22. Bölüm

22. Bölüm: Çıkmaz Sokak

Leddy 🥂✨️
leddyasteria

Merhaba.

 

Yorumlarınızı bekliyorum🫶🏼

 

Bölüm sonu buluşalım fıstıklarım💋🤍

 

---🪷🩷

 

Rusya'nın buz gibi soğuğundan şifa kapmamak için aracın klimasını iyice açtım. Türkiye'de pek kar yoktu ama burası bembeyazdı. Güneş doğmasa da karlar etrafı aydınlatıyordu.

 

Arabamı getirmelerini Ares istemişti. Havaalanının önünde bekleyen bir adamdı aracı teslim eden.

 

Yayaların geçmesini beklerken düşüncelerde boğulmamaya çaba gösterdim.

 

Havaalanına girdikten sonra hepsi ayrı bir şey sormuştu. Kimse benden cevap alamamıştı. Oflaz'ın geldiğini bilmiyorlardı.

 

Havaalanında gitmemem için tonlarca söz söylemişlerdi çünkü bok gibi halimi götmüşlerdi.

 

Yayalar geçmeye devam ederken Pera'ya geldiğime dair kısa bir mesaj attım.

 

Arkadaki araba korna çaldığında gaza yüklenip hızla ilerledim. Gözlerim yanmaya başlamıştı. Dehşet uykum vardı.

 

Fazla hızlanmış olmalıyım ki yanından geçtiğim her araç sürcüsü tersce bakmıştı.

 

Arka koltukta oturan Hector de uyarır gibi havladığında hızımı yavaşlattım.

 

Israrla çalan telefonumu açtım. "Efendim Olga?"

 

"Neredesin?" dedi Rusça konuşarak.

 

"Rusya'ya girdim az önce."

 

"Ares kapıyı açtırmıştı, eve girdim ben." Kaşlarım çatıldı. "Klimaları açtım, hava çok soğuk; üşütme. Bir de dolaba yemek yapıp koydum, onu da ye."

 

"Çok teşekkür ederim," dedim minnetle. Aslında gereği yoktu. "Niye zahmet ettin?"

 

"Ne zahmeti kızım? Biraz çorba ve mantar yaptım, beğenirsin umarım." Düşüncesini severdim. Mantar sevdiğimi unutmamıştı. "Dolaba da bir şişe şarap koydum, en sevdiğinden. Fazla abartma ve aklımı sende bırakma."

 

"3 şişeden aşağısı kesmez beni ya," dediğimde güldü. Ciddiye bile almamıştı. Telefonu yüzüme kapattığında garipsemedim, bu genelde de yaptığı bir şeydi.

 

Sokaklarda gezen az insan vardı. Sanki hepsinin bir acelesi, yetişmesi gereken bir işi vardı.

 

Yüzlerinde alışamadığım bir gerginlik. Aslında kaba ya da sert değillerdi ama dışarıdan bakınca öyle duruyordu. Belki de eksi kaç derece olduğunu bilmediğim havanın etkisiydi.

 

Evin olduğu caddeye girip otoparka doğru sürdüm. Rezidansta bir daireydi. Küçüktü fakat sıcak ve samimiydi.

 

Arabayı park etmek için güvenlik yanıma gelse de reddetmiştim. Kendim de yapabilirdim. Hector'u da indirip kapıları kilitledim.

 

Araçtan çıkıp asansöre ilerlerken yan dairemde oturan adam ile karşılaştım. Gençti, benden birkaç yaş büyüktü. Polisti, işine aşıktı.

 

"Şaka mı?" Rusça konuşmasına eşlik etmeden önce güldüm. Nöbetten dönmüş olmalıydı.

 

"Şaka olmasını mı isterdin Rodion?" Güldü. Yan yana yürümeye başladığımızda asansör yerine merdiveni tercih etmiştik.

 

"Açıkcası beklemezdim." Yanımda yürüyen köpeğime baktı. "Gitgide büyüyor galiba?"

 

"Gün geçtikçe." Beni görüp tanıyan bir kadın gülümseyip selam verdi. "Sen nasılsın?"

 

"Ben iyiyim de, seni buraya hangi rüzgar attı?" Yüzümü buruşturdum.

 

"Rüzgar mı fırtına mı bilmiyorum Rodion." Kaşları havalandı.

 

"Bir şey olmuş." Kafasını salladı. "Kötü bir şey."

 

"Önemli bir şey yok," desem de inanmadı. Çok samimi değildik. Ancak güvenebileceğim birisi olduğunu biliyordum.

 

"Gelsene, kahve falan içeriz," dediğinde onun dairesinin önündeydik.

 

"Yanlış anlamayacaksan ben biraz dinlenmek istiyorum," dedim. Buna ihtiyacım vardı. "Belki yarın?"

 

"Yarın mı? Kalacak mısın?" Kafamı salladım.

 

"Bir süre buralardayım." Kapıma ilerlemeden önce "Görüşürüz," dedim. Veda etmeden, görüşme sözü almadan ayrılmaktan hoşlanmazdı.

 

"Elbette," dedi hafif bir tebessümle.

 

Ben evime girene kadar kapısından içeri bir adım atmadı. Aslında bunun gereği yoktu zira 7 adım falan vardı aramızda.

 

İçeri girdiğim an elini kaldırıp salladı, o da evine girdi. Öylece bakmakla yetinmiştim.

 

Kapıyı kapatıp ışığı açtım, etrafa kısa bir bakış attım. Her şey yerli yerindeydi.

 

Ev hem mis gibi yemek, hem de çiçek kokuyordu.

 

Hector salona geçip koltuğa uzandığında ben de onu takip ettim. Direkt sütyenin kopçasını açıp berjere fırlattım, saçımdaki at kuyruğunu topuza çevirdim.

 

"Acıktın mı oğlum?" Yüzüme baktı, bir kere havladı. Evet demekti bu.

 

Yatak odasına girip dolabımı açtım. Küçük bir odaydı, dolabımın aksine. Birçok kıyafet vardı burada.

 

Evin içi sıcak olduğu için ne giyeceğimi pek de umursamadan şortlu bir gecelik takımı aldım. Üstünde bir sürü kırmızı kalp vardı.

 

Aynadaki aksime korkarak baktım. Tam bir depresyon havasındaydım. Pijamam, saçma sapan saçım, şişen dudaklarım... Ofladım, dolabımdan çıkardığım peluş terliği giydim.

 

"Şahtım, şahbaz oldum," diye söylenerek aynaya nefret dolusundan bir bakış attım.

 

Evimin birkaç köşesinde turuncu ve yeşil detaylar vardı. Yeşili çok severdim ancak turuncuyu neden seçtiğimi bilmiyordum.

 

Kısa koridordan geçip minimal mutfağa girdim. Her şeyi az ve küçük seçmiştim. Fazla eşya göz yoruyor gibiydi.

 

Burada tanıdığım bir şarküteri işletmecisinden Hector için et istedim. Garipsemememişlerdi, buradan daha önce de erken ya da geç saatlerde et istiyordum.

 

Saat sabahın 6'sıydı. Dükkan da muhtemelen açık değildi. Ancak yine de kısa bir süre içinde kapı çalmıştı.

 

Mutfakta oturduğum sandalyeden kalkıp kapıya ilerledim. Açtığımda kapının önüne bırakılmış bir poşet eti gördüm.

 

Ödemeyi kapıda alacaklarını söylemişlerdi. Fakat kapıda kimse yoktu. Poşeti içeri alıp siparişi verdiğim kadını aradım.

 

"Ücreti nasıl ödeyeceğim hanım efendi?" Kadın güldü.

 

"Alvina hanım, Hector'u ilk sahiplendiğiniz günden beri bizden alışveriş yapıyordunuz. İzin verirseniz bu seferlik bizden olsun." Küçük bir işletmeydi. Anne ve kızı hem et hem de süt ürünleri satıyordu.

 

"Olmaz ki böyle," dedim. Hector yemeğinin kokusunu almış olsa ki hızla mutfağa girdi, bacaklarıma sırnaştı. "Ben dükkanınıza gelip ödemeyi yapsam?"

 

"Lütfen," dedi telefonu alan annesi. "En azından bu seferlik bizden olsun."

 

"Ama-"

 

"Yeni müşteri geldi, oyalama bizi." Neşeli sesleri benim de gülmemi sağladı. En azından kısa süreliğine.

 

"Pekala, kolay gelsin." Dükkana bu saatte kimse gelmezdi. İkramlarını kabul etmeyeceğimi düşündükleri için bir bahaneleriydi.

 

Elime geçen ilk tabağa Hector'un yemeğini koyup iştahla yemesini izledim. "Dur, Hector," dedim aklıma gelenle. Vitaminlerini salondaki çantamdan alıp tabağa döktüm. "Yiyebilirsin."

 

Olga'nın benim için yaptığı yemekleri akşam yiyecektim. Dolabı açıp ne yiyebileceğime bakarken krem peyniri gördüm. Bunu da Olga almış olmalıydı.

 

Masadaki çöreklerden birini aldım, az bir parçayı peynir ile yedim. Bunu da yemezsem açlıktan bayılacaktım.

 

Telefonum çalmaya başladığında ağzımdaki lokmayı yuttum, temiz olan parmağımla çağrıyı yanıtladım.

 

"Efendim baba?"

 

"Gittin mi? Haber vermedin?" Endişelenmekte haksız değildi.

 

"Geldim, bayağı oluyor. Aramayı unuttum." Derin bir nefes aldı.

 

"Unutma kızım. İçim içimi yiyor böyle." Yemesine müsade etmemek de onun elindeydi.

 

"Unutmam," dedim rahat bir sesle. "Sen neden uyumuyorsun? Çok erken."

 

"Senin gitmeni bekledim. Evdesin değil mi şu an?"

 

"Evdeyim." Son lokmamı da ağzıma atıp çiğnemeye başladım.

 

"Uyu biraz, dinlen. Yol yormuştur." Uyumaktan başka opsiyonum da yoktu. Sabahın köründe ne yapabilirdim? Üstelik güneş yeni doğmaya başlamıştı.

 

"Uyurum, sen merak etme." Yine derin bir nefes aldı. Tepki vermedim.

 

"Görüşürüz, dikkatli ol."

 

"Tamam," dedim kısık bir sesle. "Görüşürüz." Bir şey daha demesini beklemeden telefonu kapattım. Sonra hızımı da alamayıp sessize aldım. "Hadi bebeğim, uyuyalım." O zaten yemeğini bitirmişti. Benim yememi bekliyordu.

 

Yatak odasına gitmeden önce dış kapının önünden geçerken kapıyı da kilitledim. Ne olurdu, ne olmazdı.

 

Terliklerimi çıkartıp yatağa yattım, peluş battaniyeyi üstüme çektim. Oda karanlık sayılırdı. Perdeler güneş ışığını geçirmiyordu.

 

Hector yatağa zıpladığında battaniyenin bir köşesini kaldırıp onu da yanıma aldım. Dibime sokulup bana sırnaştığında kısa süreceğini bildiğim bir huzurla gözlerimi kapattım. Uzun bir süre uyuyacağımdan emindim.

 

Ki uyumuştum da.

 

Ama bu ne denli uykudan sayılırdı, tartışılırdı.

 

Gözlerimi her kapattığımda karşımda beliren 2 yüze defalarca saydırmıştım.

 

İşin ilginç yanı benim kendimi suçlu hissetmemdi.

 

Sanki buraya gelirken iki kocaman adamı değil, sevgiye muhtaç ufak çocukları bırakmıştım.

 

Böyle hissettiren yanım da günlük sövme dozunu alabilmişti.

 

Gözüme gelen ışık, çalan bir alarm yoktu. Sadece aklımdakiler vardı. Onlara da bir çözüm yolu bulamazdım.

 

Öğleyi bayağı geçmişti, 16.30'a geliyordu.

 

"Günaydın," dedim Hector'u uyandırarak. "Hadi, kalk." Ben uyandırmasam da yanından kalktığımı anladığında kalkacaktı.

 

Battaniyeyi üzerimden çektiğimde kısa bir an ürperdim. Ev sıcacıktı ama battaniyenin altı kadar değildi.

 

Peluş terliklerimi giyip lavaboya girdim. Saçlarımı yine saçma bir şekilde toplayıp mutfağa doğru ilerledim.

 

Uykumu dağıtmak için kahve yaparken gözlerim sürekli bir yerlere dalıyordu. Arkamda kalanları düşünmekten ana odaklanamıyordum.

 

Odamdaki bilgisayarın şarjını kontrol ettim. Azdı, bana yetmezdi. Onu şarja takıp tekrar mutfağa girdim, kahvemi de alıp salona geçtim.

 

Telefonumu açıp boş boş gezindim. Yapabileceğim bir şey de yoktu.

 

Kahveden bir yudum aldığım sırada telefonum çaldı. Suay arıyordu, bekletmeden açtım.

 

"Efendim?" Koltuğa oturup rahat bir pozisyon aldım.

 

"Napıyorsun? Dün arayacaktım ama rahatsız etmek istemedim, abime sordum gidip gitmediğini." Hector küçük bir top bulmuş, yanıma gelmişti.

