıp gözlerimi araladım.
Ne olduysa 15 dakika sürmüştü. Sıkılan kurşundan sonra sayısız mermi uçuşmuştu. Bilincim açıktı, baygın değildim ama sanki orada da değildim.
Odadaki 3 erkek de bana bir şey olmaması için önümde dururken ben kendime gelmeyi deniyordum. Bilhassa Oflaz, sürekli önüme geçip beni saklamaya çalışıyordu. Yaralanması da kaçınılmaz olmuştu.
Nasıl olduğunu anlayamamıştım. Hatırladığım kadarıyla bana doğru gelen kurşunu fark etmiş, beni kenarı çekerken yaralanmıştı.
Normalde belki onun canı yandığı için belki de benim yaralanmamı istemediği için ağlayabilirdim. Ancak şu an tepki veremiyordum.
Odağım çok kısa bir an netlendiğinde onu kanlar içinde görmüştüm. Bu berbattı. Olan diğer şeyler gibi.
Neyse ki mermi mühim bir yerine gelmemişti.
Dışarı çıktığımızda Barın'ın hazırlattığı arabaya ilerlerken yerde yatan bir sürü adam görmüştüm. Kimi ölüydü kimi ağır yaralıydı.
Etrafımda oluşan etten duvarla arabaya bindirildiğimde sürekli bir destek alıyordum. Aksi halde durabilmem zordu.
Yere çöküp hiçbir şeyi umursamadan ağlamak istiyordum.
Şimdi ise arabada bir yere gidiyorduk. Bakışlarım karşımda oturan Oflaz'ın yaralı kolundaydı. Yüzüne bakmıyordum, istediğim bu değildi. Kısa bir an için içim gitse de aklımdaki neden soruları yerli yerindeydi.
Sıraç elindeki bezi Oflaz'ın koluna doladığında birbirlerine baktılar. İkisinin de yüzüne bakmıyordum fakat hepsi bana bakıyordu.
"Kızım," diyen babam kaçıncı defa sesleniyordu? Bunu da duymayabilirdim ancak bu kez koluma da dokunmuştu. "Alvina." Donuk bakışlarım ona döndüğünde sanki sinirine sinir katılmıştı.
Başım çatlayacaktı. Gerçek manada yerinden çıkabileceğine inanıyordum. İlk kez bu denli ağrıyor, zonkluyordu.
Gözlerimi tekrar Oflaz'ın yaralı koluna sabitledim. O dışında yaralanan -tanıdığım- yoktu. Barın'a bir şey olmaması da şanstan sayılırdı.
Cebimdeki telefon bilmem kaçıncı kez çalmaya başladığında titreyen ellerimle çıkarttım. Ares'ti arayan.
"İyi misin?" dedi açar açmaz. Onları endişelendirme hakkım yoktu.
"Sorun yok," dedim tamamen aksini iddia eden sesimle.
"Bir şeyin var mı?" diyen kişi Pera'ydı. Sesi ağlamaklıydı. Endişesi besbelliydi.
"Yok." Fazladan tek bir kelime bile kullanamıyordum.
"Nereye gidiyorsun? Neredesin?" Ares'e bilmediğimi söylemek de zordu.
"Endişelenmeyin," dedim kısık bir tonla.
"Yanında kim var?" dedi Pera. Duraksadım. Yanımda olmasını istediğim tek kişi babamdı.
"Babam," diye mırıldandım. "Babam yanımda." Rahatlamış bir nefes verdi.
"Vina, o telefonu aradığımızda açacaksın."
"Tamam." Kabul ettiğimde telefonu kapattım.
Aklımda milyonlarca soru vardı.
Abim karşımdaydı. Kendi öz abim, yıllardır tanımadığım, varlığından haberdar olmadığım abim karşımdaydı.
Ne yapmam gerekirdi? Annem onu neden sevmemişti? Bana neden gerçeği söylememişti? Benden ne zamandan beridir haberi vardı?
Bilmiyordum.
Oflaz bunu neden saklamıştı? Her şeyin bir oyun olduğundan bahsetmişlerdi, bana karşı olan her tutumu da mı oyun, yalandı? Ben bir kukla gibi niçin hareket ettiriliyordum?
Lanet olsun ki bilmiyordum. En kötüsü ise hesap soracak gücü kendimde bulamamamdı. Birisi dokunsa saatlerce ağlayacak gibiydim.
Aslında bir yandan da eksik taşlar yerine oturuyordu.
Çiftlikte onadığım bir sürü çocuk vardı. Hepsi benimle oynamak isterdi, tüm oyuncaklarımı onlarla paylaşırdım. Sadece bir tanesi bizi uzaktan izlerdi. Yeşil gözlü, huysuz çocuk.
Doğum günüm. Pasta yiyoruz, diğer çocuklar için de bir pasta yaptırmışız. Herkes iştahla pastasını yiyor, eğleniyor. Sadece biri hariç. Yeşil gözlü, çekingen çocuk.
Dışarıdaki yabancılarla oynuyorum. Beni oyun dahil etmek istemiyorlar, ben inkar ettiğimde de üstüme yürüyorlar. Babamı çağıracağım esnada başka bir el imdadıma yetişiyor. Yeşil gözlü, güçlü çocuk.
Zihnimdeki puslu anılar belirginleştikçe başımın ağrısına mide bulantısı da eklenmişti.
Ben niye hâlâ bu arabada, bu insanların yanındaydım? Yüzümü buruşturup gözlerimi kapattığımda babam elimi tuttu. O küçük çocuğun elini tutar gibi sıktı. Ben buradayım, demekti. Cezalarını keseceğim, demekti.
Başımı koltuğa bastırıp yolun bitmesini bekledim. Ki çok da uzun sürmemişti. Veyahut ben fark etmemiştim. Ormanın içinde sayılabilecek, küçük bir eve gelmiştik. Her yerde ağaçlar vardı, onların arasındaydı. Barın arkadan fener tuttuğunda etraf daha iyi görünebilmişti. Çevrili olmasa da bahçe sayılabilecek bir alan vardı.
Arabadan inip eve yürürken de ruh gibiydim. Yerdeki otlara bastığımızda çıkan ses, buz gibi soğuk içimi ürpertiyordu.
Küçük adımlarla eve ilerlerken en önde ben vardım. Kimsenin yüzünü de sırtını da görmek istemiyordum.
Evin önünde durup gelmelerini bekledim. Kokuları burnuma çalındığında tam arkamda olduklarını görmeden anladım.
Barın öne atılıp kapıyı açtı, geri çekilip içeri geçmemi bekledi. O sırada birçok koruma da evin önündeydi.
Buraya da daha önce gelmemiştim ancak çevreye bakabilecek güce sahip değildim. Başkası ışığı açtığında etraf aydınlandı.
Nereye gittiğimi bilmeden merdivenleri çıktım. En yakın odaya girip ışığı yaktığımda yatak odasına girdiğimi gördüm.
Büyük bir yatak vardı, gardolap ise küçüktü. Banyo olduğunu tahmin ettiğim başka bir kapı da vardı.
Diğer komütatöre basıp gece lambasını açtım. Sarı, loş bir ışıktı.
Üstümdeki kıyafetleri nereye düştüklerine bakmadan çıkartıp iç çamaşırlarımla kaldığımda sarsak adımlarla yatağa ilerledim. Ev buz gibiydi ancak içimde bir yer öyle yanıyordu ki, buna dert yanacak değildim.
Yatağa kendimi fırlatmak suretiyle atıp örtünün altına girdim.
Bedenim amansızca titremeye başladığında soğuktan mı, ağlamamdan mı kaynaklı olduğunu çözemedim.
Birkaç saat önceye dönmek, o eve girmemek isterdim. En azından o mutluluğumun gitmemesi bana iyi gelebilirdi.
Mutluca girdiğim evden nasıl da cenazeye gider gibi çıkmıştım.
Oflaz'ın bunu neden benden sakladığını anlamıyordum. Hedefi canımı yakmaksa başarmıştı.
Sıraç'ı ise kabullenemiyordum. Aradığım kişinin bu denli yakımından çıkması normal değildi. Tesadüf hiç değildi.
Küçükken de hep istediğim bir şeydi kardeşimin olması. Tek kalmak, yalnız yaşamak korktuğum bir durumdu. Fakat ne annem ne de babam kardeşimin olmasını istemiyordu.
Onlar Sıraç'ı neden sevmemişti?
Sıraç'ın ne zamandır bildiğini öğrenmek istesem de deli gibi de korkuyordum. Çünkü içimde bir yanım onu affetmek istiyordu. Bir yanım da delicesine nefret ediyordu ve her şeyine yabancıydı.
Bir anneden uzakta kalmanın, baba sevgisi alamamanın ne olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Ben en azından beni sevdiklerini biliyor, bundan güç alıyordum. Onun güç alabilme şansı dahi yoktu.
Sanırım kimseye kızgın değildim. Yalnızca kırgındım.
Herkes kendince doğru olanı yapmıştı. Bu yolda harcanan kişi yine ben olsam da susmayı, daha doğrusu kabullenmeyi öğrenmiştim.
Cenin pozisyonunda uzandığım yatakta küçüldükçe küçüldüm.
Her şey bir oyundu. Ben yalnızca onlar için hedeflerine giden bir basamaktan ibarettim.
Her şeyi geçtim, Oflaz nasıl öyle güzel bakabilmişti? Söyledikleri nasıl öyle anlamlıydı? Ben niye ona saçma bir güven beslemiştim?
Bu olayla benim salaklığım ve saflığımın payı da yüksekti.
Neden beni seçtikleri, her yanlışımda neden tevazü gösterdikleri, neden bana destek olduklarını şimdi anlıyordum.
Oflaz'ın desteği de, sözleri de beni sevdiğinden değil amaçlarından kaynaklıydı.
Gözlerimde sanki göz yaşı değil de birçok iğne vardı, her kırptığımda bir sürü batıyorlardı.
Aşağıdaki Oflaz şu an yaralıydı. Kolunun ne durumda olduğunu bilmiyordum.
Eğer bunları öğrenmeseydim muhtemelen aşağıda onun canı yandığı için üzülürdüm.
Ne kadar da aptaldım.
Kalbimin acısına da engel olamıyordum.
Bekledim. İntikam ateşiyle kavrulmayı bekledim.
İstedim. Her bir hücremin nefretle dolup taşmasını istedim.
Diledim. Onların ismi her zihnimde canlandığında kin ile bürünmeyi diledim.
Hiçbiri olmadı. Ben sadece kırılmıştım. Çok kırılmıştım.
İşte bu da en kötüsüydü.
Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri acımasızca devirirken ağlayıp durmuştum.
Artık dayanamayan gözlerim yenik düşmüştü, uyuya kalmıştım.
Fakat bu fazla da sürmemişti. Neredeyse her saat başında uyanmıştım. Ev hâlâ ısınmamıştı, deli gibi üşüyordum.
Aşağı inmek, yaralı koluna bakmak içimden gelse de o kadar da gurursuz değildim.
Acıyan gözlerimi kısıp saate baktım. Sabah olmuştu. Perde kapalı olduğundan ve hava da bulutlu olduğundan oda karanlıktı.
Yatakta doğrulduktan sonra kendimi duşa attım. Aksi halde ayılacak gibi değildim.
Buz gibi suyun altında birkaç dakika bekledim. Düşüncelerimin de akabileceğini sansam da yanılmıştım.
Çıktığımda mecburen aynı kıyafetleri giymiştim. Saçımdaki fazla suyu elimle özensizce sıktığımdan hâlâ ıslaktı, uçalarından damlalar damlıyordu.
Aynanın önünde dururken istemeden kendime baktım. Gözlerim kan çanağı gibiydi. Burnum, yanaklarım da kırmızıdan halliceydi. Şişen dudaklarımı birbirine bastırıp derin bir nefes verdim.
Susamıştım.
Odadan şimdi çıkmasam sonra illaki çıkmam gerekecekti. Bu yüzden olabildiğince sessizce odadan çıktım, alt kata inmeye başladım.
Erken saatlerde olduğumuzdan uyanacaklarını sanmıyordum.
Turuncunun her yerini sardığı evin mutfağını bulduğumda içeri daldım. Yine olabildiğince sessizce bir bardak bulup çeşmeye yaklaştım. Suyu doldurup hepsini içtiğimde ağzımdaki kuruluk biraz olsun gitmemişti.
Arkamı döndüğüm anda Oflaz ile karşılaşmayı beklemiyordum.
Yüzüne asla bakmadan yanından geçmeye çalıştığımda kolumu kavradı. Bana baktığını hissetsem de yüzüne bakmamakta kararlıydım.
Gözlerim yavaşça kolumdaki eline çevrildi. Kolunu sarmışlardı. Doktor gelmiş olabilirdi.
"Konuşalım mı biraz?" diye sorduğunda az kalsın sinirden gülecektim.
Neyse ki öyle bir tepki vermedim. Beklemediği bir anda kolumu sertçe çektim. Yüzüne bakma tenezzülünde dahi bulunmadan sarsak adımlarla, güçsüz ve düşük omuzlarla yukarı çıktım.
Kapıyı kapatıp mecburen arkama yaslandım. Aksi hâlde yere yığılacaktım. Yere çöküp olduğum yere otururken ses çıkmasını umursamadan ağlamaya başladım.
Uzun bir zaman sonra ilk defa bu denli ölmek istiyordum.
Yine saatlerce ağladım. Kimse gelip özür dilemedi, inkar etmedi.
Kabullenmiştim. İkisinin de oyununa düşmüştüm.
Saatlerce oturduğum yerden kalkmak için ellerimle destek aldım. Sessizdeki telefonumu ve yere nasıl fırlattığımı hatırlamadığım ceketimi alıp kapıyı açtım.
Burada işim yoktu.
Merdivenlerin içinde olduğu oturma odasında üçü de oturmuş, sinirle bir şeyler konuşuyorlardı. Yüzlerine bakmaktan çekinerek kapıya ilerledim. Hiçbirisine hesap vermek de istemiyordum.
"Kızım," diyerek hızla yanıma gelen babamdı. Diğerleri de ayaklanıp bana yetiştiler. Biraz daha uzaktaydılar. "Alvina! Nereye?"
"Arabanı ödünç alabilir miyim?" Fısıltı gibi çıkan sesimle ortamdaki kasvet arttı.