 

"Az önce uyandım, kahve yaptım şimdi." Topu bana uzattığında aldım, salona doğru attım. Koşarak bulmaya gitti.

 

"Yemek yiyecekmişsin, alkol ve sigara tüketmeyecekmişsin," diye bilmem kaç kere duyduğum şeyleri tekrarladı.

 

"Anlayamadığımı falan mı düşünüyorlar?" İsyanım ona değildi.

 

"Ben de bilmiyorum, zorla söylettiler." Bir kapı kapanma sesi geldi. "Vina," deyip derin bir nefes aldı.

 

"Suay?"

 

"Ben bir şey istemiştim ya senden, Yekta ile konuşacaktın." İsmini söylerken bile sesi titriyordu.

 

"Evet," dedim Hector'un getirdiği topu geri atarken.

 

"Bir şey istesem onu da söyler misin?" Onaylayan bir mırıltlı çıkardım. "Vina... Eğer yüzüme acıyan gözlerle bakacaksa hiç karşıma çıkmasın, yanımdan geçmesin." Derin bir nefes aldı. "Ben de abimle konuşacağım, en kısa sürede..."

 

"Söylerim." Ben de büyük bir şey isteyecek sanmıştım.

 

"Vina, gerçekten çok özür dilerim ama başka hiçbir çarem yok."

 

"Suay," dedim ikaz dolu bir sesle.

 

"Ben onunla karşı karşıya gelirim diye öyle çok çekiniyorum ki... Dışarı bile çıkmak istemiyorum."

 

"Suay, eğer sen kararında kesinsen ben hemen konuşacağım. Sana karşı daha fazla nefret beslemesine izin vermeyeceğim." Derin bir nefes aldım. "Bu konu hakkında konuşmayı kabul ederse tabii..."

 

"Ben eminim, en azından doğruları öğrenme hakkı var."

 

"Tamam, Suay." Konuşurdum. Suay için yapabilirdim.

 

"Ama senin için zor olaca-"

 

"Benim için zor olmayacak, Suay. Sen bunları düşünme."

 

"Teşekkür ederim," dedi gerçek bir minnetle. "Yanımda olduğun için, yardım ettiğin için."

 

"Ben de aynısından," diye mırıldandım. "Suay, şimdi kapatsam olur mu?"

 

"Görüşürüz." Sesinde dizginleyemediği bir neşe vardı.

 

"Görüşürüz." Telefonu kapattım. Yekta'ya hemen haber vermeyecektim, o kadarına benim de cesaretim yoktu. Belki 2 belki 3 gün sonra arardım, görüşmemiz gerektiğini söylerdim. Fakat konu Suay olduğunda verdiği tepkiyi görmüştüm, tekrar aynısına maruz kalmak istemiyordum. Bu yüzden konuşacağım şeyi söylememeyi tercih ederdim.

 

Telefondan konuşabileceğim bir mevzu hiç değildi, direkt yüzüme kapatma ihtimali çok yüksekti. Ben de bu riski almayacaktım.

 

Kahve bittiğinde fincanı koltuğun köşesine bıraktım. Düşmemesini umuyordum.

 

Bilgisayarın şarjı az da olsa dolmuştu. Alıp dizlerime koydum, bacaklarımı uzattım.

 

Sabit, stabil bir işim olduğu söylenemezdi. Mahkemelere çıkan örgüt liderlerini savunuyordum. Bir nevi avukatlık gibiydi.

 

Resmi olarak Oflaz'ın örgütünü temsil etmeyi sürdürüyordum. Doğal olarak o işlerle ilgilenmem de gerekliydi.

 

İçimden asla gelmiyordu ama resmi kaynaklara göre savunmamı yapmazsam da ben suçlu sayılırdım.

 

E-mail adresime girip gelen iletilerden birine tıkladım.

 

Oflaz'ın vurulduğu dava ile ilgiliydi. Adamın tutuklandığını, ağır şartlarda cezalandırıldığı yazsa da pek inanadırıcı değildi. Ben de unuttuğum ve peşine düşmediğim için dosya resmi olarak kapanmıştı. Gerisi şu saatten sonra beni ilgilendirmemeliydi.

 

Sahi, nasıl atlamıştı o kurşunun önüne?

 

Gerçi, nasıldan daha mühim bir soru da vardı.

 

Neden atlamıştı o kurşunun önüne?

 

Aklımda denk düşemeyen, mantığa kavuşamayan bir olay daha olmuştu bu.

 

Bir amaç dahilinde yanında tuttuğu bendim. Korumak için önüne atladığı da bendim.

 

Tuhaftı, kendime bir açıklama bile yapamıyordum.

 

Düşüncelerimi bölen şey telefonuma düşen çağrı oldu. Arayan Nevra Hanım'dı. Bana bahsettiği vakıfla ilgili konuşacağını düşündüğüm için açtım.

 

"Efendim?" Numaramı daha önceden karşılaştığımızda vermiştim.

 

"Nasılsın?" Benden muhtemelen 10-15 yaş büyüktü. Abla demek istemediğim için ise 'hanım' demeyi sürdürdüm.

 

"İyiyim, siz nasılsınız Nevra Hanım?" Derin bir nefes aldı.

 

"Alvina, aslında seni böyle bir konudan rahatsız etmeyi inan bana istemezdim." Sesi de mahçuptu. "Biliyorsun, bizim kadınlar ve çocuklar için olan vakıflarımız, birçok yetimhanemiz, sayısız psikolojik danışma merkezimiz, sığınma evlerimiz var."

 

"Evet," dedim sorgulayarak.

 

"Birkaç büyük çete bunu çökertmek, tüm projeleri iptal etmek istiyor. Üstelik başkandan da destek alıyorlar." Nedendi?

 

"Benim yapabileceğim bir şey var mı Nevra Hanım?"

 

"Var," dedi utana sıkıla. "Bizim markamızın ortaklarından, anayüzü olmandan daha kıymetli bir şey yok."

 

"Elimden gelen her şeyi yapacağımdan emin olabilirsiniz." Sessiz kaldığında tekrar konuştum. "Sizin benden istediğiniz başka bir şey var sanırım."

 

"Birkaç gün sonra farkındalık olmasını amaçlayarak televizyonda bir programa çıkmayı düşünüyoruz," dedi. "Sen de katılırsan ciddi anlamda dikkat çeker ve muhtemelen izlenme oranları da artar. Daha fazla kişiye ulaşmış oluruz, daha çok kadının sesini duyabiliriz."

 

"Tarih belli olduğunda söylersiniz, ben de size ona göre katılıp katılamayacağımı iletirim." Kesin katılacağıma dair bir söz veremezdim. "Maddi açıdan pürüz olursa da lütfen çekinmeden söyleyin, yardım etmeyi isterim."

 

"Bizim kurumlarımızda pürüzler hiçbir zaman maddiyattan kaynaklanmadı, Alvina. Ancak bilirsin, küçük bir çocuğa hak ettiği sevgiyi, yetişkin de olsa bir kadına hak ettiği değeri verememek manevi açıdan büyük pürüzleri doğurur." Bu söyledikleri nereye bağlanacaktı? "Bu açıklığı giderecek tek şey ise sevgi. Eğer sen de istersen ve zamanın olursa, Türkiye'deki çocuk yurtlarını ziyaret edebilirsin."

 

"Yakın zamanda Türkiye'ye dönmeyi düşünmüyorum, Nevra Hanım. Ama geldiğimde uğrayacağıma dair şüpheniz olmasın."

 

"Çok teşekkür ederiz. Herkes pamuk gibi bir kalbin olduğundan bahsederdi. Açıkcası ben bu kadarını beklemezdim." Güldü hafifçe. "Haberleşiriz, Alvina."

 

"İyi günler, Nevra Hanım."

 

Telefonu kapatıp tekrar bilgisayara uzandım. Canım hiçbir şey yapmak istemese de mahkemelerle ilgili kararların yazılı olduğu dosyalardan birine daha tıkladım.

 

Oflaz'ın yüzü, kendisi çok merak edilir ve aranırdı. Fakat bulunabilen tek bir şey olurdu: X sembolü.

 

Beni savunmacı olarak seçtiği gün belki de tüm örgütler, halk Oflaz'ı görmüştü.

 

Bir kesim ona hayranlığını dile getirmek, bir kesim onu ortadan kaldırmak için uğraşıyordu.

 

Dosya da bununla ilgiliydi.

 

Başkan da ortadan kaldırmak isteyenlerin tarafındandı. Çünkü onlara göre tüm bu başkaldırıların asıl sebebi Oflaz olmuştu.

 

Yazan cümlenin saçmalığını kabullenemediğimde bir kez daha okuma gereği duydum.

 

Korumalarının çok fazla ve gereksiz olduğundan, eğer sayıları azaltılmazsa ceza kesileceğinden bahsediyordu.

 

Aslında baksalar görürlerdi. Oflaz'ın da örgütünün de aşırı bir koruması yoktu. Diğer örgütlerle eşdeğerdi.

 

Bunu onlara söyleyip önlem almalarını isteyemezdim. Aynı mesaj onlara da gelmiş olmalıydı.

 

Bu ve bu gibi insanı delirtecek cinsten onlarca mesaj vardı. Hepsiyle tek tek ilgilenip çoğuna dönüş yaptığımda oldukça yorulmuştum. Sürekli klavye ile uğraşmaktan acıyan parmaklarımı birbirlerine sürtüp hafifçe ovaladığımda son dosya da bitmişti.

 

Karnımdan gelen sesler acıktığıma işaretti. Neyse ki yemek hazırdı, bir de onu hazırlamakla uğraşmayacaktım.

 

Mutfağa girip buzdolabını açtım, tavadaki mantarı ocağa koyup altını yaktım. Çorbayı yemek ve yememek arasında kalsam da onu da ısıtmaya karar verdim.

 

Boş boş bakınıp sotelenmiş mantarları izlerken kapı çaldı.

 

Bu saatte kim gelmişti?

 

Gerçi saatin pek bir absürt yanı yoktu. Tuhaf olan evime birisinin gelmesiydi.

 

Kapıya ilerleyip delikten baktığımda Rodion olduğunu gördüm. Tam kulba uzanıp açacaktım ki duraksadım.

 

"Rodion, biraz bekletebilir miyim seni?" diye seslendiğimde duyduğundan emindim ama cevap vermedi.

 

Koşar adımlarla odama girip fırlattğım sütyeni buldum, hızlıca giydim. Üzerimdeki gecelik satendi, direkt uzuvlarımı belli ettiği için yanımda bir başkası olduğunda rahatsız olurdum.

 

Kulbu aşağı doğru indirsem de açılmadı. Kaşlarım çatılsa da bu kısa sürdü.

 

Kapıyı dün kilitlediğim bugün aklıma gelmişti.

 

En sonunda açabildiğimde Rodion gülümseyerek bana bakıyordu. Üstünde şık bir gömlek ile pantolon vardı.

 

"Merhaba," dedi kibar bir sesle. Rusça'yı güzel konuşurdum, anadilim sayılacak dereceye ulaşmıştım. Ancak aksan işi bazen olmuyordu. Hele ki Rodion'un aksanı, kelimeleri söyleyişi bambaşkaydı.

 

"Merhaba, Rodion," dedim o gibi.

 

"Rahatsız etmedim umarım?"

 

"Yok, hayır tabii ki." Gülümsemesi genişledi.

 

"Dışarı yemeğe gidecektim, bana eşlik eder misin diye sormak istemiştim." Kaşlarım havalandı.

 

"İnan, çok isterdim ama bugün doğru zaman değil." Kafasını salladı. "Peki, içeri geçmek ister misin? Mantar seviyorsan bana eşlik edebilirsin."

 

"Ben seni rahatsız etmeyim, başka zaman dışarıda yeriz."

 

"Eğer gelmek istemiyorsan bir şey diyemem ama nezaketen gelmeyim falan diyorsan bozuşuruz, Rodion." Güldü. Samimi bir gülüştü.

 

"Tamam, kabul ediyorum. Nezaketen reddetmiştim." Kapının önünden çekilip geçmesi için yol verdiğimde içeri girdi.

 

"Hoş geldin," dedim o paltosunu çıkartırken.

 

"Hoş buldum," derken paltoyu asabileceği bir dolap arıyordu.

 

"Ben alayım." Paltosunu aldım, elimle salonu işaret ettim. "Geç, otur. Geliyorum ben de."

 

Vestiyere paltoyu astım, ben de salona geçtim. Hector koltuğun bir ucunda, Rodion öbür ucundaydı.

 

"Hemen yiyelim mi yemeği?"

 

"Çok iyi olur," dedi ve o da ayağa kalktı. Ben mutfağa girdiğimde Rodion da girmişti. "Sana emrivaki gibi oldu ama..."

 

"Saçmalama lütfen," dedim yapay bir sinirle. Isınan çorbanın altını kapattım, kaseleri dolaptan çıkarttım.

 

"Ben ne yapayım?" Etrafına bakındı.