"Hayır, bak-"
"Hiçbir şey söyleme baba." Ceketimi giydim. Dışarıda esen rüzgarın uğultusu geliyordu.
"Ya nereye gidiyorsun?" Usulca kolumu tuttu. "Kızım, gitmene izin veremem. Dışarısı nasıl tehlikeli, biliyor musun?"
"Baba, ben burada da güvende olduğumu düşünmüyorum." Kızaran gözlerimi yüzüne diktim. "Barın beni bırakır mı?"
"Nereye gideceksin?" dedi yenilgi dolu sesiyle. "Barın seni bırakacak ve yanında kalacak."
"Gerek yok," dedim net bir ifadeyle. "Matt'e gideceğim."
"Alvina, bu doğru bir karar değil kızım. Neticede sizin yollarınız ayrıldı. Yanında durmanı istemeyebilir." Derin bir nefes aldım. "Sana zarar verebilir."
"Matt bana zarar vermez." Duraksadım. Alayla gülümsedim. Bunu yapmak zordu. "Ama bilirsin, ben bu konularda yanılabiliyorum." Kinayeli sesimle yutkundu. "Her neyse." Kapıyı sertçe açtım.
Çıktığım an yanımda biten Barın'a kısa bir an baktığımda yüzünü buruşturmuştu.
"İyi misiniz?" Kafamı salladım. Barın az ilerideki -zırhlı olduğunu tahmin ettiğim- araca hızlı adımlarla bindi, şoför koltuğuna oturup arabayı önüme kadar getirdi.
"Buyurun," diyerek kapıyı açan başka bir korumaydı. Ben arabaya bindiğimde 2 adam yanıma, biri yolcu koltuğuna oturdu.
"Sizin gelmenize gerek yoktu," dedim kısık bir sesle. Fakat bunu demem yersizdi. Zira arkamızdan 2 araç daha geliyordu. Dikkat çekmemek için olsa gerek hepsinin modeli, rengi farklıydı.
"Alvina hanım, bizim işimiz bu." İki koca adamın arasında kaldığımda boş boş önüme bakındım. Bilmediğim yollardan geçerken tanıdık yerleye ulaşmayı bekledim.
"Barın, babam ne zaman öğrendi?" Duraksadı.
"Bunu babanıza sormanız daha doğru olmaz mı, Alvina hanım?" Kafamı iki yana salladım.
"Kaç gün önce?" Israr edeceğimi anladığında daha fazla susmadı.
"3," diye yanıt verdi. "Öğreneli 3 gün oluyor."
"Anladım." Döneceği yerleri söylediğimde sessizce anladığını belirtmişti. "Kolunu kim sardı?" dedim fısıltı gibi sesimle. Bunu sorduğum için de kendimden nefret etmiştim.
"Sıraç bey," dedi. "O yarayı temizleyip sardı. Ancak bir doktorun bakması da gerekir." Sessiz kaldım.
"Barın, beni bıraktıktan sonra eve geri dönün lütfen." Kaşları çatıldı.
"Alvina hanım, bunu yapamam." Benim de kaşlarım çatıldı. Aynı anda da başımdaki ağrı arttı.
"Kapının önünde beklemeniz hiçbir şeyi değiştirmez." Kafasını iki yana salladı. "Peki, Barın. Yarına kadar bekleyebilirsiniz."
"Alvina hanım, sizi bırakıp hiçbir yere gidemeyiz." Kaşları havalandığında duraksamıştı. "Af buyurun. Neden yarına kadar?"
"Gideceğim, Barın." Arkasını dönüp bana baktı. "Burada kalmam için bir sebep yok." Yutkundu. Aradaki mesafeyi çiğnemek istemiyordu.
Arabayı evin önünde durdurduğunda hızlıca indim. Buna tezat olsa da oldukça yavaşça eve ilerledim.
Zile basıp açılmasını neyse ki fazla beklememiştim. Matt yüzündeki sinirli ifadeyle açmıştı kapıyı. Beni gördüğü an ifadesi yumuşasa da kısa sürdü.
"Ne oldu?" derken kapının ağzından çekilip beni içeri çekti. Elini sırtıma yerleştirip salona ilerlememi sağlarken endişesi belliydi. "Vina. İyi misin?"
"Bir şey isteyebilir miyim?" dedim utana sıkıla. Çatallı çıkan sesime karşın yüzünü buruşturdu.
"Neden bu hâlde olduğunu anlattıktan sonra evet, isteyebilirsin." Koltuğun köşesine oturduğumda karşımdaydı.
"Matt, bana uçak bileti alabilir misin?" O dediğini sonra da yapabilirdim. "Yarın gece için."
"Neden? Ne oluyor Vina?"
"Yine bir hata yaptım, Matt," diye mırıldandım. "Bu kez tamamen suç bende."
"Sen bunu söylesen de masum oluyorsun da, her neyse." Türkçe'si pek de iyi sayılmazdı. "Anlat."
"Yanlış kişiye güvendim, yanlış kişiye inandım." Tek kaşı havalandı.
"Oflaz?" dedi onay bekleyerek. Kafamı salladım.
"O."
"Ne yaptı?" Çenesinin gerildiğini gördüm.
"Sıraç. Onu tanıyor musun?" Kısa bir an duraksasa da anladığını belli etti.
"Birkaç kere Oflaz'ın yanında görmüştüm." Başımı geri yasladığımda gözümden akan yaşa engel olamadım.
"Abim."
"Ne?"
"Sıraç benim abim." Yüzüne oturan şokla uzun süre bana baktı.
"Vina..."
"Ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum." Ellerimle saçlarımı çekiştirdim. "Elime bir namlu alıp önce onları sonra kendimi gebertmek istiyorum."
"Bir dakika," derken yanıma geldi. "Oflaz... Daha önceden de biliyor muymuş?" Sessiz kaldım. Yeterli bir yanıttı.
"Çok uzun bir süre," dedim. "Hiç kimseyi görmek istemiyorum. Rusya'ya gideceğim."
"Sana bilet alırım," dedi. "Ancak her aradığımda telefonunu açacaksın."
"Matt, herkesten uzaklaşmak istiyorum."
"Bak, Vina. Sana verdiğim değeri az çok anlamışsındır." Kafamı salladım. "Sen her zaman bir ortaktan fazlasıydın. Her daim bana destek oldun." Yutkundum. "Şimdi bırak, ben sana yardım edeyim, destek olayım." Bir süre konuşmadım.
"Pera ve Ares buraya gelebilir mi? Onlarla da konuşmak istiyorum."
"Rahatsız olursanız dışarı çıkabilirim," dediğinde kaşlarım çatıldı. Ondan rahatsız olacak olsam, onun evine gelmezdim.
"Burada kal, Matt." Gözlerini kapattı.
"Sormayayım diyorum ama," derken Pera'ya konum atıyordum. Hector'u da getirmesini istemiştim. "Yaralanmadın değil mi? İyisin?"
"Kalp yarası da sayılır mı ya?" dedim alaylı bir sesle. Bunu söylemek için bile çaba sarf etmiştim. Enerjim bitikti. Hafifçe güldü.
"Bunu söyleyebildiğine göre bedenen bir yaran yok," dediğinde kafamı salladım.
"Sorun yok." Çok geçmeden kapı çaldığında ayaklandı.
Yanımdan kalktığı an yüzüm düştü. Üzgün olduğumu bildikleri için beni göndermek istemeyeceklerdi. Bu yüzden de sahte bir umursamazlık tablosu yapmıştım.
Yani, en azından denemiştim.
Karşımda Pera'yı gördüğüm an dolan gözlerime içten içe sövmeyi ihmal etmedim.
"Birtanem," diyerek koltuğa oturdu, kollarını sıkıca bedenime sardı. "Vina'm." O, beni kaybetmeye bu kadar yaklaştığı için korkmuştu.
"Pera," diye mırıldandım. "Biliyormuş, Pera." Küçük çocukların annesine ettikleri şikayete benziyordu bu konuşmam.
"Haberim var," dedi kısık bir sesle. "Sen iyisin değil mi? Bir yerinde bir şey yok ya?"
"Sorun yok," dedim yine. Pera'nın geri çekilmesini sağlayan Ares'in homurtusuydu. Pera yana kaydığında Ares yanıma oturdu. Onu gördüğümde daha çok gelen ağlama isteğimi artık bastıramadığımda yavaşça sarıldı.
"Şştt, ağlama." Eli saçlarımı bulduğunda yutkundum. "Bak, gözlerin kıpkırmızı olmuş." Onu doğru düzgün dinlemiyordum bile. "Vina," dediğinde sesi sertti. Geri çekilip yüzüme baktı. "Neden ağlıyorsun?"
"Abim-" diye cümleyi devam ettirecektim ama konuşamıyordum. Derin bir nefes aldım. "O biliyordu. Bana söylemedi."
"Tamam, yine de ağlama." Burnumu çektim.
"Her şey bir oyundu, Ares." Ellerimi yüzüme bastırdım. "Ben bunu hak edecek ne yaptım?"
"Vina, saçmalıyorsun," deyip ellerimi tuttu. "Bak, mantıklı düşünemiyorsun."
"Ben artık neyin mantıklı olduğunu bilmiyorum," dedim kısık bir sesle. Ellerimi geri çekip tekrar yüzüme koydum. Arkamı yaslanıp koltuğa sindim. Yanımdaki hareketliliğin sebebi Hector'du.
"Saldırıyı kimin yaptığı belli mi?" dedi Ares, Matt'e.
"Bir sonuca varamadım şimdilik." Ayağa kalktığını anladım. "Bir şeyler içer misiniz?"
"Zahmet etme," diyen Pera'ydı.
"Kahve?" Sanırım buna hayır diyemezdim. Herkes onay vermiş olsa ki "Vina? İçiyorsun değil mi?" diye sordu. Kafamı salladım, derin nefesler alıp boşca bekledim.
Ellerimi yüzümden çekmeye çalışan Hector olmuştu. Dişlerini sıkmadan, canımı acıtmadan kolumu kavramıştı. Geri iteleyip yüzüme bakmaya çalıştığında ona izin verdim. Ellerimi çekip siyah gözlerine baktım. Kavradığı elimi çenesinin altına yerleştirdiğimde huzurlu bir mırıltı çıkardı.
"Sana söylememeleri için geçerli hiçbir sebep yok," dedi Pera sinirli bir tavırla.
"Öyle," dedim onaylayarak.
Olayın kırgın olduğum kısmı geçmişti, sinirli olduğum kısımdaydım. Gerek kendime gerek onlara.
"Biletini ayarladım," diyerek içeri gelen Matt elinde kahveleri taşıyordu. "Yarın gece 3 gibi."
"Nereye?" Pera'nın meraklı sesiyle ona baktım.
"Rusya'ya," dediğimde kaşları çatıldı.
"Bence şu an gitmen doğru değil." Omuz silktim.
"Doğru olanı yapmak istemiyorum," derken Matt'in uzattığı kahveyi aldım. Bir yudum içerken "Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var, Pera."
"Biliyorum. Anlıyorum da," dedi.
"Kendime zarar vermem ki Pera," dedim gülümseyerek. "Gerçekten."
"Yemek yemezsin, gece gündüz kahve ya da alkol içersin, uyku uyumazsın ya da hiç uyanmazsın." Gözlerini belerterek baktı. "Bunlar da kendine zarar verecek şeyler."
"Pera."
"İnkar etme, Vina. Doğru söylüyor," dedi Ares.
"Peki, zararlı olan her şeyden uzak dururum." Kaşları havalandı. "Yani, olabildiğince." Kahveden bir yudum içtim. Kuruyan boğazıma iyi gelmişti.
"Telefonunu kapatmayacaksın." Pera isteklerini sıralamaya başladı. "Yemeğini de yiyeceksin-"
"Pera," dedim sakince gülümseyerek. Elini tuttum, derin bir nefes aldı. "Endişelenme."
"Ne mümkün?" dedi isyan dolu sesiyle. "Ayrıca gittiğin gibi o Oflaz'ın ağzına edeceğim, demedi deme." Gülümsemem solduğunda yüzüne daha çok nefret oturdu. "Şerefsiz."
"Sizden bir şey daha isteyebilir miyim?" Ares kafasını salladı. "Onlar ile..." Kimden bahsettiğimi anladılar. "Benim hakkımda hiçbir şey konuşmayın. Biliyorum, yapmazsınız ama..."
"Sen istemediğin sürece bir şey konuşmam, Vina," dedi Ares. "Yani. En azından senin hakkında."
"Vina, Hector da mı seninle gelecek?" Hector ismini duyduğunda başını gömdüğü yerden kaldırdı.
"En çok beni seviyor," dedim rekabetle. Normalde bunu uzattıkça uzatırdık ancak kimse bir şey demedi. "Ondan ayrı kalmayacağım." Elimi yaladığında gülümsemem yerine geldi.
"Nasıl istersen," diyen Pera kabul etmişti. Buna hakkımın olduğunu biliyordu. "Annenin yanına uğrayacak mısın?" diye sordu.
"Ben bir şey mi kaçırdım?" Matt'e kısa bir özet geçti Ares.
"Uğrayacağım." Kafamı salladım. Yıllarca bunu bekledikten sonra gidemezdim. "Babamı da çağıracağım." Onun da hakkı vardı.
"Çağır." Uzamaya başlayan saçını düzeltti. "Onun bir suçu yok sonuçta." Duraksadı. "Değil mi?"
"Bilmem," diye mırıldandım. "Onu sorgulayacak zamanım olmadı." Babamın artık benden bir şeyler saklayacağını sanmıyordum.
"İyisin değil mi?"
"İyiyim, sadece başım ağrıyor." Beynimin başımdan çıkabileceğini düşünüyordum. O denliydi.
"Ağrı kesici getireyim mi?" dedi Matt ayağa kalkmak için hareketlenirken.
"Geçer birazdan." Söylediğimi umursamadan kalktı. "Babam adres falan isterse," dedim ikisine de bakarak. "Vermeyin."
"Vina, babanın bir suçu yok," diyen Ares'i onayladım.
"En azından birkaç gün. Kimse ile iletişim kurmak istemiyorum." Matt geldiğinde elinde bir tablet hap ile su vardı. Uzattığı hapı tek yudumda içtim. Başımın ağrısını geçirebileceğini sandığımdan değil, zahmet edip getirdiği içindi. "Teşekkür ederim," dedim.
Uzun bir sessizlik oldu. Çıkan tek ses nefes sesiydi. Herkes bir şeyleri düşünüyordu. Benim de farkım yoktu.
Sanki her saniye başımın ağrısı artıyordu. Yüzümü buruşturup elimi şakaklarıma bastırarak masaj yaparken gözlerimi kapattım.
Babama bir mesaj yazmıştım. Kısa, özdü. Sadece annemin mezarını bulduğumdan bahsetmiş, birkaç saat sonra atacağım konuma gelmesini istemiştim. 3 kere aramıştı, açmayacağımı anladığındaysa pes etmişti.
"Benim anlamadığım," dedi Ares. "Madem her şey bir oyundan ibaretti. O zaman bu şerefsiz niye senin duygularınla oynadı? Niye seviyormuş gibi davrandı?"
"İşte ben de bunu anlayamıyorum," dedim. "Soğuk davransaydı, ona bağlanmama izin vermeseydi." Derin bir nefes aldım. "Ares, biz kaç gece beraber uyuduk. En azından bunu yapmayabilirdi." Matt halıyı kısık gözleriyle hoyratça inceliyordu. "Elinde bir oyuncak varmış gibi davranmamalıydı."
"Vina, onu bir kere dinlesen mi? Belki yeni öğrenmiştir?" Pera'ya bakıp kaşlarımı kaldırdım.
"Yeni öğrenseydi dün gece yanıma gelirdi, Pera." Kafamı salladım. "Herhangi bir şey söylerdi, belki inkar ederdi..."
"Orası öyle," dedi benimki gibi durgun sesiyle. "Evden çıkmana nasıl izin verdiler?"
"İzin istemedim," dedim umursamazca. "Babam çıkmamı istemedi ama ihtiyacım olduğunu da biliyordu. Onlarla aynı evde kalmak istemediğimi de anlamıştır."
"Ne zaman gideceksin Muğla'ya?" Saate baktım. Öğleyi geçmişti.
"Şimdi çıksam iyi olur aslında," diye mırıldandım. "Çok geçe kalmak istemiyorum."
"Neyle gideceksin?" Ayağa kalktığımda onlar da kalktı. Ares'e döndüm. "Arabayı al."
"Kapıda Barın falan var," dedim çıkışa ilerlerken. "Babamın arabasıyla geçeriz." Evden dışarı çıktım. Hector da yanımdaydı. Etraftaki adamlara kısaca baktım. Benimle gelen kişilerdi. Barın başıyla selam verdiğinde göz kırptım.
"Görüşürüz," dedi Pera. Matt de ona aynı şekilde yanıt verdiğinde arabasına ilerliyordu. "Hector, gel hadi." Gitmek istemediği belli olsa da itiraz edemeden araca yürüdü.
"Vina, bana haber ver," dedikten sonra Ares de arabaya gitti. Rusya'ya gitmeden önce onlarla tekrar görüşecektim.
"Matt." Küçük bir gülümseme ile bana bakıyordu. "Çok teşekkür ederim."
"Veda mı ediyorsun?" Tek kaşı havalandı.
"Havalimanına gelirsen yanlış anlaşılır," dedim ufacık bir gülümseme ile.
"Senin için bir sorun olmazsa," dedi sakince. "Ben de gelmek isterim."
"Neden benim için sorun olsun?" Omuz silktim. "Sadece bu doğru olmaz." Bir şey daha söylemesine fırsat vermeden dostane bir tavırla ona sarıldım. Kollarım sırtındayken güldüğünü işittim.
"Kibarcasından sus demek miydi bu?" Beni de güldürmüştü söylediği.
"Hayır," dedim geri çekilirken. "Zamanım az, şu an tartışamayız, demekti." Gülümsemesi genişledi.
"Bir şeye ihtiyacın olursa hiç şüpheye düşme, ara." Kafamı salladım. "Tamam, kendi başının çaresine bakabiliyorsun ama her şeyi de halletmek zorunda değilsin."
"Ararım." Arkamı dönecekken vazgeçtim. "Yeni ortağın hayırlı olsun bu arada," dediğimde yüzünü buruşturdu. "Hiç bahsetmedin."
"Biraz değişik biri," dediğinde tiksinir gibiydi. "Bahsetmeye değer olduğunu düşünmüyorum. Basit bir ortak."
"Senin basit dediğin kişiler de hep bir olaylı falan oluyor da, neyse." Telefonumdan saate baktım.
"Kendine dikkat et." Kaç kere daha bu cümleyi duyacağımı bilmiyordum.
"Sen de." Arabaya binene kadar kapıda beklemişti. Arka koltukta oturarak yanımdaki adamlara bakıyordum.
"Alvina hanım, daha iyi misiniz?" Barın'ın sesi meraklıydı. Kötü bir niyeti olduğunu hiç sanmıyordum.
"İyiyim, Barın."
"İyi olun, Alvina hanım. Babanız bunu ister." İsterdi. "Sizi ilerde bir yerde bekliyor, onun arabasına bineceğinizi söyledi."
"Tamam." İçimdeki buruk sevince de engel olabilmiş değildim. Yıllardır aradığım anneme gidebilecektim. "Bir şey sorabilir miyim?"
"Tabii ki sorabilirsiniz," dedi aynadan bana bakarak.
"Babam biliyor muydu?" Duraksadı. "Sıraç mevzusunu."
"Alvina hanım, benim söylemem belki de çok doğru olmaz ama," derin bir nefes aldı. "Birkaç gün olmuştu öğreneli."
"Kaç gün oldu, babam nasıl öğrendi?"
"Alvina hanım, daha fazla bir şey söyleyemem maalesef." Israr etmedim. Kendisini de sıkıntıya sokmamalıydı.
"Siz de mi geleceksiniz?" dediğimde en saçma şeyi sormuşum gibi baktı. Fakat çabucak ifadesini toparladı.
"Şu günlerde tek gezmemelisiniz," dedi açıklayarak. "Çok göz önündesiniz."
"Anladım," dedim üstelemeyerek.
Fazla yol gitmeden bir benzin istasyonunda durduk. Babam arabanın dışında beni bekliyordu.
Bir arabadan inip diğerine bindiğimde bu kez ön koltuktaydım.
"Kızım," diyen babama ısrarla bakmadım. Bu halimi çok da görmesine gerek yoktu. Araba çalıştığında boş boş yola baktım. "Alvina." Cevap vermedim. Konuştuğum an Rusya'ya gitmememi isteyecekti. "Kime diyorum?" derken koluma dokundu. Somurtarak ona döndüğümde yüzü düştü.
"Ne oldu?" Çaresizce baktı.
"Bulmuşsun," dedi. "Teşekkür ederim." Sustum. "Bana söylediğin için." Uzun bir zaman geçtikten sonra tekrar konuşmaya başlamıştı. Ben yola bakarken bana bir şeyler söylüyordu. "Kahve almamı ister misin?"
"Hiçbir şey olmamış gibi mi davranıyoruz?" dedim çatık kaşlarımla.
"Kızım-"
"Baba, sen biliyordun." Kafamı salladım. "En başından beri..." İnkar etmedi. "Benden niye sakladın? Benim de bir sırdaşım olsaydı, düştüğümde kaldıranım, her daim yanımda olanım... Bunları neden bana çok gördünüz baba?"
"Ben de yeni öğrendim." Delirecektim.
"Çocuk senin çocuğun değil mi ya?" diye bağırdım. "Nasıl yeni öğrenebilirsin?"
"Alvina, Sıraç'ın o Sıraç olduğunu bilmiyordum." Elimi ağrıyan başıma bastırdım.
"Ya baba, sen öğrenmek istesen öğrenirdin. Şimdi gelip de bilmiyordum falan deme bana." Gözümden akan yaş sinirden miydi, bilmiyordum. "Neden benden sakladınız?"
"Yeni öğren-"
"Ondan bahsetmiyorum." Sesim istemsizce kırıklaştı. "Küçükken neden söylemediniz? Diğer çocuğunuza niye babalık yapmadın?"
"Annen bunu istedi, Alvina. Onun tek hatası buydu."
"Anneme suç atma şimdi!" dedim sinirle. "Küçücük bir çocuk sana ne yapmış olabilir baba? Onu niye sevmedin?"
"Alvina, annen ne dediyse onu yaptım." Sinirle güldüm.
"Baba, sen annemi hiç mi tanımadın?" Burnumu çektim. "Ya o başkasının çocuğuna dahi kıyamazdı. Kendi çocuğuna neden bunu yapsın?"
"Anlatmama izin vermiyorsun." O da sinirleniyordu.
"Anlatacağın yalanlarla kendini haklı çıkarmaya çalıştığın için olabilir mi baba?" Derin bir nefes aldı.
"Kızım, anlattıklarım yalan değil."
"Eminim değildir," dedim camı aralayıp. Nefes alamıyor gibi hissediyordum. "Belki de gerçekten bencil bir adamsındır Çağatay Ladin?" Sertçe gaza yüklendi. "Yoksa niye benden abimi saklayasın?"
"Artık biliyorsun biricik abiciğini. Ne değişti? Aramızı bozdu. O her zaman düzeni bozandı, Alvina." Yüzümü buruşturdum. Kusmak istiyordum.
"Küçücük bir çocuk nasıl düzeni bozabilir? Sen neler söylüyorsun baba?"
"Çok istiyorsan git sarıl boynuna, yılların özlemini falan çıkar." Ters bir bakış attı.
"Sen... Gerçekten masum bir insandan nefret edebilmişsin." Derin bir nefes aldım. "Bu saatten sonra gidip boynuna da sarılamam, hasret de gideremem." Gözlerimi kapattım. "Ama her şey çok farklı olabilirdi... Belki de o beni bırakıp gitmezdi baba? Belki de her şartta yanımda kalabilirdi? Ne dersin?" Yüzüne bakmıyordum. "Ki muhtemelen bebeğim öldüğünde de yanımdan ayrılmazdı. Kim bilir, belki de mutlu bile olabilirdim, hayattan keyif alırdım." Duraksadım. "Hepsi senin sayende mi imkansız oldu baba?"
"Alvina, anlatmama izin verir misin kızım?" Daha sakindi.
"İstemiyorum," dedim umursamazca. "Söylediklerimi de unut, annemin karşısına dargın çıkmak istemiyorum."
"Alvina'm, teşekkür ederim."
"Teşekkür etme, baba." Başımı salladım. "En azından bana bahsetseydin. Kötüleseydin, nefret ettirseydin. Ama saklamasaydın." Gözlerimi sildim. "Şimdi söylesene, nasıl güvenebilirim ben sana?"
"Haklısın." Sustum. Haklıydım. "Fakat benim de gerekçelerim var."
"Hep vardır zaten," diye söylendim. "Her neyse," dedim konuyu kapatmak adına. "Saatlerce tartışsak da ne sen zamanı geri alabilirsin ne de ben sana karşı olan kırgınlığımı unutabilirim." O da yanındaki camı araladı. Bir dal izmariti yakıp derin bir nefes çekti.
"Oflaz seninle konuşmak istiyor," dediğinde kaşlarım çatıldı. Ondan bahsederken sesini nefret bürüyordu.
"Ne konuşacakmış? Ya ben seni kandırdım ama işleri yürütmeye devam edelim, falan mı diyecekmiş?"
"Kızım."
"Ona kızgın değilim, muhtemelen kendisi için en doğru olanı yaptı. Ama bu yüzüne bakıp da konuşacağım anlamına gelmez." Kafasını salladı.
"Senden konuşmanı istemiyorum. Hatta münkünse bir daha görüşme. Sadece haberin olsun." Bir yanıt vermedim. O da bunu beklemiyordu.
Yolun geri kalanında sadece camdan dışarı bakmış, akan yolu izlemiştim. Mesafe her azaldığında içimde bir çiçek filizleniyordu.
Bir insanın evine giderken sevinebilirdiniz. Bir kişiyi dışarda gördüğünüzde sevinebilirdiniz. Eğer çok severseniz delicesine özlerdiniz, hemen yanına gitmek isterdiniz. Yanından ayrılmamak, sıcacık teninde hayata tutunmak isterdiniz.
Ben bunları bir avuç toprakta arayacaktım, kendimi kuru bir toprakla avutacaktım.
Buna şükürdü. En azından her şeyimi anlatacağım, çekinmeden her duyguyu yaşayabileceğim bir yuvam vardı.
Mezarlıkların ürkütücü olduğunu düşünürdüm. Yatan ölülerden, cansız bedenlerden değil; ölümün gerçekliğinden çekinirdim. Her yer kasvet doluymuş gibi gelirdi.
Peki, ben şimdi niye bunları hissetmiyordum?
Ayaklarım yere yapışmış gibiydi, hareket ettirmem denedikçe imkansızlaşıyordu.
Gördüğüm şey hem en büyük servetim hem de en büyük yaramdı.
Tam önümde duran mezar anneme aitti.
Bunu söylemek ürkütücü ya da üzücü olabilirdi. Fakat ben yalnızca seviniyordum.
Yıllarca bu anın hayalini kurmuşken şimdi neden bir ruh gibiydim? Durgun bakışlarım sabitlediğim yerdeydi.
Toprağın oluşturduğu hafif bir tümsek gibiydi. Üzeri çiçeklerle kaplıydı. Hatta öyle ki, mezar taşında, annemin isminin etrafına çiçekler çizilmişti.
Belinay Ladin.
Sadece bu kadardı işte. Tarih bile yoktu.
Ahşabın üstünde bıçakla kazınmış birkaç harf.
Tepki verme yetim tekrar yerine geldiğinde gülümsedim.
Dışarıdan gören deli sanabilirdi. İnsan hiç mezar başında güler miydi?
Gülümsemem genişledi. Kendimi tutmasam ağız dolusu gülebilirdim.
Derince bir nefes çektim içime.
Annemin kokusu doldu burnuma.
Hayır, bu yalnızca beynimin bir oyunundan ibaretti.
Etrafa bakmak, incelemek istesem de yapamadım. Sanki gözlerimi kapatsam kayboluverecekti.
Muğla'da eskiden birkaç kez pikniğe geldiğimiz bir arazideydik, güneş batmak üzereydi.
"Anne," diye fısıldayabildim en sonunda. Aynı anda gözümden bir damla yaş akıverdi. Bu kelime uzun süre sonra ilk defa dudaklarımdan böyle anlamlı dökülebilmişti. "Anne," dedim yeniden. O an anladım. Ben ona seslenmeyi bile özlemiştim.