 

"Şarabı kadehlere doldurabilir misin?" Dolaptan şarabı çıkarttığında kadehlerin olduğu dolabın kapağını açtım. "Ee, nasıl gidiyor?" diye sordum çorbaları tabaklara dökerken. Tavuk sulu bir sebze çorbasıydı.

 

"Bildiğin gibi, her şey yerli yerinde ve aynı." Doldurduğu kadehleri masaya koydu. "Sende nasıl durunlar?"

 

"Pek iyi sayılmaz, düzenim tamamen alt üst oldu." Çatal kaşıkları da kaselerle beraber masaya koydum, sandalyenin birine oturdum.

 

"Neden, değişen bir şeyler mi var?" O da oturup çorbasından bir yudum aldı. "Sevgilin varmış sanırım?" Medyaya bazı şeyler düşmemişti. Oflaz ile olan durumum gibi.

 

"Hayatımda alıştığım, sevdiğim ne varsa gitti diyebilirim." Kalbimde bir sızı vardı. "Halledemeyeceğim bir şey değil diye düşünüyordum." Derin bir nefes aldım. "Ne yazık ki bir düşünce olarak kaldı."

 

"Vina, bazen her şeyi tek başına halledemezsin." Çorbalar bitmek üzereydi. "Bir desteğe, yaslanabileceğin bir omza, içini dökebileceğin birine ihtiyacın olur."

 

"Ve bazen bu saydıkların bile işe yaramaz." Gülümsedim. "Öyleli bir durumun ortasındayım, Rodion." Kasenin altındaki tabağa mantar koymak için kalktım, yiyebileceğim kadarını aldım. Rodion daha çorbasını bitirememişti. Kadehleri de masaya bıraktığımda konuşmaya devam ettik.

 

"Ben ilk defa seni böyle görüyorum. Solmuş, bıkmış ve çaresiz." Tek kaşı havalandı. "Sahiden, ne oldu Vina?" Kısa bir an göz temasında bulunduk. Bu rahatsız hissettirdiğinde hafifçe gülümsedim. Sanki gözümden bakıp aklımdakileri okuyacak gibi gelmişti.

 

"Mantar ister misin?" Sadece kafasını salladı.

 

"Şu sevgilinle mi alakalı?"

 

"Kısmen," dedim sandalyeye geri otururken. "Sen endişelenme Rodion. Kırıldım sadece, hepsi bu."

 

"Vina, kim ne yaptı ve seni neden kırdı bilmiyorum. Tek bildiğim ne olursa olsun üzülmeyi hak etmediğin."

 

"Ya şimdi boş ver bunları." Kadehini eline aldığında ben de kendiminkini aldım, hafifçe onun kadehiyle tokuşturdum. "Burada durumlar nasıl?"

 

"Değişen birkaç şey var sadece."

 

"Hani biri vardı ya... Kadını kocası aldatıyordu. Onlar ne oldu?" Sürekli didişirlerdi. "En son ben giderken kadın silahla kovalıyordu adamı."

 

"İkisi de birbirinden manyaktı," dedi beni daha fazla zorlamayıp konu değiştirme isteğimi kabul ederek. "Kadın adamı öldürdü."

 

"İnan hiç şaşırmadım."

 

"Bunu söylemek için erken," dedi gülerek. "Kadın adamı öldürdükten sonra adamı gömmek yerine evde bekletiyor. Kocası evde durmaya devam ederken kadın da sürekli kocasını aldatıyor." Rodion sürekli el-kol hareketleri yapardı, mimik kullanmayı da severdi. O yüzden onu dinleyen birinin yüzüne bakmaması imkansız gibiydi. "En son kendisini de öldürmüş. Kocasının yanı başında."

 

"Yani, kadın haklı." Kafamı salladım. "Adam sürekli aldatıyordu sonuçta."

 

"Aldatmanın cezası ölüm mü olmalı?" Ölüm değildir, demiyordu. Sorguluyordu.

 

"Basit bir aldatmadan bahsetmiyoruz ki. Adam ten temasını bir kenara bıraktığımızda dahi sürekli yalan söyleyen ayyaşın tekiydi."

 

"Yaşadıkları şeyler onu buna ittiyse?" Kafamı iki yana salladım.

 

"Hadi ama Rodion, 40 yaşında bir adam nasıl biri olacağını seçemez mi? Bence o bağımlılığından değil, aptallığından yapıyordu bunları."

 

"Bazen 40 yaşında da olsan nasıl biri olacağını seçemezsin, Vina."

 

"Elbette, seni zorunda tutan birçok şey olabilir. Mesela alkol bağımlısıdır, bu ona çok önceden bulaşan bir illet olabilir. Ki zaten bunları belki de istese de değiştiremez." Arkama yaslanıp tabağımı itekledim. Bitmişti. "Seçebileceği şey sevdiği kadını, sevdiği kişiyi üzmemekti. Karısını aldatmayabilirdi. Ki ben o kadını az çok tanıyordum. Eğer kocası düzgün bir dille izah etseydi ve onu aldatmasaydı şu an belki de çocukları olurdu."

 

"Vina, mahkemeye uzun zamandır çıkmıyordun sanırım. Kadının sözcüsü gibi konuştun." Gülümsedim.

 

"Mesleki deformasyon," dedim gülümsemeyi sürdürerek. "Bakma çok konuştuğuma, içimdeki sesi susturmak için uzattıkça uzatıyorum."

 

"Seni gerçekten çok yıpratmışlar." Öyleydi ancak artık bunun bir önemi yoktu. Sessiz kaldığımda konuyu değiştirdi. "Doğum gününde burada mısın?" Sorusuyla duraksadım. 2 hafta kalmıştı.

 

"Buradayım." Yani ben öyle umuyordum.

 

"Dışarı mı çıksak biraz?" Üstümdeki kıyafetlere şöyle bir baktım. Bu kılıkta çıkmazdım, hazırlanmaya da üşeniyordum.

 

"Ben sanırım bugün de çıkmayacağım." Gülümsedi. "Ama söz, yarın çıkarız." Yarın ne değişirdi bilmiyordum. Bildiğim evde biraz daha kalırsam kafayı yiyeceğimdi.

 

"Pekala." Yemeğimizin bittiğine kanaat getirmiş olsa ki ayağa kalkıp tabakları toparladı. Ben de çatalları alıp tezgaha yönelecektim ki elini koluma yerleştirip engelledi. "Ben hallederim, sen dinlen."

 

"Rodion," dedim çatılan kaşlarımla. "Sen misafirsin, geç ve otur."

 

"Bitti bile," derken tabakları sudan geçiriyordu. "Senin evime geldiğinde yapmadığın tek şey camları silmek oluyor."

 

"Evini bok götürüyorsa bu benim sorunum değil." Göz kırptım. Pis olduğu falan da yoktu. "Dolaptan cips de açarsın o zaman." Onu kim almıştı bilmiyordum ama dolaptaydı. Ters ters baktı. Ciddi olduğunu düşünecekken konuştu.

 

"E tabii. Bir hanımın hizmetçisi olmak kolay iş değil." Güldüğümde o da güldü. "Yerleri sildim, kıyafetlerinizi ütüledim efendim."

 

"Yalnız komidinlerin içindeki süslerin tozunu almamışsın." Ellerini durularken rolüne devam etti.

 

"Affedersiniz efendim. Siz çekmecelerin içine ellemememi söylemiştiniz."

 

"Bu beni değil seni ilgilendirmeli. Sorman lazımdı." Yüzümü buruşturdum. "Iy yeter. Kendimden soğudum." Ben arkamı dönüp salona ilerlerken o gülüyordu.

 

Modum yine düştüğünde kendimi koltuğa attım. Hector yanıma gelip uzandığında birbirimize sırnaştık. Başımın altındaki yastığı kolumla düzeltip iyice yerleştim, kumandayı elime aldım.

 

Film izlemekten başka bir aktivite aklıma gelmiyordu. Konuştukça enerjim çekiliyordu.

 

"Film mi izliyoruz?" diyen Rodion elindeki cips dolu tabakla geliyordu. Yanımda uzanan Hector'u gördüğünde olduğu yerde kaldı. "Bana kilitlendi şu an."

 

"Oğlum, ne bakıyorsun öyle?" Yüzünü avcumun arasına alıp hunharca sevdiğimde birkaç hırıltı çıkardı. "Ben yanındayken bir şey yapmaz sana."

 

"Bunu kendisi söylese bile inanmam ama öyle olsun." Koltuğa oturup televizyonda açtığım film sitesine baktı.

 

"Ne izleyelim?" Omuz silkti. "Cinli falan mı izlesek?" Kısa bir an yüzüme baktı.

 

"Ne gereği var gerilmenin?"

 

"Korktun mu?" dedim alayla.

 

Kafasını iki yana salladı. "Rus yapımı cinli film yok."

 

"Aşk da çok dramatik olur." Filmlerde yavaş yavaş dolaştım.

 

"Bak, şu polisiye konulu güzele benziyor." Başka bir filme de bakmak yerine onu seçtim. Normalde benim izleyeceğim bir film değildi. "Işığı kapatsam rahatsız olur musun? Ben öyle daha iyi odaklanıyorum."

 

"Kapatabilirsin." Işığı kapattı, geri yerleşti. Oda karanlık olduğunda uzandığım yerde tamamen yatar pozisyona geçtim.

 

Filmin ilk dakikaları sıkıcıydı. Bu sıkıcılık da benim uykumu getirebilmişti.

 

Rodion heyecanla filmi izlerken ben gelen uykumla daha fazla savaşamadım.

 

Rodion'un çıkarken üstüme bir şeyler örttüğünü hayal mayal hatırlıyordum.

 

Sabahın ne ara olduğunu bile bilmiyordum. Hector yüzümü yaladığı için uyanmıştım. Karnı acıkmış olmalıydı.

 

"Gece mama yedin, şimdi et mi alsak?" dediğim an kuyruğunu salladı. "Oğlum, sen bir otur; ben hazırlanıyım da dışarı çıkalım." Ben de biraz hava alırdım.

 

Odama geçip dolabımı açtım. Siyah kısa bir eteğin altına giymek için aynı rekte bir çorap çıkarttım, ten çorap gibiydi. Eteğin içine giymek için siyah, ince bir kazak da seçmiştim. Kalın, şık bir ceket de aldım, hepsini yatakta topladım. Blazere benzeyen ceket gri tonlarındaydı.

 

Giyinmeden önce lavaboya girip ihtiyaçlarımı karşıladım. Dişlerimi fırçalayıp saç spreylerimden saçlarıma sıktım. Tarağımı alıp odamdaki makyaj masasının önündeki pufa oturdum. Hafif bir makyaj yaptım; güzel, tok bir ruj ile yüzümdeki odakları dudağıma çevirdim. Bordo-kırmızı arasında bir tondu.

 

Masanın üstündeki parfümümden de birkaç fıs sıktım, derin bir nefes çektim.

 

Annemin kullandığı parfümdü bu. Aslında marka o seriyi üretmeyi bırakmıştı. Fakat ben başka bir parfümöre aynı kokudan yaptırmıştım.

 

Tarif edebileceğim, stabil bir kokusu yoktu. Değişmeyecek tek şey mis gibi çiçek kokusuydu.

 

Kıyafetlerimi giydiğimde aynada kendime baktım. Saçlarım dışında gayet okeydi. Eteğin minik yırtmacı tatlı duruyordu.

 

Saçımı tararken yere düşen tutamlara ters bir bakış attım. Bir de onları toplamakla uğraşacaktım.

 

Düzleştiriciyi elime alıp her tutama nazikçe davrandım. Çok uzun süredir saçlarımı düzeleştirmiyordum. Gerek üşenmekten gerek de bir yere gitmediğimdendi.

 

Saçlarımı düzleştirince daha da uzun olmuştu. Bazı tutamlar utanmasa kalçama erişecekti.

 

Aynaya son bir kez bakıp giymem gereken ayakkabıyı da seçtim. Siyah bir çantanın içine sürdüğüm ruju, kartlığı ve telefonumu koydum. Arabanın ve evin anahtarını da aldığımda hazırdım.

 

"Hector," diye seslendiğimde kapının önünde topuklu, siyah botlarımı giyiyordum. "Hadi." Koşa koşa geldiğinde gülümsedim. Benim canımdı. "Hava bayağı soğuk sanki, hı?" Merdivenleri inerken dahi esen sert rüzgar bana net bir cevap vermişti: Hava soğuktan ziyade buz gibiydi.

 

Otoparkta arabamı ararken olabildiğince çabuk davranıyordum. İkimiz de oldukça acıkmıştık. Ve Hector açken gergin oluyordu. Şimdi de öyle bir andı ve etrafa sert bakışlar atıyordu.

 

Arabayı bulduğumda arka kapıyı açıp binmesini bekledim. Hızlıca kendim de bindiğimde ilk işim klimayı açmak oldu. Esen sıcak rüzgar içimi ısıtmıştı.

 

Yollar yine boş sayılabilirdi. Aşırı bir insan kalabalığı yoktu.

 

Buraya geldiğimde, et sipariş ettiğim şarküteriye gitmek için yola çıkmıştım. Kahvaltı için ne yiyeceğimi bilmiyordum. Canım da pek bir şey istemiyordu.