Sarsak adımlarla mezara ilerlerken nefesimi kontrol edemiyordum. Kalbimden söz etmeye dahi gerek yoktu.
"Çiçeğim," derken yanı başına oturdum. Titreyen bedenime ve ellerime aldırış etmeden çiçekleri sevdim.
Ona dokunuyormuş gibi hissetmek öyle değerli ve güzeldi ki, o an orada ölmek, annemin yanında sonsuza kadar kalmak istedim.
Babam hemen yanıma oturduğunda daha fazla kendini tutamadı, hıçkırık ve feryatlarla ağlamaya başladı. Omuzları şiddetle inip kalkıyorken ben sadece gülümsedim.
İsminin yazılı olduğu tahtaya dudaklarımı yasladım, gözlerimi kapatıp çok uzun bir süre öylece bekledim. Bir yandan gülümsememi durduramıyordum, öbür yandan da harelerimden süzülen yaşlar kesilmiyordu.
"Küçükken saklambaç oynuyorduk, hatırlıyor musun?" dedi babam çatallaşan sesiyle. Dudaklarımı yasladığım yerden çektim, başımı tahtaya yasladım.
"Evet." Genelde beni ebe yaparlardı. Babam o meraklı halimi izlemeyi severdi. Annem ise hiç kıyamazdı.
Küçük kızın teklifi üzerine yeniden saklambaç oynamaya başladılar.
"Alvina, sen ebe ol kızım." Kız kaşlarını çatsa da kabul ediyordu.
"Olayım."
"Çağatay ya," diyordu annesi. "Sen ebe ol."
"Karım bir dur, bak nasıl arıyor bizi."
İkisi de ayrı ağaçların arkasına saklanıyorlar. O sırada küçük Alvina bozuk telafuzu ve yanlış ritmiyle saymayı sürdürüyor.
"Önüm, arkam, sağım, solum..." Ofluyor. Bu kadar söz söylemeyi sevmiyor. "Gördüğüm ebe!" Babası kıs kıs gülerken annesi sadece gülümsüyor. "Neredesiniz?"
Çok değil, 4 dakika falan arıyor ailesini. En sonunda annesi kıyamayıp ağacın arkasından çıkıyor.
"Tüh ya!" diyor yalan bir sitemle. Alvina hırsla sobelediği yere giderken annesi de küçük adımlarla yanından gidiyor.
"Buldum seni anne!" Seke seke annesine gidip boynuna atlıyor. Yanaklarına sulu öpücükler bırakıp durmadan gülüyor.
"Belinay ya, hile yapıyorsun hep!" Babası yapay bir sinirle geliyor yanlarına. "Kızım bulacaktı işte."
"Buldum ya baba," diyor Alvina masumca.
"Buldun kızım." Annesi kollarını bebeğine sarıyor. "Sen beni hep bulursun."
Kurallarına uyarak oynamak zorunda kaldığım ilk saklambaçtı. Doğrusu hiç keyif almamıştım.
"Sanırım saklambaçı ilk defa istediğin gibi oynadım," dedim yüzüne bakarak.
"İlk defa kendi başına kazandın." Kafamı iki yana salladım.
"Yanılıyorsun." Sustu. O da hayatımda çok şeyi kaçırıp bilmediğinin farkındaydı. "Sadece en büyük başarım annemi bulmak, diğerleri seni ilgilendirmediği için pek de bilmeyebilirsin." Yüzüme baksa da ben ona dönmedim.
Uzun bir sessizlik olduktan sonra babam yeniden konuşmaya başladı.
"Belinay, karıcığım. Aslında sana yalan söyledim, o vazoyu ben kırmıştım." Duraksadım. "Hayır, kedi falan girmemişti içeri." Beklentiyle bana baktı. "Sonra... O korku filminden korkacak kişi sen değildin, bendim. O yüzden izlemeye gitmeyi reddetmiştim."
Annemin bilmediklerini söylüyor, bir nevi itiraf ediyorduk. Zihnimi melgul etmek için güzeldi.
"Anne, rujlarını alıp sürerdim, aynada kendime bakıp senin babama söylediklerini söylerdim." Gülümsedim. "O zaman sana daha çok benzerdim."
"Sevgilim, düğünümüzde öyle çok içtin ve sarhoş oldun ki, gelinliğine kustun." Güldü. "Uyudun, sabahına hiçbir şey hatırlamıyordun." Gözleri dolu doluydu. "Üzülme diye gelinliğinin aynısını aldım, hatıra olarak saklaman adına." Bunları ben de bilmiyordum.
"Her gece koltukta uyur gibi yapardım, sırf senin kokunla uyumak için. Her seferinde inanırdınız, işte o zaman çok sevinirdim." Güldü babam.
"Uyumadığını biliyorduk," dedi. "Ama uyuman bizim için bir bahaneydi. En çok seninle uyumayı severdik." Gözümden bir damla yaş aktığında yanıma yaklaştı, kolunu omzuma sarıp beni bedenine çekti. "Bizim en değerlimiz, her şeyimiz sendin kızım." Omzuna yaslandım.
"Anne, seni benden ayırdıklarında," derin bir nefes aldım. "Geceleri tek uyumaktan korktuğum için gündüzleri uyurdum." Babam gözlerini sıkıca yumdu. "O yüzden bana seslenmelerine cevap veremiyordum. Bunu öğrenince çok geç olmuştu." Yutkundum. "En bariz pişmanlıklarımdandı."
"Pişmanlık duymanı gerektirecek bir şey yapmadın sen, Alvina." Saçlarımı düzeltti. "Pişmanlık duyacak tek kişi benim. Olan her şeyde benim de hatam var." İnkar etmedim.
"Aksini söyleyemeyeceğim."
"Aslında benim buraya gelmeye yüzüm bile yok," dedi sakince. "Ne karımı ne de bana kalan tek emanetini koruyamadım, sahip çıkamadım." Gözünden akan yaşı sildi. "Başka bir adam olsa bu kadar kolay pes etmezdi, değil mi?"
"Sanmıyorum," dedim dalgınca. "En azından çocuğunu bırakıp gitmezdi."
"Eğer annen hayatta olsaydı," dediğinde gözlerim toprağa çevrildi. "Nasıl bir hayat yaşardık sence?" Derin bir nefes aldım.
"Mutlu," diye yanıt verdim hızlıca. "Huzurlu, beraber ve kaygısız." Başımı salladım. "Annem düzeni sağlayan kişiydi."
"Öyleydi."
Saatlerce orada oturduk. Birbirimize sarılarak.
Hava gitgide karardı, buz gibi oldu. Fakat ikimizde bunu umursamamıştık.
Elim toprağın üzerinde sabitti, bir sürü şey düşünmüştüm. Belki susmuştum ama çok şey konuşmak istemiştim. Yaşadıklarımı ağlayarak, bağırarak anlatmak, her olandan bahsetmek istemiştim. Ama bu cesareti toplayamamıştım.
"Alvina," diyen babam çok uzun süredir duran sessizliği bozdu. "Üşüteceksin." Üşütmemin hiçbir sorunu yoktu. Birkaç saat daha kalabilirdim.
"Umrumda mı sanıyorsun?" Onunla yaşadığım her güzel an gözümün önüne geliyordu. Hava buz gibi olsa da üşüdüğümü hissetmiyordum.
Hava kararmıştı, saatin kaç olduğunu da bilmiyordum.
"Rusya'ya mı gideceksin?" diye sordu babam.
"Evet," dediğimde Barın yanımıza geliyordu. Elindeki şalı kibarca bana uzattığında itiraz etmeden aldım. "Sağ ol." Omuzlarıma örttüğüm şala sarındım.
"Gitme, Alvina. Ben senden bu kadar ayrı kalmışken," derin bir nefes aldı. "Sen annene bu kadar geç kavuşmuşken..." Yüzüme baktı. Gözleri kızarmıştı. Çaktırmamaya çalışsa da ağladığını anlamıştım. "Kızım, gitme."
"Gitmeyip ne yapacağım baba?" O bana baksa da ben bakmadım.
"Benimle kalırsın." Kafamı iki yana salladım. "Onları görmek zorunda değilsin. Eğer bundan çekiniyorsan-"
"Çekindiğim tek şey kendimi daha fazla üzebilme ihtimalim." Arabanın farları yanıyordu. Böylece karanlık değildi, önümü görebiliyordum.
"Ne kadar kalacaksın?" Bunun cevabını ben de bilmiyordum.
"4 ay sonra mecburen geleceğim. Ondan önce geleceğimi sanmıyorum." Kaşları havalandı.
"Mecburen mi?"
"Suay'ın bebeği doğacak," dedim. "Onun yanında olmak istiyorum."
"Anladım." Üstündeki gömleğiyle üşümemesi imkansız olsa da ses etmedim. Omuzları çöktükçe çöküyordu, bunu muhtemelen sadece ben görebiliyordum. Dışarıdan bakan biri onun ne kadar heybetli olduğunu söyleyebilirdi.
"Çağatay ağabey, telefonun çalıyor." Barın koşturarak telefonu getirdiğinde babam ayağa kalktı, çağrıyı yanıtlayıp yanımdan uzaklaştı.
"Kim aradı?" dedim Barın'a.
"Kayıtlı bir numara değil, Alvina hanım." Kaşlarım havalandı. Bu sanırım mümkün değildi. Aksi halde babam telefonu aceleyle açmazdı.
"Anladım, Barın," diye yanıt verdim bozuntuya vermeden. "Arabayı hazırlayabilirsiniz, çıkarız birazdan." Kafasını salladı.
"Nasıl isterseniz." Başta sorgulasa da kabul etmişti. Babamdan başka birisinin isteğini gerçekleştirmek ona göre doğru olmayabilirdi. Arabanın yanındaki adamlara haber verdiğinde hepsi araçlarına binmişti.
"Alvina?" dedi yanıma gelen babam.
"Gidelim." Güneş doğmaya başlıyordu. Üstelemeden arabaya binmeden önce mezara uzunca baktı. Bir şeyler söyledi ama duyamadım. "Annem," diye mırıldandım. "Tekrar geleceğim." Bunu daha çok kendimi ikna etmek için söylemiştim. Yoksa oradan kalkma gibi bir niyetim de yoktu.
Arabaya binip kapıyı kapattığımda hareketlendik. Kemerimi takıp kollarımı önümde bağladım. Normalde hep renkli gelen yollar şimdi siyah beyazdı. Annemden ayrılmamın hüznü vardı içimde.
Bütün yol öyle geçmişti. Sadece susmuştuk. Yoldan dışarıyı izlemiştim ama gördüklerimi algılamıyordum. Zihnim çok bunalıktı.
"Bana gelirsin değil mi?" Başımı cama yasladım. "Alvina?" İstanbul'a gelmek üzereydik. Güneş artık doğmuştu, saat 6'ydı.
"Evime gideceğim." İşlerim vardı.
"Uçağın kaçta?"
"Gece 3 gibi," dedim.
"Tamam, benim evime gel, biraz vakit geçiririz." Gözlerimi kapattım.
"Arkadaşlarımın yanında olacağım."
"Ama Alvina, ben senin baban-"
"Baba, inan tartışmak istemiyorum." Derin bir nefes aldım.
"Kızım, ben senin iyiliğin için söylüyorum."
"Bana şu an iyi gelebilecek tek şey arkadaşlarım, baba. Buna ters söylediğin hiçbir şey benim iyiliğim için olmayacak." Yutkundu. Canım acısa da tavrımı bozmadım. "İleriden sağa döneceğiz." Kendi evimin adresini veriyordum.
"Bir şeyler içerdik?" Sadece çatık kaşlarımla baktım. Sessizce kabul ettiğinde dediğim yoldan döndü. "Rusya'da nerede kalacaksın?"
"Evim var orada," dedim sorgular gibi. Bilmemesi imkansızdı.
"Gece 3'te gideceksin, ev hazır olacak mı?"
"Ben gidene kadar sabah olur. Hallederim." Kafasını salladı.
"Senin bir arkadaşın mı vardı? O hazırlamaz mı?"
"Olga?" dediğimde onayladı. "O halledemez, yaşlandı." Sorduklarını olabildiğince terslemeden cevaplamak istiyordum. Zor da olsa deneyebilirdim.
"Kimle kalacaksın?"
"Tek başıma?" Rusya'da tanıdığım arkadaşlarım da vardı. Üstelik bir tanesiyle oldukça yakındık. Fakat aniden Türkiye'ye döndüğümde ona haber verememiştim. Buna alınıp kırılmış olabilirdi.
"Kızım, o kadar zaman ne yapacaksın?" Oflamamak için kendimi sıktım. Kaç kişiye daha açıklamam gerekiyordu?
"Baba, orada da işlerim devam edecek. Önceden yaptığım şeyleri yapacağım. Değişen bir şey yok."
"Aradığımda açarsın değil mi?" Sessizce sorduğu sorudan aslında çekindiğini de anlayabiliyordum. Ters tepki vermemden, onu istemememden korkuyordu.
"Açarım," diye mırıldandım. Amcam şerefsizine ne yaptığını deli gibi merak etsem de sustum. Zaten kaçık olan tadımızı daha da kaçırmayacaktım.
"Baştan söylüyorum, arada yanına geleceğim." Tip tip baktım.
"Baba, birkaç yıl kalmaya gitmeyeceğim?"
"Olsun," dedi umuramayarak. Evin önünde arabayı durdurdu, bana baktı. "Görüşürüz Alvina'm." Başımı salladım.
"Görüşürüz." Yaşlı gözleriyle beni izlerken arabadan indim, evin bahçesine girdim. Güneş doğmaya başlasa da yoğun bir soğuk vardı. Üstümdeki şal olmasa hepten titrerdim.
Kapıyı çalmak yerine şifreyi tuşladım, olabildiğince ses yapmadan içeri girdim. Etrafta kimse yoktu. Uyuyor olmalılardı.
Yine aynı titizlikle odama ilerledim. Küçük adımlar atarak yürüdüğüm koridorda da kimseyi uyandırmamayı başarabilmiştim.
Hector'u yatağımın üzerinde gördüğümde pek de şaşırmadım. Sevdiği şeylerden bir tanesiydi.
"Oğlum," dedim gülümseyerek. Küçük bir bavulu çıkartıp yatağımın kenarına koydum. Mental olarak o kadar çökmüş durumdaydım ki iki kıyafeti katlamak dahi zor geliyordu. Bu yüzden kendime yalnızca hırka aldım. Hector'a birkaç oyuncak aldığımda gözleri açıldı. Çıkgırağından çıkan sesi duymuştu. Şaşkınca bana attığı bakışlar onu öperek sevme isteğimi depreştiriyordu.
Telefonumun zil sesi süregelen sessizliğimi bozdu. Ekrana baktığımda Oflaz'ın aradığını görmek bende bir pişmanlık uyandırdı. Neden engellememiştim?
Telefonu sessize alıp çağrıyı cevapsız bıraktım. Açıp da ne diyecektim? Ki bu içimden dahi gelmiyordu.
Bana her dokunuşu, beraber uyumalarımız, ilgili davranışları... Hepsi pekala oyundu.
Detayları hatırladıkça başıma giren ağrıyla beraber duşa ilerledim. Kıyafetlerin düzünü tersini umursamadan makineye tıktım.
Suyun altında çok uzun bir süre bekledim. Vücudumdan akan su damlaları beni dinginleştiriyordu. Boynumda duran kolyeye büyük bir sevgiyle baktım. Ondan bana kalan emanetlerdendi.
Saçlarımdaki şampuan akıp giderken tüm bu saçma olaylardan da arınmayı diledim.
Suyu kapattığımda ne kadar geçtiğini dahi bilemiyordum. Bornozuma sarınıp aynanın karşısında durdum. Saçım başım birbirine girmişti. Keşke sadece bu olsaydı. Resmen yüzüm solmuş, gözlerim kızarmıştı.
Başıma da bir havlu sarıp banyodan çıktım. Üstüme kıyafet alma gereği duymadan yorganın altına girip uzandım. Yorgunluğa daha fazla duramadım ve gözlerimi kapattım.
Uyanmama sebep olan şey kapatmadığım perdeden sızan ince güneşti. Küçük bir aralık vardı, o da tam yüzüme denk geliyordu.
Elimle yüzümü kapatıp uyumayı denesem de imkansızdı çünkü evden sesler de geliyordu. Kahvaltı hazırlıyor olmalılardı.
Yataktan kalkarken sessizdim. Hector'u uyandırmak istemiyordum.
Saçımdaki havluyu gelişigüzel bir şekilde yatağa atmak istesem de yapmadım. Gece gidecektim, etrafı ne kadar az dağıtırsam iyiydi. Bu düşünce çok aklıma yattığında komple tüm odayı toparladım. Hiç ses çıkarmamam kalbimin burukluğuyla eşdeğerdi.
Dolaptan aldığım çamaşırları giyip rastgele bir eşofman aldım. Üstüne giydiğim badi de bir o kadar öylesineydi.
Yüzümün solukluğunu biraz olsun giderebileceğime inanarak makyaj masamın pufuna oturdum. Çok az kapatıcıyı göz altlarıma geçerken yapay bir tebessümü dudaklarıma yerleştirdim. Doğal renklerdeki bir allık sürdüğümde fazlasına gerek olmadığına karar kıldım.
Saçlarımı taramak için düzeltirken ne kadar uzadıklarını fark ettim. Belimden aşağı inen teller fazla uzundu. Biraz kesmemin zararı olmazdı. Ancak zamanı değildi.
Kolay taramak için bir sprey sıktım çünkü uğraşacak takatim de kalmamıştı. Tararken dökülen tutamlar normalde canımı sıkabilirdi ama şu an umrumda değildi.
Hector çıkan tıkırtılara uyandığında sessizce beni izliyordu. Onun bile gözlerinin parıltısı sönmüştü.
Aynadaki aksime baktım. Beterin bir tık iyisiydi işte.
Tırnağımdaki ojeler dikkatimi çekti. Ne de büyük bir hevesle, istekle sürmüştüm.
Ayağa kalkıp kapıya ilerlerken bacaklarıma dolanan bebeğe gülümsedim.
Mutfaktan gelen kokuyu ve sesleri algıladığımda ayaklarım benden bağımsızca o yöne ilerledi.
Pera, Ares, Suay, Kutay, Helen... Hepsi başka bir telden çalıyordu.
Bir saniye.
Helen mi?
Uzun bir süredir konuşmuyorduk aslında. Araya nedenini anlamlandıramadığım bir soğukluk girmişti.
Saçlarını sarıya boyatmıştı, yüzünde makyajı vardı. İçeri girdiğimi fark ettiklerinde bir sessizlik oluştu.
Helen yavaşça ayağa kalkıp yanıma gelmeye başladığında Kutay'a baktım. Onun da kaşları çatıktı. Anlamıştı. Helen'e kırgındım.
Kollarını sırtıma doladığında birkaç saniye karşılık veremedim. Ne yapacağıma karar veremiyordum. En sonunda kollarımı gevşekçe sırtına koyup hafifçe sıvazladım. Böylece sarılmayı da sonlandırmıştım.
Geri çekildiğinde düşen yüzüne baktım. Kaşları çatılmıştı. Bir şey söyleyeceğini düşünsem de biraz bekledi.
Pera ve Suay'ın arasındaki boş sandalyeye oturup herkesin yüzüne baktım. Onlar da bana bakıyordu. Kutay ayağa kalkıp bir bardak çayı önüme koyduğunda gülümseyip yüzüne baktım.
"Nasılsın?" dedi Helen çekingence. Çekinmesi normaldi. O kadar olay yaşanmıştı, bir kez gelmemişti. Gelmemesinden geçmiştim, arayıp mesaj da atmamıştı.
"Bilmem, Helen," dedim yüzüne bakmayarak. Suay'ın karnı dikkatimi çekti. Günden güne büyüyordu.
"Sen ne zaman geldin?" dedi Pera bana bir tabak çıkartıp kahvaltılıklardan koyacakken.
"Pera, sadece börek yiyeceğim," dediğimde kaşları havalandı. "Sabah geldim, 6 gibi falan." Tabağa bir dilim böreği koydu, birkaç salatalıkla peynir de eklediğinde inkar edemedim.
"Hiç duymadık." Gülümsedim.
"Kaç gündür yorgunsunuz sizde, normal değil mi?" Çayımdan bir yudum aldım.
"Vina," diyen Ares'ti. "Naptınız?"
"Gittik, konuştuk... Sizi, olanları anlattım." Derin bir nefes aldım. "Uzun bir aradan sonra gerçekten rahatlamış ve manevi açıdan sağlıklı hissettim." Asla yitiremeyeceğim bir minnet duygusu vardı içimde. "Teşekkür ederim." Pera hafifçe kolumu sıvazlarken Ares yüzünü buruşturdu.
"Bir daha teşekkür etme, Vina." Kafasını salladı. "Ayrıca biz sana teşekkür ederiz."
"O niye?" Kutay ve Suay sahici bir sevinçle bakıyordu.
"Hepimizin bir annesi oldu," dedi Pera.
"Şahsen ben sırlarımı ve yaşadıklarımı artık Belinay ablama anlatıyorum. Dün verdim bu kararı. Nasıl?" İstemsizce güldüm.
"Yerinde bir karar, Ares."
"Katılıyorum," diyen Pera'ya sarılmamak için zor durdum.
"Buldunuz mu?" Helen'e dönen bakışlardan biri de bana aitti. Cevap vermediğimde Kutay konuştu.
"Evet." Onların da arasında bariz bir soğukluk vardı.
"Ne güzel." Kafamı salladım yüzüne bakarak.
"Alvina." Kutay'a baktım. "Ne kadar kalacaksın?"
"Bilmiyorum, Kutay." Tabaktaki salatalardan bir tane ağzıma attım. "Muhtemelen 4-5 ay sonra gelirim."
"Çok fazla ama," dedi Suay. "Özleriz seni."
"Ben gelmeyeceğim, siz gelebilirsiniz Suay," dedim gülümseyerek. "Sadece biraz kafamı toparlamak istiyorum."
"Açıkçası doğum gününde hep birlikte oluruz diye düşünmüştüm." Birkaç gün kalmıştı. Hem yeni yıla hem doğduğum güne.
"Tamam, yine beraber olacağız." Onu kırmak istemiyordum. "Belki yan yana olmasak da kalplerimiz birlikte olacak."
"Of ya, yaşlı insanlar gibi konuşma," diyen Pera isyanlardaydı.
"Ben de yılbaşı partisine falan gideriz diyordum," dedi Kutay. "Eğlenirdik."
"Vina, karda kaymaya da gidecektik." Pera'ya bunun sözünü bile vermiştim. "Hem sen Meyra'nın yanına gidecektin." Beni vazgeçirmek için her şeyi söyleyecekti.
"Saçmalıyorsunuz," diye ters çıkışan Ares'ti. "Burada kaldıkça canı yanacak. Belki yarın olmayacak ama bir gün illaki onun yüzünü görecek." Derin bir nefes aldım. "Bırakın, biraz kendine gelsin. Ayrıca o 3 yaşında bir çocuk değil, ne yapması gerektiğini söylemeyin." Haklıydı. Düşüncelerim hep buydu.
"Benim de söylemek istediğim şey bu aslında," diye mırıldandım. Sadece Helen sessizdi. Yemeğini yiyordu. "Elinize sağlık," deyip kalktım. Tabağım tam bitmemiş olabilirdi ancak umrumda da değildi.
"Afiyet olsun," diyen Helen'e şokla bakan simaları görsem de aldırmadım. Üst katın terasına gitmek için merdivenleri çıktım. Terasın geniş kapısını aralayıp çıktığımda derin bir nefes aldım. Hava soğuktu. Kar yağmalıydı ama yağmıyordu.
Dışarı bakarak öylece dururken terasa birisinin geldiğini hissettim. Yabancı değildi. Tarçın kokulu parfümünden anlamıştım.
"Geleyim mi?" Sorduğu soruda çekingenliği barizdi. "Vina?"
"Gel, Pera." Gelmemesini söylesem de gelecekti. "Bir şey mi oldu?" Elindeki şalı omuzlarıma koyup beni güzelce sardı. Üzgün bakan gözlerini yüzüme değdirmiyordu.
"Çok mu bencilim?" Kaşlarım çatıldı.
"Hayır," dedim hiç düşünmeden. "O nereden çıktı?" Birkaç saniye durdu.
"Gitmeni hiç istemiyorum ve vazgeçmen için her şeyi yapabilirim." Bunu ben de biliyordum. Fakat onun da bilmesi gereken bir şey vardı. Vazgeçmeyecektim.
"Pera, tartışmak istemiyorum." Yanıma yaklaşıp kolunu koluma yasladı.
"En azından doğum gününün geçmesini bekleseydin?" Gülümsedim.
"O günü beklesem yılbaşı partilerine de kalmamı isteyeceksiniz." Omuz silktim. "Daha sonra da bir sürü şey çıkacak."
"Ama-"
"Lütfen Pera." Sesimin içindeki uyarıyı o da fark etmiş olsa ki sustu.
"Tamam ya," dedi pes ederek. "Bir şey daha söyleyeceğim."
"Ne oldu?"
"Oflaz beni ve Ares'i aradı." Duraksadım. "Açmadık," dediğinde rahatlayarak nefes aldım.
"Çok canımı acıttı, Pera." Belki fiziksel bir yara vermemişti ama asıl yara ruhsaldı. "Her şeyin bir plan olduğunu bana anlatsaydı da ben ona ayak uydururdum."
"Yapmamalıydı."
"Anlamadığım şeylerden birisi de şu, bir insan nasıl kusursuzca yalan söyleyebiliyor?" Daha çok kendime soruyordum. "Ama aptallık da bende. Ben niye inandım? Bu denli saf değildim ki Pera."
"Sadece sen değil biz de inandık." Kafamı salladım. Doğruydu. Birkaç saniye sessizlikten sonra konuştu. "Bu Helen ne ayak ya?"
"Gelmiş işte." Tuhafca baktı.
"O kadar şey yaşandı, bir kere bile aramadı. Şimdi ne yüzle geliyor?"
"Ben de bilmiyorum, Pera." Oysaki yakın arkadaş olduğumuzu düşünüyordum. "Aramayı geçtim mesaj bile yazmadı ki." O bu duruma düşseydi benim neler yapabileceğim barizdi.
"Aşağıda hiçbir şey olmamış gibi oturuyor ya, kovasım gelmiyor değil." Kovması işime gelirdi ancak bunu söylemedim çünkü yapardı.
"Olsun, belki sebebi falan vardır. Ben de aramadım sonuçta."
"Yapma, Vina," dedi isyan dolu bir sesle. "Ne gibi bir sebebi olabilir ki?"
"Düşünmek dahi istemiyorum." Bir de onu dert edinemeyecektim.
"Polat ile konuştun mu?" Gideceğimi bilmiyordu. Kafamı iki yana salladım.
"Söyleyeceğim." Onun da durduk yere endişelenmesini istemiyordum. "Gerçi bu saate kadar duymaması da şaşırtıcı."
"Şey..." Kaşlarım havalandı. "Bizi aradığında söylemiştik. Haberi var yani."
"Anladım." Bir de buna tepki veremeyecektim.
"Kızdın mı?"
"Niye kızayım, Pera? Öğrenecekti zaten," derken burukça gülümsüyordum.
"Kızlar," diyerek ortama giren kişi Suay olmuştu. "Gelebilir miyim?"
"Gel tabii," dediğimde paytak adımlarla yanıma geldi.
"Başında bir sürü şey var biliyorum ama ben de bir şey isteyebilir miyim? Yapamam dersen cidden üzülmem ya da alınmam ama-" Cümlesini küçücük bir tebessümle konuşarak bozdum.
"İste Suay. Elimden gelecek bir şeyse yaparım." Pera da meraklı bir hale bürünmüştü.
"Ben çok düşündüm." Derin bir nefes aldı. "Bir karara vardım."
"Neymiş o?" dedi Pera.
"Vina, Yekta ile konuşabilir misin?" Donup kaldım. Bunu birkaç gün önce istese seve seve yapardım. Şimdi ise sadece o üzülmesin diye yapacaktım.
"Konuşurum." Derin bir nefes aldım. Nasıl yapacağımı ben de bilmiyordum. "Ne zaman konuşabilirim, emin değilim."
"Acelesi yok," derken mahçup gözüküyordu. "Kendim konuşmayı da düşündüm ancak beni dinlememe ihtimalini göz önünde bulundurunca vazgeçtim."