 

Dükkanın önünde durduğumda anne-kız kısa bir an duraksadılar. Arabadan indiğimde ise ikisi birden gülümsediler. Ben de gülümsedim, düşmemek adına attığım dikkatli adımlarla ilerledim. Hector arabadaydı çünkü havanın ani değişimleri onu çarpabilirdi.

 

"Merhaba," diye selam vererek içeri geldiğimde hızlıca dükkandaki müşterinin siparişini hazırlayıp gönderdiler.

 

"Hoş geldin," diyen Svetlana olmuştu. 50'li yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bu kadın yaşına rağmen göz alıcı bir güzelliğe sahipti. Masmavi gözler, sapsarı saçlar... Bu anne-kızı gördüğüm günden beri hiç değişmiyorlardı.

 

"Kolay gelsin." Kızı da samimice gülümsedi.

 

"Nasılsın? Çok uzun zaman oldu." Ona kalsa muhtemelen 2 gün de uzundu.

 

"İyiyim," dedim aksini iddia eden kalbime rağmen. "Siz nasılsınız? Nasıl gidiyor?"

 

"Biz de iyiyiz," dedi kızı. "Bildiğin gibi, klasik dükkan işleri."

 

"Hector için et alacaktım." Gilümsedi, bir kap çıkarıp içine hep aldığım şeylerden koydu.

 

"Buralarda mısın?" diye soran kadına döndüm. "Gelmezsin diye düşünüyorduk."

 

"Açıkçası ben de öyle düşünüyordum." Kaşları çatıldı. "Ama hayat bu, bazen planları bozabiliyor... Bir süre buralardayım."

 

"Ne olursa olsun her planda kendini ön plana koyarsan hiçbir planın bozulmaz Alvina." Göz kırptı. "Benden bir anne tavsiyesi olsun."

 

"Teşekkür ederim ancak sanırım bu da benim yapabileceğim bir şey değil." Gülümsedi.

 

"Ben yine de hissediyorum, çok mutlu olacaksın. Yolun sonunda, her şey oluruna vardığında bu dükkandan içeri gülerek gireceksin." Etleri poşete koyduğunda cüzdanımdan kartımı çıkarttım.

 

"Alvina, bu kez de bizden olsun," dedi kızı. Kafamı iki yana salladım.

 

"Çok naziksiniz, teşekkür ederim. Fakat ben böyle mahçup oluyorum." Israrcı tavrımı gördüklerinde tutarı yazdılar, kartı okutup ödedim. "Tekrar teşekkür ederim, kolay gelsin." İkisi de gülümsedi.

 

"Yine bekleriz." Burada kaldığım sürece günde bir kere hep uğruyordum buraya. Hector'a aldığım yiyecekler hep buradandı.

 

Arabama bindiğimde Hector hareketlenmiştit. Yemeğinin kokusunu almıştı.

 

"Hector, senin yemek hazır da ben ne yiyeceğim?" Arabayı kenarı çekip telefonumu aldım, yemek yiyebileceğim yerlere bakındım. Hector'un da girmesinin sorun olmayacağı bir pastane bulmuştum. Kafe de denebilirdi.

 

Pera ya da Ares beni aramıyordu fakat içten içe merak ettiklerini biliyordum. Sürekli arayıp sorsalar tepkimin hoş olmayacağını biliyorlardı.

 

Meraklarını biraz olsun giderebilmek için telefonumu bırakmadan Pera'yı da aradım.

 

Birkaç saniye sürmedi açması.

 

"Alo?"

 

"İnsan bir arar," diye cümleye girdiğimde derin bir nefes aldı. Bir şey oldu sanmıştı. "Öldüm mü, kaldım mı merak etmiyor musunuz?" Saçma tribime cevap olarak güldü.

 

"Arasam kızarsın, aramasam kızarsın." Haklıydı. "Napıyorsun? Araba sesleri geliyor."

 

"Dolaşmaya çıktım," dedim telefonu arabanın hoparlörüne bağlayıp bıraktım.

 

"İyi, gez bakalım."

 

"Gezsem ne olacak? Beynim sürekli meşgul."

 

"Senin bir beynin var mı ki meşgul olsun?" diye atılan Ares olmuştu. "Aklımızı sende bıraktın."

 

"Ya sen git dedin, Ares. Haklısın, dedin. Nefes al, dedin."

 

"Manyaksın," dedi söylediklerimi umursamadan. "Ben de aptalım. Oldu mu?" Pera güldüğünde bir sessizlik oluştu. "Pera zaten mal. Gitmene izin vermeden de öyleydi bu ama ses etmedik." Bir tokat sesi geldi. Pera Ares'e okkalı bir tokat atmıştı anlaşılan.

 

"Al sana mal. Maymuna bak hele." Pera'nın cümlesiyle güldüm.

 

"Ay bensizlik size hiç yaramıyor, kedi-köpek gibisiniz."

 

"Evet," dedi bunu hazırda bekleyen Pera. "Bu yüzden geri döneceksin, değil mi?" Derin bir nefes aldım.

 

"En azından 1 hafta kalayım?" Onlardan ayrı kalmak beni zorlayandı.

 

Tek başıma geçecek 1 hafta bile zordu. Ama orata gitmek, bana onları hatırlatacak bir şeyi görmek daha zordu.

 

En beteri ise benim karşıma çıkma ihtimalleriydi.

 

Muhtemelen ikisinin de kalbini çok fena kırardım.

 

"1 hafta mı?" dedi Pera. "Tamam, sen 3 gün daha tek kal. Sonra ben de yanına geleyim, olmaz mı?"

 

"Benim başım kel mi be?" diyen Ares bir tokat daha yedi.

 

"Pera-"

 

"Ben de biraz yalnız kalayım. Söz, seni rahatsız etmem."

 

"Ya saçmalama, rahatsız olacağım son kişi sensin Pera."

 

"Ben?!" diye böğüren Ares'e bir tokat da ben atmak istedim.

 

"O zaman geleyim mi?" Hevesli bir çocuk gibiydi. "Ne olur ki en fazla? Ne güzel, beraber dinleniriz."

 

"Bencil bir kadın mıyım ben?" Sorumla ikisi de sustu.

 

"Ne alaka?" diyen Ares oldu.

 

"Bilmem, içime öyle bir sıkıntı geliverdi. Sanki bana değer veren..." Derin bir nefea aldım. "Bana değer verebilecek herkesi tek kalemde silmiş gibi hissediyorum."

 

"Vina, keşke biraz bencil olsaydın da şu an mutlu olsaydın." Pera cevap dahi vermedi. Öyle ciddiye almamıştı.

 

"Ben buraya gelmeden önce, havaalanında ikisiyle de konuştum." İsimlerini söylemek içimden gelmemişti. "Sıraç," dedim zorlanarak. "Bir şans istedi."

 

"Ne şansı?" dedi Pera.

 

"Bilmiyorum. Sadece beni tanımak istediğini, buna ihtiyacı olduğunu söyledi." Derin bir nefes aldım. "Bu... Çok farklı hissettirdi. Sanki eksik bir parçamı bulmuş gibi oldum kısa süreliğine."

 

"Belki de dinlemelisindir."

 

"Bilmiyorum, Pera. Dinlesem hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." Yutkundum. "En korktuğum şey ise annemin onu neden sevmediğini öğrenmek... O bir karıncayı bile incitemezdi ki Pera. Her çocuğu ayrı ayrı severdi."

 

"Vina, zamana ihtiyacın var."

 

"Kendine yüklenmeyi bırak," dedi Ares.

 

"Denerim." Olmayacağını o da biliyordu. "Ben kahvaltı etmeye geldim şimdi. Sonra konuşsak olur mu?"

 

"Olur." Ares arkadan homurdanıyordu, ne dediğini anlamamıştım. "Görüşürüz çiçeğim."

 

"Görüşürüz." Arabayı boş bulduğum bir yere park ettim, Hector için aldıklarımı da yanıma almayı tercih etmedim. Dışarısı gerçekten buz gibiydi.

 

Kafeye girerken girişte karşılayan garson birkaç adım geri çıktı, dudakları titrerken gülümsemeyi denedi.

 

"Hoş geldiniz," dedi. Hector hareket ettiği an kaçacak gibiydi.

 

"Merhaba," deyip garsonun yanına ben geçtim. "Boş masa var mı?"

 

"Ben eşlik edeyim size." Yanıma yapımış gibi yakınca ilerledi benimle. "Siz istediğiniz masaya oturun, siparişinizi almaya gelecekler."

 

"Teşekkür ederim," deyip cam kenarında bir yere oturdum. Hector'u köşede, camdan tarafta oturtmuştum. Zira kimse sipariş almaya gelmeyecekti.

 

"Günaydın efendim," diyerek yanımıza yaklaşan genç bir adamdı. "Siparişinizi alabilir miyim?"

 

"Pankek, kahve ve omlet olsun lütfen." Kafasını salladı. "Omlet sebzeli olsun ve 3 yumurta ile yapılsın."

 

"Tamamdır." Yanımızdan ayrıldı.

 

Omleti oğluma istemiştim. Pankekte şeker çok olmasa da vardı -buradaki çoğu yiyecekte aynıydı-. Bu yüzden de yemesinden çekiniyordum.

 

İstediğim her şey geldiğinde önce Hector'a yedirmeye karar verdim. Aç olursa benim yediğimden isteyebilirdi.

 

Çatala batırtıdığım omleti Hector'a verdiğimde geri çevirmeden yedi. Kocaman yumurtayı 3 yudumda yediğinde ben de kendi kahvaltıma geçtim.

 

Pankekleri yerken düşündüğüm şey Yekta'yı arayıp yarın gelmesi için çağırmaktı. Bazı şeyler için geç olmamalıydı.

 

Pankekleri yediğimi gören Hector küsmüş gibi baktığında kıyamayıp bir yudum da ona verdim. Teşekkür edercesine kafasını koluma sürttüğünde gülümsedim.

 

Hesabı ödeyip kafeden çıktığımda soğuk hava tekrar etkisini gösterdi.

 

Şu an eve gitmek istemiyordum, zira biraz fazla hazırlanıp süslenmiştim.

 

Bara gitmek için ise erkendi. Biraz dışarıda gezinebilirdim.

 

Arabanın ısıtıcısını açtıktan sonra telefonumu elime aldım. Arayıp aramamak konusunda gidip gelsemde en sonunda Yekta'nın üzerine tıkladım.

 

Birkaç saniye bekledim açmasını. Çağrı geldikçe sanki o açamıyordu.

 

Tam geri kapatıyordum ki yanıtladı.

 

"Alo?"

 

"Yekta, yarın Rusya'ya gelebilir misin?" Konuya direkt girmeyi tercih etmiştim. Hal hatır soracak hâlim yoktu.

 

"Ben mi?" Derin bir nefes aldım.

 

"Seni aradıysam senin gelmen gerekiyordur, Yekta. Değil mi?"

 

"Öyledir de," dedi çekingen bir sesle. "Şaşırdım sadece."

 

"Gelecek misin?"

 

"Konu ne?" Konuşmayı uzatmaya mı çalışıyordu o?

 

"Yekta. Telefonda konuşabileceğimiz bir şey olsa inan seni ayağıma kadar çağırmazdım."

 

"Önemli bir şey o zaman?"

 

"Senin hayatını derinden etkileyecek, fazlasıyla önemli," dedim açıkça.

 

"Gelirim." Duraksadı. "Adres neresi? Konum atabilir misin?"

 

"Atarım."

 

"Ben bu gece ayarlamaya çalışırım, bir otele geçerim. Yarın müsait olduğunda konuşuruz, olur mu?" Evime kalması için davet etmem beni zor duruma sokardı. O kadar konuşacak şeyimiz yoktu ki olsa da içimden gelmezdi. Bu yüzden ayıp olmasını pek de umursamadım.

 

"Olur."

 

"İstediğin bir şey var mı?" İstediğim çok şey vardı ama onun halletmesi zordu.

 

"Hayır, Yekta."

 

"Tamam, görüşürüz o zaman."

 

"Görüşürüz," deyip çağrıyı sonlandırdım.

 

Suay'a tekrar haber vermeyecektim. Konuşacağımı o zaten biliyordu.

 

Aracı park ettiğim yerden çıkarttığımda lapa lapa kar yağmaya başlamıştı. Hector bile sevinmiş olsa ki başını cama yaslamıştı.

 

Gittiğim yer bir kasabaydı. Sessizdi, sakindi. Ormanın içi sayılırdı, birkaç küçük dağ evi ve göller vardı. Buz tuttuklarında insanlar sırf o görüntüyü görmek için bile giderdi.

 

Benim kıyafetim oraya pek uygun değildi ama umursamadım. Dağ evlerinden bazıları tam göl karşısında, manzaraya doğru oluyordu. Üstelik içeride sıcak içecekler içilebilecek kafelere döndürülen evler de vardı.

 

Gittiğim yol belki normalde uzun sayılabilirdi. Fakat ben kar yağışının verdiği huzurla sıkılmamıştım bile.

 

Arabayı araçlar için ayrılan yere bıraktım, Hector'u da alıp gözüme kestirdiğim küçük eve ilerledim.

 

Kapıyı açtığımda beni karşılayan kişiler yaşlı bir kadın ile adamdı. Yüzlerindeki gülümseme ile baktılar.

 

"Merhaba," dedim dillerini konuşarak. "İçeride yer var, değil mi?"

 

"Elbette," dedi yaşlı kadın. Buruşmuş ellerindeki kırmızı ojeler dikkatimi çekti. Lacivert elbisesi ile uyumluydu. "İçecek bir şeyler ister misin?"

 

"Şekersiz bir kahve, lütfen." Kafasını salladı, boş bir masaya oturduğumda kocası olduğunu tahmin ettiğim adamın yanına gitti. Hector'a bir şey dememeleri, pürüz çıkarmamaları şanstan ibaretti.

 

Camdan dışarıda yağan karı izlerken kadın kahvemi getirmişti. Yanımdaki başka masalardaki insanların siparişleri de hazırlanmış olsa ki yaşlı çift karşımdaki boş masaya oturdular.

 

Adam kadına saf bir aşkla bakıyordu. Birbirlerini sevdikleri besbelliydi.

 

"Evdeki çiçekleri sulamış mıydın?"

 

"Evet, hayatım," dedi adam nazikçe. Kaşları çatıldı sonrasında. "Sanırım yeni aldığımız sarı çiçeği sulamayı unuttum." Güldü. "Yaşlanınca unutmam diye düşünüyordum." Karısı da güldüğünde adam iç çekti. "Ama biliyor musun, ne olursa olsun unutmayacağım tek bir şey var." Kadının gözleri kısıldı.

 

"O da ne?"

 

"Seni sevdiğim." İster istemez onların bu tatlı sohbetini dinlemiştim. O kadar dalmıştım ki kahvemi unutmuştum. "Sana olan sevgimi bana kimse unutturamaz, hayatım." Kadın adamın elini tuttu, küçük bir öpücük kondurdu.

 

"Ağlatacaksın beni," diye söylendiğinde gülümsedim. Öyle tatlılardı ki... Gülümseyerek onlara baktığımda kadın göz kırptı. Aynı şekilde karşılık verdim. "Baksana, benim gençliğime benziyor. Ojeleri, saçları. Nasıl güzel..." Sanırım kendisine bakmıyordu. Saçları ağarsa da gürdü, dolgundu.

 

"Teşekkür ederim," dediğimde gülümsedi.

Kahvemi içmeye devam ederken kadın ve adam kalkıp müşterileri ile ilgilendiler. Onlar yanımdan uzaklaştıkça dudağımdaki tebessüm de silindi. Derin bir iç geçirdim. Belki de az önce gördüğüm tabloya asla dahil olamayacaktım.

 

Kahvem bittiğinde hesabı ödemiş, oradan ayrılmıştım. Kafeye fazla uzak olmayan bir yere arabayı çekmiş, yağan karı seyretmiştim.

 

Oldukça uzun bir süre geçirmiştim orada. Hava kararmaya yakınken gitme vaktimin geldiğine karar kılmıştım.

 

Hector beklediğim süre boyunca biraz dışarıda biraz da arabada durmuştu. Yağan karı görmek onu sevindiriyordu.

 

Gideceğim mekan ona uygun olmadığı için önce eve uğramış, yemeğini hazırlayıp bırakmıştım.

 

Şimdi ise arabamı valeye vermiş, mekana giriş yapıyordum. Buraya gelmek biraz olsun kafamı rahatlatabilirdi.

 

Güvenlik ismimi sorduğunda yanıtladım. Buraya daha önce de gelmiştim, kayıtlı bir profilim zaten vardı.

 

Olga'nın barına gitmek de aklıma gelmişti. Fakat orada cidden az kişi oluyordu ve bu da sessizlik demekti. Benim ihtiyacım olan şey ise maksimum kalabalıktı.

 

İçeri girdiğimde beni sessizlik ve sakinlik karşıladı. Burası restaurant gibi bir bölümdü. Mezeler, fast foodlar, bazı meşhur yemekler vardı.

 

Gözlerim etrafı taradığında boş bir masa görmüştüm. Oturduğum an yanıma gelen garson elindeki menüyü bana uzatacakken engelledim.

 

"Margarita pizza ve küçük kadehte votka istiyorum." Garson gülümsedi.

 

"Yanında istediğiniz bir meze ya da turşu çeşidi var mı?" Kafamı iki yana salladım.

 

"Pizza ve votka dışında bir şey istemiyorum."

 

"Tamamdır." Yanımdan hızla ayrıldı. Burada yemek siparişleri için neredeyse hiç beklenmezdi. Yine öyle olmuştu. Resmen garsonun gitmesi ve geri dönmesi bir olmuştu. "Afiyet olsun, efendim." Pizzayı ve votkayı bırakıp yanımdan ayrıldı.

 

Yemeğimden bir yudum alırken etrafa kısa bir bakış attım. Birkaç ay öncesinde nasıl gördüysem yine aynısıydı.

 

Hafiften loş bir ışık, koyu renklerdeki masalar ve duvarlar, camları kapatan koyu bordo perdeler.

 

Çoğu insan burayı kasvetli bulurdu ama bence pek de öyle değildi.

 

Arkadan çalan müzik muhtemelen ünlü bir klasik parçaydı, tanıdık geliyordu.

 

Votka güzeldi, pizza da fena sayılmazdı. Yemeğimi sakince yemeye devam ederken karşımdaki sandalye çekildi. Oturan genç bir kadındı, benimle aynı yaşlarda olmalıydı.

 

Sorgulayarak baktığımda yüzünü buruşturdu. Üzerimizdeki kıyafetler birbirine benziyordu.

 

"Merhaba," dediğinde merakla ona bakmaya devam ediyordum. Sesi de olduğu durumdan hoşnut olmadığını gösteriyordu.

 

"Merhaba?" dedim sorgulamaya devam ederken.

 

"Ben yanına oturdum çünkü tek kaldığımda fazlasıyla rahatsız ediliyorum." Öyle bir baktım. Alımlı, güzel bir kadındı. Sapsarı saçları, dolgun dudakları vardı. "Yani... Rahatsız olduysan lütfen söyle, kalkıp başka bir masaya oturayım." Kafamı iki yana salladım.

 

"Burada oturabilirsin." Gülümsedi. Aslında rahatsız edildiği bir mekana gelmesi ilginçti ama yargılamak bana düşmezdi.

 

"Çok güzelsin bu arada," dediğinde ben de gülümsedim.

 

"Senin güzelliğin." Garsona bir el hareketi yaptı, geldiğinde benim siparişimin aynından verdi.

 

"Rusya'da mı yaşıyorsun?" Kafamı iki yana salladım, ağzımdaki lokmayı yuttum.

 

"Türkiye'de kalıyorum genelde." Gözleri kocaman açıldı.

 

"Türk müsün?"

 

"Türküm," dedim hafif bir tebessümle.

 

"Rusça'yı nasıl bu kadar iyi konuşabilirsin ki?"

 

"Sürekli gidip geldiğim için, kulak aşinalığının da sayesinde." Küçükken gidip gelmem de dahildi ama bir yabancının bunu bilmesine gerek yoktu. "Sen?"

 

"Ben çok uzun süredir burada yaşıyorum, aslen İsveç kökenliyim." Pizzasından bir yudum aldı. "İsmin ne bu arada?"

 

"Alvina," dedim. "Senin?"

 

"Lovisa." İsmi de görünüşü gibi zarifti. "Memnun oldum, Alvina," dedi gülümseyerek. Bir şey demedim, gülümsemekle yetindim.

 

Başka bir şey söylememiştik, ikimiz de kendi yemeğimiz ile ilgilenmiştik. Pizza ve votka bittiğinde ayağa kalktım. Bar bölümüne geçecektim. Lovisa'ya bir şey söylememiştim, sadece birbirimize bakıp hafifçe gülümsemiştik.

 

Hesabı en son ödeyecektim, bir şeyler içmek istiyordum. Bara her adım attığımda müziğin sesi de arttı, gittikçe çoğalıyordu.

 

İçeri girdiğimde kıpkırmızı bir ışıkla karşılaştım. Rusça, hareketli bir şarkıda çılgın gibi dans eden insanlar; her aradan çıkan ve koşturan garsonlar, sürekli dolu olan barmenler.

 

Gerçekten kalabakıktı.

 

Önünde en az insan olan barmenin yanına gittim, sandalyelerden birini çekip oturdum.

 

"Votka alabilir miyim?" Adam gülümsedi, arkasını dönüp bir shot votka getirdi. "Bir küçüğü daha yok muydu?" dediğimde kaşları havalandı.

 

"Açıkcası sizin gibi bir hanımefendinin yüksek dozda içeceğini düşünmemiştim." Votkayı içip tezgaha bıraktığımda gülümsedi. "Böyle devam mı, daha büyük bir kadehe geçmek ister misin?"

 

"Gerek yok." Bir shot daha bıraktı önüme. Aynı anda da bir tabak turşuyu bardağın yanına koydu.

 

"Çarpmasın?" derken 3. shota geçiyordum.

 

"Çarpmaz." Güldü.

 

"İlginç," dedi düşünür bir sesle. O sırada başka bir müşteri geldi, o çift ile ilgilenirken ben de bir tane kornişon turşusu aldım, ağzıma attım.

Çifte kadehlerini hazırladıktan sonra benim için dördüncüsünü doldurdu. "Seni üzen bir şeyler var, değil mi?"

 

"Anlatmak istemeyeceğim cinsten hem de," deyip gülümsedim.

 

"O zaman anlatman için üstelemiyorum." Bir yandan da gelen müşteriler ile ilgileniyordu. "Fakat seni üzen erkek kimse, gerçekten salakmış." Öyleydi sanırım.

 

"Beni üzenin erkek olduğunu nereden çıkarttın?"

 

"Hisler." Göz kırptı. "Yalan söylemezler, yanıltmazlar." Adam gerçekten farklıydı. "Bence sen bir şeyleri unutmak için içiyorsun."

 

"Buradaki birçok insan zaten bu sebeple içmiyor mu?"

 

"Hayır." Gözüyle bir adamı işaret etti. "Havalı olduğunu düşünüyor, kadınların ilgisini çekmek istiyor." Başka bir kadın gösterdi. "Mesela bu kadın çok mutlu, muhtemelen yanındakiler arkadaşları ve onlara bir şeyler ısmarlıyor."

 

"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?"

 

"Hisler yanıltmaz, demiştim." Gözleri kısıldı. "Sana dokunsalar ağlarsın, ufak bir olay bekliyorsun patlamak için."

 

"Nesin sen? İnsan sarrafı mı?" Güldü.

 

"Hayır. Sadece insanları tanımak zorunda kalıyorum ve bu zorundalık da beni onları analiz etmeye itiyor."

 

"Bir shot daha atar mısın?" Dediğimi ikiletmedi. Bu adam biraz daha konuşursa zihnimi falan okuyabilirdi.

 

Ayağa kalkıp kaçıncı votka olduğunu bilmediğim sonuncusunu da içtim, küçük bir turşu aldım.

 

"Görüşmek üzere hanımefendi. Sizi üzen kişiyi affetmemeyi ve hesabı ödemeyi unutmayın." Güldüğümde o da güldü.

 

"Sanırım sadece son söylediğine söz verebilirim." El salladım, arkamı dönmeden önce "Görüşmek üzere," dedim.

 

Kalabalığa karıştığımda kendimi insanlara ayak uydururken bulmayı beklemezdim.

 

Kadınların özgür, kendine has dans figürlerine eşlik ediyorken kafamda başka bir düşünceye yer vermemeye çalışıyordum.

 

Tanımadığım bir kadın ile resmen bluetoothlanmıştık. Aynı anda sağa geçip aynı anda sola dönüyorduk. İkimiz de şaşkın olsak da eğleniyorduk.

 

Tam o esnada beni daha da şaşırtan ve güldüren bir şey olmuştu. Lovisa da bize eşlik etmeye başlamıştı. Ben onun yemeğini yedikten sonra gideceğini düşünmüştüm.

 

"Dans ederken ayrı bir çekiciymişsin!" Sarhoş olduğu öyle belliydi ki... Çapkınca göz kırptığımda elini alnına koyup bayılacak gibi bir role kapıldı. "İnsanlarda kalp vardır, bilir misin?"

 

"Bilmez miyim?"

 

"E ben de onu sordum ya," dedi mantıklı bir şey söyleyerek.

 

"Bilirim," dedim kendimden emince.

 

"Siz tanışıyor musunuz?" diyen kadın az önce oynadığımdı.

 

"Az önce tanıştık." Yanıtımla kafasını salladı.

 

"Bakın, şimdi çok güzel bir şarkı açacaklar." Lovisa'nın dediği gibi de oldu.

 

Güzel bir şarkı açmışlardı. Hatta şarkılar.

 

Bir sürü melodide oynamıştık, deliler gibi tepinmiştik.