"Sorun değil, açıklama yapmana gerek yok." Gülümsedi. Üstündeki bol eşofman bile karnını saklayamıyordu. "Yağız," diye mırıldandım. "O nasıl?" Karnına baktı, iç çekti.
"Gayet iyi." Eli karnındayken yüzümüze baktı. "Abim de geliyor artık kontrollere." Gülümsedim. Bu bile kocaman bir gelişmeydi. "Sen doğuma kadar gelirsin değil mi? Dört buçuk ay falan kaldı."
"Gelirim," dedim. Zaten söylemese de gelmeyi düşünüyordum doğuma. "Yanında olmak isterim." Gülümsemesi genişledi.
"Teşekkür ederim." Hiçbir şey söylemedim. "Ben içeri geçeyim," dedi ve cevap vermemizi beklemeden içeri girdi.
"Bazen bana yük olduğunu söyleyip duruyor," diyen Pera Suay'dan bahsediyordu. "Her seferinde saçmaladığını söylüyorum ama nafile. En son ayrı eve çıkacağını söylüyordu." Omuz silkti. "Bana tam alışamadı sanırım."
"Sana alışamayacağı bir durum yok ki ortada." Öyleydi. Beraber uzun zaman geçirmişlerdi. "Ayrıca hamile şu an. Tek başına yaşaması ne kadar doğru olabilir?"
"Olmayacağı için hep inkar ediyorum."
"Senin için bir sorun olmuyor değil mi?" Kaşlarını çatıp öyle bir baktı ki soruyu sormamışım saydım. "Aynı şeyi tekrarlarsa beni ararsın, konuşurum ben."
"Yapma, Vina," dedi sitem dolu sesiyle. "Her şeyi halledeceğim diye uğraşmaktan kendine odaklanmıyorsun, değer vermiyorsun."
"Değer verilecek bir şey yaptığımı sanmıyorum Pera." Nefesimi verdiğimde omuzlarım da çöktü. "Özellikle şu aralar. Hiçbir şeyi haketmiyormuşum gibi gelmeye başladı."
"Öyle olmadığını sen de biliyorsun. Her daim en iyisini hakediyorsun sen."
"Bilmiyorum, Pera." Sert bir rüzgar estiğinde içim ürpermişti. "Doğru kararları vermeyi bile öğrenememişim."
"Bu senin hatan değil. Sana her zaman 1 karar sunuldu, o da hep yanlıştı. Başkalarının sana yaptıkları yüzünden kendini suçlamayı bırak." Haklıydı ama bu söylediklerini kabullenmekte bile zorlanıyordum.
"Anlayamıyorum. Amacı ne olabilir?" Düzelttim. "Amaçları."
"Hiçbir fikrim yok."
"Gördüğüm kadarıyla bir planları var ancak çözemiyorum. Hatta düşünemiyorum. Üstümde öyle bir isteksizlik ve bıkmışlık var ki, tam şu anda ölsem şükrederim."
"Saçma sapan konuşma, Vina. Arkandan gelirim, görürsün," dedi Pera azarlayarak.
"Ama aklım almıyor ki... Sıraç mesela. Ne zaman öğrendi, neden bana o söylemedi, öz abim mi, öz abimse neden annem onu sevmedi? Düşündükçe delirecek gibi oluyorum ben Pera." Elini sırtıma koydu, yavaşça sıvazladı.
"Bu da geçecek birtanem." Gülümsemeye çalıştım. Buna da inanamıyordum. "Geçelim mi içeriye?" Fena olmazdı. Hepsiyle zaman geçirmek istiyordum.
"Olur." Oğuz konusunu hiç açmamıştı. Ne düşünüyordu, bilmiyordum.
Salona geçtiğimizde hepsi içerideydi. Polat'a buraya gelmesi gerektiğine dair bir mesaj atmıştım. O da Aydan'ı da getireceğini söylemişti. Gideceğimden haberi yoktu.
Ares'in yanındaki boş yere oturduğumda Pera'ya Helen'in yanı kalmıştı. Tuhaf bakışlarla onu süzerken ifadesi memnun değildi.
"Babam bir şeylerden bahsetti," dedim Ares'e. "Annem onu istememiş..." Abim diyemiyordum, Sıraç diyemiyordum. Ama herkes anlamıştı Sıraç'tan bahsettiğimi. "Babam onun düzeni bozduğu gibisinden bir şeyler söyledi."
"Kesin olarak abin mi yani?" Gözlerimi kapatıp geriye yaslandım.
"Öyleymiş."
"Annen hiç bahsetmedi mi? Ufak da olsa bir sevgi göstermedi mi? Kendi çocuğu sonuçta." Tam aksiydi. "Hatırlamıyor olabilir misin?"
"Hatırladığım birkaç şey var." Herkesin beni dinlediğini, izlediğini bilsem de gözlerimi açmadım. "Benim doğum günümde çiftlikteki tüm çocuklarla beraber pasta yerdik." Derin bir nefes aldım. "Tek bir çocuk yemezdi."
"Vina, siz konuşmuş olabilir misiniz eskiden?" Kısa bir an düşündüm.
"Ben her çocukla konuşurdum, illaki onunla da konuşmuşumdur," diye yanıtladım Pera'yı. "Hatırladıklarım çok net değil ama sanki annem onunla iletişim kurmamı engellerdi. Şimdiye kadar bu duruma dikkat etmemiştim, yeni fark ettim."
"Aslında yaralanan ve dışlanan Sıraç olmuş," dedi Kutay düşünce dolu sesiyle. "Küçük bir çocuk... En fazla ne yapmış olabilir?"
"Tahmin bile edemiyorum," dedim.
"Konuşacak mısın Sıraç ile?" diye sordu Ares. "Alışman ve kabullenmen illaki zaman alacaktır ama sonuçta senin öz abin." Maalesef öyleydi.
"Bilmiyorum. Düşünmeye fırsatım bile olmadı."
"Bana kalırsa bir dinle derim. O sana sorsun, sen ona sor. Zaten bunca yıl birbirinizden ayrı yaşamışsınız, sonrasına da gerek yok." Ares'in dedikleri her ne kadar mantıklı gibi gelse de kalbim inkar etmekte sınır tanımıyordu. Çünkü biliyordum, sevdiğim ve güvendiğim insanlara eskisi gibi bakamayacak hale gelecektim.
"Ares, belki de çok önceden öğrenmiştir?" Bu benim bile delicesine inkar etmek istediğim bir şeydi. Nasıl kabullenmiştim bilmiyordum ama hayatımdaki tek eksik o olmuştu sanki. "Saklamıştır, söylememiştir, benden nefret ediyordur, çekiniyordur... Olamaz mı?"
"Ya olabilir de-"
"İşte olursa asıl o zaman kaldıramam," diye mırıldandım. "Kızdığımdan değil korktuğumdan konuşmaktan çekiniyorum ben."
"Hazır hissedene kadar bekle birtanem," dedi Pera ılımlı bir tonla.
"Ya da o hazır olduğunda seninle konuşur. Yani biraz zamana, akışına bırakman doğru olur," diyen Kutay olmuştu. Zil çaldığında gözlerimi açtım. Kutay kapıyı açmaya gitmişti.
Aydan ve Polat içeri girdiklerinde gülümsedim. Polat endişe içindeydi, Aydan her yere çekingence bakıyordu.
"Hoş geldiniz," dedim yüzlerine bakarak.
"Hoş bulduk," dedi Aydan sevimli bir tavırla. "Merhaba." Bunu da ortamda tanımadığı herkese söylemiş olmalıydı.
"Ben hiç hoş bulmadım Vina." Kaşları çatık duran Polat'a döndüm. "Ya telefonumu niye açmıyorsun?"
"Açabilecek bir durumda olsaydım açardım Polat."
"Açabilecek bir durum yaratabilirdin Vina." Gergindi. Haksız sayılmazdı. "Her seferinde endişelendiriyorsun. Sana ulaşmak için bir sürü kişiyi aramak zorunda kalıyorum."
"Her seferinde gereksiz kuruntular yapıyorsun." Haksız olsam da susmayacaktım.
"Tabii, ben hep gereksiz kuruntular yaparım. Çok normal bir hayatın olduğu için seni merak etmem ne kadar saçma." Aydan dirseğiyle kolunu dürtse de aldırmıyordu.
"Polat abi, lütfen daha sonra azarla." Duraksadığında fırsattan istifade edip "Gidiyorum ben," deyiverdim.
"Ne?"
"Rusya'ya gidiyorum. Orada kalacağım." Güldü. Ciddiye almamıştı.
"Git, fotoğraf falan çekmeyi de unutma ha. Müzelere falan da uğra, tam zamanıdır." Kaşları sertçe çatıldı. "Kızım manyak mısın sen ya?"
"Manyak değilim, aksine en mantıklısını yapıyorum."
"Ne mantıklı olan? Rusya'ya gidip kendini diri diri gömmen mi?" Beni de geriyordu.
"Abartma."
"Abartmak mı? Başın beladan kurtulmuyor senin. Hâlâ abartma diyorsun."
"Başım beladan kurtulmadığı için gidiyorum ya zaten." Derin bir nefes aldı.
"Kim geliyor seninle? Bana söylemediğine göre ben değilim." Ares'e döndü. "Sen de gideceksin değil mi?"
"Tek gidecek," dedi Ares. Bu kopma noktasıydı.
"Bok gider!" En zor olan onu ikna etmek olacaktı da bu kadarını tahmin etmemiştim. "Siz topluca delirmişsiniz."
"İhtiyacı var," diye savundu Pera. "Burada kaldıkça canı yanacak."
"Buradaki can yanması onu öldüremez Pera."
"Doğru söylüyorsun," dedim kinaye ile. "Öldürmez ama beter eder."
"Hiçbir şey olmaz."
"Polat, ben burada kalıp da daha fazla acı çekmeyeceğim. Orada öleceksem de yine de tercihim gitmek olacak."
"Bu kadar insanı endişelendirme hakkın yok Alvina." Kaşlarım çatıldı.
"Savaşa gitmiyorum ben!"
"Kötülüğün için bir şey söylüyormuşum gibi davranma."
"Polat," dedi Kutay. "Bırak, biraz kendine gelsin, kendini dinlesin, durgunlaşsın." İstediğim tam buydu. "Biz zaten gerekli her önlemi aldık," dediğinde sinirden gülecektim. Gerekli önlem neydi ya?
"Hiçbirinizle tartışmak istemiyorum," dedim net bir sesle. "Aradığınızda açarım. Kendimi öldürecek kadar cani değilim." Ortam sessizleşti. Önceden bunu denemiştim. Neyse ki şu an yüzüme vurmadılar. "Burada kalırsam bir şekilde ikisiyle de rast geleceğiz. Ben bundan çekiniyorum Polat."
"Çekineceğin her faktörü ortadan kaldırmamız 2 kurşuna bakar Alvina." Aydan'ın gözleri kocaman açıldı.
"Saçmalama Polat," dedim ikaz dolu bir sesle. "Bir hata yaptıkları için ölümü hak etmiyorlar."
"Saçma sikik bir hata yapmasalardı, evet," diyen Ares'e şokla baktım. "Hiç bakma. Kızmayacağını bilsem ikisini de şutlardım."
"Sakın," diye mırıldandım. "Sakın öyle bir şey yapmayın. Aklınızdan bile geçirmeyin." İkna olmamış gibi baksalar da kafalarını salladılar. "Ayrıca o kadar kolay olmaz."
"O niye?" dedi Ares.
"Adamın bir sürü koruması var Ares. Her yer kamera dolu. Ona zarar vermeniz o kadar kolay olmaz." Gözleri kısıldı.
"Sen yapabilirsin aslında." İstesem hayatını alt üst edebilirdim ama istemiyordum.
"Uğraşamam, Ares." Bir şey söylemedi. "Sen nasılsın Aydan?" diye sormamla hepsi şaşkınca bana baktı.
"İyiyim." O da şaşkındı. "Sen nasılsın?"
"Aynı."
"Helen, sormayayım diyorum ama," diyen Pera'ya uyarı dolu bakışlarla baksam da umursamadı. "Neden geldin aşkım sen?" Öyle kinayeli konuşuyordu ki, bu soruyu bana sorsa giderdim. Fakat Helen sakindi.
"Sana hesap mı vermem gerekiyordu?" Omuz silkti. "Arkadaşlarımı görmek istedim ve geldim."
"Bunca zaman sonra mı?"
"Ne ima ediyorsun Pera?" Helen'in haklı olmadığı halde cevap vermesi Pera'yı sinirlendiriyordu.
"Hiçbir şey ima etmiyorum aslında. Sadece merak ediyorum." Aydan geldiğine geleceğine pişman olacaktı sanırım. "Vina'yı bir kere bile aramayacak kadar ne yaşamış olabilirsin?"
"Yurtdışındaydım," dedi istifini hiç bozmadan. "İşlerim çok yoğundu."
"En azından mesaj atabilirdin." Tip tip bakıyordu. Bu kıza ne olmuştu?
"Sana açıklama yapmayacağım, Pera."
"Yapsan da hiçbir şey değişmeyecek, Helen." Bir şey daha söylemeden ayağa kalktı, mutfağa ilerledi. Helen çatık kaşlarıyla bana baktığında Kutay konuştu.
"Ne oldu Helen?"
"Arkadaşı az önce beni azarladı, Alvina hanım tek bir söz söylemedi." Doğru sözün üstüne ne söyleyebilirdim?
"Pera yanlış bir şey söylemedi, Helen," dedim yüzüne baka baka.
"Ay hemen de savun arkadaşını." Pera duymasındı.
"Uzatma," dedi Kutay sert bir sesle. "Sus, Helen."
"Neyi uzatmayacak mışım ya? Bir kere de beni haklı çıkarsın, beni savunsun. Benim de arkadaşım değil mi Alvina?" Mantıklı düşünmüyordu şu an.
"Helen ya," diye söylendim. "Gerçekten hiç zamanı değil. Konuşacaksak da sonra, lütfen." Anlayış bekleyerek yüzüne baktığımda kafasını salladı.
"Olur, Alvina. Sonra konuşalım." Kollarını önünde bağlayıp yerleri seyretti. Gözleri doluyordu, fark etmiştim. Anlatsa dinleyecektim, tartışmak istemiyordum sadece.