 

Bir ara yanımıza erkekler gelmeye çalışmıştı. En son gördüğüm Lovisa'nın topuklu ayakkabısını adamın kafasına geçirdiğiydi.

 

Güvenlikler ise bize değil, adamlara musallat olup yaka paça dışarı atmışlardı. Sağ olsunlardı.

 

Şimdi ise saatin kaç olduğundan bir haber şekilde votka içiyorduk. Barın en kuytu köşesinde, sesin bile zor ulaştığı yerdeydik. Öyle köşeydi ki az önce yanımızdaki çiftler fazla samimi olmuşlardı.

 

"Bir gün Türkiye'ye gelin, rakı-balık yapalım," dediğimde ikisinin de gözleri ışıldadı.

 

"Dediğini bilmiyorum ama güzel olduğundan eminim." Lovisa, Darya'yı onayladı.

 

"Kesinlikle bir gün yapalım." Kafamı salladım. Artık kusacak raddeye hatta belki de zehirlenecek raddeye gelmiştik ama kimse umursamıyordu.

 

Çantamın içindeki telefonun çalma titreşimini hissettiğimde elime aldım, arayana baktım.

 

"Kim ki o?" dedi Darya gözleri kapanmaya yüz tutarken.

 

"Eski sevgilimin arkadaşı." Yekta'ydı arayan.

 

"Seni niye arıyor?"

 

"Darya, o kadar uzun bir konu ki sizin de başınızı ağrıtmak istemem." Çağrıyı yanıtladım. "Ne Yekta?" Türkçe'ye geçmiştim.

 

"Adres falan söylemedin. Rusya'nın neresine gelmem gerekiyor?"

 

"Lovisa, biz neredeydik?" Sorum Rusça'ydı. Lovisa sadece güldü. Hatta kahkaha attı. "Yekta, bekle bulurum şimdi adres." Midem dehşet bulanmaya başlamıştı. Aşırı içmenin zararlarıydı.

 

"Sen neredesin? Kim var yanında?"

 

"Benim nerede olduğum seni ne kadar ilgilendirir, Yekta?"

 

"Vina, evde değilsin." Sustum. "Sarhoş musun sen?"

 

"Adresini attım, Yekta."

 

"Sesin iyi gelmiyor. Bu şekilde araba kullanma sakın." Ya ne yapacaktım?

 

"Evime koşarak mı gideyim?"

 

"Vina, beni geberttirecek misin sen?" Kaşlarımı çattığımda Darya "Ne oldu?" diye sormuştu.

 

"Kapat Yekta ya."

 

"Vina-" Telefonu yüzüne kapattım, sessize aldım.

 

"Saat çok geç olmuş." Lovisa başını salladı.

 

"Alvina, numaramı vereyim mi sana?" Kafamı sallayıp telefonumu uzattım. "Ben abimi arayacağım, gelip beni alsın." Ayağa zar zor kalktı, bize el salladı. El sallayamamıştım. Gözlerim doluyordu. Onu alabilecek bir abisi vardı. Güvenebileceği, sarılabileceği...

 

"Alvina, benim evim çok yakın. Ben de gidiyorum." Kafamı salladım tekrar. "Benim numaram Lovisa'da vardı, o sana atar. Olur mu?"

 

"Olur," dedim ve o gittikten sonra ben de ayağa kalkıp üstümü başımı düzelttim.

 

Dışarı çıkmadan önce hesabı ödemeye gittim. Fakat ödendiğini söylediler. Kimin verdiğini düşünemeyecek kadar yorgundum.

 

Çıktıktan sonra arabamın yanına geçtim, biraz kaputa yaslanıp ayılmayı bekledim. Zaten hava öyle bir soğuktu ki çok uzun sürmemişti.

 

Arabaya bindikten sonra ısıtıcıyı açmak yerine camları hafifçe aralık bıraktım. Sıcak iyice mayıştırırdı.

 

Evin çok uzak olmaması da şanstı. Aksi halde uzun bir yolu bu halde gidemezdim.

 

15 dakikalık yol vardıysa 7 dakikada falan gelmiştim. Yekta araba sürmememi söylemişti ama sarhoş da olsam direksiyon hakimiyetimi kolay kolay kaybetmezdim.

 

Evin önüne tek parça gelebildiğime şükrederek aracı park ettim, camları kapattım.

 

Aralık olan camlar beni öyle üşütmüştü ki, grip olmazsam mucizeydi.

 

Evime giderken mecburiyetten asansörü seçmiştim. Başım çatlıyordu. Çantamın içinden anahtarı bulmak bile zor olmuştu. Kapıyı açıp içeri girdiğim an ayakkabıları çıkartıp bir kenara attım. Kapıyı da kilitleyip banyoya girdim.

 

Soğuk su ile duş almayı istemiştim fakat o kadar üşümüştüm ki vazgeçmiştim. Bu yüzden de ayılamamış, aksine mayışmıştım.

 

Üstüme doladığım havluyla banyonun aynasının karşısında dikildim. Yüzümdeki tüm makyaj akmıştı, korkunç duruyordum.

 

Dolaptan makyaj çıkartmak için bir temizleyici çıkarttım, tüm makyajdan arındım.

 

Saçlarımı taramak zorunda hissettiğim için dökülen saçları umursamadan taradım, küçük bir havluya sarıp kıyafet dolabından giyeceklerimi çıkarttım.

 

Üşüyor gibi hissettiğimden bu kez ayıcıklı, kalın bir takım giymiştim.

 

Telefonumu alıp yatağın içine girdiğimde Hector da yanıma gelmişti.

 

Lovisa'nın numarasını kaydedip kaydetmediğime bakarken ekrana bir çağrı düştü.

 

Yabancı numaraydı.

 

Açıp karşıdakinin konuşmasını bekledim. Ses yoktu, konuşmuyordu.

 

"Alo?" dediğimde ise bir hareketlilik oldu. Ama yine ses yoktu. "Efendim?" diyerek konuştum tekrar. Yine cevap gelmedi. Sadece derin bir iç çekiş duydum.

 

Sinirlerim tepeme fırlamışken telefonu direkt kapattım, yastığın altına koyup battaniyeye iyice sarıldım.

 

Uyumam zor olmamıştı, uyanmam gibi.

 

Sabaha karşı muhteşem bir üşüme ile uyanmış, gidip rastgele bir grip hapı içmiştim. Ateşim olduğundan emindim.

 

Saatin kaç olduğundan habersizce kalktım, telefonumun ekranına baktım. 15.00'e geliyordu. Yine de iyi uyumuştum.

 

Mutfağa giderken Hector da yanımdaydı.

 

"Götle don muyuz oğlum biz?" Kuyruğunu salladığında gülümsedim. Yiyeceğim şeye karar veremiyordum. Gerçi karnım pek de aç değildi, iştahım yoktu.

 

Birkaç yumurtayı alıp klasik bir omlet yapmıştım. Aslında Hector'un öğününü de aradan çıkartmak için yaptığım bir şeydi.

 

Bugün hasta olmamın yanı sıra gergindim de. Yekta'nın gelecek olması, her şeyi öğreneceği beni geriyordu.

 

Konumu atmıştım fakat bir kere de kontrol etmek istemiştim. Telefonu elime aldığımda attığımı, onun da cevap olarak birkaç saate geleceğini yazdığını gördüm.

 

Etraf dağınık değildi, bu yüzden de sadece mutfağı toparlamıştım. Üstümdekileri değiştirmek gibi bir enerjiye de sahip değildim. Üşütmüş olmalıydım. Zira mutfaktaki bulaşıkları toparlarken bile çok kez hapşurmuştum.

 

İşim bittiğinde salona geçip saçımı öylesine toparladım. Önüme gelip duruyordu.

 

Ayağımdaki tavşanlı pandufları seyrederken zil çaldı. Aslında daha geç gelmesini beklerdim.

 

Ayağa kalktığım anda öksürük krizi gelmişti. Kendi kendini hasta eden tek insan mıydım neydim?

 

Kapıyı açtığımda Rodion ile karşılaşmayı beklemiyordum.

 

Elinde bir fincan çay vardı. Bitki çayına benziyordu.

 

Mahçup bakışlarla dolu bir gülümseme ile baktı yüzüme.

 

"Sabahtan beri öksürüyorsun." Elindeki fincanı uzattı. "Belki iyi gelir?"

 

"Rodion," dedim çayı alırken. "Çok sağ ol, aklımdan geçmişti ama malzemem yoktur diye kalkınmadım bile." Kaşları çatıldı.

 

"Ben getirmesem içmeyecektin yani?" Kafamı salladığımda ters ters baktı. "Kendine verdiğin değer göz yaşartıcı." Çaydan bir yudum aldım. Görüntüsünün aksine lezzetliydi. "Bal da koydum biraz içine. Sever miydin?"

 

"Severim, teşekkür ederim."

 

"Afiyet olsun." Asansör durduğunda ikimizin de bakışları o yöne döndü. İnen kişi ise sadece Rodion'a bakıyordu.

 

Yekta'ydı gelen. Tipik bakışlarını bize yönelterek geliyordu.

 

Elindeki kutu dikkatimi çektiğinde duraksadım. Tanıdık geliyordu.

 

"Tekrar teşekkür ederim," dedim Rodion'a. "Fincanı akşam versem olur mu?"

 

"Olur tabii." Muhtemelen Yekta'nın bana geldiğini anlamıştı. "Kötü olursan haber et, bir hastaneye gidelim."

 

"İyiyim ben, bir şeyim yok." Yekta yanımıza gelmişti. "Görüşürüz, Rodion."

 

"Görüşürüz." Yekta'ya ufak bir baş selamı verdiğinde Yekta da onu tekrarladı.

 

"Hoş geldin, içeri geçsene." Kapıdan çekildiğimde içeri girdi. "Kahve içer misin?"

 

"Olur." Meraklı olduğu anlaşılıyordu.

 

"Sen geç salona." Elimle gösterdiğim yere ilerledi. Mutfağa gidip kahve yapmam maksimum 4 dakika sürmüştü. Az şekerli, klasik bir kahve yapmıştım. Kupayı da alıp salona girdim, kahvesini ona verdim.

 

"Eline sağlık." Buna yanıt olarak bir şey demek istememiştim. Aramızda mesafe bırakarak yanına oturduğumda merakı daha da artmıştı. "Nasılsın?" Gözlerimi elimdeki fincanda sabitledim.

 

"İyiyim, Yekta. Sen nasılsın?"

 

"Bilmem," dedi benim cevabımın aksine gerçeklikle. "Sen dün o hâlde nasıl araba kullandın? Kaç kere aradım, açmadın."

 

"Bir şey olmadı ya."

 

"Olsaydı ben hesabını nasıl verecektim?" Bunu söylediğine o da pişman olmuş olsa ki yüzünü buruşturdu. "Evin güzelmiş," dedi konuyu sapıtarak.

 

"Öyledir." Anlamsız bir sessizlik olduğunda derin bir nefes aldım.

 

"Hiçbir şey olmamış gibi havadan sudan konuşmaya çağırmadın herhalde beni? Konu ne Vina?" Yüzüne baktım.

 

"Konu sensin." Duraksadı. "Konu Suay." Kaşları çatıldı.

 

"Bir şey mi oldu?"

 

"Çok şey oldu." Çay bittiğinde fincanı elimden bıraktım. "Yekta, ben nereden başlayacağımı bilemiyorum."

 

"Ne oluyor?" Umursamaz görünmeye çalışırken kahvesinden bir yudum aldı.

 

"Suay," diye mırıldandım. "Senin Suay'ın," dememle alayla güldü.

 

"Benim olmayalı uzun zaman oldu."

 

"Suay'ın senden gittiği günü hatırlıyor musun?" Kafasını salladı. "Sürekli sana sarılmak istemiş, fotoğraf falan çekmiş."

 

"Ne alaka?"

 

"Metin... O adamı tanıyor musun?"

 

"Vina, konuyu kapat ya da ben gideyim." Kafamı iki yana salladım.

 

"Kapatamam."

 

"Dinlemeyeceğim." Ayağa kalktığı an kolunu tuttum, yüzüne baktım.

 

"5 dakika ayırman gerekiyor. Sonra istediğin yere git."

 

"Bende hiç geçmeyecek yaralar açan birinin huzur dolu evliliğini mi dinleyeceğim?"

 

"Huzur dolu? Suay'ın evliliği mi?" Kafasını salladı. "Suay'ın evliliği gerçek bile değildi Yekta." Gözümle koltuğu işaret ettiğimde oturdu. "Metin ile gerçekten isteyerek evlendiğini mi düşünüyorsun? Adam kızın babası yaşındaydı."

 

"İsteyerek derken? Vina, istemese inan bir şekilde bana sığınabilirdi."

 

"Yapamazdı." Derin bir nefes aldım. "Yekta, Suay o gün sana veda etmişti. Kalbi kan ağlarken o sana gülümsemiş, gözlerine bakmıştı."

 

"Neyden bahsediyorsun?"

 

"O piç Suay'ı tehdit ediyormuş. Bilmemen normal. Kendi abisinden bile saklamasını gerektiren bir durum varmış ortada." Elindeki fincanı usulca bıraktı. "Herkesi öldüreceğini söylemiş." Yüzüne baktım. Sanki söylediğim her cümlede yıkılıyordu. "Ki yapardı da."

 

"Ne tehditi?"

 

"Seni ve abisini öldürmekle." Yüzü gitgide düştü. "Suay'a ilk günler iyi davransa da sonrası tam anlamda kabus... Defalarca kez kaçmayı denemiş, hepsinde de bir ton dayak yemiş." Yutkundu. "Kırılmayan bir uzuvu yok. Parmakları, kolları, bacakları..."

 

"Yeter," dedi kafasını sallayarak. "Sus."

 

"En son yine kaçmaya yeltendiğinde ise cezasını en ağır şekilde kesmiş." Derin bir nefes aldım. "Yekta, Suay 6 aylık hamile."

 

Bir insanın karşısınızda çöküşünü görebilir miydiniz?

 

Evet. Görebilirdiniz.

 

Yekta gerçek manada çökmüştü.

 

Çok uzun bir süre sessiz kaldı, durgunlaştı.

 

"Ne?" diyebildi güçlükle. "Sen ne dediğinin farkında mısın?" Sesi gitgide yükseliyordu. "O mutlu! Evlendiği adamı da seviyor! Sen neyden bahsediyorsun bana? Niye yalan söylüyorsun?"

 

"Yekta," diyebildim. "Biliyorum, hiç kolay değil ama onun sana ihtiyacı var." Gözünden akan yaşları artık kontrol edemiyordu. "Eğer yanında olmayacaksan da karşısına çıkma, ismini bile duymasın. Bir daha dağılırsa onu kimse toparlayamaz."

 

Çok uzun bir süre sessiz kaldık. Olayı dallandırıp budaklandırarak anlatmak istememiştim. Onu da daha fazla yıkmak amacım değildi.

 

"Ben..." Yutkundu. "Anlamam gerekirdi." Ellerini saçlarına geçirirken sayıklıyordu. "Onu ben kurtarabilirdim. Sadece bir kere arasam bulabilirdim."

 

"Yekta."

 

"Başkası bulamazdı ama ben bulurdum. Canımdı ya o benim. Her şeyimdi. Nasıl inandım?" Gözümden akan yaşlar onunkilere eşlikçiydi. "O kadar canı yanarken ben nasıl gülebildim?"

 

"Suçlu olan tek kişi sen değilsin." Dinlemiyordu bile. "Kutay'ın da, benim de suçluluk payım var."

 

"Saçlarına kıyamazdı, çok severdi. Onları bile kesmiş." Kendi kendine dert yanıyordu. Ne dediğinin de farkında değildi. "Allah da benim belamı versin."

 

"Yekta, arasan da bulamazdın."

 

"Bulabilirdim!" diye yükseldi. "Bulamayacak olsam da denerdim. Ama ben bir aptal gibi beni sevmediğine, terk ettiğine ve o şerefsize aşık-" Durdu, derin bir nefes aldı. "Tek bir suçlu varsa o da benim; abisi, sen ya da başka biri değil."

 

"Herif psikopatın tekiydi. Sence bulmana izin verir miydi?"

 

"Bulurdum. Kimse bulamazdı ama ben bulurdum." Yutkundu. "Gözümün bebeğiydi o benim. Üzülmesine izin vermezdim." Başını ellerinin arasına aldı.

 

Yanından kalkıp mutfağa geçtim, dolaptan viski çıkarttım. Bardağa koymayacaktım, direkt şişeden içeceğinden emindim.

 

Söylediklerime inkar etmeden inanmıştı çünkü aklındaki her soru işaretini yok etmiştim. Suay'ın gidimiyle arkasında kalan tüm sorular cevabına erişmişti.

 

"Yekta." Elimi koluna koyup yavaşça sıktım. Şişeyi gördüğü an sirekt kapağını açtı, kocaman bir yudum aldı. Kendim için getirdiğim şişeyi açıp ben de içtim.

 

"Vina," dedi sesi titrerken. "Ben yüzüne bakamam, ellerini tutamam." Yutkundu. "Yokluğuna hasret kaldım ama yapamam."

 

"Seninle konuşmamı o istedi."

 

"Ben... Ben nasıl yaparım?" Kafasını iki yana salladı.

 

"Yekta, ben sana bugün karşısına çık demiyorum." Hafifçe gülümsedim, yüzüne baktığımda o da bana baktı. "Sen hâlâ onu seviyorsun."

 

"O beni sevmiyor." Kaşlarım havalandı. "Sevmemeli."

 

"Oradan kaçalı yaklaşık 5 ay oluyor, bir kere yüzünün güldüğünü görmedim. Abisi yanında, arkadaşları yanında ama o seni de istiyor Yekta." Şişeden büyük bir yudum aldı. "Defalarca ağlarken yakaladım, sebebini söylemedi. Günlerce, haftalarca tek konuştuğu bendim; abisinin yüzüne bile bakamadı. Kutay da çekindi, tek kelime bile edemedi."

 

"Yapamam."

 

"Geceler boyunca sayıkladığı tek isim de sendin, düşündüğü kişi de sendin." Şişesini yaralamıştı. "Arabada karşılaştığımızı söylediğimde yüzünde ufak bir umut göründü, sonra karnına, minik oğluna baktı, yutkunmakla yetindi."

 

"Yeter," dedi. Bu kez yalvarır gibiydi sesi.

 

"Yekta, ben senden ona acımanı ya da koruyup kollamanı istemiyorum. Keza anlattıklarım da ona geri dönmen için değil, içindeki nefreti ve öfkeyi dindirmek için."

 

"İçimde hiç olmayan öfke ve nefreti söndürdün." Şişesini bitirdiğinde sormadan benimkini aldı, onu da yarıladı. "Yerine hiç geçmeyeceğinden emin olduğum bir acı bıraktın."

 

"Ben sadece Suay'ın benden istediğini yaptım. Eğer karşısına çıkmak istemezsen konuşmayı kabul etmediğini söylerim veya bulurum bir şeyler."

 

"Hiçbir şey söyleme." Sesi artık fısıltıydı. "Aptalın teki gibi hissediyorum."

 

"Daha içecek misin?" Kafasını salladığında 2 şişe daha viski getirdim, önüne bıraktım.

 

Aradan dakikalar hatta saatler geçtiğinde oturmaya devam ediyorduk. Birçok şişe bitirmişti, sarhoştu.

 

"Ben var ya ben," dedi kendini göstererek. "Kurban olurum Suay'a." Son şişesini de bitirmişti. "Gözünden akan yaşa, saçının tek teline." Geldiğinde dik olan omuzları bile çökmüştü. "Erkek mi?"

 

"İsmi Yağız olacak." Gözlerini kapattı, birkaç dakika açmadı.

 

"Ne yapmam gerekiyor?"

 

"Yekta, ikiniz de birbirinizden yeterince ayrı kalmadınız mı?"

 

"Kaldık. O kadar ayrı kaldık ki sesini unuttum, sesini unuttum ve kendime öyle çok küstüm ki başka bir şey duymamak istedim."

 

"Suay'ı seviyor musun?"

 

"Kendimden de çok seviyorum. Her şeyimi verecek kadar." Gülümsedim.

 

"Yekta, onu iyileştirebilecek tek kişi sensin." Dudağının kenarı kısa bir an kıvrıldı.

 

"Bir şişe daha var mı?"

 

"Bence daha fazla içmemelisin." Kaşları havalandı.

 

"Getirir misin?" Onaylamasam da kalkıp son şişeyi de getirdim. Hiçbir şey konuşmadan içti, uzun bir süre sessizce oturdu. "Vina."

 

"Efendim?"

 

"Sağ ol."

 

"Ne?" dedim anlamayarak.

 

"Ben... Senden de özür dilerim. Yaşadıkların, sana reva görünenlerde parmağım olduğu için."

 

"Yekta, ben bu defteri konuşmamak üzere kapatmak istiyorum."

 

"Çok iyisin, Oflaz'ın kaldıramayacağı kadar iyisin." Kafasını salladı. "Ama o da bilemezdi böyle olacağını." Konuyu değiştirimeye çalışıyordu.

 

"Yekta, sus." Sustu. Birkaç dakika daha oturdu.

 

"Oğuz gelse rahatsız olur musun?" Duraksadı. "Bu hâlde araba süremem."

 

"Ben bırakırım gideceğin yere." Sarhoştu, farkındaydı. "İstersen ayılınca götürebilirim. Kalabilirsin biraz daha."

 

"Ben bir an önce her şeyi ölçüp tartıp karar vermek istiyorum." Telefonunu eline aldı, birkaç denemenin ardından şifresini doğru girebildi. Aradığı numarayı görmeden aradı. "Beni almaya gelsene." Ağzı yamuluyordu, gözleri kapanıyordu; iyi değildi. "Atarım konum." Adresi söyledikten sonra kapatıp masaya koydu.

 

Gözlerim telefona kaydığında son aradığı kişiyi gördüm.

 

Görmez olaydım.

 

Oğuz diye Oflaz'ı mı aramıştı o?

 

"Yekta be," dedim hayıflanarak. "Deseydin ben arasaydım lan."

 

"Ne ya?"

 

"Git bi elini yüzünü yıka," dediğimde kalktı. Gösterdiğim tarafa sarsak adımlarla gittiğinde derin bir nefes aldım.

 

Yekta kapıya çıkardı, ben onu görmeden kapıyı kapatırdım.

 

Evet, böyle olurdu.

 

Banyodan kusma sesi geldiğinde kafamı iki yana salladım. O kadar içmemesini söylemiştim.

 

Başım o kadar ağrımaya başlamıştı ki oturup zırıldanabilirdim. Aynı anda boğazımda da beliren ağrıya üst üste gelen hapşırıklar da beni delirtmişti. Saçlarım önüme düştüğünde geri itekledim.

 

Yekta kusmaya devam ederken korktuğum şey başıma gelmişti.

 

Kapı çalıyordu.

 

Açmasaydım da kapıda bekleseydi olmaz mıydı?

 

Aslında olurdu.

 

Ancak Yekta'yı alıp götürmesi de gerekiyordu.

 

Derin nefesler alarak kapıya ilerlerken lavabodan su sesi geliyordu. Muhtemelen çıkacaktı.

 

Elim kapı kulbuna uzandığında dahi bir yanım açmamam için yalvarıyordu. Daha her şey çok yeniydi.

 

"Yekta bir daha sana içecek verenin," diye söylenirken kapı tekrar çaldı.

 

Derin bir nefes daha alıp kapıyı açtım.

 

Burnuma çalınan tanıdık kokuyu grip olmama rağmen algılayan beynime küçük bir küfür ettim.

 

Kapıyı tamamen araladığımda karşımdaydı.

 

Evet, karşımdaydı. Ama ben yüzüne bakmıyordum, bakamıyordum.

 

Gözlerim tavşanlı panduflarıma sabitliydi, ona bakmamakta ısrarcıydım. O ise doğrudan bana bakıyordu, hissedebiliyordum.

 

Kapının önünden çekilip geçmesi için yol verdim. Aslında kapıda da bekleyebilirdi ancak Yekta'nın bu halde evden çıkacak mecali bile yoktu.

 

Holde anlamsız bir bekleyiş sergilediğimiz sırada Yekta lavabodan çıktı, ağzı yüzü yamuk şekilde yanımıza gelmeye çalışıyordu.

 

Bok gibiydim.

 

Ciddi anlamda kötü ve berbat hissediyordum. Aldığı nefes de azap gibiydi.

 

"Suay hamileymiş lan," dedi Yekta alık alık. Arkadaşında hiçbir şaşırma olmadığında kaşlarını çattı. "Ve sen bunu zaten biliyordun."

 

"Yekta." Sesini duymak bile içimi boğarken yere bakmayı sürdürdüm.

 

"Nasıl söylemezsin?" Güldü. Saçma bir gülüştü. "Lan oğlum nasıl rahat uyudun? Ben onun ismini sayıklarken sen nasıl hayatına devam edebildin?"

 

"Senin iyiliğin için-"

 

"Siktirme iyiliğini!" diye bağırdı. "Ne iyiliğinden bahsediyorsun sen?" Üstüne doğru bir adım attı. "Biz de arkadaşımız var sanıyoruz. Arkamızdan yaptıklarına bak."

 

"Senin bir daha yıkılmanı izleyemezdim."

 

"Aynen amına koyayım, şimdi hiç yıkılmadım bak! Lan yüzüne bakamam ben o kızın! Bebeği olacak, nasıl yanında duracağım?"

 

"Yekta," dedim sakince. İkisi de yüzüme baktı ancak ben sadece Yekta'ya baktım. "Söylememesini biraz da ben istemiştim."

 

"Vina şunu korumayı bırak." Resmen nefret kusuyordu. "Ne olursa olsun söylemeliydi! Ben... Şimdi ne yapacağım, söylesene!"

 

"Şimdi yapabileceğin tek şey onun yanında olmak." Kafasını iki yana salladı.