Pera geri döndüğünde elinde bir tepsi vardı. İçlerinde şarap olan kadehlerin yanında bir bardak da süt vardı. Gülümsedim. Suay'ındı bu.
Benden başlayıp kadehleri dağıttığında "Teşekkür ederim," dedim. Helen'e geldiğinde yüzüne bile bakmadı, sadece tepsiyi uzattı.
Suay burun kıvırarak sütünü içerken ben keyifle şarabımı içiyordum.
Hector'ün neden yanıma gelmediğini bilmiyordum. İçerisi çok kalabalık olduğundan sesimi seçememiş olabilirdi.
"Rusya'da birkaç adam ayarladım," diyen Polat'a bariz bir sinirle baktığımda aynı karşılığı verdi. Telefondan ne yaptığı anlaşılmıştı. "Sizi de anlamıyorum, tek başına öylece gitmesine izin mi verecektiniz?"
"Polat, 3 yaşında bir çocuk değilim. Bakıcı gibi yanımda adam mı gezdireceğim?" Kimseden ses çıkmadı. Herkes bunu doğru mu bulmuştu?
"Sana çocuksun diyen yok, Vina. Sadece işimizi garantiye alıyoruz." Kaşlarımı çatmaktan gözlerimi açamayacaktım.
"Anlıyorum, beni düşünüyorsunuz, başıma bir şey gelmesin istiyorsunuz." Derin bir nefes aldım. "Ama lütfen beni daraltmayın."
"Sen de bizi anlamaya çalış." Aydan elini Polat'ın koluna koyup yavaşça sıktı, bu bir uyarıydı.
"Kızı bunaltma," dediğini seçebilmiştim. Polat neyse ki onu dinlemişti.
"Şu Sıraç mevzusu ne?" İsmini duyduğumda bile içim bi tuhaf oluyordu.
"Ortada bir mevzu bile yok Polat. Öğrendiğimle kaldım." Bazı şeyleri merak etsem de soramayacağımın farkındaydın.
"Aramadı mı seni?" Bende numarasının olup olmadığını hatırlamıyordum.
"Aramadı."
"Oflaz?" Yutkundum. "O aradı mı?"
"Aradı," diye mırıldandım. "Açmadım."
"Sıraç aratmış olabilir mi?" O denli bir arkadaşlıklarının olabileceğini sanmıyordum.
"Niye aratsın ki?"
"Abin." Omuz silktim.
"Bunca zamana kadar olmayan abim," dedim düzelterek. "Bu saatten sonra arasa ne olacak?"
"Annenin yazdığı kağıtların olduğu bir kutu vermiştim sana." Kafamı salladım. Duruyordu.
"Açmadım." Kaşları çatıldı.
"Açman için tam zamanı değil mi?" Değildi. Babamın annem hakkında söylediklerini hazmedememişken bir de onu okuyamazdım. Eğer babamın anlattıkları doğruysa da kaldıramazdım.
"Hiç zamanı değil, Polat." Üstelemedi. Birkaç saniye sessizlik oldu. Kimse konuşmuyordu, bir şeylerden bahsetmiyordu.
"Alvina," dedi Aydan mesafeli bir sesle. Duraksadı. "Vina mı demeliyim?" Bunu sevgilisine sormuştu. Çekingen ve utangaç birine benziyordu.
"Vina de," diyen Polat'a oldukça ters bir bakış attı.
"Polat ya, sana sormadım." Pera ile birbirimize bakıp güldük.
"Noldu ya?"
"Polat, sen sürekli sevgilinin lafını dinlemeyeceğini falan söylerdin ya." Polat'a açıklamıştı Pera. "Şimdi Aydan'ın bir kelimesiyle susuyorsun."
"Aydan, sen bunun önceki halini bir görseydin... Mağara adamlarından tek farkı şehirde yaşamasıydı." Aydan gülerek baktı yüzüme. "İletişim kurduğu 5-6 kişi vardı sadece. Diş doktoru ama sorsan kimsenin dişine bakmamıştır."
"Öldürün bir de toprak atın üstüme." Tip tip bakıyordu sürekli. Bugün sinirleri tepesindeydi.
"Abart ya." Yüzünü ekşitti.
"Onu bunu boşver de." Aniden ciddileşti. "Anneni bulmuşsun." Bugün ilk kez sinirli konuşmamıştı. "Ne diyeceğimi bilmiyorum ama çok sevindim, Vina." Gülümsedim. Söyledikleri içtendi.
"Sana da teşekkür ederim, abi." O da gülümsedi. Birçok şeyi beraber başarmıştık. "Her zaman destek olduğun için de, yardım ettiğin için de." Aydan da gülümsüyordu. Tatlı bir kadındı.
"Ne bu? Veda konuşması mı?" Omuz silktim.
"Tekrar havaalanına gelmenize gerek yok," dediğimde kaşları havalandı.
"Gerek olup olmadığını tartışmayalım istersen."
"Evet, mümkünse." Kafasını salladı. Kimsenin gelmesine gerek yoktu ama gelmek istiyorlardı.
"Vina, uyudun mu hiç?" Pera'ya döndüm.
"Sayılır." Sorgulayarak baktığında "2-3 saat falan," dedim.
"Yorgun gözüküyorsun." Yorgun gözükmüyordum. Yorgundum. Rahatlaması için hafifçe gülümsediğimde üzgünce baktı. Elinden bir şey gelmediği için bile kendini suçluyor olabilirdi ve bu son isteyeceğim şeylerdendi.
Ayağa kalktığımda bakışlar bana döndü. "Kusura bakmazsanız," dedim sakince. "Birikmiş bir sürü dosya var, onları inceleyeceğim."
"Kendin halledebilecek misin?" dedi Ares. "Yardım edebilirim." Minnetle dolu bir ifade olmalıydı yüzümde.
"İhtiyacım olursa seslenirim." Kadehimi bırakmak için mutfağa ilerledim, tezgaha bırakıp odama gittim. Başka bir konudan konuştuklarını duymuştum.
Odaya girip kapıyı kapattığım anda yüzümdeki sahte tebessüm silindi. Hector direkt yanıma gelip sırnaştığında elimi başına koydum.
Dosyaları pdf şeklinde bilgisayara aktarmıştım. Kağıtlarla uğraşmak daha can alıcıydı.
Bilgisayarı alıp yatağa uzandım, yüz üstü yatıp şifreyi girdim. İşle ilgili bir sürü dosya birikmişti. Onaylamam gerekenler vardı, okumam gerekenler vardı. Açıkcası hiçbirisini yapmak istemiyordum. Sadece zamanın geçmesi güzel olacaktı.
Onaylayıp hiçbir efor sarf etmemem gerekenleri sona bırakıp düzeltmem gerekenlerden birisini açtım.
Reklam için yazılmıştı.
Sevgili, Ladin.
İyi olduğunuzu umar, saygılarımızı sunarız.
Oflaz bey ile olan birlikteliğinizin devamını diler, sizi yeni çıkarttığımız koleksiyonumuzun ana profilinde görmek isteriz.
Sevgilerle.
Ünlü bir markaydı. Birçok kişinin işbirliği yapmak isteyeceği cinstendi.
Benim durgunlaşmamı sağlayan şey Oflaz hakkında yazdıklarıydı.
Markaya yazdığım reddetme yanıtıyla içimi sanki mümkünmüş gibi daha çok kasvet bürüdü.
Bir diğerine tıkladım.
Merhabalar.
Yapacağımız programda sizleri de görmeyi yürekten isteriz.
Çiftlerle ilgili soruların sorulduğu, komedi sayılacak bir programdı.
Yüreğim burkularak da olsa bunu da reddettim. Etmesem ne yapacaktım?
Diğerine tıkladım.
Alvina Ladin, gerçekten başarılı ve güçlü bir kadınsın.
Bu yönünle birçok kadına ilham kaynağı olabileceğine yürekten inanıyorum.
Kurduğumuz vakıftaki kadınlara da bir ışık olmanı, onlara yol göstermeni isterim.
İşin özü ben seni de vakıfta görmek, kurcuların arasında daimi bir yere sahip olmanı isterim.
Sen ne dersin?
Bu kadınla daha önce de konuşmuştum. Yüz yüze denk geldiğimiz anlar da vardı.
Yazdığını reddetmeyi asla istemiyordum. O vakıfa belki sürekli gidip gelemezdim ama en azından maddi açıdan destek sağlayabilirdim.
Nevra Hanım'a kabul ettiğime dair kısa bir mesaj yazdım. Kadınların içinde olmak ve onlarla zaman geçirmek bana iyi hissettiriyordu.
Selam, Alvina. Ben Oflaz'ın eski bir arkadaşıyım.
Bu gelen bir maildi.
Oflaz'a ulaşamıyorum. Endişelenmeye başladığım için de sana yazdım.
Mail uzundu. Fakat gerisini okuma tenezzülünde bulunmadan kapattım. Elçi falan mıydım ben? Bana ne diye yazıyordu?
Alvina Ladin, temsil ettiğiniz örgütün mahkemelerini aksatmayı sürdürdüğünüz taktirde gerek siz gerek de biz zarara uğrayacağız.
Bir seferliğe mahsus olacak şekilde bu hatanızı görmezden geliyor, bir daha olmamasını istiyoruz.
Saygılarla.
Yüzümü ekşittim. Neredeyse hiçbir mahkemeye, savunmalara katılmamıştım.
Bana büyük bir ceza yazmalarını beklerdim ancak yapmamışlardı. Bu da tuhaftı. Toplantılara katılmamıştım, bu için bile yüksek raddede cezalar vardı.
Bir diğeri, ondan sonraki, sonuncu derken akşam olmuştu.
Biraz olsun bazı şeyleri unutmuştum. Tabii çok kısa sürmüştü. Okuduğum her cümleden sonra aklıma geliyorlardı.
Akşama kadar birçok telefon görüşmesi yapmıştım. Tartıştıklarım da anlaştıklarım da olmuştu.
Kendime küçük bir çanta hazırlamıştım. Kimliğim, cüzdanım gibi önemli şeyleri koymuştum. Hector'ü uçağa almak için ağızlık isteyebilirlerdi. Bunu da göz önünde bulundurmuştum.
Havaalanı için çıkmama birkaç saat kalmış olmalıydı. Bu yüzden dolabımın yanına da ilerledim.
Kapağı açıp aval aval bakındım. Eşofmanımı çıkartmak istemesem de sonuç olarak yurt dışına gidiyordum.
Açık renk bol kotum ile gözlerimle aynı tondaki yeşil sweatshirtümü giydim. Saçlarımı toplayacak da örecek de halim yoktu. Yine de daralırsam diyerekten bileğime bir tane toka taktım. Yüzümdeki soluluğu gidermek için allığı biraz daha arttırdım.
"Vina," diye aşağıdan seslenen Pera'ydı. "Yemek yiyeceğiz, gel hadi." Tek bir lokma bile yemek istemiyordum.
"Tamam." İnkar etsem de bana o yemeği bir şekilde yedirirdi. Aşağı indiğimde salondaki büyük masada olduklarını gördüm. Herkes oturmuştu. Kutay'ın yanına yerleştiğimde Pera çorbaları dökmeye başladı. Masada birçok çeşit vardı ancak hiçbirini gözüm görmüyordu.
Mercimek çorbası vardı. Aslında çok severdim. Ama şu an içmek bir ızdıraptı.
"Vina ya," diyen Helen uzun süren sessizliği bölmüştü. "Oflaz neden aramadı seni?" Kaşlarım çatıldığında dikkatler bendeydi.
"Helen, aramadığını nereden çıkardın?" Pera tabağımı alıp köfte ve makarna koyduğunda mahçupça ona baktım, gülümsedi.
"Ne bileyim, ben kapıya falan gelir diye düşüyordum." Pera kendi tabağını da doldurduktan sonra hızlıca yerine oturdu. Bu hareketinin Helen ile bağlantılı olduğunu biliyordum. Onun tabağını doldurmak istememişti.
"Gelmesini isteyen mi var Helen?" dedi Ares tip tip bakarak.
"Sence babası müsade eder mi?" Bunu da Suay söylemişti.
"Gül gibi de çocuk yani." Kısa bir an algılayamadım. Bu da ne demekti?
"Helen ne diyorsun sen ya?" Çatalıma batırdığım köfteyi hırsla çiğnedim.
"Bir şey dediğim mi var Vina?" Ortamın nabzı gitgide yükseliyordu.
"Helen, sessiz ol ve yemeğini ye. İnsanları geriyorsun." Kutay bile böyle bir şey söylüyordu.
"Gerçekten doğru söyleyeni köylerden falan kovuyorlar." Söylene söylene yedi yemeğini.
"Vina," diyen bu kez Aydan olmuştu. "Geçen Polat'ın fotoğraflarına bakarken bir şey gördüm."
"Ne gördün?" Sesimi olabildiğince yumuşak tutmaya çalışmıştım.
"Lunaparkta bir fotoğraftı." Ağzımdaki suyu az kalsın püskürtecektim. Öksürmeye başladığımda Ares yavaşça sırtıma vurdu. Kendi kendime gülerken hepsi tuhafça bakıyordu. Polat hariç.
"Of Aydan," dedi Polat bıkkınca.
"Ya noldu biliyor musun?" Ne zaman anlatsam gülüyordum. Mentalime bağlı da değildi. Ağlarken aklıma gelse de kahkaha atıtordum.
"Sus." Tehditini asla umursamadım.
"Dedim ki lunaparka gidelim. Ama sadece Polat'ı ikna edebildim." Derin bir nefes aldım gülmemek için. "Neyse işte gittik falan. Ben kamikazeye binmek istedim."
"Tamam yeter." Aydan eliyle Polat'ın elini sıktı.
"Tek başıma binmek de istemiyordum. Dedim Polat'a beraber binelim, dedi yok. Dedim, bineceksin. Dedi ki, binmem ben."
"Tutturup zırladın sen de bin diye." Omuz silktim.
"Korkuyorsan binme deyince de bindi hemen. Oturduk, kemerleri takıyorlar. Polat sürekli inelim falan diyor. O zaman anladım bi bok olacağını." Yemeğimi yemeye de devam ediyordum. "Yanımızdaki adam şaşkınca bakınca inmekten vazgeçti."
"Onu orada dövecektim," dedi Aydan'a, şikayet eder gibi. Ters bir bakış attım.