 

"Yapamam. İnan çok isterim ama yapamam." Tekrar Oflaz'a döndü. "Sağ ol kardeşim ya, bir şeyin içine daha sıçtın!"

 

"Yekta," derken sakin kalmayı denediği çok belliydi.

 

"Ne Yekta? Kendin mutlu değilsin, hiçbir şey elde edemiyorsun diye kimsenin mutlu olmasını istemiyor musun?" Oflaz'ın elinin sıkı bir yumruğa bezendiğini gördüm. "Lan sen seni seven herkesi etrafından uzaklaştırmak zorunda mısın? Baksana çevrene! Yapayalnızsın." Kafasını salladı. "Seni seven, gözlerinin içine bakan kadını bile kaybettin oğlum sen." Yekta kaşlarıyla beni işaret etti. "Ne hakkın vardı üzmeye? Ne hakkın vardı benden saklamaya?"

 

Boğazıma bir yumru oturduğunda yutkunmayı denedim. Ne olursa olsun bu söyledikleri fazlasıyla ağırdı.

 

"Haklısın Yekta. Çevresindeki herkesi yavaş yavaş bitiren herifin tekiyim ben." Değilsin, demek isterdim. Ancak beni de bitirmiş, tüketmişti. "Herkesin iyiliğini istememe rağmen bir boka yaramayan iğrenç bir adamım."

 

"Evet kardeşim," dedi net bir sesle. "Herkesin adına bencil kararlar veren bir adamsın. Ya bir söyleseydin, bahsetseydin en azından! Kocaman halimden utanmadım, küçük bir çocuk gibi ağladım lan ben defalarca. Neredeydin o zaman? Niye bana söylemedin?" Daha önceden de biliyordu demekki.

 

"Yekta, kaldıramazdın." Doğruydu. Şu an bile kaldıramıyordu.

 

"Bıraksaydın da buna ben karar verseydim."

 

"Bıraksaydım da her şeyin içine sıçsaydın, değil mi?" Onun da sabrı taşıyordu.

 

"Her şey dediğin ne? Sahip olduğumuz ne var? Bir aile mi? Hayır. Bir başarı? Hayır. Sevdiğimiz kadın mı? Hayır, Oflaz. Ne ben sahip çıkabildim aşkıma ne de sen." Kaşları havalandı. "Ama en azından benim yolumun bir dönüşü var. Seninki karanlık bir çıkmaz sokak."

 

Çıkmaz Sokak.

 

Doğruydu.

 

Bizim durumumuz uçsuz bucaksız bir çıkmaz sokaktı. Geri dönmenin yasak olduğu, ileri gittikçe de kararan bir sokak.

 

"Dön o zaman Yekta. O kadar kolaysa ne duruyorsun? Arasana Suay'ı."

 

"Vina, numarasını verir misin?"

 

"Yekta, pişman olacağın şeyler söylemezsin değil mi?" Sorumla kaşları çatıldı.

 

"Şimdi arayabileceğimi mi düşündün?"

 

"Aramaman için bir engel var da ben mi bilmiyorum?" Güldü. Sinirdendi.

 

"Hadi ama Vina. Beni en iyi sen anlamalısın." Kaşlarım çatıldı. "Sen arayabilir misin mesela abini?"

 

"Yekta, hayatım boyunca bir abiye ihtiyaç duymadım. Sahip de olmadım. Yani anlayacağın, ben benim olmayan bir şeyi kaybettim." Kafamı salladım. "Fakat sende durum aynı değil."

 

"Odana bıraktığım kutuya mutlaka bak. Polat'ın, Matt'in bulduğu her şey orada." Ona nasıl ulaşmıştı? Elini koluma koyup burukça gülümsedi. Odama ne ara girmişti? "Senden saklanan bazı gerçeklerin emareleri orada."

 

"Yekta," dedi Oflaz son derece sinirli bir sesle.

 

"Tek başına açma."

 

"Sen ne yaptığını sanıyorsun?" diye soran Oflaz'ı zerre umursamadım.

 

"Teşekkür ederim." Kaşları havalandı. "En azından hayatımda olacak şeyleri öğrenme hakkım olduğunu düşünüyorsun."

 

"Ödeştik diyelim." Kapıyı açıp çıktıktan sonra sertçe kapatmıştı.

 

Oflaz hâlâ buradaydı. Gitmeye niyeti yok muydu?

 

Biraz daha koridorda bekledikten sonra odama doğru birkaç adım attım.

 

Koluma dolanan el ise gitmemi engellemişti. Hiç şaşırmamıştım, tam ondan beklenecek bir şeydi.

 

"Alvina," dediğinde içim cız etmişti. Sanki aldığım nefes ciğerime batmıştı. Kolumu temasından kurtarmaya çalışsam da başaramadım. "Açma."

 

Açma, dediğine göre önemli ve bilmem gereken bir şey vardı.

 

Kesinlikle açacaktım.

 

"Alvina." Yüzüne bakmamakta ısrarcıyken kolumu bir kez daha çekmeyi denedim.

 

"Ya sen niye hâlâ benim etrafımdasın?" Derin bir nefes aldım. "Kolumu bırak," dediğimde sesim çatallıydı. Bu pek de anormal değildi.

 

"Grip misin sen?"

 

"Keşke tek sorun grip olmam olsaydı." Kolumu bu kez sert bir şekilde çektim, bıraktı.

 

Kolumu bırakmasına sevinmem gerekirken buna bile içim burkulmuştu.

 

"Alvina, ateşin mi var?" Az kalmıştı. Sinirden gülecektim.

 

"Sanane?" Derin bir nefes aldım, arkamı döndüm. Gözlerimi yavaşça yüzüne diktim, ifadesizce baktım. "Ne oldu? Endişelendin mi?" Alayla sorduğum soru karşısında tepkisiz kaldı.

 

"Alvina."

 

Gözlerine kısa bir bakış atıp odama doğru ilerledim. Gelen öksürüğe daha fazla karşı koyamadığım için de kızmıştım.

 

Odama girdiğimde muhtemelen o da gelmek için atakta bulunacaktı. Fakat buna engel oldum, hızlıca kapıyı kilitledim.

 

"Alvina," dedi sakin bir sesle. "Açar mısın?"

 

"Kapa çeneni," dedim net bir sesle. Yatağın kenarındaki kutuya baktım.

 

Bunu Yekta'nın da dediği gibi Polat bana vermişti. Fakat Yekta nasıl almıştı, bilmiyordum.

 

Kutuyu aldığım sırada kapının arkasından bir hışırtı sesi geldi.

 

Anlaşılan gitmeye niyeti yoktu. Ki benim de kapıyı açıp tartışacak, evimden kovacak mecalim yoktu.

 

Sandığa benzeyen kutuyu alıp yatağın üstüne oturdum. Aynı anda kapıdan bir ses geldi. Oflaz hâlâ orada mıydı?

 

Derin bir nefes alıp kapağı açtım. Açmamla burnuma tanıdık bir parfüm kokusu geldi.

 

Annemindi.

 

Koku da kutu da anneme aitti.

 

İçinde birkaç şey vardı ama benim görüşüm net değildi. Tanıdık kokuyla dolan gözlerim görüş alanımı kısıtlıyordu.

 

Gözüme çarpan şey minik bir kolye oldu. Ucunda minimal bir çiçek figürü vardı.

 

Titreyen ellerime rağmen kolyeyi takabildikten sonra kutuya yeniden döndüm.

 

Eskimiş bir kağıt vardı. Çekinsem de elime aldım, katlanma izlerinden açtım.

 

Annemin el yazısıydı, düzeninden belliydi.

 

Gözlerim kağıdın köşesine kaydı. İsmim yazılıydı.

 

Alvina'ma, yazmıştı. Biricik kızıma.

 

"Annem," diye mırıldandım buruk bir gülümseme ile.

 

Anneciğim. Güzel kızım. Mis kokulum.

 

Gülümsemem genişledi.

 

Bu mektubu okuyorsan ben çok uzaklardayım demektir. Ve çok yüksek ihtimalle sen ağlıyorsundur. Ağlama güzelliğim, sakın ağlama birtanem.

 

Gözümden akan yaşa nasıl engel olabilirdim?

 

Alvina'm. Şu hayattaki tek endişem, tek mutluluğum, tek korkum, tek zaafım sendin. Her şeyinle, her bir zerrenle seni öyle çok severdim ki, senin için yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Aslında bunları sana yüz yüze anlatmam gerekirdi ama inan bana buna cesaretim yoktu kızım.

 

Derin bir nefes aldım.

 

Ben senin gözünde bir melektim belki de. Ancak bu hikayenin en suçlusu da bendim, can yakanı da. Annecim benim kalbimde sadece 2 kişiye yer vardı: Sen ve baban. En yanlışı da buydu ya. Hatırlar mısın bilmem, hep bir kardeşin olsun isterdin. Ben ise sana hiçbir cevap vermezdim. Çünkü senin zaten bir kardeşin vardı.

 

Kalbim sıkışıyordu.

 

Sıraç. Benim oğlum. Senin ağabeyin.

Doğduğunda hayatımdaki herkesi kaybettim, 1 günlükken annem, 2 günlükken babam vefat etti. Yapayalnız kaldım. Sadece baban vardı.

Başıma gelen tüm bu olaylardan ise o el kadar bebeği suçlu tuttum.

En büyük pişmanlığımdı.

Başkasına vermeye kalbim el vermedi ama sevemedim de. Hep yakınımdaydı ama aynı zamanda da bana en uzak olan da oydu.

 

Kağıdın arka sayfasına geçtim. Bunu yapmak bile zor gelmişti.

 

Suçu olmayan bir bebekten acımı çıkarttım ve inan bana çok pişmanım.

Yüzüne bakıp bir kere dahi özür dileyemedim oğlumdan.

Sevemedim, saçlarını koklayamadım.

O her şeyin suçlusuydu ya, sanki tek masum bendim.

Zamanla içimdeki acı dinip nefrete dönüştü.

O zaman anlamıştım.

İnsan nefret ettiği bir şeyi de delicesine sevebilirdi.

Ben onu severdim içten içe. Kendime bile itiraf edemesem de kendimden çok severdim.

 

Sessiz göz yaşlarım hıçkırıklara dönmüştü. Hiçbir şey duymuyor, algılayamıyordum.

 

Alvina'm.

Abini bul.

O seni hep sevdi, korudu. Ağladığında ağlar, güldüğünde gülümserdi.

Diğer çocuklarla pasta yerken o yemezdi.

İşk başlarda benden çekindiğini düşünür, üzülürdüm.

Ancak o senin bir dilim daha pasta yemeni istediği için yemezdi.

Sen 2. dilimimi yerken saf bir tebessümle sana bakardı.

Umuyorum ki büyümüş, koca bir adam olmuştur.

Ben ona sevgimi gösteremedim küçük bebeğim.

Ancak biliyorum ki sen onu öylesine seversin, yaralarını öylesine sararsın ki benden görmediği sevgi onda yara olarak kalmaya devam etmez.

 

Elimi ağzıma kapattım.

 

Ve ona söyle olur mu?

Pişman olduğumu, onu sevdiğimi.

Alvina'm.

Benim en büyük hatamdı, cezasını da en ağır şekilde çektim.

Senden bir isteğim var.

Onun elini öyle sıkı tut ki, bir daha ayrılmayın.

Her sarıldığında benim yerime de sarıl.

En çok saçlarını sev.

En çok saçlarını sevsin.

Çünkü benim en içimde kalan buydu.

 

Birkaç saniye oturup kendime gelmeyi bekledim. Kutunun içine baktığımda küçük bir çerçeve gördüm.

 

Benim küçüklük fotoğrafımdı.

 

Ama beni yaralayan şey arkadaki detaydı.

 

Ben elimdeki balona gülerek bakarken abim de gülümseyerek bana bakıyordu.

 

Annem çerçeveletmiş olmalıydı.

 

Kutuyu kapattım, ayağa kalktım. Elime geçen ilk pantolon ve kazağı giyip kutuyu aldım, telefonumu da cebime koydum. Kapıyı açtığımda karşımda Oflaz vardı. Yüzüme baktığını hissetsem de yine de bakmadım.

 

Ne halde olduğumu bilmiyordum. Aklımdaki soru işaretleri yavaşça kayboluyordu.

 

Abim beni affedebilecek miydi? Bilmiyordum.

 

"Alvina," diyerek koluma dokunduğunda gözümden bir damla daha yaş aktı.

 

"Beni Sıraç'a götürür müsün?" Duraksadı.

 

Götürmeyecekse de ben bir şekilde gidip bulacaktım.

 

Aradan geçen yılar sonrası kavuşabileceğim, kaderin bizi ayırdığı abimle bir kez olsun sarılmak istiyordum.

 

---🪷🩷

 

Merhaba.

 

Nasılsınız?

 

Bölümün çok geciktiğinin farkındayım ama bilirsiniz, bazen her şey hesaptaki gibi gitmez🥹

 

Sizi seviyorum🫶🏼

 

Öptüm! 💋❤️‍🩹

 

 

Bölüm : 17.09.2025 23:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...