"Başladı işte sallanmaya dönmeye falan. Elim kangren olacak diye o kadar korktum ki..." Gerçekten elimi çok sıkmıştı. "Sonra ters döndü, birkaç saniye öyle kaldık. Tam tekrar aşağı iniyorduk ki Polat bir kustu." Suay yüzünü buruşturdu. "Yanımızdaki adam, ben, önümüzdeki kadınlar falan hepimiz battık resmen."
"Binmeyelim demiştim."
"Adamlar mecburen durdurdular. İnince de düştü bu." Gülmeye başladım. "Başı mı dönmüş ne. O merdivenleri inerken bir yuvarlanışı var, unutamıyorum asla."
"Demek sen o yüzden gidelim dediğimde hayır diyorsun." Aydan'a kafamı salladım.
Hâlâ gülüyordum.
Nedeni de açıktı aslında. Yaşadığım basit bir şey olmamasına rağmen öyle arka plana atmıştım ki bir yerde patlak vereceği netti.
Gözümden bir damla yaş aktığında gülmeme bağlı olduğuna inanmalarını istedim. Ayrı bir açıklama yapmak istemiyordum.
"Özür dilerim," derken masadan kalktım, elimi ağzıma bastırıp hızlıca lavaboya ilerledim. Peşimden gelen adım seslerini duyduğumda kapıyı kilitleyecektim ama başarısız oldum.
"Vina," dedi banyoya girip kapıyı kapatan Ares.
"Ne?" Gülümsedim. Fakat hiç inandırıcı değildi. Dudaklarım titriyordu. "Ne oldu? Niye bir anda daldın içeri?"
"Ya ne diyorsun sen?" Derin bir nefes aldı. Sinirleniyordu. "Anlamıyor muyuz sanki iyi olmadığını?"
"İyiyim-"
"Değilsin. Hiç olmadığın kadar bok gibisin." Gözlerimi kapattım. "Babanla da tartıştın değil mi?" Sustum. Anlamıştı. "Bizden niye saklıyorsun Vina?"
"Ares," diye mırıldandım. "Ben ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum." Gözümü açtığımda bir damla yaş aktı. Bunu gördüğünde sinirli ifadesinin yerine şefkatli bir mizaç geçti.
"Gel," diyerek kollarını iki yana açtığında reddetmedim ve ona sarıldım. "Tamam," dedi. "Bu da geçecek."
"Hiç geçmeyecek gibi hissettiyor."
"Öyle hissettiryor çünkü bir şeyleri saklamak istiyorsun." Omuzlarımı tutup beni geri çekti. "Biz kardeş değil miydik? Her şeyi birbirimize anlatmıyor muyduk?" Kafamı salladım. "Bana anlatamıyorsan Pera'ya anlat-"
"Anlatamadığımdan değil, istemediğimden Ares. Sanki konuştukça çoğalıyor, insanlar bildikçe artıyor."
"Öyle bir şey olmadığını biliyorsun." Gülümsedi. "Anlatmak hiçbir zaman kötü gelmez Vina."
"Şimdi anlatamam Ares." Gözleri kısıldı. "Birkaç saat sonraya biletim var, yanmasını istemiyorum. Toparlanamamaktan korkuyorum."
"Orada toparlanamazsan ne olacak? Tek başına olacaksın Vina. Bunu göze alabiliyor musun?" Gülümsedim.
"Arasam gelmeyeceksin sanki. Nasıl tek olacağım?"
"Gelirim, geliriz ama orası ayrı. Ne demek istediğimi anladın bence." Kafamı salladım. Anlamıştım gayette.
"Ben biraz uyusam ya Ares?" Onaylamayarak baksa da ses etmedi.
"Peki, uyu." Kapının önünden çekildi. "2'de uyandırırız seni."
"İyi olur." Banyodan çıkıp odama ilerlerken hepsinin sustuğunu gördüm.
Odama girip kapıyı kapattım, kendimi direkt yatağa attım. Hector da yanıma geldiğinde ona yanaşıp gözlerimi sıkıca kapattım. Böyle olmamalıydı. Toparlanmalıydım.
Uyuyamayacağımı sanıyordum ama neyse ki başarısız olmuştum. Uyuyamasaydım muhtemelen ağlayıp duracaktım.
Kapının çalmasıyla gözlerimi açtığımda saat 2'ydi.
"Vina," diye kısık bir sesle seslenen Pera'ydı. Belki de duymayacağımı düşünüp kısık sesle konuşmuştu. Biletimin yanacağını falan düşünmüştü.
"Uyandım." Sesimi duyduğunda homurdandığını işittim. "Hadi, Hector," deyip tüylerini sevdiğimde o da uyanmıştı.
Odamdaki lavaboya girip saçımı başımı düzelttim, ihtiyaçlarımı halledip elimdeki küçük çantayla odadan çıktım. Bavul da sayılabilirdi. İçine laptopumu da koymuştum.
Üstüme giydiğim montu da çeneme kadar çektim. Dışarısı buzdu.
"Pera," dedikten sonra sarılmaya yelteniyordum ki geri çekildi. Kimse uyumamıştı. Helen ve Aydan gitmiş olmalıydılar.
"Havaalanına geleceğim ben."
"Gerek yok, Pera. Uçağa bineceğim sadece." Ares ters ters baktı. Bavulu elimden alıp evden çıkarken Hector'u da çağırıyordu.
"Asker mi uğurluyorsunuz? Niye hepiniz geleceksiniz?" Aynı anda kaşlarını çattıklarında sustum.
"Sanane ya." Polat da bunu söyleyip çıktıktan sonra Suay ve Kutay da çıktılar. Suay'ın paytak yürüyüşüne buruk bir tebessümle bakıp ben de evden çıktım.
2 arabayı evin önüne çekmişlerdi. Ben, Ares ve Pera aynı arabaya bindiğimizde diğerleri de yerleşmişti.
"Matt gelecek mi?" diye soran Ares arabayu çalıştırdı.
"Gelecekti ama ben istemedim." Arka koltuğa ben binmiştim. Hector'u sıkıştırmamak için orta koltuğun en ucundaydım çünkü arkaya kurulmuştu.
"İyi yapmışsın." Kafamı salladım. "Baban?"
"Ne babam?" dedim.
"O gelecek mi?" diyen Pera olmuştu.
"Bilmiyorum." Sanmıyordum. "En son tartışmıştık. Gelmez büyük ihtimalle."
"Gelir gelir," dedi Pera.
"Gelse de gelmese de bir şey fark etmez ki." Kafasını yan çevirip baktı.
"Nasıl fark etmez ya?"
"Pera, siz de boşuna geliyorsunuz."
"Tamam, Vina. En doğrusunu sen biliyorsun." Triplenmişti. Söylemek istediğim şey bu değildi. Üstelemedim.
Havaalanı eve pek uzak değildi, yolumuz kısa sürmüştü. Sessiz olduğumuzdan mıdır bilinmez yolculuk berbattı.
Arabayı park edip havaalanına ilerlerken uçağın kalkmasına 40 dakika falan kalmıştı.
İçeri girdiğimizde de kimse konuşmuyordu. Matt her şeyi hazırlattığına dair bir mesaj atmış, sadece oturup beklememiz gerektiğini söylemişti. Aksini de yapmamıştık. Oturmak için ayrılan kısımdaydık. Etraftaki tek kalabalık bize aitti.
Kalan dakikaların geçmesi için vasıfsızca etrafa bakınıyordum. Amaçsızca, bomboş.
Odağımı ve gerçeklik algımı bozan şey babamın içeri girmesiydi. Evet, bu bir sorun değildi.
Asıl sorun Sıraç'ın da buraya doğru gelmesiydi.
Bundan kötüsü de varsa Ares başta olmak üzere herkesin öfkeyle öne atılmasıydı. Önlerinde durmak için ben de ayağa kalktım.
"Kızım," diyen babam bana sıkıca sarıldı. "Sana bir şeyler söyleyecekmiş. Sadece bir kez dinlemeni canından çok istiyor." Fısıldayarak söyledikleri kaşlarımı çatmama neden oldu.
"Senin burada ne işin var?" Ares büyük bir adım attığında direkt kolunu tuttum. "Vina?"
"Lütfen," diye mırıldandım. "Tartışma, Ares." Kolunu elimden kurtarıp arkasına döndü, birkaç küfür etti.
"5 dakikan var mı?" Gözlerimi benimkiyle aynı olan harelerine diktim. "Söz, 5 dakikayı geçme-" Cümlesinin bitmesini beklemeden havaalanının diğer kapısına ilerledim. Bu tarafta daha az insan oluyordu.
"Dinliyorum," dedim dışarı çıktığımızda.
"Alvina, ben ne diyeceğimi de bilmiyorum." Kollarımı önümde bağladım. "Bunca yıldan sonra aniden abin var denmesi alışılabilecek bir şey değil farkındayım ama en azından birbirimizi tanımaya çalışsak?" Derin bir nefes aldı. "Az çok anlamışsındır. Ne bir annem ne de bir babam oldu. Kuytuda köşede, senin yaşamına bakarak bir şekilde büyüdüm; kendimi hep avutmaya çalıştım ama bir yere kadar."
"Çok mutlu olduğumu falan düşünüp de bozmaya mı karar verdin Sıraç?"
"Alvina, senin mutlu olmanı her şeyden çok isterim." Kaşlarım havalandı.
"Ay sahiden mi?" dedim abartılı bir sesle. "Ne yapıyoruz? Abi-kardeş rollemesi falan mı?"
"Anlatacaklarım inan ki 5 dakikaya sığmaz, Alvina. Ben seninle bazı şeyleri paylaşmak istiyorum." Gözlerini kaçırarak konuşuyordu. Farkındaydım. O da utanıyordu.
"Sen önceden beri biliyordun?" diyerek farklı bir konuya geçtim. Derin bir nefes aldım, ümitle yüzüne baktım. "Sen de yeni öğrendin değil mi?" Böyle olmasını her şeyden çok isteyebilirdim.
"Hayır." Biliyordum. Ama evet dese inanırdım. İnkar ediyordum ancak birbirimize ihtiyacımız vardı.
"Ben de öyle düşünmüştüm. Yine de inkar etmeni isterdim." Cebindeki sigarasından bir izmarit çıkardığında paketini kaldırmadan ben de bir tane aldım. Önce benim sigaramı yakmıştı. "Etrafımda fazla dolanma." Sigaradan bir nefes çektim. "Arkadaşlarımın gözüne de gözükme."
"Birbirimizden haberimiz yok gibi mi yapıyoruz?" Gülümsedim.
"Bunca sene yapmışsın, bundan sonrasını da sürdür. Ben bir enkazın altından daha çıkamam." Kafasını salladı. "Sıraç, en azından bir süre karşıma çıkma." Daha fazla inkar etmeden havaalanının etrafından dolandı.
"Alvina." Duyduğum ses ayaklarımı çivilenmiş gibi yere sabitlediğinde yumruklarımı sıktım. "Alvina?" Oflaz yanıma ilerledikçe kaçmak, tepki vermek istediysem de yapamadım. Dibime kadar geldi, yüzüme uzunca baktı.
Yutkundu. Sanki benim boğazıma o yumru batmıştı.
"Gideceğini söylediler." Yüzüne bakmayı sürdürdüm. "Alvina." Elini tüy gibi bir dokunuşla yüzüme yerleştirdi. Gözlerimi sertçe kapattım. "Gitmeyeceksin değil mi?" Gözlerimi açtım, bir damla yaş süzüldü yanağıma.
"Kalmam için bir sebep var mı sanıyorsun?" Yutkundum. "Ben burada daha fazla kalmayacağım."
"Kal." Derin bir nefes aldım. "Karşına hiç çıkmam, yüzümü görmezsin Alvina." Elimdeki izmarit ağır geldiğinde yere düştü.
"Kalamam." Kendime ızdırap çektiremezdim. "Ben daha fazla şeye katlanamam."
"Alvina."
"Hayır," dedim net bir sesle. "Hayatına bak, Oflaz. Yine de mutlu ol, her şeye rağmen. Evlen, çocuğun olsun." Burukça gülümsedim. "Belki de annen en başından beri haklıydı?"
"Alvina," diyebildi sadece. Çünkü daha fazlasını dinleyemezdim.
"Farzet hiç tanımadın, hiç saçmalıklarıma katlanmadın, hiç bir şeyi zorunda olduğun için yapmadın." Yutkundum. "Öyle farzet işte." Yüzüne baktım.
"Hiçbir şeyi istemeden yapmadım ben Alvina." Kafamı iki yana salladım.
"Hoşça kal, Oflaz."
Arkamı döndüğüm an gözümden yaşlar şelale gibi akmaya başladı.
"Alvina..." diye fısıldadığını işittim. Kızgın, belki kırgın.
Attığım her adım göğsüme bir bıçak sapladıkça omuzlarım çöktü.
Göz yaşları hıçkırığa döndüğünde bazı şeyleri anladım.
Ya bu defter bugün kapanmıştı.
Ya da ben defterin son sayfasını güzelce süslemek için kopartmıştım.
Bunun ayrımını yapamıyordum.
Ben şu an onu terk mi etmiştim?
Ama terk edilmesi için onun da sevmesi gerekirdi.
"Seni seviyorum, Alvina."
Zaman durdu sanki.
Duyduğum son cümle oldu.
Kalbim daha çok yanmaya, çiçeklerin hepsi solmaya başladı.
"Seni asla affetmeyeceğim." Arkamı dönüp söylediğimi anlamıştı. "Affedemem, Oflaz," diye mırıldandığımda burukça gülümsedi.
"Sen beni affetsen de ben kendimi affedemen, Alvina." Kafamı sallayıp önüme döndüm.
Gözlerimde dikenler vardı sanki.
Görüyordum, belki de hissediyordum.
Sadece Oflaz değil, o küçük çocuk da yalnız kalmıştı.
Ben sarılıp yaralarını saramamıştım.
En azından denemiştim.
O ise ne denemişti, ne önem vermişti.
Bende bitmeyecek bir yara, asla filizlenemeyecek bir çiçek bırakmıştı.
---🥂🪷
Selaam!
Nasıl bölümdü 🥹
Son sahne en keyif aldığım (!) yerdi hdmdhdndj.
Bu arada bölümün geciktiğinin farkındayım. Bir daha olmaz, söz.
Seviyorum sizi!
Öptüm! 💋🍬
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.45k Okunma |
109 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |